Kızıl Çin İmparatorluğu’nun tarih boyunca yıkılmamasının hikmeti ne olabilir? Orada ve Rusya’da yaşayan müslümanlar hakkında ümitli misiniz?
Çin, çeşitli dinlerin içiçe yaşandığı bir yerdir. Fakat orada en hâkim din Konfiçyüs'ün dinidir. Yahudi ve Hristiyanlık önceleri sempati görmüşken daha sonra YahudiIiğin ırkçılığı, Hristiyanların da belli bir merkezden (papalık) emir alma hususiyeti Çinlinin yapısına uygun gelmediği için, bu dinler sâliklerini kaybetmiş veya beklenen inkişafı gösterememiş, kilise ve havralar kapatılmış ve hepsine kilit vurulmuştur. Çin' de yüz milyona yakın müslüman olduğu söylenmektedir. Ancak, son rejim gelinceye kadar, açık olan câmiler ve serbest olan ibâdetler, bu rejimin gelmesiyle aksi istikâmette bir seyir ta'kib etmiş ve câmiler kapatılarak, ibâdetler açıktan yapılamaz olmuştur. Bugün belli bir seviyede gevşeme olsa bile, yine de yasaklamalar devam etmektedir.
Budizm ve Bırahmanizm gibi dinler de Çin'de müessirdir. Ancak yukanda da temas ettiğimiz gibi hâkim din Konfiçyüzim'dir. Aslında bu dinler sadece ahlâk prensipleri üzerine kurulmuş dinlerdir. Peygamber ve âhiret inancı yoktur. Dolayısıyla böyle bir müeyyideden mahrûmiyetleri sebebiyle, ne ölçüde bir ahlâk yapılanması temin edebilirler, bu düşünülmeye değer bir mes'eledir. Fakat güneşten mahrûm bu insanlar, mum ışığı görünce onu hakîki aydınlik kabul etmişler ve bu dinlere âit ahlâk prensiplerine sımsıkı sarılmışlardır. Varlıklarını koruyup, mevcûdiyetlerini devam ettirebilmelerini biraz da buna borçludurlar.
Çin dün kızıl değildir. Sonra kızıllaştı ve şimdi yine kızıllığı terk etmek üzeredir. Zira komünizm va'dettiklerinden hiçbirini verememiştir. Bugün materyalist felsefe her yerde olduğu gibi orada da iflâs etmiştir. Bir zaman dilimi içinde iğfâl ile kendini derman kabul ettiren bu sistem, artık, bütün vuzuhuyla ve çıplaklığıyla kendini ele vermiş ve hiçbir yönüyle, hiçbir mes'eleye derman olmadığı ortaya çıkmıştır. Şimdi zorla ayakta tutulmaya çalışılan bu sakîm ve alîl anlayış, kısa bir müddet sonra gümbür gümbür devrilecektir. Ferâset ve basîret erbabı bu sesi çoktan duymaya başlamıştı. Diğer insanlar da kısa bir gelecekde duymaya başlayacaklardır ve ömrü olanlar da tarrakalarını bütün dehşet ve ürperti verici keyfiyetiyle duyup görecek ve beşerî sistemin âkıbeti nasıl olurmuş işte bunun idrâkına varacaktır.
Netice i'tibârıyle diyebiliriz ki, günümüz sosyolog ve târihçilerinin birbirinden az farkla ifâde ettikleri gibi, Rusya tekrar ortodoksluğa; Çin de Konfiçyüs'ün dinine dönecektir. Bu arada hristiyan veya yahudi olanlarla Hak din İslâm'a gönül vermiş bulunanlar da kendi dinlerinde sâbit kalacaktır. Onlara âit görüş budur. Bize gelince, bunlara şunu da ilâve etmek istiyoruz: Geleceğin dünyâsında tek hâkim unsur İslâm olacaktır. Zira Allah Rasûlü'nün doğru ve doğrulanmış beyânları içinde bize verilen ders ve müjde böyle bir noktada merkezleşmekte .
"İseviyet tasaffi ederek hakîki hüviyetine dönecek ve mehdîliği temsil eden Muhammedîliğin şahsı mânevîsine iktidâ edip uyacak ve onu imâm kabul edecektir."
Cenâb-ı Hakk,Kur'ân-ı Kerîm'inden bize bir duâ öğretiyor: "Vec'alnâ lilmüttekîne imâmen" (Bizi müttekîlere iınâm kıl).
Evvelâ "Cenâb-ı Hakk vermek istemeseydi istemeyi vermezdi" prensibinden yola çıkarak, bizi müttekîlere imâm kıl, duâsını bize talim edip öğrettiğine göre, eğer kavlî ve fülî duâmızı tam yapabilirsek, istediğimizi bize vereceği muhakkaktır. O'nun ilâhî âdeti hep böyle cereyan etmiştir ve edecektir.
İkinci olarak da âyette dikkat edilmesi gereken kelimelerdir. Bizi ihlâslı veya müttakî kıl değil de, müttakîlere imâm kıl, deniliyor. Ortada bir imâmlık, liderlik ve kudve1ik söz konusudur.
