BİLGİ TOPLUMU

Soru: “Geleceği kucaklama bilgi toplumu olmaktan geçer” ifadesindeki “bilgi toplumu olmak”tan kastedilen nedir?

Cevap: İlmin önemi eskiden beri üzerinde durulan bir gerçek. Zaten insanı diğer varlıklardan ayıran ve onların önüne geçiren de ilim değil mi? Aslında, meleklerin Hz. Âdem’e ister inkıyad, isterse büyüklüğünü kabullenme mânâsında secde etmeleri de bu hikmete mebnidir. Allah (cc) “esma”yı talim ile Hz. Âdem’i tafdil etmişti. Esma, müsemmadan ayrı düşünülemeyeceğine göre, demek ki, Hz. Âdem’e öğretilen eşyanın hakikatiydi. Bir mânâda aynı mazhariyet, Efendimiz’e de verilmişti. Aradaki fark ise, Hz. Âdem’e icmalen verilenler, Allah Ra-sûlü’ne tafsilen verilmiş olmasındaydı. Hz. Âdem kendi devrinde rehberlik yaptığı insanların seviyesine göre “esma”yı biliyor ve bildikleriyle o günün insanına yetecek ölçüde terkipler yapıyor ve onlara sunuyordu.

Evet, Cenab-ı Hakk, Hz. Âdem’e esmayı da, müsemmayı da talim etmiş ve ona eşyanın perde arkasını öğretmiş; sonra da eşya ve hâdiselere müdahale imkânını vermişti. Şimdi isterseniz ona bahşedilen hilafete, bu zâviyeden de bakabilir ve “hilafet, varlığın sahibi olan Allah’a niyabeten, varlığa müdahale etme yetkisidir” diyebilirsiniz. Ne var ki, böyle bir mazhariyet de ancak bilgi sayesinde gerçekleşebilir.

Günümüzde de eşyaya müdahale vardır. Fakat bu müdahale ehil ellerce yapılmadığından, bir kısım komplikasyonlar da söz konusudur. Hem de önü alınmayacak şekilde komplikasyonlar. Evet, bu yüzdendir ki, nice tersliklerle karşı karşıya bulunuyoruz. Halbuki peygamberâne yaklaşımlarda bu tersliklerin hiçbiri söz konusu değildir.

Evet, tâlim-i esma ünvanı altında Hz. Âdem’e öğretilen esasen bilgidir. Buna isterseniz günümüzdeki ayrımı nazara alarak “bilim” dersiniz, isterseniz bilime esas teşkil eden; araştırmalar, tesbîtler ve mebdeden müntehaya, müntehadan mebdeye gelip gitmelerle elde edilen en doğru, en gerçek anlamıyla bilgiler mânâsına “ilim” dersiniz. Netice değişmez. Hz. Âdem’in meleklere rüchaniyetinin arkasında işte bu bilgi veya ilim vardır. Bu bilgi Hz. Nuh’da daha bir gelişmiş; Hz. İbrahim’de daha bir hızlanmış; Hz. Hud, Hz. Salih’de daha bir katlanmış; İnsanlığın İftihar Tablosu’nda ise zirveye ulaşmış ve (Bediüzzaman’ın ifadesiyle) tam tafsil edilmiştir. Zira O’ndan sonra artık peygamber gelmeyecektir. Öyleyse O’nun anlattıkları, ister Kur’ân, isterse Sünnet-i Sahiha olsun, daha sonra elde edilecek yeni keşif ve tesbîtlerle asla zıtlaşmamalıdır. Değişik bir ifadeyle şöyle de denilebilir: Allah (cc) kudret, irade ve meşietiyle yazdığı kâinat kitabı koridorlarında, insanlığın rahat hareket edebilmesi için, kelam sıfatından gelen “şeriat-ı garra” rehberliğini lütfedip insanlığın eline vermiş ve böylece insanlık o koridorlarda rahatça yürüyebilmektedir.

Evet, Kur’ân insanla varlık arasında köprüler kurmuş, bu sayede insan, varlığa karşı yabancı nazarla bakmaktan kurtulmuş ve insanoğlu varlığı kendisine âdetâ “enis-i celis” gibi görür olmuştur. Bu açıdan da denebilir ki, Efendimiz (sav), varlık adına söylenecek herşeyi söylemiştir. Kıyamete kadar ilimler ne kadar gelişirse gelişsin, 14 asır evvel haklarında beyân buyurulan şeylere zıt ve farklı şeyler söylemeyeceklerdir. Bu, aynı zamanda, bazılarının zannettiği gibi, fizik, kimya matematik, biyoloji, anatomi adına keşfedilen şeyleri, Efendimiz daha önce söylemiştir şeklinde de anlaşılmamalıdır. Bizim demek istediğimiz: İnsanlığın İftihar Tablosu’nun beyanı bu türlü mes’elelere zıt düşmediği, hatta bütünlük içinde olduğu şeklindedir. Bu açıdan ilim çok önemlidir, çok önemli olduğundan dolayı da, “netice itibariyle her şey ilme bağlıdır” diyebiliriz.

Evet, geleceğin kaderini bir ölçüde tayin edecek ilimdir. İlimsiz hiçbir yere varılmaz. Hususiyle de dünyadaki küreselleşme, ilmin önemini daha da artırmaktadır. Durum böyle olunca, nasıl ki, bir dönemde Batılı sanayi inkılâbı yaparken biz o mes’elenin gerisinde kalmanın faturasını çok pahalı ödedik ve ceremesini asırlar ve asırlar boyu çektik, hâlâ da çekiyoruz. Teknoloji inkılâbı karşısında geri kalmışlığın şokundan henüz kurtulmuş sayılmayız. Öyle de, şu anda dünyanın içinde bulunduğu seviyeye ulaşamaz ve bir kere daha gemiyi kaçıracak olursak, ihtimal, düşmanlarımız belimizi doğrultmamıza fırsat vermeyeceklerdir.

Bu açıdan bizler, bir taraftan Allah’a çok iyi inanmalı, Efendimiz’e çok saygılı olmalı ve dîn-i mübin-i İslâm’ın bütün inceliklerini kavramanın yanında, diğer taraftan da hayata ait her üniteyi bu imân ve inançla fethederek yoğurmalı, her sahayı imân ve inanç iklimine göre şekillendirip dizayn etmeliyiz. Yani en iyi araştırma merkezlerine sahip olunmalı; “NASA” gibi dünya çapında ünlü kuruluşlarımız olmalı ve fezadaki kent kurmalar bizimle gerçekleşmelidir. Yoksa dünya muvazenesinde bir dahlimiz olamaz ve dünyadaki hâdiseler hep aleyhimizde gelişir durur.

Eğer bir gün dünya robotlarla idare edilecekse, bu robotları yönlendirecek kumanda merkezi Müslümanların elinde olmalıdır. Ve eğer geleceğin kaderine teknoloji hükmedecekse, teknolojinin reji odası Müslümanların denetiminde bulunmalıdır. En iyi erkân-ı harpler, en iyi terbiyeciler Müslümanların içinden çıkmalıdır. Şu da unutulmamalıdır ki; dünyadaki küreselleşme, beraberinde bir sürü şey getirmenin yanında, hukuku da öne çıkarmıştır. Geleceğin idarecileri sosyal branşlardan seçilecek, belki de hukukçulardan olacaktır. Bu açıdan da hukuk ve siyaset, yani mülkiye çok önem kazanmaktadır. Bu nedenle de dünyayı çok iyi idare edebilecek hukukçular yetiştirmemiz gerekmektedir. Hasılı, dünyada hemen her sahada önde bulunmamız şarttır. Bu açıdan da, hangi saha olursa olsun, o sahaya ait ilimlerin, bütün üniteleriyle öğrenilip sistemleştirilmesi bir zarurettir. Aynı zamanda böyle bir mes’elenin kat’iyen aceleciliğe de tahammülü yoktur. Şayet birileri “ün görmüşüm, gün görmüşüm, hemen şu olsun” aceleciliğine kapılırsa, aheste yürünmesi ve sistemli olunması gereken böyle bir mes’elede zarar vermiş olurlar. Oysa ki, henüz hiçbir sahada yeterli elemanın yetiştiği söylenemez.

Burada istidradî olarak bilhassa şu hususu da belirtmekte fayda var: Günümüzde İslâm Fıkhı’nın, yani İslâm hukuk sisteminin tekrar gözden geçirilerek, bugünün ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde tertip, tensik ve tanzim edilmesi şarttır. Fakat üzülerek söylüyorum ki, henüz hem sayı, hem de vasıf olarak bu işin üstesinden gelebilecek seviyede elemanın var olduğundan söz etmek mümkün değildir. Bu elemanların yetişmesi elbette belli bir vakit ister. Ayrıca mevcud fıkhî bilgilerin mutlaka kompüterlere yüklenmesi gerekir. Sadece bu işin bile çok uzun zaman isteyeceğinde şüphe yok. Halbuki iş, mevcud bilgilerin kompüterlere yüklenmesiyle de sınırlı değildir. Bu bilgilerden istifade ile, yeni terkiplere ulaşılması da lazımdır. Ama, yukarıdaki üzüntümü tekrar ederek söylemek zorundayım; şu anda bütün bunları istenen seviyede yapabilecek kadroya sahip olduğumuz söylenemez. Yani, nasıl ki NASA’yı ve NASA gibi çok büyük araştırma merkezlerini idare edecek yeterli derecede elemanımız yok ve bunu rahatlıkla itiraf edebiliyoruz, aynı şekilde İslâmî ilimlerdeki durum da bundan farklı değildir. Söylediklerimde kat’iyen mübalağa etmiyor ve mevcudu da hafife almıyorum. Sadece gerçeğe tercüman olmaya çalışıyor ve vak’ayı rapor ediyorum...

Dolayısıyla; çok önemli mes’elelere talip ama yetersiz insanlar, Müslümanlık adına, bu topluma üst üste fiyaskolar yaşatabilirler. Ve böyle bir falso da bizde, önü alınamayacak bozgunlara sebep olur ki, böyle bir durumda da elden kaçırdığımız fırsatları bir daha elde etmemiz oldukça zordur. Böyle mühimlerden mühim bir mes’eleye, toyca yaklaşımlarla bir yere varılmaz. Fıkıhta; Ebu Hanifeleri, İmam Ebu Yusufları; hadîste; Buharîleri, Tirmizîleri, Müslimleri; kelâmda Seyyid Şerif Cürcanî-leri, Taftazanîleri; ahlâkta ve tasavvufta İmam Gazalîleri, İmam Rabbanîleri, Hz. Bediüzzaman gibi insanları hazırlayıp yetiştireceğimiz âna kadar topluma her muâlece yanlıştır, komplikasyon doğurur ve bir daha da bu yanlışlıkların sebebiyet verdiği tersliklerin altından kalkamayız. Bütün bu söylediklerimin hesabını Allah’a vermeye âmâde ve hazır olduğumu da burada bir parantez cümlesiyle ifade etmek isterim. “Niye kuvve-i maneviyeyi kırıyorsun?” denilebilir bana. Ne var ki vicdanım çok rahat, hesap vermeye de hazırım; zira bu mes’elenin, kat’iyen şakaya, gayr-i ciddi insanlarla temsile tahammülü yoktur.

Evet, mevzuyu özetleyecek olursak: Soruda da denildiği gibi, geleceği kucaklama, bilgi toplumu olmaktan geçer. Öyledir; zira bilgi, eşya ve hâdiselerin bize anlattığı, tekvinî emirlerin ve bu tekvinî emirlerin önümüze açıp döktüğü nesnelerin hissedilmesi, kavranması ve Yaradan’ın yüce maksatlarının sezilmesi demektir. Eşyaya hükmetme mevkiinde yaratılan insan, görecek, okuyacak, sezecek ve öğrenecektir. Öğrendikten sonra da hâdiselere sözünü geçirme ve onları teshir etme yolunu araştıracaktır. İşte bu nokta, Yüce Yaratıcı’nın emriyle, eşyanın insana, insanın da kendi Yaratanına teslim ve mahkûm olduğu noktadır.

Bazı kimseler, dünyayı ilme göre idare etmenin, insanın makinalaşması ve bir karınca topluluğu hâline gelmesi gibi, felâketler getireceğine inanırlar. Bu kat’iyen doğru değildir. İlimsiz bir geçmiş olmadığı gibi, ilimsiz bir gelecek de tasavvur edilemez. Her şey netice itibariyle ilme bağlıdır.. ve ilim olmadan dünyanın insana vereceği hiçbir şey yoktur.

Vâkıa, pek çok şehirlerimizde, insanın makinalaştığı, insancıl duyguların yok edildiği; düşünce ile beraber sıhhatin, sıhhatle beraber insanî faziletlerin silinip gittiği bir gerçektir. Ancak bunu ilme ve tekniğe yüklemek de bir haksızlıktır. Belki bunda asıl kabahati, gerçek ilim adamının, sorumluluk yüklenmekten kaçınması keyfiyetinde aramalıyız. İçtimaî sorumluluk şuuruna varmış ilim adamları, kendilerinden bekleneni eda etselerdi, belki de endişe verici bu hususların pek çoğu şimdi olmayacaktı..!