Yukarıdaki hadîs-i şerîflerden birinci, ikinci ve beşincileri, (Hayrât-ül-hisân)da ve allâme Taşköprülünün (Mevdû�ât-ül�ulûm) kitâbında da yazılıdır. Kıymetli fıkh kitâbı (Dürr-ül-muhtâr)ın müellifi, önsözünde, (Âdem �aleyhisselâm� benimle öğündüğü gibi, ben de ümmetimden bir kimse ile öğünürüm. İsmi Nu�mân, soyadı, Ebû Hanîfedir. Ümmetimin ışığıdır) ve (Peygamberler benimle öğündükleri gibi, ben de Ebû Hanîfe ile öğünüyorum. Onu seven, beni sevmiş olur. Onu sevmiyen, beni sevmemiş olur) hadîs-i şerîflerini yazıyor ve İbni Cevzînin buna mevdû� demesi te�assubundandır, ya�nî inâdındandır. Çünki, çeşidli yollardan bildirilmişdir diyor. İbni Âbidîn, bu hadîslerin sahîh olduğunu bildiriyor ve bu satırları açıklarken buyuruyor ki, (İbni Hacer-i Mekkînin, (Hayrât-ül-hisân) kitâbında bildirdiği gibi, (Buhârî) ve (Müslim)deki hadîs-i şerîfde, (Îmân süreyyâ yıldızına çıksa, Fâris oğullarından biri, elbette alıp getirir) buyuruldu. Fâris demek, Îrânın Fers denilen memleketindeki insanlar demekdir. İmâm-ı a�zamın dedesi buradandır. Bu hadîs-i şerîfin, İmâm-ı a�zamı �rahmetullahi teâlâ aleyh� gösterdiği açıkdır. Bunda hiç şübhe yokdur.)
Süyûtî, Zehebî ve Askalânî gibi hadîs âlimleri, birkaç hadîs-i şerîfe mevdû� demişler ise de, bu sözleri, (Benim mezhebimdeki sahîh olmak şartları yokdur) demekdir. Uydurma hadîsdir demek istememişlerdir. İbni Teymiyye, İbni Cevzî ve Aliyyülkârî gibi kimselerin te�assub ile, hased ile yazdıklarına aldanarak, kıymetli kitâblarda bulunan bu hadîs-i şerîflere uydurma dememelidir. İkinci kısmda, beşinci maddeyi okuyunuz! (Berîka) kitâbının üçyüzonuncu sahîfesinde diyor ki, (Buhârî)de ve (Müslim)deki hadîs-i şerîfde, (İnsanların en hayrlısı, benim asrımda bulunan müslimânlardır. Ya�nî Eshâb-ı kirâmdır. Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir. Ya�nî Tâbi�îndir. Onlardan sonra da en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir. Onlardan sonra gelenlerde, yalan yayılır. Bunların sözlerine ve işlerine inanmayınız!) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, vehhâbîlerin (Feth-ul-mecîd) kitâbında da yazılıdır. Eshâb-ı kirâmın hepsi, onlardan sonraki asrlarda gelenlerin ise çoğu, hadîs-i şerîfde bildirildiği gibidirler. İmâm-ı a�zam, bu hadîs-i şerîfde müjdelenen Tâbi�înden biridir. Hattâ, Tâbi�înin en üstünlerinden olduğunu, bütün müslimânlar, hattâ dinli dinsiz her ilm adamı bilmekdedir. İmâm-ı a�zam �rahmetullahi teâlâ aleyh�, bu hadîsle müjdelenenlerin en üstünlerinden biri olduğundan, onun şânını, yüksekliğini anlatmak için, başka hadîs-i şerîf aramağa lüzûm yokdur. İmâm-ı a�zam Ebû Hanîfenin büyüklüğünü bildiren âlimlerden birisi Muhammed bin Mahmûd Hârezmîdir. İmâmın Müsnedini şerh etmiş ve başında fazîletlerini bildirmişdir. Bu yazısı (Üsûlül-erbe�a) sonunda mevcûddur.
