İkinci şübhe, bu fakîrin [ya�nî İmâm-ı Rabbânînin] bilgisine göredir. Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde, (Yere ve göke sığmam. Fekat, mü�min kulumun kalbine sığarım) buyurdu. Buradan anlaşılıyor ki, tam zuhûr, mü�min kulun kalbine mahsûsdur. Hâlbuki, birkaç mektûbda tam zuhûr, Arşa mahsûsdur demişdim ve kalbdeki zuhûr, Arşdaki zuhûrdan bir şuâ� olduğunu bildirmişdim. [Kelimeleri Peygamberimizden �sallallahü aleyhi ve sellem�, ma�nâları, Allahü teâlâdan olan hadîs-i şerîflere, (Hadîs-i kudsî) denir.] Yukarıda bildirilenden anlaşıldı ki, Arş-ı mecîdin hâli, hükmü, yerin ve göklerin hâli, hükmü gibi değildir. Mü�minin kalbine sığmaz ve Arşa sığar. Cevâbı şudur ki, yer ve gökler ve bunların içinde bulunan herşey, böyle geniş değildir. Yalnız mü�min kulun kalbinde bu genişlik vardır. Hadîs-i kudsîde, kalbin, yer ve göklere göre geniş olduğu bildirildi. Bütün mahlûkâta göre geniş buyurulmadı ki, Arş da hesâba katılmış olsun. O hâlde, başka mektûblardaki yazılarımız, hadîs-i kudsîye uymuyor denilemez.
Arş-ı mecîde tam zuhûr vardır. Yeri ve gökleri, içindekilerle berâber, Arşın karşısına korsak, hemen yok olurlar ve eserleri bile kalmaz. Yalnız, mü�min insanın kalbi kalır. Çünki, ona benzemekdedir.
Arşın üstündeki âlem-i emre olan zuhûr öyledir ki, Arş da bunun yanında hiç kalır. O hâlde, her üst makâma olan zuhûr, aşağısına göre hep böyledir. Âlem-i emr bitince, hayret ve cehl âlemi başlar. Bu âlem için, ma�rifet olursa, mahlûkların aklına, anlayışına uymıyan, bilinmiyen bir ma�rifetdir.
İnsanın ve kalbin kemâlini de biraz bildirelim: Arş-ı mecîd herne kadar en genişdir ve tam zuhûra mâlikdir. Fekat, kavuşmuş olduğu bu ni�metden haberi yokdur. Bu kemâle şü�ûru olmaz. İnsan kalbi ise, şü�ûrludur. Kendini bilir. Kalbin bir ikinci şerefi, üstünlüğü de şudur ki, bir insanın hepsi (Âlem-i sagîr) [küçük mahlûk]dir. (Âlem-i halk) ile (Âlem-i emr)den meydâna gelmişdir. Bunların toplanması ile, bir hey�et, birlik hâsıl olmuşdur ki, ayrı bir ehemmiyyet, hükm taşır. (Âlem-i kebîr)de [insandan başka, bütün mahlûklarda] böyle bir hey�et yokdur. Eğer varsa, hakîkî değil, görünüşdedir. Bu hey�et yolu ile insana ve insanın kalbine gelen feyzler, fâideli şeyler, Âlem-i kebîre ve bu âlemin kalbi gibi olan Arş�a pek az nasîb olur. İnsanda bulunan toprak maddeleri, bütün âlemin yapı taşıdır. Çok uzak olduğu hâlde, en çok onda zuhûr etmekdedir. Toprak maddelerinin kemâlâtı, âlem-i sagîrin [insanın] bütün hey�etine sirâyet etmişdir. Âlem-i kebîrde böyle bir hey�et [topluluk] bulunmadığından, orada sirâyet etmez. O hâlde, insan kalbi, bu kemâlâta da mâlikdir. Arş ise, mâlik değildir.
Kalbe mahsûs olan bu kemâlât, bu üstünlükler, bir bakımdan olan üstünlükdür. Her bakımdan üstünlük, Arşa olan zuhûrdadır. Arş�a, çölleri, ovaları aydınlatan, geniş bir ışık kaynağı dersek, kalb, o kaynakdan yakılmış bir kibrit gibidir. Şu kadar var ki, ba�zı şeyler katarak, bu kibritin ışığı başka dürlü parlatılmakdadır. Bu parlaklık, bir bakımdan olan bir üstünlükdür. Herşeyin hakîkatini, özünü doğru olarak, ancak Allahü teâlâ bilir. Yâ Rabbî! Bizlere verdiğin nûru temâmla, günâhlarımızı magfiret et! Sen herşeyi yapabilirsin! Efendimiz Muhammed aleyhisselâma ve Âline ve Eshâbına �radıyallahü teâlâ aleyhim ecma�în� ve Peygamberlerin ve yakın olan meleklerin hepsine �aleyhimüssalevâtü vetteslîmât�, Allahü teâlâ iyilikler, selâmetler ve bereketler versin!
Azrâîl, başına geldiği zemân,
kırılır ayakla kol, yavaş yavaş.
Mevlâm nasîb etsin din ile îmân,
akar gözlerinden sel, yavaş yavaş.
Yüksek uçan gönül, yorulur birgün,
ölçü terâzîsi, kurulur birgün.
Herkesin yapdığı, sorulur birgün,
döner mi, yâ Rabbî, dil yavaş yavaş.
Hep nefsine uydun, tevbe etmedin,
her bulduğun yidin, şükr etmedin.
Nihâyet, bu kara toprağa geldin,
çekilir dünyâdan el, yavaş yavaş.
Kabrin üzerine dikerler taşı,
bir avuç toprağa koyarsın başı.
Baba, oğlun görmez, kardeş kardeşi,
gider, geri dönmez yol, yavaş yavaş.
Kâfûrlu, ılık suyu koyarlar,
o nazlı bedeni, tekmîl soyarlar.
Öldüğünü konu komşu duyarlar,
gelir geri ahbâblar, yavaş yavaş.