ÜSLUP FARKLILIĞI
Soru: Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mekke’nin fethini müteakip Hz. Vahşî’ye yazıp gönderdiği rivayet edilen âyetleri izah eder misiniz?
Her şeyden önce şunu ifade etmeliyim ki, bu kabil rivayetler her ne kadar hadis kitaplarında zikredilse de; itikat ve ibadetlerle alâkalı hadisler kadar sıhhatli sayılmazlar. Bu açıdan, bu ve buna benzer rivayetlerde, kısmen dahi olsa üslubun farklılaşmaya uğradığını kabul etmekte yarar var. Bu mülâhazayı ifade ettikten sonra şimdi de, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in, Mekke fethedildikten sonra Tâif’e kaçan Hz. Vahşî’ye (radıyallâhu anh) yazıp gönderdiği rivayet edilen âyet-i kerimeler üzerinde durmaya çalışalım.
Bunlardan ilki “Onlar, Allah ile beraber başka bir tanrıya ibadet edip yalvarmazlar. Allah’ın muhterem kıldığı bir canı haksız yere öldürmezler ve zina etmezler onlar. (Aksine) Kim de bunları yaparsa, o günahının cezasını bulur.”[28], ikincisi “Şu kesin ki; Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; ama dilediği kimse hakkında bunun altındaki diğer günahları affeder. Her kim Allah’a ortak koşarsa, haktan çok uzağa sapmış olur.”[29], üçüncüsü ise “De ki: ‘Ey o çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah dilerse bütün günahları mağfiret eder. Çünkü O, Gafûr ve Rahîm’dir. Çok affedicidir, merhamet ve ihsanı fazladır.”[30] âyet-i kerimesidir.
Bu çerçeve içinde Mü’minlerin, Allah hakkındaki ümitleriyle alâkalı olarak onlara anlatılmak istenen daha bir kısım hakikatler var. Şöyle ki, bütün Mü’minler, “Ancak şu var ki tevbe ve iman edip iyi davranışta bulunanlar bundan müstesnâdır; Allah onların kötülüklerini iyiliklere, günahlarını sevaplara çevirir. Çünkü Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir, sınırsız mağfiret ve ihsan sahibidir.” âyetiyle vadedilen teveccühten belli bir ölçüde nasiplerini alabilirler. Meselâ bir insanın aklına “Ben adam öldürdüm, zina ettim, nefsime ve başkalarına karşı haksızlıkta bulundum..” vb. gibi düşünceler gelebilir. Ancak bu âyet-i kerimede de bildirildiği üzere, Allah (celle celâluhu), tevbe ve iman edip iyi davranışlarda bulunan kimselerin nâmütenâhi kötülük yapma istidatlarını nâmütenâhi hayır ve hasenât yapma kabiliyetine çevireceğini vadetmektedir. Hatta işârî tefsirlerdeki bir tevcihe göre, Cenâb-ı Hak, iyilik yapmaya başlayan bir kimsenin, geçmiş günlere ait amel sahifelerinin boş kalmaması için, onun daha önce yaptığı kötülükleri bile iyiliğe çevirecektir. Yani artık o kişi, tamamen Hakk’a yönelince, sadaka vermek, anne-babaya saygılı olmak, komşu haklarına riayet etmek vb. gibi bir kısım güzel işler yaparak ve kötü işlerden de sakınarak, kaçarak hep iyilik peşinde koştuğundan dolayı onun geçmişte yaptığı kötülüklerin hiçbiri amel defterine yazılmayabilir. Evet bir insan, tevbe edip Müslüman olarak kendisini yenileyince, geçmişte güzellik adına yaptığı ne kadar şey varsa, bütün bunlar sanki yeniden hayatlanmış gibi, o insan amel cihetiyle bir umumi diriliş yaşayacaktır.
