KUKLACIYI VURMAK
Fıtrî bir okuma solonu gibiydi mahallemizde bulunan büyük park. İlâhî bir kütüphaneydi yani. Mevsimi geçen gül kalıntılarını, kurumaya yüz tutan söğüt yapraklarını, ulu çınarları, yüksek kavakları, dilediğin kadar okuyabiliyordun. Hulâsâ çok zengin bir kitaplığı vardı bizim parkın.biraz okuma yapıp kalp aynama yansıyan kainatın bir takım sırlarını kaleme alabilmek duasıyla gitmiştim oraya.
Ama ne yazık ki birkaç dakika sonra parkın önüne gelen mahallî mehter takımının gürültüsü yüzünden ne okuyabildim ne de yazabildim. Beynimin içi davul sesleriyle doldu bir anda. “bugün bu kutlamalardan bana rahat yok, hiç değilse biraz bayram okumaları yapayım.” Diyerek otobüse binip “resmî geçit” alanına gittim. Etrafta bir kalabalık, insanlarda bir curcuna, gökyüzünde uçakların gürültüsü, ordumuzun, savunma silahları, kulaklarımı rahatsız eden donuk marş sesleri, “ulu önder”ler, “vatanı kurtardın”lar, falan filan feşmekan...
Bütün bu olup biteni okumuyordum da bazısına söylenen “abartılı medih”lere içimden bir şeyler okuyordum doğrusu. Çok sıkıldığım, eve gitmeye niyetlenip, geriye döndüğüm bir anda, boyu benden oldukça uzun, heybetli bir adamla çarpıştım. “affedersiniz, özür dilerim Ağabey” dedim ve yüzüne bakmadan çarpışma sırasında düşen kalemimi yerden alıp başımı kaldırdığımda, gözlerime inanamadım. Omzundaki tüfeği, belindeki mermileri, göğsündeki madalyaları, cebinden sarkan işlemeli takkesiyle yeşil kasketli geniş omuzlu, pala bıyıklı, çatık kaşlı ve yeşil gözlü bir ihtiyar gazi. “genç ihtiyar”ın ayağına basmış olacağım ki azametli ve dolgun bir sesle; “ evlâdım önüne baksana gözün görmüyor mu?” dedi. “eyvah” dedim içimden “şimdi sopayı yiyeceğiz galiba.” Kusura bakmayın dalgınlıkla oldu. Bu kuru gürültüden biraz bunalmıştım, o hışımla geriye dönünce sizi göremedim. Ayağınıza bastığım için hakkınızı helal edin.” İhtiyar gazi, pantolonunun paçasını yukarı doğru çekerek takma bacağını gösterirken “oğlum ben bacağımı savaşta kaybettim” deyince içim burkuldu birden. “hele koluma gir de şu sandalyeye oturttur beni öyle ödeşelim. Bunu fırsat bilerek ben de yorgunluktan ağrıyan bacaklarımı bir parça dinlendirmek için onun yanındaki sandalyeye oturdum. Kaşlarını çatıp uzaklara bakarak konuşmaya başladı ihtiyar gazi; “ben Çanakkale gazilerindenim. Bacağımı da savaş esnâsında mayına basınca kaybettim. Şimdiki insanlar o savaşın nasıl bir hâl üzere olduğunu bilmediğinden zaferin kutlanma şekli de değişti.
Eskiden biz sanatçı falan getirmezdik. Zaten aklımıza ve itikâdımıza da uymuyordu öyle bir şey. Onun yerine kainattaki ilâhî orkestrayı dinlerdik. Fecir vaktinde, kelebeklerin kanat çırpışlarındaki şükür seslerini, dalgaların uğuldayışlarındaki zikir seslerini Çanakkale boğazının yalçın kayalıklarında duyardık. Veya ikindi vakti, topraktaki hikmeti gökteki azameti dinlerdik bağda bostanda.
Hem biz eğlence de düzenlemezdik oyunlu, şarkılı, türkülü. Onun yerine hatimler indirirdik yüzlerce ve mevlitler okunurdu şehitlerin ruhuna. Belki de perdesiz, samimi,arş-ı âlâ’ya yükselir, şehitlere birer hediye olarak götürülürdü melekler tarafından. Sabaha kadar televizyona veya içkiye köle olup, boşu boşuna ağız kalabalığı yapmak, yaratılışımızı ve yaratıcımızı unutmak yerine, Kur’an okur, namaz kılar, şükür duaları ederdik gözyaşları içerisinde. Çünkü o savaşı biz kazanmadık, “Fettah” olan Allah kazandırdı. Ve o gece ism-i Fettah’ın hürmetine bağışlanma dilerdik Müslüman kardeşlerimiz adına. Hâsıl-ı kelâm; Hâlıkımıza tesbih, tahmid ve tekbirlerle geçirirdik o kutlu geceyi.
