Sayfa 2/2 İlkİlk 12
20 sonuçtan 11 ile 20 arası

Konu: Fethullah Gülen'in İslam Anlayışı

  1. #11
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen’in islâm anlayışı

    İnsanlar arası münasebetler (muamelât)

    Fethullah Gülen, insanlar arasında sevgi, hoşgörü, mürüvvet ve diğer*gâmlığa çok önem verir. “İnsan, başkalarına karşı iyi-kötü bütün dav*ranışlarında nefsini mizan kabul ederek, her şeyi onunla tartmalı; nefsine hoş gelen şeyleri başkaları için de istemeli, nefsinin hoşlanmadığı bir muameleden başkalarının da hoşlanmayacağını katiyen hatırdan çıkarmamalıdır” diyen Gülen (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 105) insanın daima başkalarına iyilik yapmayı kollaması gerektiğini kaydeder. “İnsanlıkta bulunmadı deyip kimseyi kınama! İnsanlıkta bulunma adına kaçırdığın fırsatları hatırla!” (a.g.e. 116) tavsiyesinde bulunan Gülen’e göre, insanın olgunluğu, fenalık gördüğü şahıslar hakkında dahi hakperestlikten ayrılmayıp, elden geldiğince iyilik yapmasıyla belli olur. İnsan, kötülük gördüğü kimseler hakkında dahi mürüvvet ve insanca davranışlardan ayrılmamalıdır. Zira, kötülük yapmak hayvanî bir davranış; kötülüğe kötülükle mukabele, insanda ciddî bir kusur ve eksiklik; fenalığa iyilikle karşılık vermek ise, bir civanmertlik ve âlicenaplıktır (a.g.e. 105). Gülen, insanın başkalarına yaptığı iyilikleri önemsiz, başkalarından gördüğü iyilikleri ise büyük görüp takdir etmeyi İlâhî ahlâka yükselmiş ve vicdanlarında huzura ermiş kâmil insanların sıfatı olarak değerlendiren Gülen, insanların uygunsuz davranışlarını görmezlikten gelip, kusurlarına göz yummayı da en önemli insanî hasletler arasında zikreder. Ona göre, “halkın kusurlarını araştırmak bir edepsizlik, onları sağda-solda anlatıp durmak affedilmez bir nakise; onların işledikleri fenalıkları yüzlerine söylemek ise, fertleri birbirine bağlayıp vahdet içinde bulunduran kardeşlik zincirine indirilmiş bir darbedir” (a.g.e. 106).

    İnsanların karşılıklı davranışlarında, sürekli iyilikte bulunup, iyilik yapma fırsatları kollama, yapılan kötülüklere iyilikle mukabele bulunma ve insanların kusurlarını ve uygunsuz davranışlarını görmezlikten gelme düsturlarından bir adım daha öte giden Fethullah Gülen, “başkalarına yararlı olmanın sınırı yoktur. Himmeti yüce bir fert, başkaları için ruhunu feda etmeye kadar diğergâm olabilir” (a.g.e. 105) diyerek, bu konudaki kendi asıl ölçüsünü ortaya koyar.

    “Bir tebessümle dahi olsa, kardeşini sevindirmeyi ihmal etmemelisin!” diyen ve “insanları sevip, sevdiğini de hissettirmek, aklın yarısıdır” tesbitinde bulunan Fethullah Gülen, başkalarının yardımına koşmayı, Allah’ın o insana yardımına bir davetiye olarak görür ve sonra çok önemli bir düstur ortaya koyar: “İnsanlar arasındaki yerin, onların senin nezdindeki yerleri kadardır.” (a.g.e. 107)

    İnsanlar arası münasebetlerde üzerinde hassasiyetle durduğu söz konusu ahlâkî prensiplerden sonra, Fethullah Gülen’in İslâm adına en çok önem verdiği hususlardan biri de, günlük hayatta ve insanların birbirleriyle münasebetlerinde haram-helâl ve karşılıklı hukuk çizgisine azami riayet etmektir. Sık sık “din muamelâttır; haram-helâl”dir diyen Fethullah Gülen, karşılıklı haklar konu*sunda son derece titizdir. Erzurum’da öğrencilik günlerinde Kayserili bir minare ustasından az miktarda borç para alan çocuk Fethullah Gülen, bu borcunu ödeme imkânı bulamadan ustanın Erzurum’dan ayrılması üzerine, onu yıllarca şehir şehir aratır ve en sonunda bulur. Borcunu tamamiyle ödediği gibi, üstüne verdiği hediyelerle ustanın gönlünü eder ve helâllaşır. Kendisi bu konuda böylesine titiz olduğu gibi, herkese de aynı titizliği tavsiye eder. Ona göre, kişi hem kul hakkından dem vuruyor, hem de imkânı olduğu halde borcunu ödemiyor, üzerindeki hakları ifa etmiyorsa, o ancak bir yalancıdır. O, “üzerinde kul hakkı bulunan bir insan, muhatabını bulup helâllık dilemek mecbu*riyetindedir. Bu hak, gıybet, iftira, yalan isnadı vs. gibi manevî boyutlu ise, ancak hak sahibiyle açıkça konuşularak helâl ettirilebilir. Eğer borç-alacak cinsinden ise, bunları hemen ödeme cihetine gidilmelidir” der (Fasıldan Fasıla 1, 277).

    Kişi hakları konusunda son derece hassas olan Gülen, kamu hakları konusunda çok daha fazla hassastır. Günümüzde en çok ihlâl edilen haklar kamu hakları ve en çok yağmaya maruz kalan devlet, dolayısıyla kamu malı iken, o, bizzat Küçük Dünyam adıyla yayınlanan hatıralarında anlattığına göre, genç bir askerken, “askerlik görevini lâyıkıyla yerine getiremiyorum. Dolayısıyla, askeriyenin yemeği bana helâl değildir” diyerek, çok defa ya aç kalır, ya da kendi parasıyla karnını doyurmayı tercih ederdi. Askerde giydiği elbiseyi de, bir başkasından parasıyla satın almıştı. Onun bu konuda titizlik ve uyarılarını şu ifadelerinde görmek de mümkündür:

    Devletin aslî vazifelerinin içinde yer alan yol-su-elektrik hizmetleri, millete karşılıksız sunulmalıdır. Fakat devletin buna gücü yetmiyorsa – İslâmî kurallara göre – kâr gayesi gütmeksizin, milletten maliyetini isteyebilir. Zaten, hemen hemen bütün dünyada sistem bu şekilde işlemektedir. Buna göre amme (kamu) hukuku içinde yer alan elektrik ve suların kaçak olarak kullanılması caiz değildir. Kul hakkını gerektiren bu düzenlemede, kaçak elektrik ve su kullananların 60 milyon insanlara tek tek helâlleşmesi gerekir ki, bu da mümkün değildir. Öte yandan, mü’min, yeryüzünde emniyet ve güvenin temsilcisidir. O, hadisin ifadesiyle, “dilinden ve elinden emin olunan ve kendisine mutlak güven duyulan insandır. Öyleyse, bir mü’minin bu türden emniyeti zedeleyici işlere girmesi katiyen doğru değildir. (Fasıldan Fasıla 1, 280)

    Fethullah Gülen, bir insanın ne ölçüde gerçek ve güvenilir bir insan olduğunu anlama konusunda Hz. Ömer gibi düşünür. Ona göre, bir insanı gerçekten tanımak için, onunla bir müddet birlikte bulunmak, alışveriş yapmak ve yolculuk etmek gerekir (a.g.e. 218)

    Fethullah Gülen, karşılıklı haklar konusunda en fazla anne-baba hakkı üzerinde durur. Ona göre, günümüzde, ne yazık ki Müslümanlar arasında da en fazla ihmale uğrayan meselelerden biri, anne-baba haklarıdır. Oysa, anne-baba, insanın en başta hürmet edeceği kudsî iki varlıktır. Onlara hürmette kusur eden, Hakk’a karşı gelmiş sayılır. Onları hırpalayan, er- geç hırpalanmaya maruz kalır. İnsan, daha küçük bir canlı halinde var olmaya başladığı günden itibaren, hep, anne-babanın omuzlarında ve onlara yük olarak gelişir. Bu hususta ne peder ve validenin çocuklarına karşı olan şefkatlerinin derinliğini tayine, ne de onların çektikleri sıkıntıların sınırını tesbite imkân yoktur. Bu itibarla, onlara hürmet ve saygı, hem bir insanlık borcu, hem de bir vazifedir. Kur’ân, anne-baba hakkını Allah ve Rasûlü’nün hakkıyla aynı çizgide değerlendirmektedir.

    “Anne-baba hakları konusundaki ihmalleri gördükçe hicranla iki büklüm oluyorum” diyen Fethullah Gülen’e göre, anne-babanın kadrini bilip, onları, Hakk’ın rahmetine ulaşmaya vesile sayanlar, bu dünyada da, öteler ötesinde de en talihlilerdendir. Onların varlıklarını fazladan görüp, hayatlarına karşı bıkkınlık gösterenler ise, sürüm sürüm olmaya namzet bir kısım uğursuzlardır. Ve insan, anne-babasına karşı hürmeti nisbetinde, Yaratıcısına karşı da hürmetkâr sayılır; onlara hürmeti olmayanın, Allah’a (c.c.) da hürmet ve saygısı yoktur. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 141–42; Fasıldan Fasıla 3, 104-105)

    Anne-baba hakkı konusunda bu ölçüde duran Fethullah Gülen, çocukların haklarını da ihmal etmez ve şöyle der:

    İnsan yaratılırken hayat arkadaşıyla beraber yaratılmıştır. Onun yalnız başına kaldığı devre, hemen hemen yok denecek kadar azdır. Bu şekilde, daha ilk varlığa ererken, eşiyle beraber yaratılmak, insan için evliliğin fıtrî olduğunu göstermektedir. Bu fıtrî vazifede en mühim maksat ise çoğalmadır. Bu sebeple, nesillerin yetiştirilmesi hedef alınmadan yapılan evlilik bir eğlence ve macera, bu evlilikten meydana gelen çocuklar da, bir anlık hissin kurbanı talihsizlerdir.

    Anne-baba, evlâtlarını yetiştirip faziletlerle donattıkları nisbette onlara “evlâdımız” demeye hakları var ise de, ihmal edilmiş yavruları hakkında böyle bir iddiada bulunmaları katiyen muvafık değildir. Ya ona fenanın, çirkinin yollarını gösteriyor, onu insanlıktan uzaklaştırıyorlarsa!..

    Anne-baba, çocuğuna sahip çıkar, onun duygu ve düşüncesini hem kendine hem de topluma yararlı olacak şekilde geliştirirlerse, millete yeni, sağlam bir rükün kazandırmış olurlar. Aksine onu, insanî duyguları itibariyle ihmal etmişlerse, cemiyetin içine herhangi bir haşere salmış sayılırlar.

    Bir ağaç tımar edildiği zaman, bir canlı da bakımı-görümü yapıldığı sürece hem meyve verir, hem de neslini devam ettirir. Bakılmadığı zaman ise, ağaç güdükleşir, canlı da amelimanda olur. Ya binbir istidat ve kabiliyetle dünyaya gönderilen insan: bir ağaç kadar olsun tımardan nasibi bulunmamalı mıdır?

    İnsanoğlu, çocuğu dünyaya getiren sensin! Onu gökler ötesi âlemlere yükseltmek de senin vazifendir. Onun cisminin sağlığına ehemmiyet verip üzerinde titrediğin gibi, kalbî ve ruhî hayatı için de titre, merhamet et, kurtar o biçareyi Allah için! Ve zebil olup gitmesine fırsat verme. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 144–46)


  2. #12
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen’in islâm anlayışı

    FETHULLAH GÜLEN VE TÜRK VEYA TÜRKLERİN MÜSLÜMANLIĞI

    Fethullah Gülen, şüphesiz Kur’ân’ın buyurduğu gibi, bütün Müslümanların kardeş olduğu inancı içindedir ve onun en çok önem verdiği konulardan biri de birliktir, bütünlüktür. Dolayısıyla, onun ortaya attığı Türk Müslümanlığı tezi, tabiî ki İslâm içinde ayrı bir ekol, bir mezhep, hattâ bir meşrep bile değildir. Bununla o, 10 asırdır Müslüman olan ve İslâm dünyasının kuzeyinde ve batısında İslâm’ı temsil etmiş bulunmanın ötesinde, 9 asır gibi çok uzun bir süre bu dünyayı idare etmiş bulunan Türklerin, 14 asırlık tarihi içinde ulaştığı evrensellik kapsamında ve ırklar, inançlar mozayiği ve devletler topluluğu halinde temsil ettikleri İslâm kültür ve medeniyetini, bir başka ifadeyle, Türklerin Müslümanlığını, İslâm’ı nasıl yaşadıklarını, İslâm kültür, medeniyet ve hukukunun onlarda aldığı şekli kastetmektedir. Muhtemel yanlış anlamaları tashih ve ileride de aynı şekilde yanlış anlamalara meydan verilmemesi için, bu konuyu da irdelememiz gerekiyor.