Peygamberimiz �sallallahü aleyhi ve sellem�, yukarıdaki hadîs-i şerîfde, mezheb imâmlarını överken, vehhâbîler için bakınız ne buyuruyor: (Tenbîh)de ve (Muhtasar-ı tezkire)de yazılı iki hadîs-i şerîfde, (Kıyâmete yakın ilm azalır, cehâlet artar) ve (İlmin azalması, âlimlerin azalması ile olur. Câhil din adamları, kendi görüşleri ile fetvâ vererek fitne çıkarırlar. İnsanları doğru yoldan sapdırırlar) buyurdu. Bu hadîs-i şerîfler, son zemânlarda, câhil, fâsık ve sapık din adamlarının çoğalacaklarını, müslimânları aldatacaklarını haber vermekdedir).
Gençliğinde kelâm ilmine ve ma�rifete çalışıp, pek mâhir oldu. Sonra, imâm-ı Hammâda onsekiz yıl hizmet edip yetişdi. Hammâd vefât edince, onun yerine, müctehid ve müftî oldu. İlmi, üstünlüğü her yere yayıldı. İlmi, fazîleti, zekâsı, anlayışı, zühd ve takvâsı, emâneti, çabuk cevâblı olması, dîne bağlılığı, doğruluğu ve bütün insanlık olgunluklarında, herkesin üstünde idi. Zemânında bulunan ve sonra gelen bütün müctehidler ve başka âlimler, üstün kimseler, hattâ hıristiyanlar, kendisini hep medh etmiş, övmüşdür. İmâm-ı Şâfi�înin (Fıkh bilgisinde, herkes, Ebû Hanîfenin çocuklarıdır) buyurduğu (Hayrât-ül-hisân) ve (Mîzân-ül kübrâ) ve (Mir�ât-i kâinât) ve (Mevdû�ât-ül-ulûm)da yazılıdır. Hâfız Zehebî, (Es-sahîfe fî menâkıb-i Ebî Hanîfe)de ve İbni Hacer-i Mekkî, (Kalâid-ül-ukbân fî-menâkıb-in Nu�mân)da ve Hamevî, (Eşbâh) şerhinin başında ve Muhammed bin Yûsüf, (Sîret-i Şâmî)de ve müftî Mahmûd Pişâvürî, fârisî (Huccet-ül-islâm) kitâbında, imâmı Şâfi�înin (Fıkh âlimi olmak istiyen, Ebû Hanîfenin kitâblarını okusun!) dediği ve bunu imâm-ı Müzenînin haber verdiğini yazmakdadırlar. Bir kerre de (Ebû Hanîfe ile teberrük ediyorum. Hergün, mezârını ziyâret ediyorum. Zor bir durumda kalınca, Onun kabrine gidip, iki rek�at nemâz kılarım. Allahü teâlâya yalvarırım. Dileğimi verir) buyurduğunu, yine bu kitâblar yazmakda ve (İbni Âbidîn) önsözünde ve (Şevâhid-ül-hak) yüzaltmışaltıncı sahîfede bunu îzâh etmekdedir. (Gâliyye)de diyor ki, (İmâm-ı Şâfi�î, Ebû Hanîfenin kabri yanında sabâh nemâzını kılar, Ona hurmeten, kunût okumazdı. Yeryüzünde Ebû Hanîfeden üstün âlim yokdu). İmâm-ı Şâfi�î, İmâm-ı a�zamın ikinci talebesi olan imâm-ı Muhammedin talebesi idi. (Allahü teâlâ, bana ilmi iki kimseden ihsân etdi. Hadîsi, Süfyân bin Uyeyneden, fıkhı, Muhammed Şeybânîden öğrendim) buyurdu. Bir kerre de (Din bilgilerinde ve dünyâ işlerinde, kendisine minnetdâr olduğum bir kişi vardır. O da, imâm-ı Muhammeddir) buyurdu. Yine imâm-ı Şâfi�î buyurdu ki, (İmâm-ı Muhammedden öğrendiklerimle, bir hayvan yükü kitâb yazdım. O olmasaydı, ilmden birşey edinemiyecekdim. İlmde, herkes, Irâk âlimlerinin çocuklarıdır. Irâk âlimleri de, Kûfe âlimlerinin talebesidir. Kûfe âlimleri ise, Ebû Hanîfenin talebesidir). İmâm-ı a�zam, dörtbin kimseden ilm aldı. Hanefî mezhebinde, beşyüzbin din mes�elesi çözülmüş, hepsi cevâblandırılmışdır.
