Hesaplaşma
Tarih bir düzine tekerrürlerden ibaret gibidir. Hâdiseler o kadar birbirine yakın ve benzer cereyan etmektedir ki, insan yanılıp da, hep aynı çizgide, aynı şeylerin cereyan ettiği hükmünü verebilir.
Buna rağmen, düşünenlerin sayısı ne kadar az, düşünceler ne kadar kısır ve gönüller, hakikatlere karşı ne kadar yabancı.!
Kimbilir, kaç defa girdaplara kapılıp gayyâlara gitdik ve kaç defa fevvârelere binip zirvelere ulaşdık. Kaç defa gündüzümüz kaos, gecemiz cehennem oldu ve kaç defa İrem bağlarına benzeyen “sâdâbâdilarla dilşâd (1) olduk.
“Hüner bir ibret almakdır, hüner irfâna ermektir.i
Ama biz, ibret alamadık ve irfâna eremedik. Hâlâ bir kısım kakavanlardan nasihat dinliyor ve yüzde yüz zararımıza paradokslara giriyoruz. Doğrusu, şimdiye kadar bize ellibin defa yabancılık aşılayan ruhumuzun hasımlarına karşı, tekrar edip durduğumuz “flörtilerden bir şey elde edemediğimiz gibi, öteden beri öcü gibi gösterilen kendi dünyamıza karşı da insaf edip yabancılaşmadan bir türlü vazgeçemedik.
Ne olurdu, bir kere de, şu milletin nabzına elimizi koyup, kendi kendimizi dinleyebilseydik. Heyhât! Hep “hasımlarımızdani kurtarıcı mesajlar bekledik ve hep yabancı tesbitlere göre, onun hakkında hükümler sıralayıp durduk.!
Yabancılaşma, bizde idbâr (2) dönemiyle başlamış bir hastalıktır. Başladığı günden itibaren de “rekori seviyede bir hızla gelişmiş, artmış ve yaygınlaşmıştır. Bir inayet eli imdâda yetişmezse, önümüzdeki yıllarda bu hızla; nereye varacağımızı şimdiden söylemek kehânet sayılmamalıdır.
Yabancılaşma, milletlerin kaynayıp birbirine karışması ve birbiriyle içli dışlı olmasıyla başlar. Düşünce ve kültür alışverişiyle derinleşir ve kök salar. Bu itibarla da o, hem gâliblerden mağlûblara, hem de mağlûblardan gâliblere geçme istidadında olan bir hastalıktır. Vâkıa, bir ölçüde onun mağlûblara aid bir ruh haleti olduğu iddia edilebilir, ama, mutlak böyle olduğunu söylemek de, aceleden verilmiş bir karar olur. Bence, bu mevzuda en kayda değer şey, yabancılaşma vasat ve zemini hazırlandığında, Milli ve içtimâî bünyenin uyarılamaması ve umumî bir alarma geçirilememesi hususudur.
Toplumlar, yabancılaşmayı sezecek ve içlerine sızma istidadında olan zararlılara karşı parola soracak kadar basiretli oldukları devirlerde, kendilerini korumuş ve müesseselerinin tahribine meydan vermemişlerdir. Bu sezme ve basireti göste-remedikleri devirlerde ise, kendilerine ait öz ve manayı tahribe uğratmış ve sonra da tarih sahnesinden silinip gitmişlerdir.
Roma’nın zulüm ve baskısına karşı, Hristiyanlığa sarılan kitleler, daha sonra bilerek veya bilmeyerek, Roma hayatından pek çok yeni anlayış alarak dinlerine katdılar ve böylece, yüce bir dinin özünü ifsat etdiler. Bu alma ve aktarma işi, daha sonra da devam edip durdu ve zavallı Hristiyanlık bundan bir türlü kurtulamadı.
Bir taraftan, o günün mazlum, mağdur köleleri, zulüm ve istibdatdan, Hristiyanlığın himayesine sığınırken, diğer yandan, hasımlarına ait herşeyi kullanma gibi, bir acemilik ve bir oyuna gelme; belki de ikbâl hırsına kapılma gibi şeylerle -her ne olursa olsun!- kısa zamanda çeşitli mutasyonlarla özlerine yabancı birer hüviyet aldılar ve bir daha da kendilerine dönemediler.