    Her şeyden önce belirtmeliyiz ki, Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın bütün insanlığı, temelde aynı insanî mahiyette bir erkek ve bir kadından var kıldığını, bununla birlikte, tanışsınlar, aralarındaki bir takım renk, ırk, kabiliyet, dil farklılıklarını, aralarında ayırım değil, sağlam bir içtimaî birlik ve sıhhatli bir içtimaî hayat için gerekli kaynaşma, iş bölümü ve daha başka münasebetler adına birbirlerini tanıma ve yardımlaşma vasıtası olarak kullansınlar diye (Nursî, Mektubat, 297) onları kavim ve kabilelere ayırdığını ifade buyurur (Nisâ/4: 1; Hucurât/49: 13). Dolayısıyla, bir yandan ırkçılık veya menfî milliyetçilik çizgisinde bir ayrışmaya “cahiliye asabiyeti” olarak bakarken (Fetih/ 48:26), kavim ve kabile ayrılıklarını bir realite olarak kabûl eder. Bundandır ki, gruplaşma hissi, insanın fıtratında vardır ve dolayısıyla hükmünü icra etmesi de tabiîdir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), Medine’de ilk İslâm toplumunu teşkilatlandırırken, bizzat Gülen’in ifade ve değerlendirmeleriyle, Muhacir ve Ensar diye iki ayrı şerefli unvana dokunmadığı gibi, Evs ve Hazrec adları da ilelebed sürüp gitmiştir. Aynı şekilde, her kabile ayrı ayrı sancaklar altında cihada götürülürken, hamiyet ocakları fetih ve zafer hesabına yakılıp tutuşturulmuştur. Hattâ, kabilelerin aralarındaki fahirlenmelere, tabiî ki bir kavgaya ve menfî ayrışmaya sebep olmamak kaydıyla, göz yumulmuştur. “Kur’ân’ı ezberleyenler bizdendir; falan bizdendir; fülan bizdendir” şeklinde cereyan eden her şey, hemen hemen hep müsamaha ile karşılanmış ve bir bakıma bu çok tabiî ve bir realitenin ifadesi olan ayırımlar, çok hızlı yükselen o cemaat için birer yükselme nirengisi, birer hayırda yarışma dimaniği oluşturmuştur. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 184) Evet, İslâm, asla ırkçılığı kabul etmemekle birlikte, İslâmiyet’e hizmetçi, zırh ve kale olacak, ayrıca yardımlaşmaya ve dayanışmaya sebep müsbet bir milliyet anlayışına da (Nursî, Mektubat, 299) katiyen hayır demez. Şu halde, insanlar arasındaki bu tür bir farklılık, İslâm’ın evrenselliğine ters değil, bilakis onun gereğidir.

    İnsanlık, kavim ve kabileler şeklinde ayrıldığı, Allah’ın varlık, birlik, kudret ve hikmetini gösteren bir âyet olarak farklı renk ve dillerde yaratıldığı gibi, ayrıca hiç bir insan ferdi de, diğerinin aynı değildir. Bu farklılık o derecededir ki, bütün insanlar aynı temel gıdayı aldıkları, aynı su, toprak ve havadan dokunup, beslendikleri halde, her bir insan, DNA’sından ve parmak uçlarından tanınabilecek ve tamamen kendine has bir simaya sahip olacak ölçüde fizyolojik açıdan, ayrıca kabiliyet, karakter, hayatın her sahasındaki tercihleri, pek çok konudaki görüş ve düşünceleri noktasında da mânen diğerlerinden farklıdır. Kısaca her bir insan ferdi, hayvanlara nazaran bir tür gibidir ve başlı başına bir âlemdir.

    Ortak noktalar, ortak değerler


    Bütün bu farklılıklarına rağmen, şüphesiz insanlar arasında pek çok ortak noktalar da vardır. Meselâ, hepsi de ortak bir insanî mahiyete sahiptir; doğum-ölüm tarihleri, hangi anne-babadan gelecekleri belirsiz olduğu gibi, fizikî şekillerinin tayini de kendilerine bırakılmamıştır. Yine, aynı temel unsurlardan oluşan tabiî bir çevrede yaşama durumunda olmaları gibi, kendilerine bırakılmayan daha başka bir takım cebrî şartlarla da sınırlıdırlar. Yine, bu çerçevede, aynı temel ihtiyaçları duyup, bu ihtiyaçları aynı şekilde ve aynı yollarla giderme gibi hiç değişmeyen daha başka hususlar da söz konusudur. Bütün bu temel faktörler sebebiyledir ki Allah, her dönemde bütün insanlar için aynı inanç ve ibadet esaslarını vaz buyurmuş; insanlık tarihinde temel ahlâkî ölçüler hiç değişmemiş ve her insan, bunların doğruluğunu en azından vicdanında duyup teslim etmiş; hattâ, zina, kumar, insan öldürme, aldatma gibi temel yasaklar ve temel muamelat esasları da hep aynı kalmıştır.


  3. #13
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen’in islâm anlayışı

    Farklı mezhepler, farklı meşrepler ve konunun fıkıh veya hukuk boyutu

    Buna karşılık, ilmî ve teknik gelişmeler, ayrıca bunlara paralel olarak toplumların hayatında görülen bir takım farklılıklar, hattâ coğrafî şartlar, ikinci derecedeki bazı hükümlerde farklılaşmalara yol açmıştır. Bunun da ötesinde, hem bu aynı faktörler, hem de toplumların zihnî ve ilmî gelişmişliği gibi daha başka faktörler, belli zamanlarda ve toplumlarda belli inanç esaslarına daha fazla yer vermeyi gerektirdiği gibi – meselâ, Âhiret’e iman konusu üzerinde Kur’ân’da durulduğu kadar, önceki İlâhî kitaplarda durulmamıştır (Nursî, Sözler, 327) – nasıl diğer şartlar İslâm tarihinde farklı fıkhî mezheplerin oluşmasına yol açmışsa, hem bu şartlar, hem de ferdî farklılıklar da, eğitim adına yine farklı meşreplerin doğmasına sebep olmuştur.

    Fıkıh mezhepleri arasındaki ihtilâflar, zekâları açmış, yorulma bilmez ve sürekli gayretlerle İslâmî ilimlerin gelişmesini sağlamıştır. Bu gayretler öyle zengin bir fıkıh mirası bırakmıştır ki, insanlık âleminin en büyük serveti budur dersek, mübalâğa yapmış olmayız. Gerçekten, İslâm fıkıh usûlüne, modern tabirle, hukuk metodolojisine, o ölçüde, o zenginlik ve derinlikte başka bir dönemde, millette ve medeniyette rastlanılmadığı gibi, İslâm’ın fıkıh mirası da, modern dünyanın tarihteki en büyük hukuk çalışma mahsulü olarak gördüğü Roma hukukundan kat kat üstündür. (Zehra, 81)

    Evet, nasıl İslâm öncesi dönemde, önemli tarih dilimlerinde, şeriatlarındaki bir takım farklılıklarla ve farklı tebliğ usulleriyle rasûller gönderilmiş ve bunların her birinin getirdiği hükümler aynen hak idi ise; bunun gibi, gerçek İslâm fıkıh mezheplerinin her biri haktır ve yine aynı şekilde, insanların eğitimi, zihnî ve bilhassa kalbî tatminleri adına ortaya çıkan meşreplerin her biri de yine haktır. Haktır çünkü, nasıl dert ile derman birden fazla, hem de çok fazla olur, bunun gibi, hak da birden fazla olabilir. İhtiyaçlar ve bunları gidermek için alınan gıdalar nasıl farklı farklı ise, hakkın da farklı türleri ve renkleri vardır. Farklı kabiliyetler, karakterler, mizaçlar, hepsi de hak farklı terbiye sistemlerini gerektirdiği gibi, yine hepsi hak farklı meşreplerin varlığını da gerekli kılar. Fer’î (ikinci derecedeki) meselelerde hak, farklı mizaçlara göre farklılık alır: nasıl aynı su, susuzluktan ölme noktasına gelmiş bir insan için farz, susamış bir insan için vacip, suyu içse de olur içmese de olur, fakat içmesi tercih olunur bir başkası için müstehap, içmesi gerekmeyen için mekruh ve içmekle ölme tehlikesi bulunan ameliyattan çıkmış bir hasta veya doğum yapmış bir kadın için haram ise, aynı şekilde, fer’î meseleler, onların tatbik şekli de kişilere, zamana ve şartlara göre farklılık gösterir. Burada mutlaklık değil, izafiyet söz konusudur ve izafî bir doğruyu mutlaklaştırıp, her zamana, her kişiye ve şarta uygulamaya kalkmak, istenmeyen neticeler doğuracağı gibi, Müslümanlar arasında da anlaşmazlıklara ve kavgalara sebep olur. (Nursî, 694–95)

    İşte, Türk Müslümanlığı tabirinin önemli bir yanını fıkıh veya hukuk boyutu oluşturur. İslâm’ı hayatın bütün sahalarında tatbike çalışan Müslüman Türkler, içinde pek çok ve farklı inancı, dünya görüşünü, kültürü, kavmi barındıran kültürler, milletler, dinler mozayiği halinde devletler kurmuşlardır. Bu da, onların çok geniş ve kapsamlı bir hukuk sistemi oluşturmalarına yol açmıştır.

    Bilindiği gibi, tarih boyunca kurulan hemen hemen bütün büyük İslâm devletleri, Hanefî mezhebini resmî mezhep olarak kabûl etmişlerdir. Bu, bir yandan Hanefî fıkhının, bir yandan da Türk hukuk sisteminin gelişmesine yardımcı olmuştur. Bu devletlerde İslâm, Fethullah Gülen’in değerlendirmesi içinde (Sabah, 23.01.1997; Ergün, 63; Eyüp Can, “Fethullah Gülen’le Ufuk Turu”, nakl. Ergün, 41), yoruma açık yanlarıyla yorumlanmış, yeni meseleler ortaya çıktıkça fıkıh sistemi içten genişlemiştir. Bu da, temelde Kur’ân ve Sünnet kaynaklı olmakla birlikte, icma ve kıyasın yanısıra istihsan (kamu yararına, kapalı kıyası veya hususi bir hükmü açık kıyasa tercih etme usulü), istishab (mevcut hukuki durumu olduğu gibi muhafaza etmek ve hakem kabul etmek), hattâ mesalih-i mürsele (hükümde, dine ters düşmemek kaydıyla kamu yararını esas almak) ve sedd-i zerâî (kötülüğe ve harama götüren yolları kapatma) gibi yeni prensipler benimsemekle mümkün olmuştur. Mezhebin kurucusu olan Ebu Hanife, Kûfe’de Hz. Ali ve Abdullah İbn Mes’ud’un oluşturduğu ilim atmosferinde neşet etmiş; umumî manâda maslahatın ön planda görüldüğü Hz. Ömer fıkhını, istinbata dayanan fıkhı, tahrice dayanan Abdullah ibn Mes’ud’un fıkhını ve Kur’ân ilmi demek olan Abdullah ibn Abbas’ın fıkhını tahsil etmiş (Zehra, 213); ayrıca Ehl-i Beyt imamlarından Zeyd ibn Ali, Muhammed Bâkır ve Cafer-i Sadık’la da görüşüp, karşılıklı mütalâalarda bulunmuş, defalarca hacca gitmiş ve dolayısıyla daha başkalarından istifadeden de geri kalmamıştır. Çağımızın önemli fıkıhçılarından Muhammed Ebu Zehra, Ebu Hanife ve Hanefî fıkhıyla ilgili olarak şu yorumu yapar:

    Ebu Hanife, birbirine zıt görüşlerin bulunduğu bir ortamda yaşıyordu. Her görüş üzerinde durur ve her görüşü tam bir hürriyet içerisinde incelerdi. İhlâsı sebebiyle kendi görüşünün mutlak doğru olduğunu iddia etmez, bu bakımdan, görüşünden döndüğü çok olurdu. Kelâmcı oluşundan da kaynaklanan derin tefekkür ve akıl yürütme kabiliyetiyle nassların zahir manâlarıyla yetinmez, bunların maksatları üzerinde de durur, hükümlerin illetleri üzerinde yoğunlaşır ve bu illetlere dayanarak kıyaslarda bulunurdu. Onun fıkhında, kendisinin ticaret ruhuna sahip bulunuşunun ve şahsî hürriyeti himaye edişinin de önemli tesiri vardı. Metodu, içtihadın bütün çeşitlerini içine almaktaydı. Bu konuda şöyle derdi o:

    Ben, Allah’ın Kitabı’yla hüküm veriyorum. Kitap’ta bulamazsam, Rasûlüllah’ın Sünneti’ne sarılıyorum. Araştırdığım konuda Kitap ve Sünnet’te açık bir hüküm bulamazsam, Sahâbe’den dilediğimin görüşünü alıyorum. Fakat iş İbrahim, Şa’bî, İbn-i Sîrin, Atâ ve Said ibn el-Müseyyib gibi zatlara gelince, onlar nasıl içtihadda bulunmuşlarsa, ben de içtihadda bulunuyorum. (Zehra, 220–40).

