Hayâlde de istikamet kazanmak lâzımdır:
Hayâl, tasavvur ve hakikatın berisinde bir iç ufûle, ruhun ilerilere ve daha ilerilere uzanmış kolu-kanadı ve hakikat ışıklarını kendine göre şekillendiren bir ma‘nâ menşûrudur. O, dışın içte görüntülenmesi ve geçmişin aynalarında geleceğin tüllenmesidir. Hayal, mantık ve güç sınırı tanımayan, zaman ve mekân kaydına tâbi olmayan bir zihin faaliyetidir. Bazan o, beş duyumuzun tesiri altında eşyâ ve hâdiseleri şekillendirmekle, kendine ait eşyanın tabiatına bütün bütün ters olmayan motifler de ortaya kor...
Evet, gözümüze çarpan herhangi bir görüntü, muhayyilemizde bir kısım resimler ve suretler meydana getirir. Kulağımıza gelen seslerde bir kısım sahneler, temessüller ve tablolar tebellür eder. Dilimizle tattıklarımız, hattâ vücudumuzda tesirli olan bir kısım faktörler, söz gelimi idrar yapma zorluğu veya bağırsak sancısı, kendilerine has hayâllere sebep olurlar. Arkadaşımızın anlatmakta olduğu bir hâdise, bize yaşadığımız başka bir hâdiseyi, yahut ona benzer bir vak’ayı hatırlatır da, o hayâlin peşine takılır gideriz. Alnı secdeli bir sima gördüğümüzde, hayalimize Sahabe-i Kiram’a ait ma’nâlar ve tablolar akseder; eder de kendi kendimize bir kısım düşüncelere dalarız.. ve zihnimizi, milletimiz adına yapacağımız vazifeler ve hizmetler dolduruverir.
Hayâli, hayır istikametinde kullanmak gerekir. Meselâ, namaz kılarken, duâ ederken, Beytullah’ın etrafındaki halkaları temaşa eder veya o halkalar içinde bulunurken, amudî bir hatla, yerin altından tâ Sidre-i Münteha’ya kadar namaz kılınıp duâ edildiğini, tavaf yapılıp ruhânîlerle aynı çizgiye ulaşıldığını hayâl ederiz. Aynı şekilde, tek başımıza namaz kılarken bile kendimizi milyonlarca müslümanın içinde görür ve ellerimizi açıp “Amin” derken, milyonlarca ağzın aynı anda “Amin” dediğini tahayyül ederiz. Böyle bir ruh ve şuur sayesinde, tek başımıza olmamıza rağmen, bu tahayyül bize öyle bir güç ve inşirah verir ki, milyonların ağzıyla söyler, milyonların diliyle duâ eder, milyonların zihniyle hıfzeder ve onların tasavvurlarıyla tasavvur ederiz. İşte, böyle büyük bir cemaat içinde ve çok geniş dairedeki kulluğumuz öylesine derinleşip külliyet kesbeder ki, tıpkı aynalar odasında birin bin olması misali, bizim ibadetlerimizin birleri de binlere ulaşır; ulaşır ve bize cemaat halinde kullukta bulunmanın sonsuz hazlarını duyurur. İşte mü’minin hayâli budur ve bu, sevap kazandıran hayâldir.
Hayâl, şer ve günah istikametinde de kullanılabilir. Bir cemaat içinde bulunmayıp, tek başına yaşayan insan, kendini fıska ve günaha sevkedecek hayâllerin kurbanı olabilir.. ve bir bakışta, bir duyuşta ne hayâllerle derinleşiriz de, böyle günahların hayâli, ilerde onlara pratiğin zeminini de hazırlayabilir. Yukarıda ifâde ettiğimiz gibi, şeytanın hayâle attığı her sahnecik, her bir karecik, hayâl kamerasında bir film halini alır; fuhuş zakkumlarına sebebiyet verir; hele bir de nefsin eline geçti mi, fiilî duruma dönüşmesi çok kolaylaşır. Bu sebeple insan, gerçekte fasık olmasa bile, hayâli böyle günâh düşünceleriyle işgal edildiğinden hayâliyle fâsık olur. Öyleyse, hayalimize gelen bu kabil bir düşünce, suret ve fikri birer yılan, birer akrep bilip, arzettiğimiz çarelerle bu haşeratın ağına düşmemeye, düşmüşsek kurtulmaya çalışmalıyız.
