_______Canan Karataş_____
ÖRÜMCEK NEREDE?
Sabahın kuşluk vaktinde çıkmıştık yola. Bindiğimiz araç Konya’ya doğru yol alırken Ankara’nın boğucu kalabalığından da yavaş yavaş kurtuluyor, kainat kitabını perdesiz okuma imkânı doğmaya başlıyordu Mogan Gölüne doğru. Bu aralarda üç renk hâkimdi Gölbaşına; gri, yeşil ve mavi...
Hemen Ankara’nın çıkışında olan bu ilçede kainat şenliği vardı. Mogan gölü hafif dalgalı bir şekilde kıyıya doğru vururken “ya celîl ya celîl” diyordu sanki. Bulutlar beyazın, mavinin, grinin tonlarını içinde barındırıp an be an Ayât-ı Tekvîniyeyi şerh ve izah ediyordu belki de. Böylece kalplere Mülevvin’in sonsuz şefkatini hissettiriyorlardı bulutlar. Gölün genişliği, kudretli sultanın Rububiyet-i Azametini dile getiriyordu. Bodur ağaçlarla dolu yeşil tepeler ve lodos rüzgârının sertliği Celâlinin haşmetini okutturuyordu ister istemez. Tefekkür dehlizinden akıp gelen bu mânâlar kalbimi bir parça teselli etmeye yetiyordu fakat hep buradan kalıcı değildim ki, yine şehrin merkezine, hâdisâtın orta yerine gitmek zorundaydım.
Oldukça sıkılmış ve üzülmüştüm Âfâk-ı Türkiye’yi saran boğucu şer dumanından. Yapılan zulümler, çekilen işkenceler, kurunun yanında yakılmaya çalışılan yaşlar, vesaire vesaire... olaylar zihnimi bulandırmış, idrakimi bir parça zayıflatmıştı. Tefekkürde derinleşemiyordum. Biraz da içtimai meselelere çok takıldığımdan oluyordu galiba. Tefekkürün rengi değişir gibi oluyordu biraz olsun. Çünkü afâki meseleleri icmâlî bir tarzda yapmamız gerektiğini söylüyordu nurun müellifi.
Bu dersi bana gölün kenarından geçerken kainat da vermişti; bir martı kıyıda dolaşıyordu, göle o kadar yakın uçuyordu ki içimden “biraz daha yaklaşırsa kanadı suya çarpacak” diyordum, o anda yanlış bir hareketle suya dokunduğundan bir anda suyun içinde buldu kendini martı. Tabii suya alışkın olduğundan hemen geri çıktı. Ya biz, bizler de derinine dalsaydık siyasetin içtimaiyetin, çıkabilir miydik acaba? Üstad hazretleri bize dünyanın en mükemmel siyasî dehasının bile, bilemediği siyaseti ders vermişti teorik olarak. Ve bizden o ölçüler ışığında pratiğini uygulayan siyasîleri uyarmamızı istemişti iman Kur’an adına.
Gerek siyasette, gerek imanî meselelerde gerçeği seyretmek isteyen insan ilk önce kendinde sükûnu tesis etmeli; zihni, bir gölün durgun suları hâlini almalıydı. Üstünden uçup dibine dalmamak gerekirdi. Risale-i nur köprüsünden izlemek gerekirdi zaman nehrinde akan hâdisâtın vukû buluşunu, çünkü o zaman evvelini de ahirini de görür ve daha mantıklı hareket ederdi insanoğlu. Ve “siyasi dalalete” düşmeyeceğim diye “imanî zaafiyete” düşmemeliydi de ayrıca. Yani bir celâl cemâl, dünya ahiret dengesi olmalıydı kısaca. Hangisinde dengesizlik olursa olsun insan işte o zaman yolunu şaşırıyordu.
İşte hâdiselerin seyrine böyle bir denge içinde dışarıdan baktığınızda hâl zahiren dehşetli görünüyor fakat istikbâl oldukça ışık saçıyor etrâf-ı âleme. Komünizm çüktü, süfyanizm dördüncü ve zayıf olan son dönemini yaşıyor. Aslında bütün istibdat surî bir hâl aldı, yani aşırı baskı uygulanamıyor artık,çünkü AB kapıya dayandı. Yakında bu adi istibdat perdesi yırtılıp gidecek. Maateessüf Müslümanlar bunun farkında değiller. Zaman ırmağının içindeler, üstünde değil. Bu yüzden de nasıl hareket edeceklerini şaşırmış vaziyetteler. Bunu fırsat bilen ehl-i zındıka son kozlarını oyuyor ehl-i imanın üzerinde.
Artık tâlim terbiye kurullarının da mânâsı değişti. Asr- saadette de “tâlim terbiye” kurulları vardı. Yalnız bunlar biraz bizimkinden farklıydı; “esmâ talimi ve terbiye-i Muhammediye”ydi onlarınki. Birileri de çıkmış komik bir şekilde “örümcek kafalılar” deyip rütbesinin “küçüklüğü” yanında cehlinin “büyüklüğünü” gösteriyordu. Çünkü, “örümcek ne yerdeydi ne de gökte, Hakk’ı göremeyen gözlerdeydi.” Şahs-ı manevîler şiddetli bir şekilde çarpışıyordu, bir tarafta iman diğer tarafta küfür, ve bu kıyamete kadar devam edecekti. Belki baskılar ziyadeleşmeye başlamıştı, on iki eylüller, yirmi sekiz şubatlar, khk’lar, toplu kıyımlar, irtica yaygaraları... bütün tavizlerin önünde tavizsiz bir şekilde ayakta duran bir Yeni Asya. Bütün bu olaylar Risale-i nur’un önündeki “istibdat balonu”nun (evet balon gibiydi çünkü bir insan ne kadar gürültü yaparsa sözleri de o kadar sessizdi. Bu yüzden ne kadar irtica gürültüsü çıkarsalar da o kadar bir değer ifade etmiyordu bunlar) hormonsal büyümesini arttırıp, çürüyüp patlamasını hızlandıracaktır. Ve zamanı gelince “bom” duyulacak bir gün. O bir evin ancak düğmeye basmakla aydınlanır; tarihte her hareket bir kişinin ayağa kalmasıyla başlamıştır...