    Ebû Hanife’nin hadiste zayıf olup, az hadisle amel ettiği ileri sürülmüştür ki, doğru değildir. O, hadis ilminde meşhur muhaddisler kadar mütehassıs değil idiyse de, içtihad şurasında bu mevzuda kendisine yardımcı olan hadis üstad ve hafızları bulunurdu. Ebu Hanife, mürsel ve zayıf hadisleri dahi kıyasa tercih ederdi. (Karaman, 73)

    İslâm fıkhı, Osmanlılarda bir başka önemli açılım göstermiş ve Kanunî zamanında 1537 yılında Ebu’s-Suud efendi, “nizam-ı din ve devlet ve ahval iktiza etmeğin bazı mesailde eimme-i dinden bazı müçtehidîn kavli üzere amel eylemek” için Padişah’a baş vurmuş (Akdağ II:67), bu da, Padişah’ın kendisine Kanunî ünvanı verilmesine sebep olan kanunlar koymasına yol açmıştır. Yani bu kanunların veya kanunnamelerin temelinde, devlet işlerinde mutlak manâda herhangi bir mezhebe bağlı kalmayıp, herhangi bir müçtehidin görüşünü uygulayabilme düşüncesi yatmaktadır. Kısaca, İslâm hukuku, Türklerin elinde, başka milletlerin tarihinde şahid olunmadık bir şekilde inkişaf imkânı bulmuştur.

    Meselenin, bunlardan ayrı olarak bir de hiç inkâr edilemeyecek kültür boyutu vardır.


  4. #14
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen’in islâm anlayışı

    Kültür boyutu, örf ve hayatın helâl-haram dairesine girmeyen alanları

    Aynı dine mensup da olsa, her toplumun, her kavim ve kabilenin mizacı, içinde bulunduğu sosyal, ekonomik, siyasî ve fizikî şartlar, o dinin uygulan*masında bir takım farklı kalıpların, modellerin oluşmasına yol açmıştır. Tarihçi Enver Ziya Karal, Osmanlı toplumundaki farklılıklar, bu çerçevede kadın-erkek münasebetleri konusunda, Ahmet Cevdet Paşa’ya da atıflarda bulunarak, şunları kaydeder: “Türk-İslâm cemiyetinde ırk sebebiyle olduğu kadar, coğrafya muhiti ve tarih seyri yüzünden ileri gelen farklı gelenekler ve yaşayış şekillerinin mevcut olduğunu da kaydetmek icabeder. Ahmet Cevdet Paşa, (kadın-erkek münasebetlerinin) Bosna’daki şekli hakkında şöyle demektedir: ‘Bosna’daki kızlar 25 yaşına kadar ferace giymezler ve pek afifkârane bir şekilde (tam bir iffet içinde) delikanlılarla birbirlerini severler. Erkek ve kız birbirini sevdikten sonra tezevvüç ederler (evlenirler). Ekseriya mahkemeye gidip, akd-i nikah ederler.’ Paşa, Güney Doğu Anadolu’da geçen bir memuriyeti esnasında Tecerli aşiretindeki âdetlerden biri hakkında, ‘Tecerli aşiretinde kadınlar kocalarını boşamak âdet imiş. ‘Ben andan mahzuz değilim (hoşlanmıyorum)’ der ve boşarmış. Boşanan erkek ise, kendini beğenen kadın olup olmadığını ilan eder ve öyle evlenirmiş.’ Cevdet Paşa, bundan sonra şu umumî mütalâayı serdediyor: ‘Osmanlı memleketleri başka memlekete benzemez. Bir eyalet diğer eyalete, belki bir sancak diğer sancağa uymaz.’” (Karal, 6:270)

    Bir toplumdaki âdetlerin farklılığı, ortaya ‘örf’ dediğimiz gelenekleri çıkarır. İslâm fıkhı, bir yerde hakim olduğu zaman üç usul takip eder: (1) O yerde, İslâm’ın esaslarına ters olmayan uygulama ve gelenekleri yerinde bırakır; hattâ ‘sahih örf’ adı altında onları hükümlerinde esas kabul eder (Zehra, 240). Eğer bu uygulama ve gelenekler, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi önceki dinlere ait olup, İslâm bunları bizzat ortadan kaldırmamış ise, bunlar, ‘eskilerin Şeriatı’ adı altında, Fıkh’ın kaynakları arasında yer alır. (2) İslâm’ın aslî prensiplerine ters olan uygulamaları değiştirir. (3) Yeni hükümler ortaya koyar.

    İslâm’ın, doğrudan sahasına almayıp, zamana, şartlara, mizaç ve karakterlere bıraktığı alanlar da vardır. Meselâ, İslâm, her zaman için geçerli belli bir devlet şekli teklif etmez; bunun yerine genel idarî prensipler koyar. Denebilir ki, mimarî için getirdiği herhangi bir kaide yoktur; belki sadece israfı ve lüksü yasaklar. Giyimde, vücudun nerelerinin ve ne ölçüde örtülmesi gerektiğini ve bu konudaki temel prensibi vaz eder, fakat şekil, renk, desen, kumaş üzerinde durmaz. Edebiyat sahasında, mücerret güzelliği ön plana çıkarır; hakperestlik ve hakikata bağlılık aşılar; kâinatı tasvir ederken, ona İlâhî bir san’at olarak bakar ve Yaratıcı’nın marifetini telkin eder. Sahipsizlikten, dost ve arkadaş yokluğundan kaynaklanan matemî bir hüzün değil, Asıl Sevgili’den ve dostlardan ayrı düşmekten ileri gelen âşıkane bir hüzün verir, fakat kavuşmak için de şevk ve heyecanı kamçılar (Nursî, 711–2). Bunu yaparken, şekle, vezne müdahale etmez. Yine, musikide de, bir kısım çalgı âletlerini veya parçaları, söyleyişleri yasaklayıp, bazılarına izin verirken, bunu da kişilerin hâline ve o parçaların muhtevasına bırakır: Kur’ânî hüzün ve şevk vereni helâl ederken, nefsanî arzuları harekete geçirenleri ise yasaklar (Nursî, 712; Gazzalî, 339–54). Bunun dışında başka bir şeye karışmaz. İşte, İslâm’ın temel prensipleriyle, onun doğrudan helâl-haram sahasına almayıp, sükût ettiği ve mübah olarak bıraktığı pek çok alan bir arada, her millete ait bir kültür oluşturur. Zaten ‘Müslümanlık’ tabiri hiç bir zaman İslâm demek olmayıp, İslâm’ın yaşanış ve tatbik şeklini, her ülkede veya millette aldığı biçimi ifade eder. Dolayısıyla bu manâda bir Arap, Fars veya başka bir millete ait Müslümanlıktan söz edilebileceği gibi, pekalâ Türk veya Türklerin Müs*lümanlığı’ndan da bahsedilebilir.


  5. #15
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen’in islâm anlayışı

    Evrensel İslâm kültürü içinde mahallî kültürler

    Gerçekten İslâm, Mekke ve Medine’den doğup hızla yayılmış ve yayıldığı her yerde karşılaştığı kültür ve medeniyetleri derinden tesiri altına alarak, yepyeni kültür ve medeniyet kompozisyonları meydana getirmiştir. Bu saye*dedir ki, fethedilmiş ülke halklarını kendi aslî formasyonu içinde yoğurmakta hiç bir zorluk çekmemiştir. O, bir yandan kendi aslî unsurlarını coğrafyaya ve milletlerin hayatına nakşederken, bir yandan da, başka kültürlerden, aslî pren*siplerine ters düşmeyen unsurları ödünç almaktan asla çekinmemiş ve bu şekilde hem daha çabuk yayılıp benimsendiği gibi, hem de evrenselliğinin muhtevasını sürekli zenginleştirmiş, yenilemiş ve geliştirmiştir. Meşhur me*deniyet tarihçisi Arnold Toynbee’nin bu konudaki gözlem ve mütalâaları gerçekten yerindedir:

    İnsan, (İslâm dünyasını oluşturan) Arap-Fars kompleksinde sadece kardeş Sünnî-Şiî grupları değil, İslâmiyet içinde Arap ve Arap olmayan halkları da görür. Suudî Arabistan, Mısır, Irak, Suriye, Filistin, Kuzey Afrika, Sudan ve Yemen, (bütün İslâm coğrafyasının) Arap yarım*küresine düşerken, Türkiye, İran, Afganistan, Türkistan, Pakistan, Malezya ve Endonezya Arap olmayan yörüngede yer alır. Arap olmayan diğer bir dış halkayı, Müslüman zenci Afrika ile Rusya ve Çin’deki Müslüman topluluklar, bir de, İslâm dünyasından tecrit edilmiş gibi de görülseler, hiç bir zaman gözardı edilemeyecek olan Avrupa, Filipinler, Japonya ve Amerika’daki Müslüman topluluklar oluşturur. Bunun da ötesinde, İslâm’ın kalıcı ve dünya çapındaki karakteri, kendini siyasî, ahlâkî ve dinî sahalarda açıkça ortaya koyar. (Ezzati, 125)

    Bunun içindir ki, Müslümanların idaresine giren ülkeler kendi kültür*lerinden bütün bütün uzaklaşmamışlar, fakat evrensel İslâm kültürü, yayıldığı her yerde kendine has tesirleri de sergilemekten geri kalmamıştır. Bundan dolayı, İslâm’ı kabul etmeyen pek çok topluluklar da, hakim ve üstün kültür olarak İslâm kültüründen etkilenmiş, meselâ İspanya ve bilhassa Sicilya Hıristiyanları, giyim-kuşam, dinî tören ve davranış biçimlerinde Müslümanları taklit ettikleri gibi, Arapça konuşmayı, Arapça şiirler ezberlemeyi, Arap-İslâm edebiyatıyla ilgilenmeyi bir üstünlük sebebi saymışlardır. Aynı şekilde, Türk ve Fars kültürleri de, çok geçmeden Müslüman milletlerin kültürleri olarak görülmeye başlamış ve saygı, hayranlık, hattâ kıskançlık uyandırmıştır. İslâm dünyasının çeşitli bölgelerinde değişik millî kültürlerin, bu arada mimarlık, edebiyat ve benzeri güzel sanat ürünlerinin, değişik gelenek ve göreneklerin varlıklarını günümüze kadar sürdürmüş olmaları, İslâm kültürünün zenginliğini ve kuşatıcılığını teşkil ettiği gibi, onun mahallî değer ve kültürlere verdiği değeri de göstermektedir. İslâm, kendi kültürünü, fethettiği ülkelerin kültür*leriyle kaynaştırmaya çalışmıştır. Bir Çin mimarisi Hind mimarisinden, İran mimarisi Türk mimarisinden, Arap mimarisi bir başka ülke mimarisinden rahatlıkla ayırt edilebilir. Kısaca, yerli kültürler, gelenek ve görenekler hurafe türünden olmadıkları ve İslâm’ın aslî prensiplerine ters düşmedikleri sürece İslâm’dan saygı görmüş ve bu da, hem İslâm’ın yayılmasını hızlandırmış, hem de ona daha bir üstünlük katmış ve evrenselliğine katkıda bulunmuştur (Ezzati, 189-191). İşte İslâm’ın bu evrensel karakteri, Selçuklu ve Osmanlı medeniyetine, tarihî büyük medeniyetler ve bu arada İslâm medeniyeti içinde ayrı bir kimlik kazandırmıştır.


  6. #16
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen’in islâm anlayışı

    İslâm fetihleri ve Müslüman-Türk’ün hoşgörüsü

    İslâm fetihleri konusunda Garaudy, daha henüz İslâm’ı kabul etmemiş bulunduğu dönemde şu mütalâada bulunur:

    İslâm fetihleri, dünyadaki kaosu ve onun doğurduğu asalak hiyerarşileri silip süpürmekle, bu yeni uygarlığın ekonomik ve toplumsal şartlarını oluşturdu. Zaferin tayin edici faktörü, fatihlerin çözülme halinde olan bir kölecilik âlemine, ya da ufak parçalara bölünmüş ve hareket yetene*ğinden yoksun kalmış bir feodal âleme, daha yüksek ekonomik ve sosyal örgüt biçimleri getirmiş olmasıdır. Bu yeni örgüt biçimleri, geniş halk kitlelerinin ihtiyaçlarını cevaplandırdığı içindir ki, onların destek*lerini kazanmıştır. İslâmlığın bu parlak ve başarılı sonuca ulaşmasının başlıca nedenlerinden biri, köleliğin ortadan kaldırılması ve genel olarak eski kölelikçi veya feodal toplumların tam tersine, eşitlik ilkesinde direnilmesidir. Halkın çoğunluğu için İslâm fethi, güvenlik demekti (Cem, 77).