Mü’minlerden, Cenâb-ı Hakk’a karşı recâ yanları zayıflayıp havf yanları daha çok öne geçmiş olanlar, “Şu kesin ki; Allah, Kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; ama dilediği kimse hakkında bunun altındaki diğer günahları affeder. Her kim Allah’a ortak koşarsa, haktan çok uzağa sapmış olur.”[31] âyetine sarılırlar ve sarılmalıdır da; zira bu âyet-i kerimede Cenâb-ı Hak, bir orada bir burada yüzüp gezen, kendini bildiği halde hiç hatalardan utanmayan, her gün tevbe ettiği halde yeniden aynı hataları tekrar eden günahkâr insanlara hitap etmekte ve dilediği kimselerin -kendisine şirk koşmanın dışında- bütün günahlarını affedeceğini vâdetmektedir. Bu vaad, Allah’ın kullarına engin bir lütfu ve rahmetinin gereğidir ama yine de O’nu hiçbir zaman bağlamaz. Zira O (celle celâluhu), böyle bir lütfu, insandaki bir liyâkat ve onun göstereceği bir kahramanlık veya en azından dişini sıkıp fenalıklara karşı koyması mukabilinde vâdetmiş olabilir. Ancak burada bir “dileme” (meşîet) şartı vardır. Dolayısıyla her insan, daima ruhunda İlâhî meşîete takılacağı korku ve endişesini taşımalıdır. Bu da hiç şüphesiz her ferdin kendi ruh hâletine göre bir seviyede gerçekleşecektir.
Bunlardan başka bir de, inandığı halde hayatını, duygu ve düşüncelerini, zaman ve imkanlarını, hâsılı sahip olduğu her şeyini israf eden, nefis ve şeytana uyup pek çok günah işleyen ve neredeyse Allah’ın rahmetine karşı bütün ümidini yitirecek gibi olan insanlar vardır ki, işte bu âyetle böylelerine, doğru yola girebilmesi için, değişik zamanlarda, değişik fırsatlar verilmiştir. Artık onun da, kendisine verilen bu fırsatlardan hiç olmazsa birisini değerlendirip doğru yola girmesi gerekir. Eğer o insan, kendi ihmalinden dolayı bu fırsatların bütününü kaçırmışsa, işte böyle bir insan, bazen günahını hacâlet halinde, o hacâletini de ümitlerini sarsıcı mahiyette vicdanında duyarak, işinin bitik olduğunu düşünebilir.. düşünebilir ve böyle bir düşünce ile öyle bir sürece girer ki, artık o kendi kendine, “nasıl olsa cehennemdeyim” diyerek ya kendisini dalâlet ve küfre salar ya da Allah’ın (celle celâluhu) engin rahmetini hafife alır hâle gelir. Oysaki O’nun rahmeti her zaman gazabının önündedir ve her şeyi kuşatmıştır. Demek ki bu âyet aynı zamanda, bir taraftan böylesine sarsıntılarla baş aşağı gidecek kimseler, diğer taraftan da o mevzuda Allah’ın rahmetini hafife alacak duruma düşmüş insanlar için de, tıpkı kurtarıcı bir reçete gibi, “De ki: ‘Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah dilerse bütün günahları mağfiret eder. Çünkü O, Gafûr ve Rahîm’dir. Çok affedicidir, merhamet ve ihsanı fazladır.” [32] diyerek dertlerini onulmaz görenlere bile umulmadık şekilde ümit bahşediyor. Evet bu denli recâya karşı sarsılmış, havfla ırgalanmış, kurtuluş ümidini yitirme noktasına gelmiş ve sonunda bu âyete sığınmış bir insana bu beyanla yeniden bir diriliş kapısı aralanmakta ve onun ümidini beslemek için hemen bir sonraki âyet-i kerimede de şöyle buyrulmaktadır: “Size azap gelip çatmadan önce, Rabb’inize dönün ve O’na teslim olun, O’na itaat edin. Yoksa yardım göremezsiniz.” [33] Buradaki dönüş, normal ve sıradan insanların dönüşü değildir. Zira âyet-i kerimede “inâbe yapın”, yani âdeta ‘Rabbinize büyük ve kâmil insanlar topluluğu olan ebrâr ve mukarrebînin yönelişi veya bir mürîdin mürşidine intisabı gibi yönelin, O’na dönün ve O’nun engin rahmetinden kat’iyen ümidinizi kesmeyin.’ denilmektedir. Bu ifadeler, onları vicdanında derinlemesine duyabilen insanın ümidini şahlandırıcı ve Rabb’e yönelmeyi kolaylaştırır mahiyettedir. Esasen bu ufku yakalamış olan insanın, Rabb’ine dönüşü de normalin üstünde bir tevbedir. Âyet-i kerimede âdeta “Siz tevbe edenler değil inâbede bulunanlarsınız.” denilerek, insanın ruhuna tesellîbahş neler neler duyurulmaktadır! Böylece bu üç âyet-i kerime ile farklı farklı anlayışlara sahip olan insanlara ve herkesin kendi mizacına uygun olanını alabileceği üç ayrı reçete sunulmuştur.