Ayrıca biz eskiden o günkü resmî geçitler yerine geceleyin semavâtın lacivert sayfasında ilâhî geçiş törenini izlerdik. Gaybî vakitlerde ervâh-ı şehîde’nin nurlu izlerini arardık o gece boyunca belki görürüz diye. Ve yıldızlardan göz kırpar gibi olurlardı bize.
O gün taş duvarları, betonlarla kaplı yerleri ziyaret etmezdik. Sakarya’da, Çanakkale’de, Dumlupınar’da şehit kanı renginde çiçekler açan bahçeleri dolaşırdık kuşluk vaktinde. Ve Sânii olan Mevlâmızın sanat galerisindeki o nakış nakış işlediği renk renk nebatlar üzerindeki çiğ damlalarında, savaşta belki omuz omuza çarpıştığımız şehit arkadaşlarımızın gözyaşlarını görür, biz de ağlardık onlara kavuşmak duasıyla.”
Savaşın ve yılların ihtiyarlattığı gazinin bakışları yumuşamış, sesi durgunlaşmış, omuzları çökmüştü. Bir iki dakika mazi derelerine daldıktan sonra devam etti; “ işte” dedi “biz böyle kutlardık o büyük zaferi. Çünkü o savaşı biz kazanmadık. Allah kazandırdı. Aynı ‘sen atmadın Allah attı’ ayetindeki gibi. Çok iyi hatırlarım o dehşetli cehennem gibi savaşın ortasında, topların yağmur gibi üzerimize yağdığı sabah vakitlerinde başı kopmuş şehitlerin sabah namazı kıldığını. Veya taarruza geçtiğimiz zamanlarda çok gördüm bizimle birlikte savaşan beyaz sarıklı, yeşil cüppeli, yıldız gözlü ve alnında “lailâhe illallah” yazılı uçan süvarileri. Hatta kucağımda can veren bir kardeşimin son sözleri hâlâ kulağımda çınlıyor. Demişti ki; ‘Peygamber Efendimiz ve Sahabeler de buradalar git onları koru.’ Yani o kudretli yaratıcı ordularını göndermişti din-i mübîn’in hatırına. Böyle esmiştik düşmanın üzerine ilâhî kasırgalar gibi. İşte bunun için, ihsânıydı Cenâb-ı Hakk’ın bu zafer. Ama bazı zındıklar, münafıklar, gözleri maddede takılıp kalanlar, “bir kişi”ye atfedip hem o şehitlere mânen zûlmetmiş, hem de Allah’ın hıfziyetini görmezden gelip, kainatı ağlatacak büyük bir cürüm işlemişlerdi. Ve daha o zaferin sevincini yaşayamadan Müslümanları arkasından vurdu bir kısımları. Az zamanda çok iş yapıp sûri bir cumhuriyet perdesi altında korkuya dayanan bir hürriyet getirmişlerdi. Ama bu bastırılmış bir istibdattan başka bir şey değildi.
İşte evlâdım, bazısı nifak perdesi altında Müslümanların kökünü kazımaya çalışırken, bazısı da yapılan o zulmü güzel göstermeye çalışıyordu. Yani, ‘hainlerin kahraman bilinmesine göz yumanlarla, kahramanların hain tanınmasına ses çıkartmayanlar aynı esfel-i safilîn çamurundandı.’ Maalesef üzülerek söylüyorum ki evlâdım; çoğu mü’min bu münafıklığın farkında değildi. Eğer o yıllarda Said Nursî ve Risâle-i Nur olmasaydı biz de dahil olmak üzere bütün milletin ebedî hayatı mahvolurdu. Çünkü o Kur’ân’dan aldığı ilhamla olayların asıl yüzünü göstermişti. Türk milleti şimdiki bu rahat hâlini o mübareğin ve talebelerinin bütün hâdiselerin fevkindeki mânevi cihatlarına borçlu.
Müslümanlar üzerinde yılladır oynanan bu dehşetli oyunun etkisi, kendini zamanla göstermiş ve insanlar dünya denen bataklığın içinde boğulup gitmeye başlamışlar. Tabii bu manevî fırtınanın kesretinde kendilerini kaybetmiş ve birer ‘kukla’ gibi oynatılır olmuşlar. İşte bu yüzden de kutlamaların rengi de nurdan zulmete inkılap etmiş
Hararetli ve heyecanlı bir şekilde senelerin verdiği tecrübeyi aktarırken ihtiyar gazi, birden hareketlenip ayağa kalktı ve sandalyeye dayadığı boş tüfeğini kaldırıp meçhul bir yere doğru nişan alarak şunları söyledi; “bak evlâdım belki ben köylü ve ilkokul mezunu bir ihtiyarım, fakat yılladır çektiğimiz bu dehşetli sıkıntılardan şunu anladım; ‘ister mermi kullansın, ister oy pusulası, insan iyi nişan almalı, kuklayı değil kuklacıyı vurmalı.’
Evren Teke
--------------------------------------------------------------------------------