    İslâm’ın, bilhassa fethettiği ülkeler insanlarına gösterdiği hoşgörü, onları dinlerini yaşamakta serbest bırakması, dillere destandır. Bunu, en iyi şekilde tatbik eden fâtih Müslüman milletlerden biri Türkler olmuştur. Bu konuda, bazı itirafları vermek herhalde yeterli olur:

    Fâtih bir millet olan Türkler, idareleri altındaki çeşitli milletleri Türkleştirmeye çalışmamış, onların din ve âdetlerine saygı göstermişlerdir. Romanya için Rus ve Avusturya idaresi yerine Türk idaresi altında yaşamak bir talih eseri olmuştur. Zira aksi takdirde bugün Romen milleti diye bir millet olmayacaktı (Popescu Ciocanel, “La Crise de O’rien”, Paris 1907, nakl: Ünal: 79).

    Bir Süryani müellif olan Mihael (Chronique, III:154), “Tanrı’nın ken*dilerini rafizî Rumların fenalıklarından kurtarmak için (Selçuklu) Türklerini gönderdiği” kanaatini belirtir (Turan: 267).

    Efzalüddin Kirmanî şöyle yazar (Vakayi-i Kirman, Tahran 1326, s: 29-30): “Selçuklu padişahları, hep güzel ahlâka sahip idi. Onların bayrakları yüksel*dikten sonra ihtiyar dünya tazelendi ve dünya nizama kavuştu. Şarkta ve garpta medrese, kervansaray ve minarelerin çoğu Selçuklu sultanları ve vezirlerinin eseridir.” (Turan, 263)

    Kılıç Arslan, Ermeniler ve diğer Hıristiyanlar tarafından hâmi ve kurtarıcı olarak tanınıyordu (Keşiş Gregorie, “Chronique de Mathieu d’Edess”, 344, 346: nakl. Turan: 481).

    Anadolu, özellikle II. Kılıçarslan’dan sonra çeşitli ırk ve dinlerin serbestçe yaşadıkları bir bölge olmuştu. Bu konuda tarihçiler çeşitli hoşgörü misalleri verirler: İslâmın büyük gazilerinden sayılan II. Kılıçarslan’ın “Malatya Süryanî” patriği Mikael’e gönderdiği mektupta Bizans’a karşı kazanılan zaferlerin Pat*riğin duaları sayesinde olduğunu belirtmesi, II.Gıyaseddin Keyhusrev’in evlen*diği Gürcü melikesinin Konya sarayına kendi özel papazı ve mukaddes eşyası ile gelmesi gibi (Cem, 107).

    Melikşah’ın ölümünden sonra, siyasi buhran devrinde hükümdar olan oğlu Berkyaruk zamanında, Şarkî Anadolu’da valilik yapan Selçuklu İsmail’in Ermenileri ve keşişleri himaye ettiği, bazı vergileri kaldırdığı ve bu sayede halkın sevgisini kazandığı tarihî bir hakikattır. Daha sonra Şarkî Anadolu’da devlet kuran Artuklular ve Ahlat-Şahlar hakkında da aynı şükran hisleri belirtilmiştir. Artuk oğlu kahraman Belek, isyan eden Gerger Ermenilerini 1121’de tehcir edip Hanazit bölgesine nakletmiş, fakat hürriyetlerine dokun*mamış, çok merhametli davranmış ve onları köylerde iskân etmiştir. Onun kahramanlığı ve savaşları dolayısıyla ölümü Haçlılar arasında ne derece sevince sebep olmuşsa, yerli Hıristiyanlar arasında da o nisbette kedere yol açmıştır. Artuklulardan Necmettin Alpi’nin uzun süren hükümdarlık dönemi, Hıristiyan*lar için bir refah devri sayılmıştır (Turan, 472).

    Orta Anadolu’ya doğru uzanan vilâyetlerde hüküm süren Danişmendliler, kendilerine ait “Danişmend-nâme” ve diğer kaynakların ifadelerine göre, tamamıyla gaza ruhuna bağlı idiler. Bununla beraber Hıristiyan kaynakları, bu hanedana mensup hükümdarlar hakkında çok memnuniyet gösterirler. Nitekim Süryanî tarihçisi Mihael bu hanedanın ilk hükümdarı olan Danişmend Gümüş*tekin Ahmed Gazi’nin Malatya’yı Gabriel’den fethi üzerine halkın refah ve adalete kavuştuğunu, Ermeni Mathieu da, iyi bir insan olarak, Hıristiyanlara karşı merhamet ve lütufla hareket ettiğini ve bu sebeple de, 1104’te ölümünün Hıristiyanlar arasında kedere yol açtığını belirtir (Turan, 473–74).

    Osmanlıların en az Selçuklular seviyesinde sürdürdükleri, çağına göre bir “ihtilâl niteliği” taşıyan ve yönetimdeki adem-i merkeziyetçiliğin bir başka önemli uygulama alanını teşkil eden bu hoşgörü, engizisyonun Avrupa’yı kasıp kavurduğu dönemde ancak günümüzde rastlanabilecek, hattâ daha öte bir seviyedeydi. Gerçekten de, E. Perroy’un itirafıyla, “Engizisyonun resmî devlet kuruluşu olduğu ve Yahudilerle Arapların İspanya’dan kovulduğu bir çağda, Osmanlılar, Hıristiyanlara karşı en küçük bir düşmanlıkta bulunmamışlardır.” (Cem, 108)

    Osmanlıların fethettikleri yerlerde, halk ağır vergiler altında eziliyor ve derebeyi görünümündeki toprak sahipleri ile münasebeti, angarya ve sorumsuzluk çerçevesinde cereyan ediyordu. Bu durum karşısında Osmanlılar, önce eski hükümleri yumuşatıyor, angaryaya ayrılan günler ve ağır vergiler ilk kademede azaltılıyordu. İkinci kademede ise, eski hükümler ve bağlar iptal ediliyordu. Kısaca, Ömer Lütfi Barkan’ın ifadesiyle (“Osmanlı İmparatorluğunda Çiftçi Sınıflarının Hukuki Statüsü”, Ülkü dergisi, sayı 49, s:40), “İmparatorluk, yerli beylerin ve müesseselerin menfaatlerine zıt gelen tedbirleri, zamanla ve müsait fırsatlar zuhur ettikçe almayı münasip görmüştür.” (Cem, 104)

    Fetihlerde, Hıristiyan halk kitleleri, Osmanlıyı bir kurtarıcı olarak karşılamışlardır. Prof. Niyazi Berkes, bu durumu şöyle belirtmektedir: “Osmanlı devlet sistemi, hükmü altına aldığı ülkelerin halk kitlelerini serflikten kurtarıyor, bunların başındaki feodal dinastileri (hanedan) tuzla buz ediyor. Bu feodal rejimlerin hemen hepsinde köylü ayaklanmaları var. Örneğin en başta Macaristan. Burada 1512’de Dozsa adlı bir önderin idaresinde köylü isyanının bastırılması üzerine Macar köylüleri büsbütün serfleştirildi. Bu yüzden Osmanlıların gelişini köylü serfler, bir kurtuluş gibi karşıladılar. Osmanlılara karşı gelen Macar beyleri imha edildiler. Daha sonra Balkanlarda Hırvatlar arasında da böyle olmuştu.” (Avcıoğlu, 43–4)

    Doğu Avrupa’nın hattâ Almanya’nın iyice serfleştirilmiş köylü halk kitleleri, Osmanlı’yı bir kurtarıcı olarak bekliyordu (Avcıoğlu, 12).

    17. asırda, Antakya Ortodoks Patrigi Makarios, katolik Polonyalıların Ortodoks Ruslara yaptıklarını, Osmanlıların Hıristiyanlara davranışıyla karşılaştırıyor ve “Allah, Türk imparatorluğunu ilelebet payidar kılsın; çünkü onlar, Hıristiyan olsun Yahudi olsun veya Nasturi olsun, tebalarından kimsenin dinine karışmıyorlar” şeklinde dua ediyordu (Ezzati, 7).

    Sonuç olarak, İslâm’ı idrak ve yaşayışları, samimiyet ve irfanları, İslâm’a hizmet düşünce ve niyetleri, İslâm’la her sahada kaynaşmaları, onu tatbikte başkalarına tanıdıkları hoşgörü, yine onu tatbikte ortaya koydukları modeller ve sergiledikleri misaller, edebiyatı, mimarisi, şehirleriyle meydana getirdikleri medeniyet gibi hususiyetler, Selçuklu ve Osmanlı tarihini, İslâm tarihi içinde, Pakistanlı âlim, yazar Mevdudî’nin de kabûl ettiği üzere, ilk Dört Halife döneminden sonra en yüksek mevkiye oturtmuştur.


  7. #17
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen’in islâm anlayışı

    FETHULLAH GÜLEN’İN TEMEL İSLÂM ANLAYIŞIYLA İDEOLOJİK-

    SİYASÎ İSLÂMÎ HAREKETLERİN KISA BİR KARŞILAŞTIRMASI

    İman

    Fethullah Gülen’in İslâm anlayışında birinci yer, her zaman imana ait olmuştur. Çünkü, Bediüzzaman’ın değerlendirmeleriyle, iman, yalnız icmâlî ve taklidî bir tasdikle sınırlı olmayıp, bir çekirdekten tâ büyük hurma ağacına kadar ve eldeki aynada görülen güneşin misalinden tâ deniz yüzündeki aksine ve güneşin bizzat kendine kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi, yine imanın dereceleri ve binbir İlâhî İsim ve diğer iman rükünlerinin kâinatın hakikatlarıyla alâkalı çok hakikatları vardır. Bütün ilimlerin, marifetlerin ve insanî kemâl mertebelerinin en büyüğü imandır ve tahkikî imandan gelen teferruatlı ve delilli kudsî marifettir... Taklidî iman, şüpheler karşısında kolay mağlûp olur. Tahkikî imanda da pek çok mertebeler, İlâhî isimler sayısınca tezahür dereceleri vardır. Bu mertebelerden ‘ayne’l-yakîn’ mertebesine çıkabilenler, bütün kâinatı bir Kur’ân gibi okuyabilecek dereceye gelirler. İmanın bir mertebesi de ‘hakka’l-yakin’dir. İşte, gerçek imanı elde edenlere her türlü şüphe orduları en ufak bir tesir yapamaz... (Emirdağ Lâhikası 1, 103-104)

    İlmî-manevî-ruhî yaklaşım, ideolojik-siyasî yaklaşım

    Daha önce üzerinde genişliğine durmaya çalıştığımız gibi, Fethullah Gülen, İslâm’a öncelikle kalbe, ruha ve zihne hitap eden ve davranışları yönlendiren bir ‘din’ olarak bakmış ve temele iman, ibadet, ahlâk ve muameleyi yerleştirmiştir. Buna karşılık, ideolojik-siyasî İslâmî hareketler ise, şüphesiz iman, ibadet, ahlâk ve davranışa da önem vermekle birlikte, Müslümanların son 2-3 asırlık mahkûmiyetini daha çok sosyal, ekonomik ve siyasî sahada aramışlar, çöküşü burada aradıkları gibi, yeniden dirilişin de bu sahalarda olabileceğini düşün*müşler, dolayısıyla İslâm’a, şüphesiz diğer esasları da kabûl etmekle birlikte, daha çok bir ideoloji, sosyal-ekonomik-siyasî bir sistem gibi yaklaşmışlardır. Oysa Fethullah Gülen için, Müslümanların son 2-3 asırlık mahkûmiyetleri birinci planda ruhta sefilleşmeden, inanç, ibadet ve ahlâktaki ciddî erozyon*lardan kaynaklanmıştır. O, “bizim esas problemimiz, İmparatorluğun yıkılmış olması değildir. Problemimiz, ruh planındaki iflasımızdır. Ne acıdır ki, devleti idare edenler, bunu bir türlü anlayamamışlardır ve anlayamıyorlar” der ve bu noktayı tahlil ederken, şunları kaydeder:

    İnsan, bu dünyada ruh ve beden gibi birbirinden farklı iki kuvveti temsil etmektedir. Zaman zaman bu iki kuvvetin birleşip bir bütün teşkil ettikleri müşahede edilse bile, ekseriyet itibariyle zıtlaştıkları ve birinin zaferi diğerinin hezimetini netice verdiği görülmektedir. Bedenî isteklerin şaha kalktığı ve azgınlaştığı bir bünyede ruh çelimsiz, dermansız ve cismanî arzuların âzat kabul etmez kölesi olmasına karşılık, nefsin iştihalarına baş kaldırıldığı, kalbin akla, ruhun bedene hâkim kılındığı bir bünyede ruh, binbir labirenti bir solukta aşar ve ölümsüzlüğe ulaşır.

    Ruh planında çökmüş bir ülkenin her bucağı, yüzlerce zafer takı ve dragon timsalleriyle süslense dahi, mezardan farkı yoktur. Evet, ruhun zafer solukları üzerine kurulmamış bir dünya, kaba kuvvetin elinde bir oyuncak; onun faziletli ikliminde geliştirilmemiş bir kültür, insanlığın yolunu kesmiş bir cadı ve böyle bir ülkede yaşayan yığınlar da, buhrandan buhrana sürüklenen gözü bağlı talihsizlerdir. Ne var ki, şahsî haz ve zevklerinden başka birşey düşünmeyen ve bir türlü varlığını başkalarının mutluluğuyla birleştiremeyen ham ruhlara, hiçbir zaman bunu anlatmak da mümkün olmayacaktır. Ah! Ne olurdu, bir kere bunlar da nefis ve benlikleri cihetiyle yokluğa erip, ruhta ebedîleşmenin sırrını kavrayabilselerdi!..