Burada dikkat etmemiz gereken diğer bir husus da şudur: Hz. Vahşî (radıyallâhu anh), zeki bir insandır. Bir dönemde Hind’in menfur emellerine alet olmuş, onun, tesir altına alıcı mantığına yenik düşerek kendi çıkarları uğruna Hz. Hamza’ya (radıyallâhu anh) kıymış ve Mekke fethine kadar da bu hâlini sürdürmüştür.
Hz. Vahşî, hayatının sonuna kadar sadakat ve samimiyetle yaşamıştır. Hep yaptığı büyük hatanın şuurunda olmuştur. Evet, Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te kâfir safları içinde bulunmuş ve Uhud’da yaptığı cinayetin büyüklüğü altında her zaman ezilmiştir. Evet bu cinayet çok büyüktü, zira Allah Rasulü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hz. Hamza’ya karşı ayrı bir teveccühü vardır. Hz. Hamza, Nebiler Serveri’nin amcası ve süt kardeşi olmasının yanında, temsil ettiği mânâ ve misyon itibarıyla da Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile aralarında bizim idrak ve tasavvurlarımızı aşkın bir irtibat ve alâka söz konusuydu. Hatta denebilir ki, Hz. Hamza’nın bizim kriterlerimizle değerlendirilmesi imkansız daha başka yanları da vardı. Bu farklılığından dolayıdır ki, Zeyd b. Hârise (radıyallâhu anh), Cafer b. Ebî Talib ve Hz. Ali, o şehit edildikten sonra, hemen hepsi de onun çocuklarına sahip çıkmak istemişti.. ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, onun ve çocuklarının hüzünlü hallerini görünce çok duygulanarak hıçkıra hıçkıra ağlamış ve gözyaşı dökmüştür.
Evet, Hz. Hamza’nın Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında öyle farklı bir yeri vardı ki, ne onu, ne de onun katilini unutması mümkün değildi. O, en kritik dönemlerde bir kılıç gibi küfrün başına inmiş, bir ok gibi küfrün bağrına saplanmış, Nebiler Serveri’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) ulaşıp zarar vermek isteyenlere karşı kollarını germiş ve âdeta etten kemikten bir kalkan olmuştu. Yine, kükrediğinde arslanların ödünü koparan bu devâsâ kâmet, hayatı boyunca Müslümanlar için apayrı bir ümit kaynağı şeklinde algılanmıştı ki, Allah Rasulü’nün böyle bir insanı unutması mümkün değildi.
Ayrıca Hz. Hamza’nın Müslümanlığı seçmesi de oldukça zordu. Zira o, yaş itibarıyla Efendimiz’den büyük olduğu gibi aynı zamanda O’nun amcasıydı. Bu durumda farklı boyutlarda iki büyüklüğü karşı karşıya getiriyordu. Dahası o, arslanların boynunu koparan dev bir arslan avcısıydı. Bu ve buna benzer meselelerden ötürü onun Mekke’de büyük bir namı, şöhreti vardı ve “Hamza!” denildiğinde herkesin ödü kopardı. Dolayısıyla o, Müslüman olmadan önce kendisini Nebiler Serveri’nden hep üstün görmüş de olabilir. İşte bütün bunlardan ötürü, Hz. Hamza’nın Müslümanlığı seçmesi bir hayli zordu ama o, bütün bu engelleri aşarak Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) madde plânında hırpalandığı, önü kesilmek istendiği bir dönemde Müslümanlığı kabul edebilmişti. Evet onun Müslüman olması çok önemliydi; zira henüz Müslüman olmamış kişiler ona bakarken sadece “Hamza Müslüman olmuş.” demeyeceklerdi; Müslüman olması çok zor olan bir kişinin bütün engelleri nasıl aşıp Müslüman olduğunu konuşacak ve şok yaşayacaklardı; öyle de oldu...
