Bu mektûbu, babasının üstâdı Muhammed Bâkî-billahın �kuddise sirruh� oğlu hâce Muhammed Ubeydüllahın mektûbuna cevâb olarak yazmış olup, vücûd-i ilâhînin, Zât ile aynı olup olmadığı ve fen taklîdcilerinin, tabîatde var olan yok olmaz ve yok olan, var olmaz sözlerinin yanlış olduğu ve nemâzın kemâlâtı bildirilmekdedir:
Âlemlerin Rabbi, yaratanı ve yetişdireni olan Allahü teâlâya hamd ederim. Onun sevgili Peygamberi Muhammed �aleyhissalâtü vesselâm� için ve Ona yakın olanların hepsi için düâlar ederim. O büyük insanın kıymetli oğlunun, lutf ve inâyet buyurduğu mubârek mektûbu, bu câhili şereflendirdi. Ey merhamet sâhibi, alçak gönüllü, yüksek efendim! (Vahdet-i vücûd) mes�elesi, bize dedelerimizden mîrâs kalan bir ilmdir. Bunu tekrâr bu muhtâca yazmanız, ma�lûmu i�lâm ve belli olan şeyi izhâr etmekdir. Bundan evvel sizi râhatsız etmekden maksad, vahdet-i vücûd bilgisinden dahâ yüksek, başka ilm de bulunduğunu bildirmek idi. Bu iki ilm arasındaki fark, cevzin kabuğu ile içi arasındaki fark gibidir. Demek ki, maksadımız anlaşılmadı. Yazdıklarımız, ma�nâsız, boş lâf sanılmış. Hasbünallah ve ni�mel-vekîl!
(Zât-i ilâhî tecellî etdikden sonra, sıfatları tecellî etmeğe, görünmeğe başlar ki, bunların tecellîlerinin sonu yokdur) buyurmuşsunuz. Maksadı yüksek olan kimsenin, Tecellî-i zâtdan sonra, tecellîlerin arkasını bırakıp, tecellî eden Zâtı araması lâzımdır. Sıfatların tecellîlerine niçin tenezzül etsin? (Bu yolda nihâyete kadar yükseldikden ve geri dönüp temâmen indikden sonra, hiçbirşeye benzemiyen, hakîkî varlık, bu kâinâtın her zerresinde, her bakımdan münezzeh olarak, birşeye benzetilmiyerek görülür) demeğe cesâret etmek de, ne kadar ağır ve çirkindir. Her zerrede görülenin, mutlak-ı hakîkî olan zât-ı ilâhî olduğunu nerden anladınız? Fârisî mısra� tercemesi:
Rü�yâda meğer fare deve sanıldı!
Kevser şerâbından elinize yalnız hava girmiş. Te�ayyünleri, hakîkî mutlak sanıp, bunları, başka şeylerden münezzeh bulmuşsunuz. Belki de hakîkî mutlakı, mukayyedlerin, ya�nî te�ayyünlerin içinde sanmışsınız. Bu hâl, Zât-ı ilâhiyyeyi yok bilmek olur. Nitekim bunu evvelki mektûbumda bildirmişdim. Böyle olsa bile, mutlak olan hakîkîye âşık kimse, mukayyedler Onun aynı olsa bile, mukayyedlere bağlanıp kalmaz. Mukayyedler, mutlakın aynı olsa da, herbiri ayrıdır, farklıdır. Bunları birbirlerine karışdırıp, birine tutulmağı, ötekine tutulmak bilmek, kısa görüşlülükdür. Evet orada ayrılık, farklılık yok ise de, fekat bu iki ibtilâ arasında çok fark vardır. Hayvân istiyen biri, her ikisi de hayvân olduğu hâlde, at yerine koyunu istemez. Hâlbuki, hayvânlık ikisinde de aynıdır. Hayvânlık mertebesinde ayrılık yokdur. Büyük üstâd Behâeddîn-i Buhârînin �kuddise sirruh� sözüne ma�nâ verirken, gayrı olmak, hakkın başkası değil, matlûbun başkasıdır, demişsiniz. Bu, yukarıdakine uygun olmuyor. Her zerrede hakîkî mutlakın varlığı görülünce, matlûbun başkası nasıl olur ve nasıl nefy ve red olunur? Gayr kelimesine, kullanılana