    Güçlü ve muzaffer insan, kendini yenen insandır. Nefis ve kötü tutkuların esaretinden kurtulamamış sefil ruhlar, cihanlar fethetseler dahi mağlûp sayılırlar. Böylelerinin, bir baştan bir başa dünyayı işgal etmelerine fetih denemeyeceği gibi, istilâ ettikleri yerlerde de uzun zaman pâyidar olmalarına imkân yoktur. Kendini cihanın tek hakimi görme çılgınlığıyla, filozof Molmey’in şahsında ilim ve fazileti tokatlayan Napolyon, bilmem ki ruhtaki bu hezimet ve yenilmenin Waterloo’daki mağlubiyetten daha acı ve daha alçaltıcı olduğunu anlayabilmiş miydi?.. Merzifonlu, ordusunun Viyana’daki bozgunundan evvel, kendi içinde yenilmişti. Kumandanın ruhundaki hezimetle başlayıp yaygınlaşan tarihimizdeki bu ilk bozgun, onun kellesini alıp götürmeden başka, cihanın en muazzam ordusuna, firar etme gibi, o güne kadar bilmediği bir şeyi de öğretmiş oluyordu. Arslan yürekli Yıldırım Han, Çubuk’ta değil, hasmını hakir ve kendini yeryüzünün biricik hükümdarı saydığı gün yenilmişti... Ve daha kimler... Buna karşılık Tarık, Herkül sütunlarını geçip bir avuç fedaisiyle, 90.000 kişilik İspanya ordusuna galebe çaldığı zaman değil, Toleytola’da kralın servet ve hazineleri karşısında: “Tarık, dikkat et! Dün bir köleydin, bugün muzaffer bir kumandan, yarın toprak altında olacaksın!” dediği ve coştuğu an, ruhuyla kanatlanmıştı ve muzafferdi. Cihanı iki hükümdar için az gören Yavuz, dünyanın dört bir bucağını velveleye veren ordusuyla, krallara taç verip taç aldığı günlerde değil, Ridaniye zaferini müteakip İslâm dünyasının biricik hükümdarı ünvanıyla İstanbul kapılarına kadar gelip de tebanın alkış ve alâyişini görmemek için, halkın uykuda olduğu bir saati kollayıp, pâyitahta sessizce girdiği zaman gerçek fâtih; hocasının atının ayağından sıçrayan çamurla ıtırlanmış cübbesinin, tabutuna sarılmasını vasiyet ettiği zaman muzafferdi. Romalı kumandan Katon, Kartacalıları yendiği zaman değil; ordusu zafer nâralarıyla başkente girerken, kumandanlık at ve formalarını krala teslim edip: “Ben milletime hizmet için savaşmıştım, şimdi vazifem bitti, köyüme dönüyorum.” dediği zaman muzafferdi ve milletinin gönlüne taht kurmuştu...

    Bir ağacın boy atıp gelişmesi için kökleri ne ise, bir insanın da maddî-mânevî füyûzat (gelir, gelişme) hislerinden fedakârlığı aynı şeydir. Ağaç, köklerinin sağlamlığı nisbetinde serpilip geliştiği gibi, insan da menfaat düşüncesinden, bencillikten sıyrılıp, başkaları için yaşadığı sürece gelişir, yükselir ve başı bulutlara erer. (Sızıntı, Temmuz 1983)

    Bu temel kalkış noktası farklılığından dolayı, ideolojik-siyasî yaklaşımlarda kişilerin ferdî İslâmî yaşantıları üzerinde fazla durulmaz ve insanların harekete kazandırılmaları ön plana çıkarken, Fethullah Gülen ise, farklı bir yönde gitmektedir. Meselâ şu sözler, onun hareket noktasını ve çizgisini bir açıdan anlamamıza kâfidir:

    Dünyayı düzeltmeğe kalkanlar, önce kendilerini düzeltmelidirler. Evet, önce içlerini kinden, nefretten, kıskançlıktan; dışlarını da her türlü uygunsuz davranışlardan temiz tutmalıdırlar ki, çevreye misal teşkil edebilsinler. Kendi içini kontrol edememiş, nefsiyle savaşamamış, duygu âlemini fethedememiş kimselerin etraflarına gönderecekleri mesajlar, ne kadar parlak olursa olsun, ruhlarda heyecan uyaramayacak, uyarsa da sürekli bir tesir bırakamayacaktır. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 208)

    Bu konu, oldukça önemlidir. İslâm, Musevilik gibi, zamanla dünyevî yanı ağır basmış bir din olmamasının yanısıra, Hıristiyanlık gibi, ortada daha çok mistik yanları kalmış ve Kilise gibi bir kurumla temsil edilen bir din de değildir. Kur’an-ı Kerim, “Ey iman edenler! Allah Rasûlü, (Allah’ın vahyi ile) sizi size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah’a ve o Rasûl’e uyun” (Enfal/8: 24) buyurur. Yani İslâm, hayata hayat olmak için gelmiştir. Fakat bu “hayata hayat olma” işinde asıl olan, onun iman esasları ve bunların başında gelen de, diğer esasların da üzerine oturduğu Allah’ın varlığına ve mutlak, aşkın birliğine imandır. Bundan sonra Âhiret’e iman gelir. İmam-ı Gazalî gibi, hüccetü’l-İslâm, yani İslâm’a delil kabûl edilen müceddit bir zat, Faysalü’t-Tefrika isimli eserinde İslâm’ın iman esaslarını temelde Allah’a, Âhiret Günü’ne ve peygam*berliğe iman olarak üç kategoride ele alır. Kitaplara iman peygamberliğe imanın, insan iradesini de içine alacak şekilde Kader’e iman Allah’a imanın ve meleklere iman da, hem Allah’a hem peygamberliğe imanın içinde değer*lendirilir. Bediüzzaman, Kur’ân’ın ana maksatlarını ve dolayısıyla İslâm’ın temellerini Allah’a iman, Âhiret, peygamberlik ve ibadet-adalet şeklinde sıralar (İşârâtü’l-İcâz, 12). Bunlar, İslâm’ın esasıdır ve ‘usûl’ olarak anılırlar. Bütün peygamberler, istisnasız bu dört esası misyonlarına temel yapmış ve bundan sonra, bu dört esasın üzerine namaz, zekât, oruç, hac gibi ibadetler bina edilmiştir. Daha sonra, bunlarla birlikte anne-babaya en üst düzeyde iyilik; akrabaya, mis*kine, yoksula ve yolda kalmışa hakkını verme; saçıp savurmama ve cimrilik de etmeme; çocukları öl*dürmeme ve her türlü katlden kaçınma; zinaya yak*laşmama; içki içmeme; şans oyunlarına kapılmama; kimsenin malına el atmama; ahde vefa; asla yalan söylememe; emanete ihanet etmeme; insanlara iliş*kilerde her zaman doğruluğu muhafaza etme; kin, haset, kıskançlık, gıybet, dedikodu gibi her türlü kötü huyları bırak*ma; ölçü ve tartıda asla hile yapmama; ilim sahibi olunmayan konuda söz söylememe; böbürlenmeme; sözün en güzelini söyleme gibi temel ahlâkî ve haram-helâl düsturları gelir. Kur’ân, mü’minleri överken, genellikle bu noktaları esas alarak över (Müzzemmil/73: l-4, 6-7; Müddessir/74: l-5; Ra’d/13: 20-22; Enbiya/21: 49; Mü’minûn/23: l-5, 8-11, 57-6l; Furkan/25: 63-75; Şura/42: 36-39; Secde/32: l5-l6; Zümer/39: 9; Zariyat/51: l7-l8; Necm/53: 32; İnsan/76: 7-10).

    İslâm, şüphesiz hayatın içinde ve onu kuşatan bir dindir ve elbette sosyal, ekonomik ve idarî boyutları da olacaktır. Ayrıca, 14 asırlık tarihinde büyük medeniyet ve devletlerin dini olmuştur. Özellikle Peygamber Efendimiz’in risaletinin Medine döneminde ve ardından ilk Dört Halife devrinde hayatın bütününe, hem de bütün cepheleriyle tam bir bütünlük içinde hükmetmiş olmakla birlikte, bilâhare bir fonksiyon ayrışması yaşanmış, Peygamber Efen*dimiz’in, Bakara/2:151 âyetine dayanılarak daha önce anılan fonksiyonlarından, insanlara Kitab’ı ve âyetleri öğretme işini âlimler ve tabiî ilimlerin uzmanları, onları kalben eğitme işini de bilhassa tasavvuf cereyanları üstlenmiştir. – Tasavvuf ve tarikat birbirine karıştırılmamalıdır. Zaman içinde tasavvuf adıyla anılan disiplin, İslâm’ın öngördüğü ruhî hayat seviyesinin kazanılmasını esas alır ve dinin özüdür. Tarikatlar ise, çok sonra ortaya çıkmış ve belli kuralları olan müesseselerdir. İslâm tasavvufunun asıl önderleri olan Fuzayl bin Iyaz, İbrahim bin Edhem, Cüneyd-i Bağdadî gibi şahsiyetler zamanında tarikatın adı bile geçmiyordu.- Bu çerçevede, ulemanın (âlimler) ve Tasavvuf önderlerinin hiçbir zaman yönetimle ve siyasetle alâkalanmadıklarını, kendilerini bütünüyle ya ilme, ya da insanları kalben eğitmeğe adadıklarını, İslâm’ın selâmeti ve insanların saadeti adına idarecilere irşad, ikaz ve tavsiyelerde bulunduklarını görürüz. Bu hususa dikkat çeken Bediüzzaman, halifeliğin neden Ehl-i Beyt’te kalmadığını ve Hz. Hasan, Hz. Hüseyin gibi, Peygamber torunu, hilâfete kendi zamanlarındaki halifelerden çok daha lâyık ve bütün ümmetin hürmetini kazanmış Ehl-i Beyt mensuplarının katle maruz kaldığını izah için şu, oldukça önemli açıklamayı yapar:

    Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, manevî bir saltanata namzed idiler. Dünya saltanatı ile manevî saltanatın cem’i (birleştirilmesi) gayet müşkildir. (Allah,) onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi. Tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat (geçici) ve surî (sözde) bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı maneviyeye tayin edildiler; âdi valiler yerine, evliya aktablarına (kutuplar) merci oldular. (Mektubat, 55)

    Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise, hakaik-i İslâmiyeyi (İslâmî hakikatler) ve ahkâm-ı Kur’âniyeyi (Kur’ân’ın hükümleri, aslî kaideleri) muhafazaya memur idiler. Hilafet ve saltanata geçen, ya Nebi gibi masum olmalı, veyahut Hulefa-yı Raşidîn ve Ömer İbn-i Abdül*aziz-i Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi hârikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki, aldanmasın. Halbuki Mısır’da Âl-i Beyt namına teşekkül eden Devlet-i Fatımiye Hilafeti ve Afrika’da Muvahhidîn Hükûmeti ve İran’da Safevîler Devleti gösteriyor ki; saltanat-ı dünyeviye Âl-i Beyt’e yaramaz, vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini (dini korumak) ve hizmet-i İslâmiyeti (İslâmiyet’e hizmet) onlara unutturur. Halbuki saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyet’e ve Kur’ân’a hizmet etmişler.

    İşte bak! Hazret-i Hasan’ın neslinden gelen aktablar (kutuplar, maneviyat büyükleri), hususan Aktab-ı Erbaa (Dört büyük kutup: Abdülkadir-i Geylanî, Hayat b. Kays el-Harrani, Şeyh Harakani, Hasen Şazelî veya İbrahim Desukî) ve bilhassa Gavs-ı A’zam olan Şeyh Abdülkadir-i Geylanî ve Hazret-i Hüseyin’in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelâbidîn ve Cafer-i Sadık ki, her biri birer manevî mehdi hükmüne geçmiş, manevî zulmü ve zulümatı dağıtıp, envâr-ı Kur’âniyeyi (Kur’ân’ın nurları) ve hakaik-i imaniyeyi neşretmişler. Cedd-i emcedlerinin (Mübarek cedlerinin, Rasûlüllah’ın) birer vârisi olduklarını göstermişler. (Mektubat, 100)

    İslâm’a bilhassa devlet ve siyaset açısından bakanlar tarafından yanlış anlaşılabilecek bu husus oldukça önemlidir. Siyaset ve ideoloji temelli olmakla, zihnî ve kalbî tatmine, ibadette derinliğe, marifet ve aşka gerektiği ölçüde değer veremeyen hareketler İslâmî safiyeti korumakta zorlanacağı gibi, maddî, siyasî ve askerî fetihler, eğer ilim ve maneviyat hareketleriyle desteklenip, önce kalblere ve zihinlere, sonra da bir medeniyet halinde toprağa nakşolmazsa, asla ömürlü olamaz. Cengiz ve İskender’in askerî başarıları buna en anlamlı birer örnektir. Buna karşılık, Sahabe döneminde yapılan fetihler, Sahabe, Tabiûn (Sonraki İlk Nesil) ve Tebe-i Tabiîn (Daha Sonraki Nesil) dönemindeki, insanlık tarihinde eşsiz bir ilim ve maneviyat hareketiyle desteklenmiş, beslenmiş ve bu hareketlerle İslâm, fetholunan yerlere, oralardan bir daha çıkarılamayacak şekilde yerleşmiş ve tarihin belki de en muhteşem medeniyetine varlık kazandırmıştır. Bu bakımdan, İslâm’ın yayılmasında, korunmasında ve İslâm’a hizmette devletin ve kuvvetin rolü daima arka planda kalırken, hattâ, şartlar mecbur bırakmadıkça, kuvvete başvurma tasvip edilmezken, ilmî ve manevî hareket, her zaman en önde geldiği gibi, bu hareketle ortaya konan hizmetler de her zaman kalıcı olur. İslâm tarihi boyunca bütün büyük âlimler, maneviyat önderleri ve mücedditler (belli zaman dilimlerinde dini diriltmek için gelen en büyük âlim ve mürşidler) de hep bu yolu takip etmişlerdir.