Makam ve mevki itibarıyla belirli yerlere gelmiş, ilim yönünden de oldukça seviyeli insanların çizgi değiştirmeleri oldukça zordur. Meselâ ben, babamın Nur hakikatlerine teslim olmasını her zaman takdirle yad etmişimdir. Zira babam, benim hem hafızlık, hem Arapça hocam olduğu gibi, aynı zamanda benim evliya ve asfiya ile tanışmamı da sağlayan kişidir. Gerçi ben de ona karşı büyük bir saygı göstermiş; meselâ hayatı boyunca hiç onun gölgesine ayağımı basmamış ve -cami kürsüsünde konuştuklarım hariç- onun yanında sarfettiğim sözler yüz cümleyi geçmemiştir. Ama iman ve Kur’ân hakikatleri mevzuunda ben yarım adım önde tanıma şerefine ermiştim. O, yarım adımı aştığı gibi beş adım da öne geçti. Ben, Nurların aydınlık dünyasıyla tanışınca, babama okuması için “İktisat Risalesi”ni vermiştim. Çok kuvvetli bir hafızası vardı. Birkaç gün sonra görüştüğümüzde İktisat Risalesi’ni âdeta ezbere okuyor ve “Eyvâh! Biz şimdiye kadar şu yol bu yol derken boşuna gezmişiz, meğer yol bu imiş.” diyerek büyüklüğünü ortaya koyup hem çocuğu hem de talebesi konumunda olan biri vasıtasıyla tanıdığı Nurlara talebeliği kabul ediyordu. Bu kabullenme oldukça zor bir hâdiseydi. İşte bunun için ben babamı hep takdirle yâd ederim. Kırkıncı Hoca, onun bu yanlarını bildiğinden ve belki de daha başka şeylerden ötürü bir keresinde “Onun eşi yoktur. O, enderun terbiyesi görmüş bir adam gibiydi.” dediğini hatırlarım.
Evet, işte Hz. Hamza’ya da bu zâviyeden bakıldığında, onun Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) amcası olması; arslan avcısı olması; Müslümanların sayılarının henüz kırka bile varmadığı bir dönemde, gelip o zayıf cemaatin içine girerek kendini tehlikeye atması; Müslümanlar nerede tazyik görüyorsa Hızır gibi onların imdatlarına yetişip makam-ı Hızıriyeti temsil etmesi gibi hususiyetleriyle onun derinliğinde insan sayısı çok azdır.
Şimdi işte böyle bir Hamza’yı öldüren Vahşî’nin mantığını anlamaya çalışalım. O, saf ve aptal bir insan değil, aksine zencilerin en akıllılarından biri... Onun için Allah Rasulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona İslâm’a dehalet etmesi için “Ancak şu var ki tevbe ve iman edip iyi davranışta bulunanlar bundan müstesnadır; Allah onların kötülüklerini iyiliklere, günahlarını da sevaplara çevirir. Çünkü Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir, sınırsız mağfiret ve ihsan sahibidir.” [34] meâlindeki âyeti yazıp gönderdiğinde, “Ya Rasulallah! Ben neredeyse küfre denk bir iş işledim. Allah benim de kötülüklerimi hasenata çevirir mi?” diyerek teminat verecek bir beyan arıyordu. Onun bu tavrı karşısında Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona, “Şu kesin ki; Allah, Kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; ama dilediği kimse hakkında bunun altındaki diğer günahları affeder. Her kim Allah’a ortak koşarsa, haktan çok uzağa sapmış olur.”[35] meâlindeki âyeti yazıp gönderir. Ancak, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Hz. Vahşî çok zekidir ve o, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) irtihâl-i dâr-ı bekâ buyurduktan sonra aradığı garantiyi başkasından alamayacağını bilmektedir. Kendi hevâ ve hevesine göre konuşmayan, söylediği sözler vahiyden ibaret olan Allah Rasulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) henüz hayatta iken o garantiyi yakalama peşindedir. Onun için Hz. Vahşî, “Yâ Rasulallah! Allah burada bağışlamayı dilemeye bağlamış. Ya ben bu dilemeye takılırsam.” mânâsında sözler söyleyerek son endişesini dile getirince, bu defa da Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona şu âyeti yazıp göndermiştir: “De ki: ‘Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah dilerse bütün günahları mağfiret eder. Çünkü Gafûr ve Rahîm’dir. Çok affedicidir, merhamet ve ihsanı fazladır.”[36] Bu âyet, Hz. Vahşî’ye âdeta şöyle demektedir: Ey hayatını israf içinde geçiren ve kendi hesabına Bedir’i, Uhud’u, Hendek’i berbat eden ve Mekke fethinde bile Müslümanlara karşı koyan adam! Sen bile Allah’ın engin rahmetinden ümidini kesmemelisin! Ne kadar büyük olursa olsun, günahkârların günahları Allah’ın engin rahmeti yanında, okyanuslara nisbeten denizin yüzündeki minik köpüklerden daha ehemmiyetsiz kalır.
