GÖZYAŞIMDAN KAN DAMLARKEN

“Sana demedim mi” demişti Hüseyin’e arkadaşı. “Boyundan büyük işlere burnunu sokma” diye. Hüseyin insanların imanına vesile olmak için çırpınıp duruyordu. Çevresindekiler de ona “sana mı düştü milletin ahiretini kurtarmak, insanlarla yaratıcıları arasına girmek ne haddine?” diyorlardı. Ya Hüseyin ; o ne düşünüyordu? Pek bir şey söylemiyordu, çünkü aynı dili konuşmuyordu ailesiyle ve çevresiyle. Hani rüyalarda öyle bir an gelirdi ki; hemen yanındaki insana sesini duyurmaya çalışırdın da seni duymazdı ya; işte böyleydi Hüseyin’in hâli de. Kendini anlatmaya çalışıyordu fakat kimse onu anlamıyordu. “davam” diyordu Hüseyin. Ailesi gülüyordu ve kızıyordu ona. O andan itibaren anlamıştı ki; anlamak istemeyen kadar ahmak kimse yoktu. Etrafındaki insanlar cahilliğin pisliğini ilim sanıp yüzlerine sürüyorlardı gururlanırcasına. Bütün bunlardan dolayı O da artık bırakmıştı kendini kaderin şefkatli ellerine. Tüm cüz’i iradesini Rabb-i rahîm’in küllî iradesine teslim etmişti. Çünkü öyle büyük bir mânevi kıskaç altına alınmıştı ki çevresi ve nefsi tarafından, güç yetiremiyordu bütün olanlara.

Ân oluyordu Rabb’inden ölümü talep ediyordu sabah namazlarında gözyaşları içinde. Gerçi o da oldukça riskliydi, çünkü hiçbir hazırlığı yoktu ebedler memleketine, yoktu bir şeyi belki, garip bir ibadet fakiriydi, ama Rabb-i Rahîm’ini çok seviyordu, elinde bir tek bu vardı, küçük ufak bir zümrüt parçası gibi. hem ayrıca ölüm bir kaçıştı, kalıp bir sahabe gibi çarpışmalıydı ehl-i küfürle.

Ne zaman ki bir ilkokulun önünden geçerken, çantası kendinden büyük, hayattan haberi olmayan masum çocukları görse, gözleri dolar, ağlamaya başlardı; çünkü kendisi de yıllar önce onlar gibiydi. Ama dünyevîliğin içerisinde yıllar yılı kaybetmişti o masumiyetini Hüseyin. Hâyâsızlığın hâyâ sayıldığı, paranın en değerli varlık olarak addedildiği, şerefsizliğin şeref, edepsizliğin edep zannedildiği bir ortamda büyümüştü Hüseyin. Bu yüzden korkuyordu o çocuklar için. Dayanamazdı bir çocuğun ağlamasına, o da ağlardı onunla birlikte. Delicesine dert edinirdi onların ebedî hayatını “bana ne!” “ne olursa olsun” diyemiyordu bir türlü, herkes gibi sadece kendini düşünemiyordu. Rahîm ismini okurdu çehrelerinde, cennetin kokusunu duyardı, tatlı yumurcakların tenlerinde. Umursamaz bir tavır takınabilir miydi onlar cehennemin kızgın ateşleri içerisinde yansa? Bunu düşünmesi bile kalbini paramparça etmeye yetiyordu zaten.

