“Ve alleme Âdemel esmâe kulleha" ayeti neler anlatmaktadır?
Sure-i Bakara (31. Ayet)'daki bu ayetin mefhum-u münifi "Allah (C.C) Hz. Adem'e bütün esmâyı talim etti" şeklindedir. Malum! İsimlerin Hz. Adem'e öğretilmesi, Kur'ân-ı Hakim'de, Hz. Adem'in hilafetinin bahis mevzuu edildiği yerde ele alınır. Melekler, insanın cibilliyet ve mâhiyetindeki bir kısım unsurlardan ötürü, yeryüzünde fesat çıkaraca,ğı, kan dökeceği istibsarı (önsezi) ile, Cenab-ı Hakk'a mukabelede bulunurlar. Yani: "Ya Rab insanın mâhiyetine bakınca, bu, kan döker, insan öldürür, nifak çıkarır gibi görünüyor..." derler. Tıpkı, insanın yüzündeki hatlardan onun ruh ve mahiyetini okuyan insanlar gibi; melekler de, Hz. Adem'in mânevî simasında bunu görürler. Çünkü, yerin çamurundan, hamurundan alınan bir varlığın simasında bunlar yazılıydı... Onda, ilâhî nefhaya ait başka şeyler de yazılıydı ama, Melâike-i Kiram'ın gözüne birinci şık ilişmişti. Evet, bir yönü toprak, diğer yönü nefha-i ilâhî olan insan. Toprak yönü ile onda, şehvetler, kaprisler, hırslar, kinler, nefretler vardı; nefha-i ilâhî yönüyle de, A'lâ-yı İlliyyîne çıkıp, ahsen-i takvim suretini alacak ve Mele-i A'lânın sâkinleri arasına girecek bir kabiliyeti bulunuyordu.
İşte, melekler, Adem'in cismâniyetine ait bu vaziyeti hissedip, Cenab-ı Hakk'a istifsârda bulundular. "Yeryüzünde nifak çıkaran, kan döken birisini mi yaratacaksın?" Allah (C.C) da melekleri imtihan için önce Adem'e Esmayı talim buyurdu; (Esmâ, isimler demektir) yani, taş, ağaç, kandil, toprak, avize vs... gibi şeyleri. Fakat mücerred esmâ bir şey ifade etmeyeceğinden, esmânın verâsında mücmel olarak müsemmâyı da O'na öğretti. Esasen kâinatta herşey, isim ve ismin delalet ettiği müsemmâ (isme esas teşkil eden zat) itibariyle iki yönü olan bir vahitdir. Bu itibarla, Hz. Adem'e isimleri öğretti demek, dolayısıyla isimlerin delalet ettikleri şeyleri de ta'lim etti demektir. Hz. Adem'e icmalen öğretilen isimlerin tafsilini Allah, Hz. Muhammed (Aleyhisselam)’â talim buyurmuştur. Evet, Hz. Adem'e okutulan fihristin bir kitap olarak tafsilatı Peygamberimiz'e (S.A.V) anlatılmıştır.
Cenab-ı Hak, talim-i esmâ ünvanı ile, Hz. Adem'in halife olduğunu göstermiştir. Arz in edîm'inden, yani, yerin yüzünden alınan maddelerle yaratılan ve Adem ismiyle yadedilen Hz. Adem, Muhyidin İbn-i Arabi nin Fusus'ul Hikem'inde anlattığı gibi, Allah'ın (C.C) yeryüzünde halifesi ve makam-ı cem'in sahibidir. Eşyaya Adem merceği ile bakılırsa, "vahdet-i vücut" görülür. İnsan yeryüzünde Allah'ın matmah-ı nazarıdır ve o, câmi-i esmâıdır. Makam-ı fark'ın değil; makam-ı cemin) sâhibidir. Allah, bu önemli mansıbın Hz. Adem'e ihsanını talim-i esmâ ünvanıyla ifade etmişdir.
Demek oluyor ki, Allah Hz. Adem'e bütün ilimlerin hülâsasını ilham etti. Bu sayede Hz. Adem bir taraftan dinî hakikatların hülasasını, diğer taraftan kimya, fizik, astronomi, tıp gibi ilim ve fenlerin hülasasını vahyen öğrendi. Yani, bu mevzudaki temel kaide ve esas prensipleri; yoksa, ilim ve fenlerin nihayet hududuna kadar tafsilatını değil. Evet, bunlar mücmel şeyler, belki de bir kısım remizlerle ifade edilen şeylerdi. Bu kadarı bile çok muazzam idi ki, Melâike-i Kirâm'a arzedildiği zaman bilemediler.