Hz. Vahşî, bağışlanma garantisini aldıktan sonra Allah Rasulü’nün huzuruna gelerek Müslüman olur. Rasulü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise, Hz. Vahşî’ye, kendisini gördüğünde canı gibi sevdiği amcasını hatırlayıp içinde menfi bir duygu belirmesi ihtimaline karşı daha temkinli davranmasını söyler.
Doğrusu Hz. Vahşî, Müslüman olduktan sonra, hep Hz. Hamza’yı öldürmekle işlediği günaha keffaret arayışı içinde olmuş ve nihayet beklediği bu fırsat Yemâme’de karşısına çıkmıştır; hem de Hz. Hamza’nın bağrına sapladığı mızrağı elinde olarak.. evet işte bu mızrağı yalancı peygamber Müseyleme’nin sinesine saplamış ve şöyle demiştir: “Hz. Hamza’yı şehit etmekle insanların en hayırlısının kanına girdim. Rasulullah’ın vefatından sonra Müseyleme’yi öldürmekle ise insanların en kötüsünü öldürdüm.” Kaynaklarda nakledildiğine göre, Vahşî, mızrağını Hz. Hamza’ya önden vurunca Hz. Hamza, mızrağın üzerine kapanıp kalmıştır ki ben, onun bu halini Arapça’daki “lâ”ya benzetmişimdir. Gerçi Yemâme’de Hz. Hamza’ya saplanan aynı mızrakla vurulunca Müseyleme de “lâ” haline gelmişti ama Hz. Hamza burada “lâ” ötede “neam”, yani burada cismen yok olsa bile ahiret itibarıyla ebedî varlığa mazhar olmuştu. Müseylemetü’l-Kezzâp ise her iki tarafta da “lâ” olmuş, yani ademe mahkum bir zavallı haline gelmiştir.
Hz. Vahşî, Müseyleme’yi öldürdükten sonra ihtimal Allah Rasulü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) manevî huzuruna gelerek “Artık sana görünebilir miyim Yâ Rasulallah?” demişti ki, bu da onun hayatı boyunca devam ettireceği inâbesiydi. Buradan da anlaşılmaktadır ki, Hz. Vahşî, bir kere Hakk’a dönmekle kalmamış, “Acaba tam olarak döndüm mü?” endişesiyle sürekli O’na yönelmiş ve hayatı boyunca dönüş (inâbe) ameliyesini sürdürüp durmuştu.
Allah (celle celâluhu), Hz. Vahşî’ye Müseyleme’yi öldürmeyi nasip etmekle onu vicdanî huzura erdirmek için bir fırsat hâsıl etmiş olabileceği gibi, Hz. Vahşî’nin hicranını mükafatlandırmış da olabilir. Çünkü Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyururlar: “Ben bir gün rüyamda, elimde iki altın bilezik gördüm. Yine rüyamda onlara fazla bir ilgi göstermiştim. Allah Teâla hazretleri: “Onlara üfle!” diye vahyetti, ben de üfledim, derken uçup gittiler. Ben bunları, benden sonra çıkacak iki yalancı ile yorumladım.” Râvi Ubeydullah, bu iki yalancıdan birisinin San’a’nın sahibi el-Anesî, diğerinin ise Yemâme’nin sahibi Müseyleme olduğunu söylemiştir. Allah Rasulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hz. Hamza’ya üzülmesinden daha fazla, dinin bir yalancı peygamber tarafından sarsılmasına karşı üzülmüştür. O açıdan Hz. Hamza’nın tasasını izâle eden el ile Müseyleme’nin tasasını silen elin aynı olması çok önemliydi. Zannım odur ki, âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), diğer peygamberler gibi öbür âlemde hayatta olduğuna ve dâvâsının seyrini temâşâ ettiğine göre, Müseyleme’den duyduğu tasayı onu öldürmek suretiyle Hz. Vahşî’nin izale ettiğini görmüş ve belki de vicdanen “Ey Vahşi! Hem amcamın tasasını, hem de dinim adına duyduğum tasayı unuttum. Artık bana görünebilirsin.” demiştir.