_______Canan Karataş_____

Fecri Görebilmek


Her şey bir radyo programı ile başlamıştı, aynı amacı paylaşan yürekler aynı frekansta buluşmuştu. Yine, ülfet peydâ eden bir radyo programını dinliyordum. Sürekli ismini duyduğum Betül adlı kıza içim çok ısındı. Hususî kalp telefonum çınlayıp aklıma haber verdiği demde, onunla tanışmam gerektiğini fısıldadı. Bu isteğim hava dalgalarından süzülerek, O’nun kalbine akmış olmalı ki O da aynı dilekte bulundu. Vakit kaybetmeden birbirimizin numaralarını aldık. Ve Betül’ü aradım, tanıştık. Biraz sohbet ettikten sonra okula gidip gitmediğini sordum. Onun ağzından bütün ruhuma sirayet eden şu cümleler döküldü: “ben âmâyım, bu yüzden okuyamıyorum.” Böyle bir cevabı beklemeyen ben, şaşkınlık ve mahcubiyet arası bir tavırla hemen kendimi toparladım. “olsun Allah da sana ahirette en güzel gözleri verir inşaallah” deyiverdim.

Günler günleri kovaladı. Bizim telefon sohbetimiz hâlâ devam ediyordu. yüzünü görmediğim, hakkında isminden başka hiç bir bilgiye sahip olmadığım bu kızla neden görüşüyordum? Neden birbirimizle böyle sıkı bir dostluk kurmuştuk. “Mü’min mü’minin kardeşidir” fermanı yansıdı o sıralar aklıma ve ruhuma.

Yine bir görüşmemizde, radyoda iman kuşağını dinleyip dinlemediğini sordum Betül’e. O’da: “hakikatler ağır geliyor, radyoda risale sohbeti olduğunda kanalı değiştiriyorum.” Ben de : bak Betülcüğüm, bu hakikatler, ilk dinleyişte anlaşılabilen eserler değildir ki zaten. Risale nazlı bir gül gibidir Betülcüğüm. Öyle kolay kolay açmaz kalp bahçesinde. Üzerine titremen, bütün samimiyetinle bağlanman gerek, çünkü içlerinde kainatın en derin hakikatlerini taşıdıkları için biraz nazlıdırlar risaleler, açılmak için ilgi beklerler. Zaten Kur’an da mükerrer emirlerle “akletmezler mi?” “düşünüp, öğüt almazlar mı?” diye uyarmıyor mu bizi. Madem Risale-i Nur Kur’an’ın feyzinden süzülen bir nurdur. O halde Kur’anî yöntemle dinlememiz gerekiyor. Hem Risale-i Nur sonsuz rahmet hazinelerinin kapısını açacak define anahtarı hükmündedir. Bilirsin ki denizin dibindeki inciler çok değerlidir. Bir çok insan onlara ulaşmak için çaba sarfederler. İşte Risale-i Nur da samimi ve gayretli bir çaba ile bizi “iman okyanusu”nun derinliklerindeki “hakikat incileri”ne ulaştırır.

Betülcüğüm; kalbimizde yürüyen merdiven yoktur ki, durduğumuz yerde Marifetullah’a yükselelim. Marifetullah, zirvesi görünmeyen bir dağ gibidir Betülcüğüm. Oraya çıkmak için değil dünyayı, kainatı bile gözümüzde bir nokta kadar küçültüp, bütün zorlukları göze almalıyız. Çünkü yükseklere tırmandıkça yolculuk ağırlaşır, şartlar zorlaşır, fakat güzellikler ve manzara da o nisbette netleşir durulaşır, en latif hâlini alır. Bu arada Muhabetullah’a da oturduğumuz yerden gözyaşı dökerek, mersiyeler düzerek ulaşamayız. Sonsuz aczimiz ve fakrımızla O’nun sonsuz rahmetine ilticâ edip, hikmetine itimâd edip, kudretine istinâd etmeli, ve bunu bütün latifelerimizle hissetmeliyiz. Bu noktada o’nun hiç bire yere değil mü’min kulunun kalbine sığdığını zihnimizde canlı tutmak elzemdir ayrıca.

Kardeşim Betül; risale-i Nur’dan herkesin bir hissesi vardır, sen bu hakikatleri dinlemeye devam et.” Uzun bir sohbetten sonra telefonu kapattım. Bu türdeki sohbetlerimiz bir müddet devam etti. Betül artık iman kuşağını dinlemeye başlamıştı gün geçtikçe de büyük bir lezzet aldığını söylüyordu bana.

Yaz tatili gelmişti. Betülle telefonda başlayan dostluğumuzu birebir görüşerek pekiştirmeye karar verdik. Artık vuslata az kalmıştı. Keçiören şose tarafına doğru gidip, Betül’ün evini bulduk. Zile bastığım anda karşıma çıkan güler yüzlü şirin insan daha bize hoş geldiniz demeden söylediği ilk şey “Risale-i Nur kitaplarından getirdiniz mi?” sorusu oldu. Şaşkınlık içerisinde hemen eve girdik ve küçük fakat büyük bir ders yaptık. Betül’ün gözleri görmüyordu ama kalp gözü Risalelerdeki imanî hakikatlerin parıltılarını görecek kadar keskinleşmişti.

Hadd-i vasat bir hasbihalden sonra da Betül evde sıkılmıştır diye biraz dışarı çıktık. Aman Allahım! Dışarıya yalnız başına çıkabilmenin nimet olduğu hiç aklıma gelmemişti o âna kadar. Aslında her adımımı attığımda “elhamdülillah” demeliydim. Çünkü yanımda beni, “çukura dikkat et, yüksek bir yere çıkıyoruz” diye uyaran kimse yoktu. Önüme konan tabakta hangi nimetler olduğunu gördüğüm için hiç şükretmiş miydim bu güne kadar? Üzerimdeki kıyafeti kendi zevkime ve renk tarzıma uygun seçebildiğim için kaç kez şükretmiştim? Şu anda bu yazıyı okuyabildiğim için şükretmek aklımdan geçiyor muydu? Kaç kere “Allah’ım yarattığın yapraklar adedince sana şükürler olsun” dedim. Bu soruya önce ben cevap vereyim; Betül’ü, yani gözleri görmeyen bir insanı tanımdan önce yukarıdaki saydıklarımın nimet olduğunun ve şükretmem gerektiğinin şuurunda değildim. Açıkçası yaşantım içerisindeki “ayrıntı”ları gözden kaçırdığım için hayatın mutluluğun da yakalayamıyordum. Mutluluk bir nimetti, nimetin devamı şükür isterdi. Şükür ise; nimetin farkına vararak yapılırdı Mün’im’e. Farkına varmak da ayrıntıya dikkat etmekle gerçekleşirdi. Yani hayata bazen de başka insanların “göz”ünden bakmak gerekirdi.

Betül’ün teslimiyetine hayran kalmıştım. Demek ki insan Risale-i Nur’lara bütün samimiyetiyle bağlanırsa dünyası karanlık bile olsa gönlündeki kainat ışık hûzmelerinden demetlerle süsleniyor, aydınlanıyordu zaten. Betül artık “Nur”u talep ederek, “Nur talebesi” olma yolunda bir çırpınışa geçmişti, bakmayan gözü, gören kalbiyle.

Bir dava uğruna çırpınmak; gecelerin en karardığı anda sabahı “görebilmek”ten geçerdi.