Ayrıca müttaktyi, şerîat-ı fıtriyenin siyânet ve koruması altına giren ve o fıtrî kanunlara uygun ve mut9bık hareket eden, manâsına ele alıp değerlendirmeye tâbi tutacak olursak, mevzûmuzla alâkalı yönü daha da açık olarak ortaya çıkacaktır. Diğer taraftan Cenâb-ı Hakk, bizleri ümmeti vasat kıldığını , yeryüzünde istikâmeti bizim temsil ettiğimizi de haber vermektedir. Bu haberle de, liderlik vasıflarından bir diğeri anlatılmaktadır ki, bizim için çok mânidar ve üzerinde durulmaya değer bir hususdur. Bütün bu anlattıklarımızdan sonra mes'eleye şöyle bir hülâsa getirmemiz mümkündür: Hristiyanlık tasaffî edip sakatlıklarından arınacak ve durulacaktır, Fakat, ister akîde isterse amelî yönü itibâriyle bu tasaffî ediş, hep onun ikinci derecede ve tâbi durumunda olmasını gerektirmektedir. Zira her ne kadar tasaffi etse de, evvelinde bir bulanıklık vardır. Bir ameliye geçirecek ve ondan sonra saflaşacaktır. Bu ise menbaından saf ve billûr gibi akıp duran bir suyla kıyas kabul edilemiyecek, kıymet ve değerde demektir. İşte, İslâm hiç bozulmamış keyfiyetiyle, o menba suyu gibidir. Zira "İnnâ nahnü nezzelnâ'z-zikra ve innâ lehû le hâfizûn" âyetinin ifâdesiyle o teminat altına alınmış ve dâima muhâfaza edilmiştir. Halbuki Hristiyanlık için aynı şeyi söylemek mümkün değildir.
Çünkü onlar, behi bir devreden sonra sapıtmış, dalâlete düşmüş ve kendi ufuklarını karartmışlardır. Halbuki müslümanlar dünden bugüne apaydın bir yolda ve ışık ordusu halinde, nurdan bir ufka doğru yol almaktadırlar.
Burada yeri gelmişken, her zaman tekrar edilen bir hususu tekrar etmeme müsâade edilsin: Biz, bize düşen vazîfeleri yapmakla mükellefiz. Neticeyi yaratmak Allah'ın hikmet ve ihsânına kalmış bir iştir. Aynen Allah Rasûlünün dedesi Abdülmuttalib'in Ebrehe'ye dediği gibi biz vazıfemizi yapar şe'n-i rubûbiyetin gereğine karışmayız. Ebrehe Kâbe'yi yıkmaya geldiğinde, Abdülmuttalip ona mürâcaat eder. Bünyesinde, varlığın özüne ait bir mainâyı taşıyan bu insan, çok heybetli ve görkemlidir. Gören herkesi hayran bırakacak kadar. Ebrehe onu görünce aynı his ve duygulara büründü ve aklından; "Bu insan benden ne isterse yaparım"diye geçirdi. Büyük ihtimâlle "Kâbe'yi yıkma"diye i1timasta bulunacağını zannediyordu. Fakat durum hiç de onun beklediği gibi olmadı. Kendisine ne istediği sorulunca;`develerimi' dedi. Ebrehe hayrette kalmıştı:
- Yahu, dedi, ben Kâbe'yi yıkmaya geliyorum, sen ise benden develerini istiyorsun, bu nasıl iştir?
- Ben develeıin sâhibiyim, der Abdülmuttalip, onları korumakla vazifeliyim. Kâbe'nin de sâhibi var; O da orayı korur. Ve hâdise onun dediği gibi olur. Cenâb-ı Hakk kendi beytini. Hem de hiç beklenmeyen bir tarzda korur. Ebâbil kuşları, ister melekler olsun, ister ruhânîler veya isterse bildiğimiz normal kuşlar;bizim için çok mühim değildir. Mühim olan Cenâb-ı Hakk'ın Kâbeyi korumasıdır. Bu kuşlar attıkları taşlarla onları yenmiş ekin tarlasına çevirmişlerdi ve hepsi de hazan görmüş yaprağa dönmüştü.
Ben şahsen ne zaman bu hâdiseyi anlatan Fîl Sûresi'ni okusam, Dini İslâm'ın Kâbey-i ismetine tecâvüz etmeye hazırlanmış ne kadar kefere ve fecere varsa, hepsinin aynı akıbete uğrayacağını tasavvur ederim. Ve ardından da "Li îlâfi Kureyş" diye başlayan "Kureyş" Sûresiyle de Allah'ın emn ü emânını düşünür ve Cenâb-ı Hakk kendi yolunda yürüyenleri her türlü korkudan emîn kılacağı mevzuunda bir te'minat ve bu te'minatlarda da bir tazelenme hissederim.
Onun için sizler, size âit olan işleri yapmaya çalışın. Dini Mübîn-i İslâm'ın Kâbe'yi ismetini koruma işini Cenâb-ı Hakk'a havâle edin. O günkü Ebrehelere onu çiğnetmediği gibi, bugünkü Ebrehelere de çiğnetmez. Dünkü ebter gibi bugünkü ebter de çeker gider, gider de sizler bile şaşarsınız.
Biz, dünyâ çapında işte, böyle bir ümttle dopdoluyuz. Şu istikbâl inkılâbatı içinde en yüksek ve gür sadâ İslâmın sadâsı olacaktır. Mes'eleyi de sadece Çin ve Rusya ile sınırlandırmıyoruz. . .
"Gün doğmadan meşîme-i şebden neler doğar."