    Gerçekten de, İslâm tarihi boyunca gelmiş bütün büyük âlimler, tefsirciler, hadisçiler, fakihler, tasavvuf büyükleri ve İmam-ı Gazzalî, İmam-ı Rabbanî, Şah Veliyyullah gibi müceddit (dini diriltici) kabûl edilen büyük zatların hemen hiç biri siyasete, sisteme karışmamış, sadece “Nasılsanız öyle idare olunursunuz” (El-Hindî, 1985, 6:89) Peygamberî prensibinden ve “İdarecilerinize başkaldırmayın ve onlara beddua da etmeyin. Siz iyi olursanız, Allah da onları iyi eder. Siz kötü olursanız, Allah da başınıza kötü idareciler getirir” (Ebu Nuaym el-İsfahanî, Hılyetü’l-Evliyâ) hadislerinden ve aynı manâdaki ilgili Kur’ân âyetlerinden hareketle, insanları iman, ibadet ve ahlâk noktasında kemale ermeğe çağırmış ve erdirmeğe çalışmışlardır. İslâm tarihinde Haricîlerin ve İran Şiîliğinin dışında hiçbir ekol veya kimse siyaset eksenli hareket etmemiş, bilhassa Ehl-i Sünnet, hiçbir zaman dini siyasetin emrine vermediği gibi, dini siyasete de alet yapmamıştır.


  8. #18
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen’in islâm anlayışı

    Önemli bir başka doktriner boyut

    Konunun, bilhassa günümüzle alâkalı çok önemli bir başka doktriner boyutu daha vardır.

    Bedir Savaşı’nın ardından, Peygamber Efendimiz (s.a.s.), esirlere nasıl davranmaları gerektiği konusunda Ashabıyla istişarede bulunur. Hz. Ebu Bekir, “Ya Rasûlellah, bunlar kavmin büyükleridir. Her ne kadar size ve İslâm’a büyük kötülüklerde bulunmuşlarsa da, eğer kendilerini affedersek, onların ve bütün Mekkelilerin kalplerini kazanmış oluruz” der. Hz. Ömer ise, “Ey Allah’ın Rasûlü, bunlar kavmin büyükleridir. Eğer bunları öldürürsek, diğerleri, müşriklere karşı kalbimizde merhamet olmadığını anlar ve bir daha karşımıza çıkmaya cesaret edemezler” fikrinde bulunur. Peygamber Efendimiz, Hz. Ebu Bekir’in görüşünü kabûl eder ve şöyle der:

    Ey Ebu Bekir, sen İbrahim gibisin. O, Allah’a (âsî kavmi) hakkında şöyle dua etmişti: “Kim bana uyar, benim yolumdan giderse, o bendendir; kim de bana âsî olursa, ya Rab, şüphesiz Sen günahları çok bağışlayan ve merhameti pek bol olansın (İbrahim/14: 36).” Ayrıca sen, İsa gibisin de. O da şöyle dua etmişti: “Yâ Rab, eğer (Sen’den başka beni ve annemi de tanrı kabûl edenleri) cezalandırırsan, ne diyeyim, onlar Senin kulların. Yok, onları affedersen, şüphesiz Sen, onur ve yenilmez güç sahibisin ve her yaptığında mutlak hikmetler bulunansın” (Mâide/5: 118).

    Peygamber Efendimiz (s.a.s.), daha sonra Hz. Ömer’e dönerek şunları söyler:

    Ey Ömer, sen ise Nuh gibisin ki, o, (950 yıl inanmamakta ve kötülüklerde direnen kavmi hakkında) Allah’a şöyle dua etmişti: “Yâ Rab, yeryüzünde tek bir kâfir bırakma; eğer bırakırsan, onlar da yine kâfir doğurur.” (Nuh/71: 26) Sen, aynı zamanda Musa gibisin ki, o da, (Firavun ve aristokrasisi hakkında) şöyle dua etmişti: “Yâ Rab, onların mallarını mahvet ve kalblerini sık; çünkü onlar, böyle can yakıcı azabı görmedikçe inanmazlar.” (Yunus/10: 88) (Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 1:383)

    Bu önemli hâdise, İslâm adına da çok önemli bir gerçeği ortaya koymaktadır. Şöyle ki:

    Peygamber Efendimiz’in misyonu, gördüğü vazife ve dönemi, önceki bütün peygamberlerin ve peygamber olmamakla birlikte benzer vazife gören büyük zatların misyonlarının bir meyvesi, muhassalası, kendinden sonra farklı zamanlarda, farklı şartlarda yürütülecek tebliğ çalışmalarının da çekirdeği mesabesindedir. Yani, Peygamber Efendimiz’in misyonunda, en azından Kur’ân’da adı geçen bütün peygamberlerin ve peygamber olmamakla birlikte, benzer vazife gören zatların misyonlarını, belli derecelerde görmek müm*kündür. Bunlardan her biri, O’nun temsil ettiği küllî İslâmî tebliğin bir cephesini oluşturur. Aynı şekilde, Peygamberimizden sonraki tebliğ çalışmaları ve bu maksatla gelecek şahısların ve toplulukların faaliyetleri de, önceki misyonların birini veya birkaçını, yani İslâmî tebliğin bir veya birkaç cephesini temsil edebilir.

    Peygamber Efendimiz’den önceki peygamberlerin misyonları belli bir veya birkaç kavimle, en azından belli bir zamanla sınırlı olduğundan, o peygamberlerin karakterini de bir bakıma misyonları belirliyor ve bu misyon ve karakterlerden en önemli ve en kapsamlı iki tanesinden birini Hz. Nuh ve Hz. Musa, diğerini Hz. İbrahim ve Hz. İsa (Allah’ın selâmı hepsinin üzerine olsun!) temsil ediyordu. Hz. Nuh ve Hz. Musa’nın misyon ve karakterinde yerine, zamanına, şartlara ve muhataplara göre sert davranma ön planda görünürken, Hz. İbrahim ve Hz. İsa’nın misyon ve karakterinde ise şefkat, merhamet, af ve yumuşaklık öne çıkıyordu. Bu her iki davranış şeklinden ana maksat, şüphesiz insanları eğitmek ve insanî kemalâta yükseltmekti.

    Hz. Nuh’un kavmi, inkârda ve kötülüklerde öylesine direttiler ki, 950 yıl kendilerine yapılan tebliğe müsbet cevap vermediler ve müsbet doğrultuda kendilerini değiştirmeğe yanaşmadılar (Nuh Suresi/71). Firavun ve oligarşisi de aynı idi. Allah, farklı zamanlarda, üzerlerine kan, tufan göndermek, çekirge ve kurbağa yağdırmak gibi âfetlerle kendilerini sürekli ikaz buyurmuşsa da, her defasında Hz. Musa’ya müracaatla, gönderilen azap üzerlerinden kalktığında inanacakları sözü vermelerine rağmen inkârda ve İsrail Oğulları’nı serbest bırakmamakta direttiler (A’râf/7: 133–35). Allah’ın Dini’nde her zaman için temel esas rahmet, merhamet, şefkat ve af olmakla birlikte, ne Hz. Nuh’un ne de Hz. Musa’nın kavminin iman etmesi ve kötülüklerinden vaz geçmesi artık mümkün görünmediğinden, bunlara yapılacak dua ancak Hz. Nuh ve Hz. Musa’nın duası gibi olmalıydı ve onlar da o şekilde dua ettiler.

    Evet, Allah’ın Dini’nde her zaman için temel esas rahmet, merhamet, şefkat ve af olup, özellikle çekirdeği hükmündeki “Besmele”de Allah’ı, bütün sıfatlarından önce Rahman ve Rahîm olarak takdim buyuran İslâm’ın en önemli ve aslî cephesi budur ve bunu önceki peygamberler içinde en önde temsil eden iki peygamber Hz. İbrahim ile Hz. İsa, onlardan daha önde temsil eden de, bütün varlıklara rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.s.) olmuştur. Fethullah Gülen, âhir zaman denilen şu zaman diliminde medeniyet bir derece umumileştiği için ve, şüphesiz uygulayanları da olmakla birlikte, en azından teoride temel hürriyetler, temel insan hakları, hoşgörü, humanizm gibi medeniyet değerleri ön plana çıktığından, artık insanlarla münasebetin ikna, yani diyalog ve karşılıklı iyi münasebet çerçevesinde olması, bir başka ifade ile, İslâm’ın veya Muhammedî ruhun İbrahimî ve İsevî, yani, bu peygamberlerce temsil edilen yanının öne çıkarılması gerektiği görüşünü benimsemektedir. Dinin, özünden ve ruhundan uzaklaştırılıp merasimler yığını haline getirildiği, ferdî planda bile yaşanmadığı, tamamen maddeye ve dünya menfaatine yönelmenin neticesinde, maddî-dünyevî menfaatlere alet edildiği, özellikle Ki*tabı korumaları gereken ahbârın (âlimler) bozulduğu, Kitabın hükümlerini keyfî yo*rum ve uygulamalarla değiştirmeyi ve az bir fiyat karşılığında değişmeyi âdet edinip, geçim kaynağı yaptığı (Matta İncili, 23: 2-8, 13-15, 16, 23-26, 27, 29, 31) bir zamanda gelip, misyonunda dini yaşamada hassasiyet, merhamet, şefkat, hoşgörü, sevgi ve insanlarla iyi geçinmenin çok belirgin biçimde ön planda olduğu Hz. İsa’nın (a.s.) şu sözleri, konuyu anlamamız açısından son derece önemlidir:

    İşittiniz ki, eski zaman adamlarına denildi: “Katletmiyeceksin,” ve: “Kim katlederse, hükme müstahak olacaktır.” Fakat ben size derim: Kardeşine kızan her adam hükme müstahak olacaktır… “Zina etmeyeceksin” denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim: Bir kadına şehvetle bakan her adam, zaten yüreğinde onunla zina etmiştir. Ve eğer sağ gözün sürçmene sebep oluyorsa, onu çıkar ve kendinden at; çünkü senin için azandan birinin yok olması, bütün bedeninin Cehennem’e atılmasından iyidir… Elin veya ayağın sürçmene sebep oluyorsa onu kes ve kendinden at; sana çolak veya topal olarak hayata girmek, iki el veya iki ayağın olarak ebedî ateşe atılmaktan iyidir… “Göz yerine göz, diş yerine diş” denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim: Kötüye karşı koyma; ve senin sağ yanağına kim vurursa, ona ötekini de çevir… Senden dileyene ver; senden ödünç isteyenden yüz çevirme… Düşmanlarınızı sevin ve size eza edenler için dua edin. Eğer sizi sevenleri severseniz, ne karşılığınız olur?.. Sadaka verdiğin zaman, sol elin sağ elinin ne yaptığını bilmesin… Dua ettiğin zaman, kendi iç odana gir ve kapını kapayarak dua et… Hükmetmeyin ki, hükmolunmayasınız. Çünkü ne hükümle hükmederseniz, onunla hükmonulacaksınız; ölçtüğünüz ölçü ile de size ölçülecektir. Ve niçin kardeşinin gözündeki çöpü görürsün de, kendi gözündeki merteği seçemezsin? (Matta, 5:21-22, 27-29, 38-39, 42, 44, 46; 7:1-3; 18:8-9)