Bu bilememe meselesinde, şöyle bir husus anlaşılabilir: Alem-i cismâniyet, (cisimler alemi), Alem-i ervahtan (ruhlar alemi) daima farklıdır. Bizler bir yanımızla cismani âleme ait varlıklarız. Bunun gibi, müşahede ettiğimiz şu tabiat kitabının herbir parçası da, yine cismani aleme ait şeylerdir. Cismaniyete ait, canlı-cansız tablolar, bir ölçüde cismanî olmayanlar tarafından tam bilinemez. Meselâ cismanî âlemde görme, duyma buudları vardır ki, bu buudların dışına çıkılamaz. Meselâ, insanlar görülebilecek şeylerin ancak milyonda beşini görür, verasını göremezler. Ne var ki, bu görme, duyma da, yine cismani âlemde olur. Halbuki Meiâkie-i Kirâm'ın görüş' ve duyuş buudu tamamen başkadır. Çünkü onlar ruhânidirler. Onun içindir ki, bir kısım ecsâm-ı lâtîfe, hattâ ruhaniler ve cinniler, alem-i şehadeti seyretmek için, cismanî olan bir varlığın gölgesi altında, onun ceset adesesini kullanır, onun gözüyle alem-i cisman.yi seyrederler. Senin nazarında, şu kevn ü fesaddaki keyfiyet, cismanî olanlardan tamamen başkadır. Melaike-i Kiram, baharı, yazı; çiçekleri, haşeratı, hevamı senin gördüğünden farklı görürler. Evet, onlar değişik buudlardan baktıkları için, senin bakış, görüş, duyuş ve hazzedişinden çok değişik şeyler müşahede ederler. Cenab-ı Hakkin Hz. Adem'e (A.S) talim ettiği esmâ, âyât-ı tekviniye, şeriat-ı fıtriye ve kâinatta cari kanunlara ait mücmel hakikatlardı. Cism-i latif olan Melâike-i Kiram, kesif cismin hassası olan bu şeyleri bir ölçüde bilemedikleri için "Senin öğrettiğinden başkasını biz bilemeyiz. Seni tesbih ve takdis ederiz." dediler. (Bakara - 32)
Bu iki meseleyi telif ettiğimiz zaman, şu neticeye varıyoruz. Cenab-ı Hak, kâinattaki mücmel hakaiki Hz. Adem'e talim etti. Ve bu talim, gelişe gelişe olgunlaştı, kemâle erdi ve Kâmil-i Mutlak, Makam-ı Mahmud'un Sahibi Hz. Muhammed'de (S.A.V) noktalandı. O öğretilecek her şeye mazhar olması cihetiyle, Muhammed, Ahmed, Mahmud ve Hâmid oldu. Yani herşeyi ile hamd-ü senâya giden yolların ayrımından yol gösteren ve etrafı aydınlatan bir zat olarak zuhur etti. Onun mazhar olduğu şeylere, şimdiye kadar kimse mazhar olmamıştı. O, bütün isimlerin mazharı Kur'an-ı Kerim gibi, umum isimleri temsil için gönderildi; Kur'an'a göre`Fatiha"ne ise0 da enbiyaya öyle fatiha oldu.
Fatiha'daki 7 âyetin ilk mazharı Hz. Ademdi ve 7 ayetin bir odak noktasıydı. (Nokta-i mihrakiye). Evet, Hz. Adem 7 sıfatın da nokta-i mihrakiyesiydi. 7 ayet ledünni yönüyle 7 sıfata bakmaktadır. 7 hakikatı göstermektedir.
Namazda insan bu işi tam temsil ettiğinden 7 uzvuyla secde etmekte ve 7 ayete bakmaktadır. Resul-ü Ekrem (S.A.V) ise, Kur'ân-ı Kerim'le tafsil edilen Fatiha'nın tamamına mazhardır. Yani Fatiha, Resul-ü Ekrem'de (S.A.V) tafsil edilmiştir. Onun için O'na (S.A.V) "Ahmed", Ümmetine, "Hammâdün" ve O'nun (S.A.V) etrafına toplanıp gölgelenilen bayrağına da "Livaü'I-Hamd" denilmiştir.
Evet, talim-i Esma, tafsilen Hz. Muhammed'e (S.A.V) ilham buyrulmuştur. Ne mutlu O'na (S.A.V), ne mutlu bize. Esasen ulüm ve fünun-u müsbete de, yine talim-i esmâ ünvanı altında anlatılmaktadır. Büyük Mürşidin de dediği gibi: "Şu ayetin, insanın câmi istidad ve kabiliyeti cihetiyle mazhar olduğu bütün ilmî kemalât ve fennî terakki' ve sanat hârikalarını (Talim-i Esmâ) ünvanı ile ifâde ve tâbir etmesinde, şöyle lâtif ve ulvî bir remiz var ki: Herbir kemalin, herbir ilmin, her bir terakkinin, herbir fennin âli bir hakikatı var ve o hakikat, ilâhî bir isme dayanıyor. Yoksa, herşey, yarım yamalak bir suret ve nakıs bir gölgeden ibaret kalır.
Meselâ: Hendese bir fendir. Onun hakikatı Cenâb-ı Hakkın Adl ve Mukaddir ismine yetişip, hendese aynasında, o ismin hikmet dolu cilveleriııi bütün ihtişamıyla müşahade etmektir. Tıp bir fen ve bir sanattır. O'nun hakikat ve son sınırını yakalamak ise, O Mutlak Hekim'in "Şâfi" (dertlilere şifa veren) ismine dayanıp ve O Yüce Yaratıcının yeryüzü çapındaki geniş eczanesinde, O’nun rahmetinin cilvelerini görmek ve hâkiki şifâ verenin O olduğunu bilmekle kâbildir.
Bunun gibi, sair fen ve san'atlar da, her biri, Allah'ın nurlu isimlerinden birine dayandırıldığı, daha doğrusu dayalı oluş keyfiyeti sezildiği ölçüde, önü açılacak, tıkanıklığa maruz kalmayacak ve gerçek değerleriyle bilineceklerdir. Yoksa, faraziye ve nazariyelerin karanlığında, varılsa varılsa evhâma varılır.
Herşeyin doğrusunu en iyi bilen O'dur.