Tarih tekerrür edip duruyor: Bugün de batıya karşı, aynı hâlet-i ruhiye içinde, bir yığın millet göstermek kabildir. Bu milletler ister batının teknik üstünlüğünü, refah seviyesini elde edip, onun gibi müreffeh yaşama peşinde olsunlar, isterse milletlerine hizmetin ancak böyle olacağına inansınlar, özlerinden ayrılma ve kendi kendilerini tahrib etme yolundadırlar.
Karşı dünya, dünden bugüne, üstünlüğünü korumadan başka bir şey düşünmedi ve bu uğurda her yolu meşru, her vesileyi mübah saydı. Bugün de aynı gayret içindedir. Arada tek fark var, o da; dünkü kölelere bedel, bugün köleleştirilmek istenen milletlerin oluşu ve dünkü kölelerin başkaldırmasına karşılık, onun yerinde bugün başkaldıran milletlerin bulunuşudur.
Evet eskiden; yeri, yurdu, kökü ve geçmişi olan bütün toplumlar, şimdi bu zıd dünyanın karşısına dikilme hazırlığı içindedirler.
Yakın tarihe kadar dünyamız, bu zıd dünyaların meydana getirdiği kandan seylâblar (3) karşısında bile, ona hep hüsn-ü zan etmiş ve iyimserlikden ayrılmamıştır. Ama üst üste cihan harbleri ve müteâkib felâketler, bu karşı dünyanın “şuuraltıi kin ve nefretlerini ortaya çıkarmış ve insanımızın gözünü açmıştır. Artık ayan beyan herkes görüyor ki, bu dünya husumet ve düşmanlıkdan başka birşey bilmemektedir. Zayıf olduğu devirlerde politikasıyla, kuvvetli olduğu devirlerde de, felsefesinin temel rüknü olan: “Hak kuvvetdediri düsturundan hareketle, hep zulüm ve gadir cephesinde bulunmuş; hep ezmiş ve inletmiştir.
Dinler, onu terbiye edememiş; mürşidler, azgın ruhunu uslandıramamış ve gönlüne bir yudum samimiyet iksiri içirememişlerdir.
Yerinde o, Hristiyanlığa bir kurtarıcı simit gibi sarılmış, ve yerinde, onun da yetmediğini ilân ederek başka mahbub arkasına düşmüştür. Mesihiyyete karşı rönesansı böyle bir ruh hâletiyle çıkardı ve Alplerin zirvesine yerleşdirdi. Salîb’i bayraklaşdırıp yeryüzünü işgâle koyulduğu zaman ne kadar sami-miyetsizse, yeni putuna karşı da o kadar sûrî ve ihlâssızdır. O, ne binbir tehâlükle (4), Anadolu’yu “çertarafi (5) haçlılara çiğnetdiği devirde, ne de dinî duyguları zincire vurup kiliseye hapsetdiği devirde, asla samimî olmamıştır.
Onun Hristiyanlığa sımsıkı sarılması, yeni bir inanç, yeni bir nizam ve yeni bir “dünya-ukbai anlayışına karşı hışmının gereğiydi. Bu yeni inanç ve sistemle mücadelede,Hristiyanlığın da yetmediğini anlayınca, rönesansla hembezm oldu. Bu onun “antiki devirleri imdâda çağırması, ricatı ve irtidâdı idi. Yani, yıkılırken başka bir enkaza dayanması, ölülerden meded umması ve mezarlara müracaat etmesiydi...
Zavallı batı, bu hâliyle, kendini kurtaracağını sanıyordu! Aslında yapdığı iş, bir libas değişikliğinden başka birşey değildi. Eski elbisesinin yerine, başına geçirdiği âriye (6) bir urba ile, ebedî varlığa ereceğini umuyordu. Heyhât! O, umduklarından hiçbirini elde edemedi. Aksine, bile bile gidip gericilik bataklığına “abordei (7) oldu. Evet, bir gayz ve kin uğruna, göz göre göre, hem kendini hem de başkalarını mahvetdi!
