Bu mektûb, seyyid Muhammed Nu�mâna �rahmetullahi teâlâ aleyh� yazılmış olup, ba�zı Evliyâ, tesavvuf yolunda ilerlerken, kendilerini, Eshâb-ı kirâmın makâmında görüyor. Bunu açıklamakda ve dünyâda Peygamberlere çok derd ve belâ gelmesinin sebebini bildirmekde ve adem, Fenâ ve Bekâyı anlatmakdadır:
Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdiği kullarına selâm olsun!
Süâl: Sâlik, tesavvuf yolunda yükselirken, ba�zan kendisini, kendinden yüksek olduklarında söz birliği olan Eshâb-ı kirâmın makâmında görüyor. Hattâ, ekseriyâ Peygamberlerin makâmlarında görüyor. Bu nasıl olur? Ba�zı kimseler, bu sâlikin o makâmların sâhiblerinin derecesinde olduğunu söylediğini sanıyor. Bunun için, bu sözüne inanmıyorlar. Hattâ, ona dil uzatıyorlar. Bunun sebebi nedir?
Cevâb: Aşağı derecedeki insanların, yükseklerin makâmına çıkması, fakîrlerin zenginler kapısına ve ihsân sâhiblerinin evlerine giderek, onlardan ihtiyâclarını dilemelerine, ni�metlerine kavuşmalarına benzer. Bunların, o makâma çıkmasını, makâm sâhibleri ile müsâvî olmak sananlar, câhillik etmiş olur. Bu yükselmeleri, ba�zan o makâmları görerek özenmeleri içindir. Dünyâda sultânların ve beğlerin serâylarını, köşklerini seyretmeğe gitmek gibidir. Bu gibileri, sultânlarla, beğlerle müsâvî oldu sanmak, ahmaklık olur. Hizmetciler, efendilerine hizmet etmek için, husûsî odalarına kadar girer. Süpürmek için, temizlik için sultânın yanına yaklaşır.
Mısra�:
Derd sâhiblerine her yandan gelir belâ...Ba�zıları, bir zevallıyı ayblamak ve kötülemek için, behâne arar. Allahü teâlâ, böyle kimselere insâf versin! Bir garîb dervîşi iftirâdan, lâfdan korumak için sebeb aramaları lâzım gelirdi. Bir müslimânın ırzını, şerefini korumak için, çalışmaları îcâb ederdi. Bu makâmlara yükselen sâliklere dil uzatanlar, iki dürlü olabilir:
Bu sâlik, o makâmların sâhibine müsâvî olduğunu sanıyor derlerse, bu sâliki kâfir ve zındık bilmiş olurlar. Çünki bir kimse, kendini Peygamberler ile berâber bilirse, kâfir olur. Şeyhaynın [ya�nî Ebû Bekrin ve Ömerin] �aleyhimürrıdvân� bütün müslimânlardan üstün olduğunu Sahâbe ve Tâbi�în sözbirliği ile bildirdi. Bu sözbirliğini, din imâmlarımız, kitâblarında yazmakdadır. Bunlardan biri, imâm-ı Şâfi�îdir �rahmetullahi aleyh�. Hattâ Sahâbe-i kirâmın hepsi, sonra gelen müslimânların hepsinden dahâ üstündür. Çünki, insanların en iyisinin sohbetinin üstünlüğüne benzeyen hiçbir üstünlük olamaz. Eshâb-ı kirâmın, islâmiyyetin za�îf olduğu ve müslimânların az olduğu o zemânda, dîni kuvvetlendirmek için ve Peygamberlerin efendisine �aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât� yardım etmek için yapdığı ufak bir hareketine, o kadar sevâb verilir ki, başkaları, bütün ömrünü, sıkı riyâzetle ve ağır mücâhedelerle ve ibâdetlerle geçirse, o kadar sevâb alamaz. Bunun için Peygamberimiz �sallallahü aleyhi ve sellem� buyurdu ki: (Ümmetimden herhangi biri, Uhud dağı kadar altın sadaka verse, Eshâbımın bir müd arpa sadakasına verilen sevâba kavuşamaz). [Müd, iki rıtldır. (Rıtl) yüzotuz dirhem-i şer�îdir. Bir (dirhem-i şer�î) 3.36 gr.dır. Bir (Müd) sekizyüzyetmişbeş gram ağırlığında bir ağırlık birimidir.]