İmâm-ı a�zamın takvâsı çok fazla idi. Halâl yimek için, ticâret yapardı. Ortakları vardı. Şübheli sandığı binlerle lira kazancı, fakîrlere ve din adamlarına dağıtırdı. Yüzlerce talebesini kendi kazancından besler, ihtiyâclarını giderirdi. Otuz yıl, hergün oruc tutdu. [Yalnız bayramlarda beş gün tutmazdı.] Geceleri nemâz kıldı. Günün çok sâatini, mescidde ders vermekle, halkın sorularını cevâblandırmakla geçirirdi. Geceleri, mescidde ve evinde, sâhibine ibâdet ederdi. Kırk yıl, yatsının abdesti ile sabâh nemâzını kıldı. Çok kerre, bir rek�atda veyâ iki rek�atda bütün Kur�ân-ı kerîmi okurdu. Ba�zan da, yalnız bir azâb veyâ rahmet âyetini nemâzda veyâ nemâz dışında tekrâr tekrâr okuyup, hıçkıra hıçkıra ağlar, sızlardı. İşitenler, hâline acırdı. Fakîrler gibi giyinirdi. Ba�zan da, Allahü teâlânın ni�metlerini göstermek için çok kıymetli elbise giyerdi. Ellibeş kerre hac yapdı. Yalnız rûhu kabz olunduğu yerde, yedibin kerre hatm-i Kur�ân okumuşdu. (Ömrümde bir kerre güldüm. Ona da pişmânım) demişdir. Az söyler, çok düşünürdü. Ba�zı din konularında, talebesi ile münâzara, konuşma yapardı. Bir gece, yatsı nemâzını cemâ�at ile kılıp çıkarken, bir ayağı kapının dışında, bir ayağı dahâ mescidde iken, bir konu üzerinde, talebesi Züfer ile sabâh ezânına kadar konuşup, ikinci ayağını dışarı çıkarmadan, sabâh nemâzını kılmak için, yine mescide girmişdir. İmâm-ı Alî �radıyallahü anh� (Dörtbin dirheme kadar nafaka câizdir) buyurdu diyerek, kazancının dörtbin dirheminden fazlasını fakîrlere dağıtırdı. Yezîd bin Amr, Kûfe şehrine vâlî ve hâkim yapmak istedi. Kabûl buyurmadı. Habs edip döğdürdü. Mubârek başı, yüzü şişdi. Ertesi gün, İmâmı �rahmetullahi teâlâ aleyh� çıkarıp tekrâr teklîf ve sıkışdırdıkda (Danışayım) buyurup izn aldı. Mekke-i mükerremeye gidip, beş altı yıl orada kaldı.
Halîfe Mensûr, İmâma çok hurmet ederdi. Onbin akça ile bir câriye hediyye etmişdi. İmâm, kabûl etmedi. Bir akça, bir dirhem gümüş idi. Mensûr zâlim idi. [145] senesinde, İbrâhîm bin Abdüllah bin hazret-i Hasen, Medîne-i münevverede halîfeliğini i�lân eden kardeşi Muhammede yardım için asker topluyordu. Kûfeye gelmişdi. Ebû Hanîfe buna yardım ediyor diye yayıldı. Mensûr işitip, İmâmı, Kûfeden Bağdâda getirtdi. Mensûr, haklı olarak halîfedir diye herkese bildir dedi. Buna karşılık temyîz reîsliğini verdi. Çok zorladı. İmâm-ı a�zam, çok takvâ sâhibi olup dünyâ makâmlarına kıymet vermediğinden, kabûl buyurmadı. Mensûr, incinip habs etdi. Otuz değnek vurdurup, mubârek ayağından kan akdı. Mensûr pişmân olup, otuzbin akça gönderdi ise de, kabûl buyurmadı. Tekrâr habs edip, hergün on değnek fazla vurdurdu. Onbirinci günü, halkın hücûmundan korkulup, zorla sırt üstü yatırıldı. Ağzına zehrli şerbet döküldü. [150] senesinde vefât ederken secde etdi. Nemâzını ellibin kadar kimse kıldı. Çok kalabalık olduğundan, güçlükle, ikindiye kadar kılındı. Yirmi gün nice kimseler gelip, kabri üzerinde nemâzını kıldı).
