_______Canan Karataş_____
SİCİM
GÜNEŞE GİTMEK İÇİN IŞIĞA İHTİYAÇ YOKTUR
Büyük bir heyecan ve şevk içerisinde, imana ve Kur’ân’a hizmet etmek gâyesinde üniversitenin kapısına doğru ilerliyorduk. Okula baş örtüsü ile alınmayacağımı biliyordum. Yine de bile bile yeni dönemin ilk dersine girmek için kampüsün kapısına geldim. Her zaman ki gibi içeri başımız kapalı giremiyorduk. Zaten okula gelirken ben, iç dünyamda bu olaya kendimi çoktan hazırlamıştım. Ama orada gördüklerim beni o kadar üzdü ki; beynimde kurduğum bütün düşünce binaları darmadağın oluverdi.
Etrafımdakiler adına neler hayal ediyordum, nelere şahit oldum pişmanlıklar ve göz yaşları içinde; kendisinden hiç beklemediğim, hizmet ehli olarak gördüğüm bazı tanıdıklarım başlarını açmaya hazırlanıyordu. Bir başkası başını açmış şekilde kampüsün kapısından içeri giriyordu. Bir diğeri, “yanlış yapıyoruz, yanlış” deyip başını açmaya karar vermek gibi bir abesiyet içinde bulunmaya kalkıyordu. Belki niyetleri hâlisti fakat amelleri hakikat ile taban tabana zıttı. Bir de öyle bir an geldi ki; kampüsün kapısının önünde hiç kimse kalmamış, herkes ya başını açmış, ya da buna niyet etmişti. Bir tek ben ve arkadaşım kalmıştık yapayalnız başını açmayan. İnsanların gece kelebeği gibi kendini bile bile ateşe atması kalbimi o kadar müteesir etti ki, dalıp gitmiştim uzaklara;
Bu zulmü bize reva görenler bize dünya ile ahiretimiz arasında seçim yaptırıyordu düpedüz. Allah’ın ayetini görmemezlikten gelmemiz karşılığından bize fena ve fani olan şu deniyet dünyayı vaad ediyorlardı, gerçi o da kesin değildi. Bu bizim için, dibi görünmeyen bir uçurum kenarında sek sek oynamak kadar tehlikeli bir şeydi. Böyle bir teklifi yapan eli değil öpüp başımızı açmaya kalkışmak, o necis ele temas etmek yani, baş açmayı irademizle aklımızdan geçirmek bile islâmiyete adavet etmek demekti.
Zulmüyle zalim olan bu güruhun böyle ehl-imanı ezmeye gücünün yetmesi hilekâr ve fitnekâr hareket ettiklerinden kaynaklanıyordu. Bu hâl bizi ye’se düşürmemeliydi. Çünkü kardan adamların hâkimiyeti güneş çıkana kadardı.
“Yağmurlar bazen öyle yağar ki, melekler ağlıyor sanırsınız... o yağmurlar bazı suratlara da öyle yağar ki, göklerin tükürdüğünü anlarsınız.”
Hile ve fitne perde altında kaldıkça tesir ediyor, zahire çıktıkça iflas ediyor, kuvveti sönüyordu. Şimdi ise perde öyle bir yırtıldı ki; artık iki yüzlülerin dördüncü ve beşinci yüzleri ortaya çıkmaya başladı. Resmen Allah’ın ayeti olan baş örtüsüne zalim ve cahilce saldırmaya başlanmış,gizli olan dine düşmanlıkları şimdi gün gibi ortaya çıkmıştı. Ama elbette istibdâdın bu soğuğunu kıracak iman güneşinin sıcaklığı saracaktı etrafı. Böylece hile ve fitneleri hezeyanlara, maskaralığa inkılap edip akim kalacak ve kalıyordu. Çünkü artık atı alan üsküdarı çoktan geçmişti. Yani tesettürlüleri, ehl-i imanı konuşturmayacak derecede eskisi gibi bir istibdat altında tutmaya ihtimal verseler “şeytan iken eşeğin eşeği olurlardı.” Bu baskıcı zihniyet son günlerini yaşıyordu, sadece gebermeden peşimden kimleri de yakabilirim diye uğraşıyordu. ( gerçi bu yanlışlarla dolu kokularımızdan dolayı bir nebze de başarılı olmuş gibiydiler maalesef.)