Ebû Bekr-i Sıddîkın �radıyallahü anh�, bu ümmetin en üstünü olmasının sebebi, îmâna gelmekde, malının çoğunu ve cânını fedâ etmekde ve her dürlü hizmetde, başkalarının önünde bulunmasıdır. Hadîd sûresinin onuncu âyetinde meâlen, (Mekke-i mükerremenin fethinden önce malını veren ve cihâd eden kimseye, fethden sonra malını dağıtan ve cihâd edenden dahâ büyük derece vardır. Allahü teâlâ, hepsine Cenneti va�d etdi) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, onun için indirilmişdir. Ba�zı kimseler, fazîletlere, vak�alara bakarak, bunun en üstün olduğunda duraklıyor. Hâlbuki, bilmiyorlar ki, üstünlüğün sebebi, fazîletler ve hârikalar olsaydı, fazîletleri ve hârikaları çok olan herhangi bir müslimânın, o kadar hârikası olmayan kendi Peygamberlerinden üstün olması lâzım gelirdi. Demek oluyor ki, üstünlüğün esrârı, sebebi, fazîletlerden ve hârikalardan başka birşeydir. Bu fakîre göre, bu sebeb, dîni kuvvetlendirmekde ve mal ve cân fedâ ederek Allahın dînine yardım etmekde başkalarının önünde bulunmakdadır. Her önde olan, sonra gelenlerden dahâ üstün olur. Önde gelenler, sonra gelenlerin, dinde üstâdı ve mu�allimidir. Sonra gelenler, önce gelenlerin nûrları ile aydınlanmakda, onların bereketlerinden fâidelenmekdedir. Peygamber hepsinden ileride, önde olduğu için, hepsinden üstündür. Bu ümmet içinde, Peygamberimizden �aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vesselâm� sonra, bu devletin, ya�nî se�âdetin sâhibi, Ebû Bekr-i Sıddîkdır �radıyallahü teâlâ anh�. Çünki, dîni kuvvetlendirmek ve Peygamberlerin efendisine �aleyhimüssalevâtü vetteslîmât� yardım etmek için, malını dağıtmakda, cihâd etmekde, şiddetli mücâdele etmekde ve şânını, şerefini gayb etmekde, öncelerin öncesi Odur. O hâlde, hepsinden dahâ üstün Odur.
Peygamberimiz �sallallahü aleyhi ve sellem�, islâmiyyetin yükselmesinin ve kuvvetlenmesinin, Ömer-ül Fârûkun yardımı ile olmasını istedi. Allahü teâlâ, sevgili Peygamberine yardım etmek için, onu kâfi gördü. Enfâl sûresinin, altmışdördüncü âyetinde meâlen, (Ey Peygamberim �sallallahü aleyhi ve sellem�! Sana yardımcı olarak Allahü teâlâ ve mü�minlerden sana tâbi� olanlar yetişir) buyurdu. Abdüllah ibni Abbâs �radıyallahü anhümâ�, (Bu âyet-i kerîme, Ömer-ül Fârûk îmân etdiği zemân geldi) buyurdu. O hâlde, Ebû Bekr-i Sıddîkdan sonra, en üstün olan budur. Eshâb-ı kirâm ve Tâbi�în, bu ikisinin en üstün olduğunu sözbirliği ile bildirdi. Alî �radıyallahü anh� buyurdu ki: (Ebû Bekr ile Ömer �radıyallahü teâlâ anhümâ� bu ümmetin en üstünüdür. Beni onlardan üstün sanan, iftirâ etmekdedir. İftirâ edeni dövdükleri gibi, onu sopa ile döverim). Bunları başka kitâb ve mektûblarımda uzun anlatmışdım. [Bu ikisinin üstünlükleri (Kurret-ül ayneyn) ve (Eshâb-ı Kirâm) kitâbının (Müslimânların iki gözbebeği) kısmında uzun yazılıdır.]
Kendini, Eshâb-ı kirâm �radıyallahü teâlâ anhüm� gibi sanmak, ahmaklıkdır. Kendini, önce gelen büyüklere benzetmek, câhillikdir. Şunu da bildirelim ki, önce olmak şerefinin üstünlüğe sebeb olması, birinci asrda, insanların en iyisinin sohbetine kavuşanlar içindir. Sonraki asrlarda böyle değildir. Dahâ sonraki asrda gelenler, önündeki asrlarda gelenlerden üstün olabilir. Hattâ aynı asrda bulunanlardan, sonraki, öncekinden [talebesi hocasından] ileri geçebilir. Allahü teâlâ, dil uzatanları, gaflet uykusundan uyandırsın! Bir müslimânı kabâhatli sanarak, dedikodu yapmak, söğmek, pek şenî�, çok çirkindir. Vehm ile, zan ile, bir müslimâna sapık demek, kâfir demek, inâdcılık, kincilik olur. Bu iftirâları yerinde olmadığı zemân, söyliyenler sapık ve kâfir olur. Böyle olduğunu hadîs-i şerîf bildirmekdedir.
Sözümüze dönelim. Sâliklere dil uzatanların ikinci kısmını bildirelim. Bunlar, o derecelerde olduğunu söyliyen sâliklere kâfir ve sapık demez ise de, iki hâlden birisi olabilir: Ona yalancı derler. Bu da, bir müslimâna sû-i zan etmek olup harâmdır. Yok eğer, sözüne inanır ve o büyüklere müsâvî olmak da�vâsında olmadığını bilirler ise, dil uzatmalarına sebeb kalmaz. Onu niçin söğüp çekişdirirler? Doğru keşflere iyi ma�nâlar vermek lâzımdır. Doğru keşf sâhiblerini ayblamamalı, onlar için kötü, çirkin şeyler söylememelidir.