Haçlı seferleriyle, görme ve tanıma imkânını bulduğu yeni din ve yeni dünyanın insanı, onu o kadar ürkütmüşdü ki; mutlaka bu dünyanın hakkından gelmek istiyordu. Zira, yeni nizamın ruhundaki müsamaha ve hoşgörünün, onu, bir gün alıp batı kapılarına kadar getireceğini ve hâkim kılacağını düşünüyor ve düşündükçe de çileden çıkıyordu.
İşte o, böylesine fikrî herc ü merc içinde, kendi değerlerini ve mesnetlerini yeniden “kritiğei tâbi tutdu. Ve yeni bir mâşuku aramaya koyuldu. Az sonra da kendini etnografik müzelerde buldu. Ve o gün bu gün, bir daha da, gönlünü kaptırdığı o kadîm müstehâselerden (8) kurtulamadı.
Ah, bu ne öldürücü bir karardı! Keşke alçakgönüllü ve faziletli olabilse ve ayağının dibine kadar getirilen bu yeni hayat iksirinden içebilseydi, dünyanın veçhesi bambaşka olacakdı! Ama o, bağnazca davrandı ve kendisine ölümsüzlük müjdesi getiren bu şefkatli eli kırdı.
Aslında bu kavga ve mücadele, hiçbir zaman samimî ve hasbî olmamış katı bir dünyanın, özü ihlâs ve fıtrîlik olan yeni bir dünyaya karşı huysuzlaşmasının gereği idi. Bütün bir tarih boyu da devam edecekdi. Kuvvetli olduğu zaman alabildiğine azgınlaşan; zayıf olduğu devrelerde de bütün bütün mürâîleşen ve ruhu yapmacıklarla dolu bir dünya, ebedî nuru temsil eden bir nizamla katiyenuzlaşamadı. Ve işte tarihin, hûnîn (9) sayfaları; buna bin misâl meydanda...!
Nihayet içtimâî çalkantılar, onu kendine getirecek buudlara ulaşdı ama, bu defa da yıllar yılı aman vermeden ezdiği halâskârını, kendi kapısında iki büklüm buldu. Asırlarca kendisini kıvrandıran humma, şimdi de kıskıvrak bu yeni dünyayı yakalamışdı. “Tegallübler, esaretler, tahakkümler, mezelletler, türlü ibtilâlar, türlü illetler.i Artık, yıkılana payanda ile koşacak, yatağa düşene zemzem taşıyacak kalmamışdı...
Bu durumdaki bir dünyanın, başkalarına Hızır olması asla düşünülemezdi. Hele teknik üstünlük ve maddî refah seviyesi kıstas olur ve bu da yardıma muhtaç olanların elinde bulunursa...
Ne var ki, bu çekimserlik de bir işe yaramayacaktır. Zira, bir tarafdan onun, yüzlerce yıldan beri içinde taşıdığı hınç açığa çıkarken, diğer tarafdan da, öteden beri istismar edilegelen yeni dünyada bazı kıpırdanışlar belirmeye başlamıştır.
Şimdi iliklerine kadar korku içinde tir tir titreyen bu gadir-dünyası, biraz daha huysuz, biraz daha tedirgin ve biraz daha gerilim içindedir. Belki de patlayacak hâle gelen bu dünya, önümüzdeki yıllarda, yeni bir çılgınlık ve yeni bir maceraya atılacaktır...!
Keşke, bir kin ve nefret kumkuması hâlinde, asırlardan beri kaynayıp duran bu fitne ocağı, en son “şuuraltıi na kadar herşeyini ortaya dökmüş olabilseydi. Belki o zaman, intibâha gelmemiz biraz daha hızlanacak ve erken kurtuluşa erecekdik. Ve bu efsanevî ruhun tebâhı (10) batıyı da kurtaracakdı.
Kimbilir, belki de yine öyle olur.
“Gün doğmadan meşîme-i şebden (11) neler doğar.i
1) Dilşâd: Sevinçli, kalbi hoş olmuş.
2) İdbâr: Gerileme.
3) Seylâb: Sel.
4) Tehâlük: İstekle atılma, can atma.
5) Çertaraf: Dört bir yan, taraf.
6) Âriye: Ödünç, iğreti.
7) Aborde: Kıyıya sığınma, batma.
8) Müstehâse: Fosil.
9) Hûnin: Kana bulanmış.
10) Tebah: Uyarma, kendine gelme.
11) Meşime-i Şeb: Gecenin döl yatağı.