“Düşmanın açık bıraktığı kapılar onun istediği yere çıkar! Örümcekler kendi ağlarına takılmaz...” bunun içindir ki; başımızdaki örtüyle veya sırtımızdaki bu ulvî hizmet yüküyle adımlarımızı sakin, sağlam, dikkatli ve de istikametli atmamız gerekirdi. İmanların dünyevîleşme ateşine atılmaya çalışıldığı şu zamanda, tesettürlülerin başörtülerine dil uzatanların, onu bez parçası! olarak görecek kadar eblehâne bir tavır sergileyenlerin, onların yandaş ve fikir babalarının hâsılı; Üniversitelerdeki bu zulmü başlatanların ayağına düşmek, kapılarından başı açık girmek, ruhumuzu, vicdanımızı ellerimizle öldürmekten başka bir şey olmasa gerektir. Ayrıca bu yanlışın ileride psikolojimizde daha büyük bir tahribata yol açtığı da bir vak’adır. Çünkü daha okula başımızı açıp girişimiz bile bir manevî çöküştü, işte bundan sonra başlıyordu asıl kabuslu günler, çünkü insan ancak ektiğini biçiyordu. Yani tohumun zehirliyse meyvenin sağlam olmasını bekleyemezdin; hiç mi kalbimiz parçalanmayacaktı saçlarımız açık vaziyette okulun koridorlarında gezerken, veya açık bir başla ders dinlerken, kendilerince zafer kazanan o rezil insanların alaycı bakışları altında hiç mi ezilmeyeceğiz. Hayatımız böyle bir rezillik içinde daha mı güzel olurdu?
“Bütün karalıklar aynı siyahtan dokunmuştur...” materyalizmin, kapitalizmin, sekülarizmin ve bir parça da olsa pozitivizmin, naturalizmin ( yani tabiatperestliğin) “kara tahtalığı” yapılan bu okullarda baş örtüsü yasağının arkasına gizlenmeye çalışılan bazı yönetim bozuklukları, eğitim düzensizlikleri, öğretim eksikliklerinin yanı sıra bir doktrin gibi şırınga ediliyordu çarpık düşünceler. Tabii bütün bunların yanında çok güzel gelişmeler de yok değildi bu eğitim merkezlerinde, fakaat... Bize hayatı böylesine manevi bir cehennem hâline getirecek olan bu sıkıntıya dûçar olmak âkıl olanların işi olmadığını düşünüyorum. Hiç değilse şu zamanlar için.
“İslâmiyet muhabbeti, senin husumetini lüzumlu kılar. Cebrail şeytan ile barışamaz.”
Bütün bunların yanında onların bu yüzsüzce tekliflerini geri çevirerek Hakkın hatırını âli tutup Hz. Meryem metanetiyle mânen onların yüzüne tükürmek, gözüne tokat vurmakla belki dünyamız bir parça zora girer, fakat ruh ve kalbimiz sağ kalır. Akîdimiz yıpratılamaz, İslâmiyetin izzetiyle alay edilemez, gülünç duruma sokulamaz. Peki ya açarsak; işte o zaman “bu insanlar ne kadar karaktersizmiş” tarzında çok ağır tahkirlere maruz kalınırdı veya kalınıyor. Beşer bu zamanda zahirperest olduğundan dolayı bazıları da “eğer Allah için örtünselerdi okula tenezzül etmezlerdi ikisi arasında seçim yapılması istendiğinde. Demek dünyalık maksatlar için takıyorlar, veya başka gizli amaçları var.” Diyebileceklerdir belki de. Böylece toptancılık yapıp bütün ehl-i imanı bu şekilde yargılayıp İslâmiyetin izzeitne leke sürmeye çalışanların ekmeğine yağ sürülmesine vesile olacağız. Hastanın en muhtaç olduğu an ilacın en yakın olduğu an olabilir.
Bütün bunların hepsi bir yana fıtrî yönelişin önüne geçilemez. Bir avuç su kalın çelik bir kutu içine dökülse, dondurucuda soğuğa maruz bırakılsa yayılma meyli çeliği parçalar. Bunun gibi sebatımız metanetimiz ve okumalarımız, imanımız hakiki hâlini bulduktan sonra, çelik kutudaki su gibi zulmün soğuk kâfirâne düşmanlığına maruz kaldıkça istibdâdın sallanan duvarını paramparça edecektir.
“ Haksızlığı hak bilenlere karşı hak dava etmek hakka karşı bir haksızlıktır.” Hiçbir “gül” solduğu yerden bir daha açamaz, aynı başını açanların bir daha çok zor kapattıkları veya kapatamadıkları gibi... çünkü kalplerdeki iman gülü bir defa soldurulmuştur veya solmaya yüz tutmuştur; sen istediğin kadar sulasan da... gerçi, “tövbeni yüz kere bozsan da gel” demek; “yüz kere bozmadan gelme!” demek değildir...
--------------------------------------------------------------------------------