    İşte, 19’uncu asırla, 20’nci asrın en azından başlarında dünya tamamen maddeye yönelmiş durumdaydı ve din, bütün cephelerden saldırılara uğruyordu. Önceki topluluklarda şirk ve küfür daha çok ceha*let ve inattan kaynaklanırken, önceki yüzyılda her tarafta, rasyonalizm ve pozitivizme dayalı bilimden kaynaklanan beşerî tekebbürün yol açtığı bir inkâr fırtınası esiyordu. Avrupa’da ‘tabiî’ ilimlerin alabildiğine gelişmesinin ve bu gelişme sürecinde bir yandan Kilise ile çatışmanın, bir yandan da Kitab-ı Mukaddes’le tatmin olamamanın sonucunda beşer aklı*na İlâhî Vahy’in üstünde bir yer verilmiş bulunuyor, hattâ İlâhî Vahy ya inkâr ediliyor, ya da sahası olabildiğince daraltılıyordu. Bu, tarihte görülmemiş inkâr fırtınası, kalpler*de, zihinlerde, fert ve toplum haya*tında ihtiyar*lamış Müslümanlık binasını da sarstıkça sarsıyordu. İşte, Osmanlı ve Cumhuriyet modernizmini anlatırken kısmen temas ettiğimiz gibi, dünyayı böyle bir atmosfer içinde tanıyan Fethullah Gülen’e göre zaman, bu defa cehaletten değil de, bilimden ve felsefeden kaynaklanan inkâra karşı ilimle desteklenen iman ve maddecilik karşısında maneviyat mücadelesi verme zamanıydı. O, İslâm’a yaklaşımını işte bu perspektife oturtmuş ve dinin ruhuna, asıl manâsına, manevî ve ahlâkî değerlerine yönelmiştir. Fethullah Gülen’in yazılarına ve sohbetlerine yüzeysel bir bakış bile, onun söyledikleriyle Hz. İsa’nın yukarıya aldığımız sözleri arasında birebir denebilecek ölçüde benzer*liklerin bulunduğunu gösterecektir. Demek ki, ona göre günümüz, İslâm’ın, Muhammedî ruhun Musevî değil, İsevî boyutunun öne çıkarılmasını gerektiren bir gündür. Ne var ki, bir yandan, İslâm adına ideolojik ve siyasî çıkış yapanlar onu, bu yaklaşımından dolayı İslâm’dan taviz vermekle suçlarken, diğer yandan, Türkiye’de rejim konusunda duyarlık gösteren bazı çevreler ve lâikliği dine yaklaşımın bile temeline oturtanlar, onun asıl maksadını gizlediği ve aslında teokratik bir devlet kurma peşinde olduğu iddiasındadırlar. Gerçek olan ise, iki tarafın da onu son derece yanlış anlayıp, yanlış değerlendirdiğidir. Bu yanlış, sadece konjonktürel değil, aynı zamanda doktriner bir yanlışlıktır.


  9. #19
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen’in islâm anlayışı

    İslâm’ı bir teşkilat veya parti ideolojisi haline getirip getirmeme

    İslâm’a ideolojik siyasî-yaklaşım, pek çok yerde İslâmî hizmetleri ya parti, ya teşkilat veya elit faaliyetleri konumuna indirgemiştir. Oysa İslâm, hiçbir zaman herhangi bir parti, teşkilat veya grup tarafından temsil edilemez ve bu türden herhangi bir kuruluşun İslâm’ı bizatihî temsil iddiası doğru olamaz. Ayrıca bu tür tavır ve yaklaşımların, evrensel olan ve herkese hitap eden İslâm’ın bir teşkilat, grup veya parti ideolojisi olarak anlaşılmasına, ayrıca, Müslümanlar arasında da İslâm’a zıt bölünmelere yol açacağı açıktır. İslâm adına kitlelere parti veya teşkilat bayrağı altında gitmek, evet Müslümanların parti ve teşkilatlar halinde parçalanmasına yol açacağı gibi, çoklarını İslâm’ın dünyevî-siyasî maksatlar uğruna istismar edildiği düşüncesine götürecek, hepsinden öte, İslâm’ın öz kavram ve ideallerinin çeşitli kamuflaj yöntemleriyle gizlenip, başka başka yollarla sunularak, sonuçta hem İslâm’ın başka sistem, düşünce ve inanç biçimleriyle özdeşleştirilmesine veya onlara yakın görülmesine, hem de ‘takıyye’ yapıldığı şüphelerine sebep olacaktır. Gerçi, her halükârda İslâm’a karşı olan çevreler, Müslümanların en samimi sözlerini ve davranışlarını bile ‘takıyye’ olarak suçlayabilmekte iseler de, Müslüman’a düşen, ne olursa olsun İslâm’ı bulandırmaktan şiddetle kaçınmaktır.

    Fethullah Gülen’in İslâm’a yaklaşımında teşkilat veya partiye, partileşmeye yer olmadığı gibi, siyasetten ve ortaya konmaya çalışılan hizmetlerin siyasî veya daha başka dünyevî gayelere alet edildiği izlenimi uyarmaktan şiddetle kaçınma esastır. O, bunu pek çok yazılarında, sözlerinde ve kendisiyle yapılan röportajlarda ifade etmiştir. Meselâ:

    Din ne kadar mukaddes olursa olsun, mukaddesiyet ifadesinin kabulü, ona bu şekilde yaklaşmanın bir diğer yanı dini, dünyevî hiçbir şeye alet etmemektir. Maddî-manevî herhangi bir tür kazanca alet etmemektir. Din, insanın manevî füyüzat hislerine de alet edilmemelidir. Dinin poli*tize edilmesi, imanın kudsî bir me’haz olarak bir kısım siyasî müla*hazalara esas alınması, meselelere o mercekle bakılarak, kendi yorumlarımız, kendi idare anlayışlarımıza kudsiyet kazandırmak, onları kutsamak, dini tahkir edecek bir durum olabilir. Saniyen, siyasî düşüncelerimizi, mülâhazamızı, parti anlayışımızı dine bina ettiğimiz zaman, dine bir yönüyle bizim eksikliklerimiz, bizim arızalarımız, bizim kusur*larımız da akseder; bize tepki, dolayısıyla, ona da tepki getirir. Diğer bir yaklaşımla, bize nefret duyan insanların nefretinden din de nasibini alır. Din hakikati öyle temsil edilmeli ki, bütün siyasî mülahazaların üzerinde olsun. Halbuki din politize edildiği, onu biz temsil ediyoruz denildiği zaman, başkalarını âdeta işin dışında görmüş oluruz. Dine sahip çıkma gibi görülse bile, fakat tavırlarımızla dine gölge ettiği*mizden, onu kararttığımızdan ve bize karşı duyulan nefretten din de nasibini aldığından dolayı, zannediyorum dini politize edenler, dine büyük kötülük etmiş olurlar.

    Din, Allah’la insan arasında temeli samimiyete, ihlâsa, Allah’ın rızasını kazanmaya, elden geldiğince insanın dışa bakan yanından daha ziyade kalbî derinliklerine dayanan bir husustur. İnsanın hayatını kalbin zümrüt tepelerinde geçirmesidir. Dinin bu yanını bütün bütün ihmal ederek, onu merasim gibi ve herkese gösterme adına şov yaparcasına uygulamak yanlıştır. (Fethullah Gülen İle Canlı Yayında Gündem, 30-32)

    Fethullah Gülen’den önce İslâm ile siyaset arasına en aşılmaz duvarı koyan Bediüzzaman Said Nursî olmuştur. Ne var ki o da, bu noktada yanlış anlaşılmış, yanlış yorumlanmış, dini siyasete alet etmek, bunun için cemiyet kurmak ve dini kullanarak devleti ele geçirmek gibi suçlamalara defalarca maruz kalmış, bu suçlamalarla çıkarıldığı mahkemelerde hep beraat etmesine rağmen, bu suçlamalar hep sürüp gitmiş, hattâ Fethullah Gülen hakkındaki suçlamalara bile, sanki Gülen onun birebir izleyicisiymiş gibi, kaynak teşkil etmiştir. Oysa, kitaplarının hepsine bakıldığında, onun siyaseti ve siyasî faaliyeti gerçek İslâmî hizmete ne kadar ters gördüğünü hemen anlarız. İnsanların, hiç alâkalı olmayan konularda bile nasıl suçlanabildiğini göstermek ve Fethullah Gülen’e yönelik suçlamalarda kaynak olarak kullanıldığından, meselenin özünü ortaya koymak için, Bediüzzaman’ın ilgili sözlerinden bazılarını vermek herhalde yerinde olacaktır:

    Bizler uzun bir seferdeyiz. Buradan kabre, kabirden haşre, haşirden ebed memleketine gidiyoruz. O yollardaki karanlığı dağıtacak bir nur ve bir erzak lâzımdır. Bu nur ve erzak ise ancak Kur’ân’ın güneşinden, Rahman’ın hazinesinden tedarik edilebilir. Eğer bizleri bu seferden geri bırakacak bir çareniz varsa, pekalâ. Yoksa, sükut ediniz. Kur’ân’ı dinleyelim, ne emrediyor? “Dünya hayatı sizi aldatmasın. Aldatanlar sizi Allah’la da aldatmasın.” (31.33) Ayık olan, dinsizliğe tabi olmaz. Ancak siyaset şarabıyla veya şöhret hırsıyla ve dalâlet ve sefahet yollarından gidenler sana tabi olur. (Mesnevî-i Nuriye, 220)

    Sakın, sakın dünya cereyanları, bilhassa siyaset cereyanları ve (hizmetinizin) haricine bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Rahmânî bir düstur olan, sevdiğinizi Allah için sevme, sevmediğinizi de Allah için sevmeme yerine, siyaset için sevme, siyaset için buğzetme şeklinde bir siyasî düstur size hakim olmasın.. Evet, bu zamanda siyaset, kalbleri bozar ve asabî ruhları azap içinde bırakır. Kalb selâmeti ve ruh istirahati isteyen adam, siyaseti bırakmalı. (Kastamonu Lâhikası, 122–23)

    Dünya siyasetine karışmadığımın sebebi, o geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, nefse çekici gelmesi sebebiyle, meraklıları kendisiyle meşgul eder, hakikî ve büyük (iman ve Kur’ân’a hizmet) vazifelerini onlara unutturur veya noksan bıraktırır. Hem her halükârda bir tarafgirlik meyli verir ve bu meyille tuttuğu tarafın zulümlerinin hoş görülmesine yol açar. (Emirdağ Lâhikası 1:56)

    Din düsturlarına hizmet etme cihetinde güneş gibi iman taşıyan bir kısım Sahabîler ve onlara benzeyen Selef-i salihînden başka, siyasetçi çoğunlukla tam dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar olanlar da siya*setçi olamazlar. Yani, asıl maksadını siyaset yapanlarda din ikinci derecede kalır. Hakikî dindar ise, “Bütün kâinatın en büyük gayesi Allah’a ibadettir” diye, siyasete merak aşkıyla çalışmaz. Elmas misali dinî düsturlar karşısında siyaset, kırılacak adî cam şişelere benzer. Elhasıl, fanî boğuşmaları ve siyasî hadiseleri merakla takip etmek bir nevî sarhoşluktur ki, hakikî vazifelerden gelen ihtiyaçları ve bu vazifeleri yapmamaktan gelen elemleri unutturur ve bunun karşılığında menhus bir zevk verir. Veya, tehlikeli bir ümitsizliğe düşürüp, (bu ümitsizliğe düşen insan da,) “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin” ayetindeki İlâhî emre muhalefet eder, tokada müstehak olur. Veya, (taraftarlık hisleriyle) zalimlerin zulümlerine iştirak eder; neticede “Zulmedenlere destek olmayın; yoksa size ateş dokunur” şeklindeki şiddetli İlâhî tehdidin tokadına uğrar ve cezasını dünyada da, Âhiret’te de çeker. (Emirdağ Lâhikası 1:57–8)

    İman hizmetine ve bu hizmetteki ihlâsa zarar gelmemesi için, mahkemenin de tasdik ettiği üzere, 10 sene, İkinci Dünya Harbi dahil, olup bitenlerle ilgilenmedim. Yine, siyasete ve dünyaya herhangi bir meylimin uyanmaması için, 25 senedir elime gazete almadım. Bütün kardeşlerime ve talebelerime de, “siyasete ve hadiselere karışmayın” dedim. (Emirdağ Lâhikası 1:10, 28, 143, 247)

    İnsanın hayatı bir yolculuktur. Bu zamanda o yol bir bataklığa girdi. Kokmuş ve kirli (inkâr ve ahlâkî bozulmuşluk) çamuru içinde insanlık düşe kalka gidiyor. Bazıları çamuru görüp, selâmetli bir yolda gidiyorsa da, büyük çoğunluk o pis, kokmuş bataklık içinde ve karanlıkta gidiyor. İçlerinden 100’de 20’si, sarhoşluk sebebiyle, o pis çamuru misk ü anber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor ve sonunda boğuluyor. 100’de 80’i ise, çamuru görüyor, pis ve kokmuş bir bataklık olduğunu anlıyor, fakat selâmetli yolu göremiyor. Bunlar için iki çare var:

    Birisi, topuzla o sarhoş 20’yi ayıltmak.

    İkincisi, bir ışık tutarak, diğer 80’e selâmetli yolu göstermek.

    Ben bakıyorum, 20’ye karşılık 80 adam elinde topuz tutuyor. Halbuki, o biçare 80’e karşı hakkıyla nur gösterilmiyor. Gösterilse de, bir elinde nur tutanların diğer ellerinde de sopa olduğu için (dini siyasete alet edenleri kastediyor) kendilerine emniyet edilmiyor. İnsanlar, bunlar karşısında, “Acaba nur tutan eliyle beni kendine çekip, topuzla dövmek mi istiyor” diye şüphe duyuyorlar. Hem, bazı arızalarla topuz kırıldığı vakit, nur da sönüyor.