Neyin atmosferinde, neyin tesirinde ve neyin manyetik sahası içindeysek, hayâlimizde canlanacak resim ve suretler de, daha ziyade o türden olurlar. Diyelim ki, üç gün aç kaldık; bu durumda, hayâlen sarraf dükkanlarına veya füzelere binip uzay yolculuğuna mı gidersiniz; yoksa, bir testi su, bir somun ekmek, bir tabak yemek mi hayâl edersiniz? Ameliyat masasına yatırılmış, kesilip biçilmeyi bekliyorsunuz; bu arada size tepsi tepsi baklavalardan söz ediyorlar; şimdi bu durumda neyi hayâl edersiniz? Sinemadasınız veya televizyonun önüne oturmuş, nefsin hoşuna giden ve sizi şehvete çağıran müstehcen manzaları seyrediyorsunuz; o anda Kâbe’nin etrafındaki halkaları hayâlinize aksettirmeniz mümkün olur mu? Öyleyse, Allah’a ait ma’nâları hayâl etmek isteyenler, bu ma’nâların kaynaştığı Allah evlerinin manyetik sahasına girmelidirler.
Bir insan kaç ayarda ise, hayâlleri de o ayarda olur. İnsanın kucaklaştığı veya kuçaklaşacağı hayâlleri, onun Allah’ı ve Rasûlüllah’ı tanıma ve öldükten sonra dirilmeye inanma derecesine ve dünyâya değer verip vermemesine göre farklılıklar arzedecektir. Kalb dünyâsının derinliği, tasavvur ve tefekkür âleminin buudları, genişliği, his ve duygulardaki zenginlik, kişinin hayâl dünyâsına kendilerine ait renkler katacaktır. Yine hayaller ilme, irfana, kültür seviyesi ve ideallere göre grafikler çizecektir.
Günlük iktisadî dalgalanmaları takiple bu dalgalanmaların te’sirinde kalan bir insan, önünüze hayal hanesini doldurmuş bulunan iktisad dünyasının çizgilerini getirecektir. Gününü gün etme felsefesini düstur edinen şehvet meftunu bir insanın dili, hayâllerinin en belirgin tercümanıdır. Buna karşılık, himmeti milleti olan, neslinin dertleriyle dertlenen ve milletine hizmeti hayatının gâyesi bilen bir dertli sima ile müşerref olduğunuz zaman ise, aydınlık iklimlerin hayâl hüzmelerinden mesajlar alırsınız. Ayarı yüksek hayâller, insanı hiç bir zaman hayâl kırıklığına uğratmaz.
Hayâl deyince, boş kuruntular ve ma’nâsız düşünceler de akla gelebilir. Ancak, mü’minin hayâlleri, aynen söz ve işleri gibi “Sıbğatullah” denilen Allah boyası ile boyandığından, hep istikamet üzeredir. Onun hayallerinin süs ve zineti Rasûlül- lah’ın sünnetidir. Ve, bu hayalleri bezeyen de, bütünüyle İslâmî prensiplerdir.
İnsan, isterse düşünce ve hayâl dünyasını kontrol altında bulundurabilir. Elbette şuur ve irâdeye bağlı bir durumdur bu. İnsan, nasıl vesveseleri kesip atabiliyorsa, aynı şekilde, elinde olmadan daldığı düşünce ve hayâllerine de bir son verebilir. Ancak bu da, yine onun iradesini ortaya koymasına, idrak, şuur ve duygularıyla kendini isbata ve lâtifelerini geliştirerek, beden ve cismini aşmasına bağlıdır. Kur’ân, öyle ki, sonsuzluk mefhumlarına kadar, uzak geçmiş ile uzak gelecek adına önümüze bir tefekkür, düşünce ve hayâlen seyr u seyahat kapısı açmakta ve Ahiret’e, Cennet’e, Cehennem’e ait tablolar göstermektedir. Efendimiz de, nurlu beyanlarıyla bunu ta’lim etmektedir. Öte yandan, böyle hassas bir mevzûda neyin nasıl düşünülmesi lâzım geldiğine dâir belli sınırlar da tayin edilmiştir. Meselâ, tefekkür deyip, Allah’ın Zâtı hakkında, ruhun özü ve mahiyetiyle alâkalı ve ebedî âlemlere ait gaybî hâdiselerde eşyayla temasa geçtiğimiz gibi temasla çeşitli tahminler yürütemez ve şahsî yorumlarda bulunamayız. Ancak, aklın cevelangâhı olan dairede, yol gösterici kâmil mürşidlerin ve ışık saçan müstesna eserlerin yardımıyla düşünce fonksiyonlarımızı ayarlayarak, hayali en verimli hale getirebiliriz. Diyelim ki, ciddî bir his galeyanı içinde oturmuş, namazı bekliyorsunuz.. bu arada, hayâl dünyânızda üç hakikat beliriyor. Namazda meşgul etmemeleri için hâfızaya kaydedeyim deyip, iki tanesini “İnşâ-Allah” kodu ile kodluyorsunuz. Namazdan sonra “Bismillâh” ile aynı hakikatleri geri istediğinizde, “İnşâ-Allah” ile hâfızaya kaydettiğiniz iki tanesini alabiliyor, üçüncüyü alamıyorsunuz. Hâfızaya kaydedilecek hayâlleri İnşâ-Allah’la kaydetmek elbette çok mühimdir. Ancak hayâlleri o konuda münasip hale getirmek, daha da mühimdir.