uymıyan, bir ma�nâ vermek de doğru değildir. Evet o büyük üstâd yalnız vahdet-i vücûdü tadanlardan olsaydı, sözüne ma�nâ aramanın yeri olurdu. Mubârek sözlerinde bulunan, Mutlak [ya�nî her bakımdan mahlûklara benzemiyen] kelimesi, (Lâ te�ayyün) ve (Gayb-i hüviyyet) mertebesidir. Çünki, hakîkî mutlak, her bakımdan tecerrüd ve tenezzüh ile, bu mertebeye uygundur. İşte bu yolun büyükleri, ilmin, ma�rifetin ve müşâhedenin yetişemiyeceği, böyle münezzeh mertebeyi istemeği men� ediyor ve bunu taleb etmeği vakt öldürmek sayıyorlar. O hâlde bunun her zerrede görülmesini söylemek, ma�nâsız olur. Onda ayrılık olmayınca ve her görülen O olunca, Onun şevki ve talebi men� olunur mu? Eğer murâd, vahdet mertebesi ise, bu mertebe, bir bakımdan mutlakdır. Her bakımdan mutlak olan, dahâ üstündeki mertebedir. O hâlde, vahdet mertebesine, hakîkî mutlak demek, uygun değildir. Matlûb, bundan sonradır ve sâlik, henüz yoldadır. Böylece, matlûbu bırakıp da, yolda kalmak, tam bir isteğe uymaz. Herne kadar bu te�ayyüne, müte�ayyinden başka demiyorlarsa da, te�ayyün, te�ayyündür. Himmeti, arzûsu yüksek olan, aldanıp burada kalmaz. Muhammed aleyhisselâmın yolunda yükselenler, bu yol, mahbûbluk, ma�şûkluk yolu olduğu için, burada kalmaz. Bu te�ayyünün, bütün eşyâ ile aynı olması ve gayrı olmaması sebebi ile, lâ te�ayyünün talebinden mahrûm kalmazlar. Fârisî beyt tercemesi:
Dostun firâkı, az sürse de, az değildir,
Gözde bir kılın bulunması çok ağır gelir!
Süâl: Bu te�ayyün, müte�ayyinin kendisidir. O hâlde birini bulup görmek, ötekini bulmak, görmek olmaz mı?
Cevâb: Bu te�ayyünü bulmak, Onu bulmuş olmak ise, niçin bunun üstünü aramakdan korkutuyor ve men� ediyorlar. Demek ki, bu iki mertebeyi bulmak başka başkadır. O memnû� oldu, bu ise men� edilmedi.
Süal: O mertebe bulunamaz ve kavuşulamaz olunca, niçin Ona âşık oluyorlar. Onu aramakla vakt gayb ediyorlar?
Cevâb: Bu süâli kabûl edersek, cevâbımız şöyle olur ki, aşk ve muhabbet, insanın elinde değildir ki, aklın gösterdiği sebeblerle men� olunabilsin ve sâdık olan âşık, kavuşulamıyacağı belli olan sevgilisini aramakdan vazgeçirilebilsin. Fârisî beyt tercemesi:
Saçının kıvrımlarını pekçok seviyorum,
Ele geçmezsin bilirim, yine de istiyorum.
Zevallı âşıklar, sevgililerine kavuşmak için yanıp, kül olmak ister. Belki ismleri, nişânları unutulsun isterler. Ondan başkası ile râhat bulmazlar. Ondan ellerine birşey geçmezse de, azâr işitseler de, red edilseler de, yine ma�şûku isterler. Şâ�ir bunu ne güzel anlatıyor. Fârisî beyt tercemesi:
Elime geçmese eteğin bile,
Başkasına bakmam, şekerim yine!
Zevâllı âşıklara, sevgilinin, kendisini aradıklarını bilmesi se�âdeti yetişir. Bu bî-çârelerin, ayrılık derdini çekdiklerini gördüğünü bilmeleri kâfî gelir. (Sen onu görmedin ise de, O seni elbette görüyor). Çok olur ki aşkdan maksad, dert ve gam çekmekdir. Kavuşmak hiç hâtıra gelmez. Bu aramak derdine, nasıl, vakt öldürmek denebilir ki, bu dert ve elem, o zevallı âşıkın ömrünün sermâyesi olmuşdur.