Süâl: Dedikodu yapan bir kimse, (Sâlikin, fitne ve fesâda sebeb olacak hâlini açığa çıkarmasına ne lüzûm var?) derse:
Cevâb: Tesavvuf büyükleri �rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma�în�, böyle hâllerini çok bildirmişdir. Hattâ, âdet olmuşdur. Bu hâllerini, iyi niyyetlerle, doğru maksadlarla açığa vurmuşlardır. Buna sebeb, ba�zan, şübheli olan hâllerinin, doğru olup olmadığını anlamak için mürşidlerine bildirirler. Ba�zan da, tâlibleri, gençleri teşvîk için söylemişlerdir. Ba�zan da, şu veyâ bu, hiçbir sebeb olmıyarak, tarîkat serhoşluğu ile, ağzından kaçırır. Böyle hâlleri şöhret için, kendini beğendirmek için söyleyen yalancıdır. Böyle hâli varsa, kendine zarardır, istidrâcdır.
Süâl: Peygamberler �aleyhimüssalevâtü vetteslîmât� ve Velîler �aleyhimürrıdvân�, hep derd ve belâ içinde yaşadı. Hattâ (Belâlar, mihnetler, en çok Peygamberlere, sonra Evliyâya, sonra bunlara benziyenlere gelir) buyuruldu. Hâlbuki, Şûrâ sûresi, otuzuncu [30] âyetinde meâlen, (Size gelen belâlar, kabâhatlerinizin cezâsıdır) buyuruldu. Bu âyet-i kerîmeye göre, derdlerin çokluğu, günâhın çokluğunu gösterir. Peygamber ve Velî olmayanların, çok sıkıntı çekmesi îcâb eder. Dostlarına, neden derd, belâ veriyor? Düşmânları râhat ve ni�metler içinde, dostları mihnetler, belâlar içinde nasıl olur?
Cevâb: Dünyâ, zevk için, lezzet için yaratılmadı. Âhıret, bunun için yaratılmışdır. Dünyâ ile âhıret, birbirinin zıddı, tersidir. Birini sevindirmek, ötekinin gücenmesine sebeb olur. Ya�nî, birinde zevk aramak, ötekinde elem çekmeğe sebeb olur. O hâlde, dünyâda ni�metleri, lezzetleri çok olanlar, [bunlara lâzım olan şükrü yapmazlarsa] âhıretde çok korkacak, çok acı çekecekdir. Bunun gibi, dünyâda [tehlükelerden sakındığı, çalışdığı hâlde] çok acı çeken mü�min, âhıretde çok lezzete kavuşacakdır. Dünyânın ömrü, âhıretin uzunluğu yanında, deniz yanında bir damla kadar bile değildir. Dahâ doğrusu, sonu olan, sonsuz ile ölçülebilir mi? Bunun için dostlarına merhamet ederek, sonsuz ni�metlere kavuşmaları için, dünyâda birkaç gün sıkıntı çekdiriyor. Düşmânlarına, hîle, istidrâc yaparak, biraz lezzet verip, çok elemlere sürüklüyor.
Süâl: Fakîr olan kâfir, dünyâda da, âhıretde de sıkıntı çekiyor. Bunun dünyâda çekdiği sıkıntılar âhıretde lezzete kavuşmasına niçin sebeb olmıyacak?
Cevâb: Kâfir, Allahü teâlânın düşmanıdır. Sonsuz azâb görmesi lâzımdır. Dünyâda, ona azâb yapmamak, kendi hâline bırakmak, ona iyilik, lezzet demekdir. Hattâ, bunun için hadîs-i şerîfde, (Dünyâ kâfirlerin Cennetidir) buyuruldu. Kâfirlerden bir kısmına, dünyâda azâb yapmamakla iyilik etdikleri gibi, ayrıca ni�metler, lezzetler de verirler. Bir kısmına ise, yalnız azâb yapmamak ile iyilik edip, ayrıca lezzetler vermezler. Bunların hep, hikmetleri, fâideli sebebleri vardır.
Süâl: Allahü teâlâ, herşeye kâdirdir. Dostlarına, hem dünyâda, hem de âhıretde ni�metler, lezzetler verseydi ve dünyâda verdiği lezzetler, âhıretde, bunların elem çekmesine sebeb olmasaydı, dahâ iyi olmaz mı idi?
Cevâb: Bunun çeşidli cevâbları vardır:
1. ci cevâb: � Dünyâda, birkaç gün derd, belâ çekmeselerdi, Cennetin lezzetlerinin kıymetini anlamazlardı ve ebedî ni�metlerin kıymetini bilmezlerdi. Açlık çekmiyen, yemeğin lezzetini anlamaz. Acı çekmiyen, râhatlığın kıymetini bilmez. Dünyâda bunlara elem vermek, sanki dâimî lezzetleri artdırmak içindir. Bu elemler, bir ni�met olup, câhil halkı denemek için, büyüklere verilen ni�metler, elem olarak gösterilmekdedir. Yabancılara elem şeklinde gösterilen, dostlar için ni�metdir.