Yediyüzotuz talebesi vardı. Oğlu Hammâd, talebesinin ileri gelenlerinden idi.
İmâm-ı a�zam �rahmetullahi teâlâ aleyh� ile talebesi arasında, ba�zı mes�elelerde ayrılık olmuşdur. (Ümmetimin âlimleri arasındaki ayrılık, rahmetdir) hadîs-i şerîfi, bu ayrılığın fâideli olduğunu haber vermekdedir.
Allahü teâlâdan çok korkardı. Her işinde Kur�ân-ı kerîme uymağa çok dikkat ederdi. Talebesine (Bir iş için, sözüme uymıyan bir sened elinize geçerse, benim sözümü bırakınız. O senede uyunuz!) buyururdu. Çünki, talebesi de, kendisi gibi müctehid idiler. Bütün talebesi yemîn ediyor ki, (Ona uymıyan sözlerimizi de, elbette ondan işitdiğimiz bir delîle, senede dayanarak söyledik).
Müftîler, İmâm-ı a�zamın sözü ile hareket etmelidir. Onun sözü bulunmazsa, imâm-ı Ebû Yûsüfe uymalıdır. Bundan sonra, İmâm-ı Muhammedin sözü ile amel olunur. İmâm-ı Ebû Yûsüf ile imâm-ı Muhammedin sözü bir tarafda, İmâm-ı a�zamın sözü karşı tarafda ise, müftî her iki tarafa göre fetvâ verebilir.
İbni Âbidînin ve türkçe (Mecmû�a-i Zühdiyye)nin önsözlerinde ve şeyh-ul-islâm Kemâl pâşa-zâde Ahmed bin Süleymân �rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma�în� efendinin (Vakfunniyyât) kitâbında diyor ki, (Fıkh âlimleri yedi tabaka, yedi derecedir. En yüksek derecesi, ahkâm-ı islâmiyyede müctehid olanlardır. Bunlara mutlak müctehid denir. Dört mezheb imâmları böyledir. İkinci tabaka, mezhebde müctehid denilen büyük âlimlerdir. Ebû Yûsüf ve imâm-ı Muhammed Şeybânî ve İmâm-ı a�zamın diğer talebeleri böyledir. Bunlar, imâm-ı a�zam Ebû Hanîfenin koymuş olduğu üsûl ve kâ�idelere uyarak, delîllerden ahkâm çıkarırlar. Çıkardıkları hükmlerden ba�zıları, İmâm-ı a�zamın çıkarmış olduğu hükmlere uymıyabilir. [Bunlara da mezhebde mutlak müctehid denildiği (Mîzân-ül-kübrâ)da sh. 17 de yazılıdır.] Üçüncü tabaka, mes�elelerde müctehid olan âlimlerdir. Bunlar, ortaya yeni çıkan mes�elelerin hükmlerini bulurlar. Bunların bulduğu hükmlerin ilk iki tabakanın hükmlerine uygun olmaları lâzımdır. Hassâf, Tahâvî, Kerhî, Şems-ül-eimme Halvânî, Şems-ül-eimme Serahsî, Pezdevî, Kâdîhân ve benzerleri olan derin âlimler, üçüncü tabakadan müctehidlerdir. Bunlardan sonra olan tabakalardaki âlimler müctehid değildir. Mukalliddirler. Meselâ, dördüncü tabakadaki, (Eshâb-ı tahrîc) denilen âlimler, ictihâd yapamazlar. Mücmel, kısa bildirilmiş olup, iki dürlü anlaşılabilen hükmleri açıklayarak, bir ma�nâsını seçen Ebû Bekr Ahmed Râzî bunlardandır. 