Madde için çalışan ailesinin bu duyguları veya hedefleri anlamasını beklemiyordu, hiç değilse saygı gösterselerdi, maateessüf, onu da yapmıyorlardı. Bir pazartesi gününün kuşluk vaktiydi. Sabaha kadar dersanede Risale okuyan Hüseyin, ancak o saatte eve gidebilmişti. Üstüne üstlük bir de, önceki gün, iman hizmeti için başka bir şehre gideceğini söylemiş ve evde kıyamet kopmuş, annesi Hüseyin’i nüfusundan çıkartmaya, evlatlıktan atmaya kalkmıştı bunun için. Şimdi tekrar eve dönmüştü iki ayrı problemle birlikte, fakat bunları nasıl izah edecekti bilmiyordu. Kapıya varıp zile bastığı anda kıvılcım hâline gelmiş annesinin gözleriyle karşı karşıya kalınca bir anda bütün ruhunu korku kapladı. Bakışlarında çaresizlik ve terkedilmişlik içerisinde bir şefkatin izlerini görüyordu annesinin. Başını eğip sessizce süzülerek içeriye girmek istedi Hüseyin, fakat annesi bir anda yolunu kesiverdi. “neredesin bu saate kadar” diye sitem dolu bir cümle yankılandı evin koridorunda. Bardağın taştığını hissediyordu Hüseyin, onun için cevap vermedi annesine. “Bütün bu yaptıkların yanına kalacak mı sanıyorsun?” dedi annesi ve sol elinin tersiyle oğluna bir tokat attı. İşte o sırada Hüseyin’in yüzünden kan damlamaya başlamıştı, annesinin yüzüğü oğlunun yüzünü parçalamıştı. Görmemişti annesi yanağının yırtıldığını, o da belli etmemek için arkasını dönüp odasına gitti. Annesi “ topla o kitapları, hiç birisini gözüm görmesin! Seni de istemiyorum artık bu evde” dedi. Hüseyin’in zaten hassas olan kalbi bu sözden sonra tamamen yıkılmıştı. Göz yaşlarını zor zaptediyor, ağlamamak için dişlerini sıkıyordu. “yüzünü dön bana” diyordu annesi. “Dönmem, git buradan diyordu” Hüseyin. Annesi iyice sinirlenmiş, oğlunu tutup döndürecekti ki, vazgeçti ve kapıyı çarpıp dışarı çıktı. Ondan sonra koyuvermişti kendini Hüseyin, göz yaşları yüzündeki kan pıhtılarını sulandırıyordu. Her şeyini yoluna adadığı kırmızı kitaplarını topladı ve duvarına yapıştırdığı son sözü de sökmüştü. Kağıtta; “yüksek fikirler yüksek dağlar gibidir, alışkın olmayanları ürkütür” diyordu. Evin kapısından arkasına bakmadan çıkarken kapı çok sert bir şekilde kapanmıştı ardından. Yanağındaki kan ince ince hâlâ sızıyor, çenesinin altından yere damlıyordu. Kimse görmeden oradan hızla uzaklaşmaya başladı. o esnada kavşaktan karşıya geçerken acı bir fren sesiyle beraber kitaplar yerlere dağıldı ve bir garip daha ayrıldı bu dünyadan sessizce. Kimse bilmedi onun ölümünü, televizyonlara da çıkmadı, gazetelere de manşet olmadı, insanlar da günlerce konuşmadı onu. Ne olacak canım altı üstü bir garibandı sadece! Ama onu kimse bilmese bile Alemlerin Rabb’i biliyordu ya, yeterdi. Ve ondan bana kalan son gece risale okuduktan sonra fecir vaktinde yazdığı birkaç cümlecikti;

“Gün gelir üzülüp ağlarsın, dayanamayacakmışsın gibi gelir çektiğin sıkıntılara. Kalemin ağlar, yazı yazdığın kâğıdın ağlar. Göz yaşlarından kan damlar kalbinin derinliklerine. üzüntüyü ekmek arası yapıp yersin gecenin ayazında. bakışlarında boğulup gider düşünceler. Göz bebeğinde derinleşir tefekkürün son demleri. kaderin keskin bıçağına rast gelir ruhun, bilerek yatarsın onun altına, o yüzden kimseyi suçlayamazsın yaptığından dolayı. çünkü Beşer zulmetmiş kader adalet etmişti... ben ne deliyim ne de akıllı, ben sadece kul olmak isteyen bir insanım işte...”

Evren Teke


--------------------------------------------------------------------------------