FETHULLAH GÜLEN’İN İSLÂM ANLAYIŞI
KONUYU ANLAMA VE TAKDİMDE ZORLUKLAR
Tükiye’de İslâm’ı ve Fethullah Gülen gibi şahsiyetlerin İslâm anlayışını tartışırken önümüze mutlaka aşılması gereken bazı engeller çıkmaktadır. Bunlardan birincisi, Hakan Yavuz’un “beyaz Türkler” dediği, kendilerini lâik ve Batıcı diye tanımlayan kesime zihnî açıdan yol göstericilik yapan okumuş ve aydın tabakanın, şimdiye kadar büyük oranda İslâm’ı kendi içinden ve kendi mantığı çerçevesinde anlama zahmetine girişmemesidir. Bu gerçek, basında kümelenmiş çoğu köşe yazarı için söz konusu olduğu gibi, ne yazık ki, haklı olarak sahalarında isim yapmış da olsalar, pek çok akademisyen için de geçerli bulunmaktadır. O kadar ki, bunların en önde gelenlerinden, İslâm’ı iyi bilmesi beklenen ünlü bir akademisyen bile, yıllar önce yayınlanan ve yarısı metin, yarısı kaynaktan oluşan Din ve İdeoloji adlı kitabında, genelde dini, özelde İslâm’ı tahlil etmeğe çalışırken, neredeyse tek bir İslâmî kaynağa başvurmamış görünmektedir. İşte, din olgusuna ve İslâm’a tamamen dışarıdan ve günümüzde, bizzat Batı’dan çok, Batı’nın dışında kalan ülkelerde bilimselliğin tek kaynağı gibi görülen ve Batı’ya ait olduğu sanılan bir zihniyet açısından bakmak, bilhassa İslâm ülkelerinde, neticede kavgalara, derin gerginliklere varan devlet-vatandaş ve aydın-halk kopukluğunun ve kitleler arasındaki anlaşmazlığın en temel sebeplerinden biri olarak karşımızda durmaktadır. Bu bakımdan, meseleyi yerli yerine oturtabilmek için, önce din olgusunun Batı’da nasıl görüldüğüne ve bunun İslâm dünyasındaki yansımalarına kısaca değinmekte yarar var.
MODERN BATI ANLAYIŞINDA DİN
Türkiye’de halâ etkisini devam ettiren 19’uncu asır Batı anlayışında din olgusuna antropolojik, sosyolojik ve psikolojik üç yaklaşım vardır. Bunlardan, dinler tarihi çalışmalarıyla atbaşı giden antropolojik yaklaşım, Afrika, Avustralya gibi kıtaların, Batılılarca ilkel kabûl edilen kabileleri arasında yapılan incelemelere dayanmakta ve bilhassa 19’uncu asır Batı düşüncesi büyük ölçüde evrim ve ilerleme kavramlarına oturduğu için, dini de bu çerçevede ele almaktadır. Buna göre, insanlar, ilk dönemde üzerinde hakimiyet kuramadıkları tabiat olayları karşısındaki korku ve ürküntülerini ve bu korku ve ürküntülerden kaynaklanan güçsüzlük duygusunun sebep olduğu bir üst güce tapınma ve ondan yardım isteme duygularını din veya dînî ritüeller şeklinde şekillendirmişlerdir. Bu şekiller, yerine veya zamanına göre animizm, totemizm gibi çeşitlilikler göstermiştir.
Edward Taylor, Miller ve Durkheim gibi sosyologlar tarafından temsil edilen sosyolojik yaklaşım ise dini, toplumsal bir süreç, toplum vicdanının kurallar şeklinde yansıması veya topluma tapınmanın insan-üstü güçler ve üst kurallar şeklinde tanzimi olarak görür. Bilhassa Freud’un başını çektiği psikolojik veya psiko-analitik din yaklaşımına göre ise dinin, ferdin kişiliğinin oluşumu merhalesinde oyalayıcı bir fonksiyonu vardır. Kişilik evriminde ilk merhale, çocuğun, tanımadığı bir âlemde kendini tamamen güçsüz hisset*mesidir. Bu merhalede çocuk için güçsüzlüğünü giderecek ‘kadir-i mutlak’ güç, anne-babasıdır. İnançlarının şekillenmeğe başladığı dönemde ise kişi, çocukluğundaki durumu hatırlatan hallere kendini kolayca uydurur ve eskiden beri hasretini çektiği ‘kadir-i mutlak’ı başka bir şekil altında yeniden keşfetmek ister. İşte din, bu arzuyu yerine getiren sistemdir.
Batı’da dine sözünü ettiğimiz yaklaşımların ortak noktalarını şu şekilde sıralayabiliriz:
· Din, insanüstü bir kudretin, mutlak ilim, irade ve kudret sahibi bir varlığın koyduğu bir sistem, bir kurum değil, bizzat insan zihninin ürünüdür.
· İnsan, kişiliğinin oluşumu sürecinde ve yeryüzündeki hayat serüveninin tabiata karşı söz geçiremediği veya sosyal hayatın çok güçlü olmadığı dönemde, kendi üstünde bir güce inanma ihtiyacı duyar ve bu ihtiyacı tanrı ve bazı ritüeller şeklinde sistemleştirir.
· Tabiî bilimlerin ve teknolojinin insana tabiat üzerinde hakimiyet kazandırması ve tabiî olayların bilimsel açıklamalarının yapıla*bilmesi sonucunda anlam ve fonksiyonunu yitirmeğe başlayan din, insan hayatının belli bir noktasında artık ihtiyaç olmaktan çıkacaktır.
· Her şeye rağmen, bazı insanlar, gerek davranışlarına ‘ahlâkî’ bir yön vermek, gerekse bir takım insanî duygularını tatmin etmek için, hangi şekilde olursa olsun, bir dine inanmaya devam edebilirler.
19’uncu asır Batı zihniyeti dine böyle bakmakla birlikte, Batı’da kendisine karşı asırlarca bilimsel mücadele verilmiş de olsa Hıristiyanlık, bilhassa elit ve yönetici kitlede her zaman saygınlığını korumuştur. Hattâ öyle ki, Amerikalı antropolog Dale F. Eickelman, Müslüman Orta Doğu ülkelerinde ve bu arada Türkiye’de, bizzat kendi ifadesiyle “militan lâiklerin, kendilerini açık fikirli olarak görüp takdim etmekle birlikte, aslında aydınlanmacı değerlerden çok, baskı ve hoşgörüsüzlükle özdeşleştiklerini” savunurken, tarihçi Dominique Colas, Hıristiyanlığın, Avrupa’da modern kamusal alanın teşekkülünde en büyük faktörü oluşturduğu görüşündedir. Ona göre, bugüne kadar Hıristiyanlık, mukaddesatı tezyif yasaları, dinî tatiller ve toplu dualar gibi, siyasî ve kamusal alanın içine giren bazı hususlarda hep tayin edici rolünü oynayagelmiştir (Islam and the Languages of Modernity, Dǽdalus, Kış 2000, s:123–24).
ABD ve Kanada gibi, Batı’nın diğer kanadını oluşturan ülkelerde ise halkın çok büyük çoğunluğu Hıristiyanlığa inanmaktadır, ona bağlıdır ve sahiptir. Büyük ölçüde paradoksal bir gerçek de olsa, Batı’da modern zihniyet Hıristiyanlığa karşı gelişmiş, fakat Hıristiyanlık, kendine özgü hiyerarşik ‘din adamları’ sınıfı (clergy) ve bilim karşısında sürekli regülasyonlarıyla, Batı insanının ‘dem ve damarları’nda varlığını ve etkisini sürdürmüştür. Özellikle İslâm dünyasıyla ilişkilerinde, Hıristiyanlık, Batı’da her zaman için tayin edici önemli faktörlerden biri olmuştur ve olmaya devam etmektedir.