370 [m. 981] de Bağdâdda vefât etmişdir. Fıkh âlimlerinin beşinci tabakası, (Eshâb-ı tercîh)dir. Kendilerine gelmiş olan, çeşidli haberler arasından sahîh, evlâ olanları seçerler. (Kudûrî) ve (Hidâye) sâhibi Burhâneddîn Mergınânî bunlardandır. Altıncı tabaka, (Eshâb-ı temyîz) olup, kavî hükmleri za�îf olanlardan, zâhir haberleri, nâdir haberlerden ayıran mukallid âlimlerdir. (Kenz), (Muhtâr) ve (İhtiyâr), (Vikâye) ve (Mecma�ul-bahreyn) kitâblarının sâhibleri bunlardandır. Bunların kitâblarında merdûd ve za�îf rivâyetler yokdur. Yedinci tabaka, yukarıda bildirilen hizmetleri yapamıyan, ancak önceki tabakaların kitâblarından doğru olarak nakl yapabilen, onları bildiren mukallidlerdir. [(Tahtâvî) ve (İbni Âbidîn)in ve (Dürr-ül-muhtâr) sâhibinin bunlardan olduğu, (Mecmû�a-i Zühdiyye)de yazılıdır.] Altıncı tabakadan âlimler kıyâmete kadar bulunacaklar, hakkı bâtıldan ayıracaklardır. (Ümmetimden hak üzere olan âlimler, Kıyâmete kadar bulunacakdır) hadîs-i şerîfi, bunu haber vermekdedir).
(Mîzân-ül-kübrâ)nın önsözünde diyor ki, (Dört mezheb imâmından �rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma�în� sonra, hiçbir âlim, mutlak müctehid olduğunu iddiâ etmedi. Yalnız imâm-ı Muhammed bin Cerîr-i Taberî �rahmetullahi teâlâ aleyh� böyle iddiâda bulundu ise de, kabûl edilmedi. İmâm-ı Süyûtî �rahmetullahi teâlâ aleyh�, mezhebde mutlak müctehid olduğunu söyler ve şâfi�î mezhebine göre fetvâ verirdi. Tesavvufun yüksek derecesine varmış olan ârif-i kâmiller, zevk ve vicdân ile ictihâd sâhibi olurlar. Halâl olan şeyleri, güzel kokuları ile, harâmları da, habîs kokuları ile anlarlar. Bir Ârif-i kâmilden feyz almadıkca, ictihâd derecesine yükselmek mümkin değildir. Bu dereceye yükselen Velînin, bir mezhebi taklîd etmesine lüzûm kalmaz. Onların hanefî, şâfi�î olduklarını söylemeleri, bu dereceye yükselmeden evvel, taklîd etmiş oldukları mezhebleridir. Vilâyet derecelerine yükselebilmek için, dört mezhebden birinin fıkh bilgilerini doğru olarak öğrenmek lâzımdır. Bunun için, Ehl-i sünnet i�tikâdında olan ve o mezhebe bağlılığı bilinen sâlih bir zâtdan dinliyerek veyâ böyle birinin yazdığı ilmihâl kitâbından okuyarak öğrenmek şartdır. İ�tikâdı bozuk, mezhebsiz bir din adamından dinliyerek veyâ ne olduğu belirsiz kimsenin yazdığı kitâbdan okuyarak öğrendiğine uyan yâhud dört mezhebden birini taklîd etmiyen sôfî, dalâlete düşer, (zındık) olur. Başkalarını da yoldan çıkarmakda şeytânın yardımcısı olur.)
[Yeni müslimân olan kimsenin veyâ âkıl ve bâlig olan müslimân evlâdının, evvelâ (Kelime-i şehâdet) söylemesi ve bunun ma�nâsını öğrenip, inanması lâzımdır. Sonra, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarında yazılı olan i�tikâd, ya�nî îmân edilmesi lâzım olan bilgileri öğrenip, bunlara inanması lâzımdır. Sonra Ehl-i sünnetin dört mezhebinden birinin kitâblarında yazılı olan fıkh bilgilerini, ya�nî islâmın beş şartını ve halâl, harâm olan şeyleri öğrenmesi ve bunlara inanması ve uygun yaşaması lâzımdır. Bunları öğrenmek ve uymak lâzım olduğuna inanmıyan, ehemmiyyet vermiyen (mürted) olur. Ya�nî kelime-i şehâdet getirerek müslimân oldukdan sonra, tekrâr kâfir olur. Dört mezhebin i�tikâdı birbirinin aynıdır. Dört mezhebden birinin îmân ve fıkh bilgilerine tâbi� olan [uyan] bir müslimâna (Ehl-i sünnet) veyâ (Sünnî) denir. Dört mezhebden birinde olmıyan kimsenin îmânı bozulur. Yâ, (bid�at sâhibi), ya�nî sapık müslimândır. Yâhud, mürted olur. Bunun her ikisi de, tevbe etmeden ölürse, muhakkak Cehenneme girecek, ateşde yanacakdır. Bir iş yaparken, özrü hâsıl olup, bu işin kendi mezhebindeki şartlarından birine uyması güçleşen kimse, bu işi, dört mezhebden herhangi birindeki şartlarına uyarak yapar. Bu ikinci mezhebin, bu iş için olan şartlarının hepsine uyması lâzım olur. Bu şartlardan birine uyması zor olur, fekat kendi mezhebinde kolay olursa, bu işi yapması sahîh olur. İki mezheb zarûrî telfîk edilmiş olur. Kendi mezhebinde de zor olur ise, kendi mezhebindeki birinci şartı yapmaması câiz olur. Fekat, Eshâb-ı kirâmdan birinin ictihâdına göre câiz olabileceğini düşünmek iyi olur. İkinci kısm, 1. ci maddeye bakınız! Resûlullahın �sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem� vefâtında hayâtda bulunan binlerce Sahâbînin herbiri müctehid idi. Dört mezhebden birini taklîd etmekde zorluk hâsıl olduğu zemân, Eshâb-ı kirâmdan birinin ictihâdına uygun olan ibâdetimiz sahîh olur. Özr olunca zann-ı gâlibimiz makbûl olur. Tevbe sûresinin 102. ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Muhâcirînin ve Ensârın önce olanları ve bunlara tâbi� olanlar, Allahü teâlâdan râzıdır. Allahü teâlâ da onlardan râzıdır. Onlara Cennetleri hâzırladım. Burada sonsuz kalacaklardır) buyurulmuşdur. Eshâb-ı kirâmın �rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma�în� âlemlere rahmet oldukları ve herhangi birine tâbi� olanın sonsuz se�âdete kavuşacağı bu âyet-i kerîmeden de anlaşılmakdadır.]
Muzdarib bir gönülle, kâbûslu hayâllerle,
vuslat-ı cânâna ve gülistâna elvedâ!
Gizli âh çekmelerle, içli iniltilerle,
zevkıne doymadığım nevbehâra elvedâ�!
Gökler karardı yine, hiçbir yer görünmiyor,
mübhem bir kuvvet beni, her an geri çekiyor,
Mâdem ayrılacakdın, yâ niçin geldin diyor,
basdığın azîz taş ve topraklara elvedâ�!
Göz yaşım ummân oldu, yol vermiyor geçeyim,
ayrılıp, göz nûrumdan, ben nereye gideyim?
Bu firak ateşiyle, yanıp yanıp biteyim,
hergün yeniden doğan arzûlara elvedâ�!
Zulmet basdı cihânı, bütün emeller söndü,
kalbim kan ağlar dâim, rûhum çılgına döndü.
Demek ayrılık geldi ve bana yol göründü,
bu derdsiz yolculara, bu yollara elvedâ�!
Son bir def�a bakayım, o hüsn-i cemâline,
bir nazarın değişmem, bütün dünyâ mâline,
İster gülsün gâfiller, bu âşıkın hâline,
bundan böyle neş�e ve sürûrlara elvedâ�!
Rabbimden diliyorum, yakınlara gelmeni,
âh yine görebilsem, dünyâ göziyle seni!
Ayrılık pek yakıyor, al bağrına bas beni,
fâidesiz hayâllere, hulyâlara elvedâ�!
Gözün, gönlün arkada, nereye gidiyorsun?
bakmağa kıyamazken, nasıl terk ediyorsun!
(Allaha ısmarladık!) düşün kime diyorsun!
aslsız, hakîkatsız, rü�yâlara elvedâ�!