Günah

Günah bir iç çöküntü, bir terslik ve fıtratla zıdlaşmadır. Günaha giren kimse, kendini, vicdânî azaplara ve kalbî sıkıntılara bırakmış bir talihsiz ve bütün rûhî meleke ve kabiliyetlerini şeytana teslim etmiş bir zavallı ve talihsizdir. Bir de o günahı işlemeye devam ederse, bütün bütün ipi elden kaçırır ve artık, ne bir irade, ne bir direnme, ne de kendini yenilemeye mecâli kalmaz.

Günah, iradenin yüzüne atılmış bir tükrük ve rûha içirilmiş bir zakkumdur. Günahdan zevk alan insan, ne sefîl; günahla ruhunu dinamitleyen insan ne hoyrattır..!

Günah, insana bahşedilen bilumum istidat ve yüce duyguları söndüren bir fırtına ve kalbî hayatı çepeçevre saran zehirli bir dumandır. Bu fırtınaya marûz kalan kurur; bu zehirli havayı teneffüs eden de ölür.

İnsan, günah içine bir kere girmeye dursun; girdi mi, artık ne ölçü, ne kıstas, ne de değer hükmü kalır. Bir uçağın, başaşağı yere inmesinde, yer çekiminin hesaba katılmaması ve fıtrat kanunlarının affetmeyeceği çizgiye varılması ne ise, hikmet elinin koyduğu yasaklar atmosferine girmek de aynı şeydir.

Âdem Nebî (as), şahsî hayatında açtığı böyle bir gediği, ceyhûn etdiği gözyaşlarından meydana getirdiği ummanlar içinde, yüze yüze aşabilmişdi. Şeytan ise, başaşağı düşdüğü o günah gayyâsından kurtulamamış ve helâk olmuşdu.

Ve, daha “Nice servi revan canlar,

Nice gülyüzlü sultanlar,

Nice Hüsrev gibi Hanlar

Ve nice tâcdarlari

böyle ilk bir adımla günah deryasına yelken açmış, fakat bir daha da; geriye dönmeye muvaffak olamamışlardır. Günah, âheste âheste eser insanın içine ve nefsi, bir meltem okşayışıyla okşayarak, gider taht kurar onun gönlüne. Sonra da, insanın duygularını öylesine baskı altına alır ki, gayri ondan kurtulmak, kuvvetli bir azim ve gaybî bir inâyet eline kalmıştır. Bundan daha kötüsü de, insanoğlu, içine daldığı günahlarla, kendinden o denli uzaklaşır ki, his dünyasında en ufak bir kıpırdanma ve gönül âleminde en küçük bir duyarlılık kalmamış olmasına rağmen, o, kendinde olup biten bu kadar değişikliklerden habersiz ve ruhundan kopan feryadlara karşı alâkasızdır.

Yığın yığın günah vardır insanın geçip gittiği yollarda. Bu yollarda, birer kobra gibi gözetler insanoğlunu günahlar... Birinden kurtulması mümkün olsa bile, diğerlerine kendini kapdırmadan yoluna devam etmesi, bir hayli müşkildir. Polat gibi sağlam irade gerekdir ki, aşılsın bu yollar. Yoksa difransiyeli bozuk bir araba ile, en sert virajları aşma gibi olacaktır ki, bir çukurda gidip “ârâmi edeceğini şimdiden söylemek, herhalde kehânet sayılmaz.

Çeşit çeşitdir günahlar. Başda gelenleri, en doğru sözlünün beyanında, şu ürpertici diziyle çıkar karşımıza: Yaratıcı’ya eş ve ortak koşmak; haksız yere cana kıymak; anne ve babanın hukukunu çiğnemek, yalan yere şehâdetde bulunmak; cebheden kaçmak; iffetlilerin iffetiyle oynamak vs...

Bunlar, insanın düşünce dünyasına, iç hayatına, âile ve topluma karşı öyle inhiraflarıdır ki, vaktinde önü alınmazsa, âile de yıkılır gider, toplum da.

Evet, tevhidle iç âlemini düzenleyememiş, yükselip içtimâî hayata girememiş güdük ruhlardan, hem âile, hem toplum, hem de vatan çok sakınmalıdır. İç âlemi, isden, pasdan görünmez hâle gelmiş ve derûnunda ak’ın kara’ya karıştığı bu talihsizler, bugün olmasa yarın, yurdu da yuvayı da kundaklayacaklardır. Dünden bugüne, bu gözü ve kalbi mühürlülerin, hıyânet ve ihanetleri, hiç de küçümsenmeyecek kadar çok olmuştur.

Ne var ki, vatanın sağa sola peşkeş çekilmesinden, ormanların ve bağların bozulup çöle çevrilmesine kadar, her türlü kötülüğü yapan, câhil, iz’ansız, inançsız ve başkalarının kuklası bu yığınların baş sorumluları da yine bizleriz.

Evet, biz ihmâl etdik. Biz bozduk. Biz inançsız ve hoyrat kıldık. Hesabını da biz vereceğiz. Bugün hâdiselerin demir pençesinde; yarın, tarih karşısındaki muhâkememizde; öbür gün de, kılı kırk yaran Yüce Dîvân’ın iğneden ipliğe hesab sorduğu hengâmda...

Bir milletin, kendi özünden uzaklaşdırılması, ruhuna yabancı düşünceler aşılayarak, mihrabının yıkılması ve minberinin yerinin değiştirilmesi, tarih karşısında ve Hakk Dîvân’ında bağışlanmayacak günahlardandır.

Nesilleri, inançdan, düşünceden, hak ölçüsünden ve istikametden mahrum birer yeniçeri yığını hâline getirip, milletin nefsine, nesline, dinine ve malına saldırtmak büyük günahdır. Sonra, bu azgınlaşmış ruha ceza veriyorum diye, kazanlarda yeniçeri ve Bektâşî kellesi kaynatmak da, en az onun kadar günahdır.

Günahdır, nesilleri ihmal etmek. Günahdır, onların kalblerini ruhlarını inançsız ve itmi’nânsız hâle getirmek. Günahdır, onları geçmişine ve köküne düşman yapmak. Günahdır, onu, yabancı şaraplarla kendinden uzaklaştırmak. Ve, günahdır, onu, manevî ve mukaddes dayanaklarından mahrum bırakmak. Günâhdır, günah...!

Bütün bunlardan daha büyük bir günah vardır ki; o da, ortalığı yangına ve sele veren bu büyük mücrimlerin, edip eylediklerini günah bilmemeleridir. Evet, Allah ve tarih karşısında affı kabil olmayan tek günah varsa, işte o da budur: Günahın günah olduğunu bilmeme, günahdan ürpermeme günahı... Toplumumuzu içden içe kemiren bu binbir günahın başbuğu, vicdanla sezilip, muhâsebenin demir pençesine teslim edileceği âna kadar, milletin, kendi kendini yenilemesinden ve hattâ yaşamasından söz etmek oldukça zordur.

“Bu hissizlikle cemiyyet yaşar derlerse pek yanlış;

Bir millet göster ölmüş maneviyatıyla sağ kalmış.i

M.A.