    O bataklık, gaflet, dalâlet ve sefahet içindeki içtimaî hayattır. 100’de 20’yi teşkil eden sarhoşlar, dalâlet ve sefahetten zevk alan inatçı inkârcılardır. Diğer 80, dalâletten, sapmışlıktan nefret eder, fakat çıkamıyorlar. Kurtulmak istiyor, fakat yol bulamıyorlar. O topuzlar ise, siyaset cereyanlarıdır. Nurlar ise, Kur’ânın hakikatlarıdır. Nura karşı kavga verilmez. Sırf, taşlanmış şeytandan başka ondan nefret eden olmaz.

    Ben, elimde Kur’ân’ın nurunu tutmak için, “şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” deyip, siyaset topuzunu attım ve iki elimle birlikte nura sarıldım. Gördüm ki, siyaset cereyanlarının hepsinde nurların âşıkları var. Bütün siyasî tarafgirliklerin çok üstünde Kur’ân dersini vermek ve Kur’ân’ın nurlarını göstermek lâzımdır ki, dinsizlik ve zındıklığı siyaset zannedip, dinsizlik ve zındıklığa taraftar olan insan suretindeki şeytanlardan başka kimse onlardan çekinmez ve onları suçlamaya kalkmaz. (Mektubat, 48–9)

    Bana soruluyor: “Niye siyasetten bu kadar kaçınıyorsun:”

    Cevap: Siyaset vasıtasıyla dine hizmet edilmez. O yol, çok müşkilatlı ve tehlikelidir. Çoğu yalancılıktan ibaret ve bilmeden ecnebî parmağına alet olma ihtimali var.

    En mühim, en lüzumlu, en saf ve en hakikatlı olan hizmet-i iman ve Kur’ân için şiddetle siyasetten kaçıyorum. Hem, milyarlar seneden ziyade olan ebedî hayata çalışmak ve onu kazanmayı, o kadar bile olacağı şüpheli bir-iki sene dünya hayatına lüzumsuz bir şekilde karışarak feda etmemek için siyasetten kaçınıyorum. Çünki, Ben ihtiyar oluyorum, bundan sonra kaç sene yaşayacağımı bilmiyorum. Öyle ise bana en mühim iş, hayat-ı ebediyeye çalışmak lâzım geliyor. Hayat-ı ebediyeyi kazanmakta en birinci vasıta ve saadet-i ebediyenin anahtarı imandır; ona çalışmak lâzım geliyor. (Mektubat, 62)

    Dediler: “Dinsizliği görmüyor musun? Din namına meydana çıkmak lâzım.”

    Dedim: “Evet, lâzımdır. Fakat bir şartla ki, çıkmaya sebep din aşkı olmalı. Eğer siyasetçilik veya tarafgirlik olsa tehlikelidir. Birincisi hata da etse affolur; ikincisi isabet de etse, mesuldür.

    Denildi: “Nasıl anlarız?”

    Dedim: “Kim fasık siyasetdaşını dindar muhalifine su-i zan bahaneleriyle tercih etse, bu takdirde ortaya çıkmaya sebep siyasettir demektir. Hem herkesin mukaddes malı olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi siyasetdaşlarına daha has göstermekle, çoğunlukta din aleyhtarlığı uyanmasına sebep olur ve dini nazardan düşürür. Bu da, tarafgirliktendir.

    “Kur’ân’ı Kur’ân olduğu için sevmek lâzımdır. Eğer kuvvetli rakibinin karşısında Kur’ân’ı kendine siper etse, kuvvetliyi tahrik ettiği gibi, hiddetini de çeker ve Kur’ân’ı kuvvetli bir hizmetçisinden mahrum bırakır. Bu, Kur’ân’ı kendi nefsi için seviyor demektir.

    “Evet, insanları dine yöneltmek, dine teşvik etmek ve onlara dinî vazifelerini hatırlatmakla dine hizmet olur. Yoksa, karşıdakine “dinsizsin” dese, bu, onu tecavüze sevketmek demektir. Din, ülke içinde menfî şekilde kullanılmaz. Acaba, şimdiki menfî siyasetçilerin fetvalarından istifade edecek kimdir bilir misin? Bence İslâm’ın en şiddetli düşmanıdır ki, hançerini İslâm’ın ciğerine saplamıştır.” (Sünûhât, 47–9)

    İslâm anlayışıyla birlikte, İslâm’a, İslâm yoluyla ülkeye ve insanlığa hizmet ve siyaset anlayışı bu kadar net olan Bediüzzaman gibi, yine bu konudaki görüşleri ondan farklı olmayan Fethullah Gülen’in dini siyasete âlet ettiği veya dinî bir diktatörlük peşinde koştuğu iddialarının ne kadar ciddî ve tutarlı olabileceğini, herhalde zihni ve kalbi önyargı ve peşin düşmanlıklarla şartlanmamış olan herkes anlayacaktır.


  10. #20
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Fethullah gülen’in islâm anlayışı

    Antitezciliğe karşı tezcilik

    İslâm’a siyasî-ideolojik açıdan yaklaşanlar, ona, mevcut konjonktürün, “pazarda revaçta olan metaın,” mevcut ve hakim düşünce sistemlerinin ve ideolojilerin penceresinden bakmaktan ve bu sebeple birbirinden farklı İslâm takdimlerinden kurtulamamışlardır. Buna ek olarak, çok defa da özür dileyici bir tavırla İslâm’ı mevcut düşünce sistemleri ve ideolojilerle uzlaştırmaya çalışma yoluna gitmiş ve böylece İslâm’ı kendi özgün haliyle arz edemeyerek, her dönemde farklı bir İslâm imajı sunmuşlardır. Meselâ, 19’uncu asrın sonları ve 20’nci asrın ilk çeyreğinde İslâm, âdeta liberalizmle, kapitalizmle ve bunların üzerine oturduğu değerlerle özdeşleştirilirken, II. Dünya Savaşı’nı müteakip sosyalist ve komünist akımların bilhassa Üçüncü Dünya denilen ülkelerde ve bu arada İslâm dünyasında da revaç bulmasıyla, bu defa İslâm, âdeta sosyalizmle bir arada anılır olmuştur. Daha önce İslâm adına tartışılan ve gündeme getirilen konular hür teşebbüs, ferdî mülkiyet vb. iken, bu dönemde ise, yine İslâm adına daha çok işçi hakları, emek-sermaye münasebetleri, emeğin kutsallığı, toprak rejimi, toplumsal refah, kaynakların devlet tarafından kontrolü, devletin tüm toplum üyelerine yardımı ve iş imkânı sağlaması gerektiği, toplumun tüm üyeleri için devlet desteği ve garantisi, devlet ve kamu mülkiyeti, emeğin kazançtaki yeri, gelir kaynaklarından herkesin eşit olarak yararlanma hakkı, bazı kaynakların millileştirilmesi ve ortaklığı gibi konular tartışılır olmuştur. Günümüzde ise İslâm, küreselleşme ve onunla birlikte pazara sürülen değerlerle âdeta özdeşleştirilerek ele alınmakta ve dün İslâm öncelikle bir ekonomi ve devlet sistemi olarak takdim edilirken, şimdi ise tamamen farklı bir İslâm’la muhatapların karşısına çıkılabilmekte ve başkalarının şekillendirdiği gündem ve çizdiği yörüngeye İslâm adına yorumlar getirme, İslâmî bir tavır olarak takdim edilerek, İslâm, bir tepki felsefesi konumuna indirgenmektedir.

    Siyasî-ideolojik İslâm anlayışı üzerine oturan hareketler, tabiatları gereği reaksiyoner hareketler olmaktan da kurtulamamakta ve her defasında mağlûp olmanın neticesinde hem parçalanmakta, hem de, insanların zihninde İslâm’ın, en azından bazı kaidelerinin yetersizliği gibi düşüncelerin uyanmasına da yol açmaktadırlar. Buna karşılık, Fethullah Gülen, İslâm’ı bir din olarak ve onun temel, değişmez prensipleri çerçevesinde ele aldığı için, en azından İslâm’a bakışı ve onu takdiminde herhangi bir çelişki yaşama mecburiyeti içinde kalmamaktadır. Bunu, onun demokrasi görüşünü verirken daha net görme imkânı bulabileceğiz.

    Tasavvufî temel, tasavvufa karşı tavır

    Din muhabbettir; muhabbet temeline oturur. Muhabbet, kâinatın varlık sebebidir; hem kâinatın bağıdır, hem nu*rudur, hem hayatıdır. İnsan, kâinat ağacının hem çekirdeği, hem bütün özelliklerini kendinde barın*dıran meyvesi olmakla, kâinatı kuşatacak bir mu*habbet, bu meyvenin çekirdeği olan kalbine yerleştirilmiştir. Kopup geldiği, daha doğru bir deyişle, kendine lâyık bir görev ve fonksiyonla gönderildiği şu yeryüzünde, asıl vatanının hasreti ve Göndericisi’nin muhabbeti içinde çırpınıp duran kafesteki bir kuş gibidir o. Fakat, böylesine nihayetsiz bir mu*habbetin kalbine yerleştirildiği insan, bu muhabbe*tin hedefinin nihayetsiz bir kemal ve cemal sahibi olması gerekirken, suistimalle batıcı, geçici, fani şeyleri sever; bunun sonucunda böyle bir muhabbet onun için belâlı bir musibet halini alır. Kahkahalar atsa da, bu kahkahalar beka veya ebediyet aşkından gelen ağlama*ların ters yansımalarından başka bir şey değildir; dünyada en çok gülen insan, aslında en muzdarip olan insandır. İşte, bu ızdırabı giderecek, insanı asıl Sahibi’nden, İlâhı’ndan koparıp, sahte ilâhlara çeken faktörleri yok edecek en büyük etken, muhabbe*tin gerçek hedefine yöneltilmesidir. Muhabbet, nefsi tezkiye eden, temizleyen, insana onur, güç ve cesaret bahşeden, taşı altın yapan iksirdir; insanın büyük bir susuzlukla aradığı âb-ı hayattır. İnsan, Allah’a olan muhabbeti ölçüsünde O’nun Yolu’nda yürüyebilir; O’na olan mu*habbeti ölçüsünde meşakkatlere, sıkıntılara katlanır; O’nun muhabbetiyle dünya hayatını tercihten Âhi*ret’i, Cennet ve Cemalullah’ı tercihe geçer; gerçek imanın, aklî bir kabul olmaktan ihsan olmaya yük*selmiş imanın göstergesi muhabbet ve bu muhab*beti kazandıran da ancak ve ancak marifettir; Allah’ı hakkıyla tanımadır. İslâm tarihinde, yüzyılların getirdiği olumsuz etkilerle Müslümanlık binasındaki yıkıntı ve çöküntülerden çok tabiî olarak nasibini almış olmakla birlikte, marifetin ve ondan kaynaklanan Allah aşkının tahsil mektebi genellikle Tasavvuf olmuştur. Buna rağmen, belki Türkiye’de böyle olmamakla birlikte, diğer Müslüman ülkelerin pek çoğunda ideolojik-siyasî İslâm anlayışı üzerinde yürüyen hareketler, ne yazık ki Tasavvuf’a çoğu zaman cephe almışlardır.

    Bu ise, İslâm, muhabbet ve coşkun his halindeki, aynı zamanda ilim boyutlu imana ve bu imanın nurunu yansıtan akla dayalı ve kalpleri ölmekten ve körlükten kurta*ran bir din iken, onun rasyonel bir felsefe, ya bir ideoloji veya bir ekonomik-siyasi sistem olmaya indirgenişine yol açmış ve hayata hayat yapılamamasında temel faktörü oyna*mıştır. Tabiî bu hükmü, İslâm’a siyasî-ideolojik açıdan yaklaşan herkes için söz konusu etmek mümkün değil ise de, ne var ki bu yaklaşım, çok zaman ve çok yerde böylesi menfi neticeler de doğurmuştur. Oysa Fethullah Gülen’in İslâm’a yaklaşımında tasavvufun veya tasavvuf tarafından temsil edilen İslâmî ruhun çok önemli bir yeri vardır. Onun yıllardır sabırla ve çok büyük bir dikkatle kaleme aldığı Kalbin Zümrüt Tepeleri, âdeta çağımızın ve geleceğin tasavvuf mektebi gibidir.


Sayfa 2/2 İlkİlk 12

Benzer Konular

  1. Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
    By BaRLa in forum Bediüzzaman Talebeleri
    Cevaplar: 71
    Son Mesaj: 23.06.09, 13:27
  2. fethullah gülen şiirleri
    By SiLa in forum Bediüzzaman, Çalışmaları
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 21.06.09, 20:31
  3. Fethullah Gülen Turnalara Tutun da Gel
    By SiLa in forum Bediüzzaman'ın Hayatı
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 16.06.09, 19:31
  4. Said Nursi’den Fethullah Gülen’e Gözyaşı Medeniyeti
    By SiLa in forum Bediüzzaman Talebeleri
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 17.03.09, 07:06

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •