KEREMİN KAZANDIRDIKLARI
Soru: “Allah Rasûlü keremini öyle bir fetanetle kullanmıştı ki, yaptığı cömertliğin zerresi dahi boşa gitmemiş ve İslâm gücü olarak geriye dönmüştü” sözünü izah eder misiniz?
Cevap: Kerem, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun çok önemli bir derinliği ve bir enginliğidir. Aslında, O’nun hangi vasfını ele alırsak alalım, O, bunları çok iyi kullandığından dolayı, O’nun her cehdi, katlanarak O’na geri dönmüştür. Kereme, bir yaklaşıma göre civanmertlik, cömertlik, sehavet de diyebilirsiniz. Bunlar, bir kısım küçük nüanslarla birbirinden ayrılsa da, hep aynı noktaya işaret ederler. O (sav), Cenab-ı Hakk’ın ahlâkıyla ahlâklanmış ve bu İlâhî ahlâkı çok iyi kullanmış, hem öyle bir kullanmış ki, zerresini dahi israf etmemiştir. Sonra da Cenab-ı Hakk, İlâhî ahlâkla ahlâklanmanın neticelerini katlayarak O’na iade etmiştir. Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu, iftihar tablosu olmanın gereği, tezahürü, tecellisi olarak herkesin, hatta meleklerin önünde olabilecek şekilde bu işi değerlendirmiştir. Aslında bu konu, herkes için de bahis mevzuudur. Yani herkesin, Allah yolunda verdiği şey, katlanmış olarak yeniden ona dönecektir. Kur’ân-ı Kerim’in pek çok sarih âyeti bunu açıkça ifade eder: “Men câe bilhaseneti felehü aşrü emsaliha = Kim bir iyilikle gelirse, ona getirdiğinin on katı vardır..” (En’am, 6/160). Evet, bir insan sadece bir iyilikte bulunursa, Cenab-ı Hakk o iyiliği ona katlar ve yeniden o şahsa iâde eder. İlâhî lütfun en azı bu. Allah yüze de katlar, bine de.. bu biraz da şahsın ihlas derinliğine göredir. Hatta bazı zamanlarda o zatın, ibadet ü taata kazandırdığı derinliğe göre binlere de katlayabilir. Bazı hususî günler itibariyle veya o şahsın diğergamlık, hasbilik, Allah’la irtibatta çok sağlam olmasına göre, Cenab-ı Hakk, ona bir milyon da verebilir. Hülasa, böyle bir durum herkes için söz konusudur. Ama böyle bir potansiyel gücü değerlendirme, son kertesine kadar kullanma mes’elesi, sadece ve sadece Efendimiz’e müyesser olmuştur. Hatta enbiyâ-ı izâm dahil, evliyâ-i kirâm, asfiya-ı fihâm efendilerimiz -büyüklükleri müsellem- hiçbiri o seviyede, Cenab-ı Hakk’ın kendilerine bahşettiği imkânları değerlendirememiş, dolayısıyla da Cenab-ı Hakk’tan, o ölçüde karşılık elde edememişlerdir.
Kerem, keramet, ikram, bunların hepsi hemen aynı kökten gelen kelimeler. Kerem, bir insanın iyilikseverliğe kilitlenmesi, düğümlenmesi veya onun tabiatını, başkalarına iyilik yapma duygusu sarması demektir ki, bu his küllî-cüz’î her insanda belli ölçüde vardır. Ama kimileri bu duyguyu bütün bütün köreltir, kimileri de hayat boyu onu işleye işleye hep geliştirir; geliştirir de, sonra kerem yolu onlar için bir şehrah hâline gelir. Ve böylece onlar, hiç sapıtmadan, sağa-sola inhiraf etmeden, hep birer civanmert olarak, etraflarına sürekli keremden inciler saçarak yaşarlar.
İnsanlığın İftihar Tablosu’na, vazifesi gereği ve misyonu icabı, Cenab-ı Hakk’ın bu mevzudaki ilk atâsı, yani mebdedeki mevhibesi çok büyük olmuştur. Zaten biz O’na ısmarlama şahıs diyoruz. Misyonunun büyüklüğüne göre, mahiyeti, bu ağır vazife ve sorumluluğu taşıyabilecek nüvelerle donatılmıştır. Ne var ki, daha sonra O, Cenab-ı Hakk’ın, mahiyetine yerleştirdiği bu nüveleri inkişaf ettirmiştir ve beklenen sınırların üstüne çıkarmıştır.
Allah’a, yaptığı işlerden dolayı soru sorulmaz.. evet O’na niçin “şunu şöyle yaptın” denilmez, ama, yine de bu konuda genel bir düşüncemiz var; o da şu: Cenab-ı Hakk, istikbalde o zatın iradesinin tam hakkını vereceğini, o muhit ilmiyle nazar-ı itibara alarak, herkesi ve her şeyi aşan bir büyüklüğü, ta baştan ona ihsan buyurmuştur. İnsanlığın İftihar Tablosu da, ister kendi şahsî hayatı adına, isterse ümmetinin İslâmî hayatları adına, Cenab-ı Hakk’ın bütün bu lütuf ve ihsanlarından istifade etmiştir.
İşte kerem de bu duygulardan biridir. Bu, her şeyden evvel O’nda, iyilikseverlik hissi veya ihsanda bulunma duygusu, aynı zamanda keramete açık olma kabiliyeti ve istidadı demektir. Öyle ki O verdikçe Allah da O’na verir. Ama, peygamberlik platformunda cereyan eden bu hârikulâde şeyler, dâva-yı nübüvvetin tasdikiyle alâkalı olduğundan dolayı, biz, bir mânâda onlara da mucize deriz. Mucize, kendi tarifi içinde; peygamberin eliyle O’nun peygamberliğini isbata matuf, Allah tarafından yaratılan hârikulâde şey demektir ki, Mahiyet-i Ahmediyye (sav) aynı zamanda ona da açıktır.
Kerem, zatında sevilen bir haslettir. Hatta biz, kereminden dolayı insanları da severiz. Hadîs olmadığı halde hadîs diye rivayet edilen hoş bir söz vardır: “İnsan iyiliğin kölesidir.” Yani iyilik öyle bir dinamiktir ki onunla çok önemli vazifeler yerine getirilebilir ve çok zorluklar aşılabilir.
Kerem, Araplarda daha önceleri de belli bir ölçüde vardı. Cahiliye şiiri en erken dönemlerde dahi, hep iki önemli motif, iki önemli tema üzerinde dönüp durmuştur. Bunlardan biri kerem, diğeri de şecaattir. Evet, İmrü’l-Kays’tan Tarafa’ya kadar hemen herkes bu iki husus üzerinde (eğer onlara izafe edilen bu şiirler onların ise) durmuştu. Bu mes’ele Bediüzzaman’ın yaklaşımı içinde ele alınacak olursa, Hazret-i İbrahim’in bâkiye-i dini, o günlerde de bu şekilde temsil ediliyordu, denebilir. Üstûrevî mahiyette Hz. İbrahim’in cömertliği hakkında şu menkıbe anlatılır: Üstûresi çok bu kaynaklarda, Hz. İbrahim’in sürülerinden bahsedilir. O’nun o kadar çobanları -bağışlayın-, o kadar koyunları ve o sürülerini koruyan o kadar köpekleri vardır ki, O, bu imkânlarıyla devrinin zenginlerinden sayılır. Bu imkânları peygamberlik mansıbıyla te’lifte zorlanan -doğru ise- melâike-i kiramdan bazıları, Hazret-i Âdem’in hilkatinde, istizah mahiyetinde soru yönelttikleri gibi, Hz. İbrahim için de: “Acaba peygamberlik mansıbıyla bunca servet nasıl te’lif edilir?” diye düşünürler. Cenab-ı Hakk da onlara, “gidin bir deneyin” teklifinde bulunur. Ve melekler gidip Hz. İbrahim (as)’e, O’nun duyacağı şekilde “Subbûhün, Kuddûsün, Rabb’ül-melâiketi ve’r-rûh!” diyerek ma’rifetlerini ifade ederler. Bu kelimelerin her biri, Cenab-ı Hakk’ı takdis, tesbih adına çok iyi seçilmiş kelimelerdir. Nasıl ki şiirde kullanılan kelimeleri “erbab-ı beyân”, “ashab-ı belağat” anlar ve “ne şiirimsi kelime! Tam şiirin musîkisine uymuş” derler. Öyle de Zat-ı Uluhiyet adına söylenen sözlerdeki incelikleri de, Zat-ı Uluhiyet ma’rifetine ulaşmış, kalbi bu işe açık Hz. İbrahim gibi müstesna ruhlar anlarlar. O, meleklerden böyle bir tesbihi duyunca âdetâ bayılır ve arkasından da: “Aman ne güzel” der ve ilave eder; “bu önümdeki sürülerin dörtte biri sizin olsun, dediklerinizi bir kere daha söyleyin.” Bir daha söylediklerinde ise, “yarısı sizin olsun” der. Diğer bir kere daha söylediklerinde ise, “çobanlarımla beraber size köle oldum” karşılığını verir. Servet bu hislerle sımsıkı irtibatlı ise, peygamberlik davasına zıt olmak şöyle dursun çok önemli bir payandadır.
Bir dönemde, Efendimiz (sav) de Hatice Validemizle böyle bir servete ulaşmıştı. Fakat peygamberliğinin daha ikinci veya üçüncü senesi evlerinde neredeyse yiyecek bir şey kalmamıştı. O koca servet, âdetâ peygamberlik davası yolunda eriyip gitmişti. Ziyafetlerde harcanmış.. veya falanın gönlünü almak, filanın kalbini yumuşatmak için sarf edilmişti.. ya da tansiyonu aşağıya çekmek için kullanılmış ve derken o büyük servet tüketilmişti.. hem öyle bir tüketilmişti ki, beş-altı sene sonra İnsanlığın İftihar Tablosu, çok defa açlığını duymamak için karnına taş bağlamaya başlayacaktı.
Aslında biz, tahliline yöneldiğimiz bu bölümde şunu arz etmek istiyoruz: İşte böyle Hz. İbrahim’den kalma bu cömertlik ve kerem, Mekkelilerin de yabancısı değildi.. ve herkes durumuna göre bu keremden bir pay almıştı. Fakat yine de hiç kimse, Efendimiz (sav)’in, peygamberliğinden önce de olsa, O’nun keremiyle yarışacak durumda değildi. Zira Allah Rasûlü, Hz. İbrahim’in şeceresinin en son ve en cami’ meyvesiydi. O, Hz. İbrahim’deki keremi sanki bütünüyle tevarüs etmişti. Hele peygamberliğinden sonra bu kerem öyle artmıştı ki, Allah Rasûlü âdetâ şekillenmiş bir kerem ve cömertlik olmuştu. Bilhassa Ramazan aylarında, Hz. Aişe Validemiz’in de ifadesiyle, Allah Rasûlü (sav) rahmetle esen rüzgârlara benzerdi; elinde-avucunda ne varsa hepsini çevresine dağıtırdı.
Allah Rasûlü (sav) için, Allah’ın kendisine yüklediği o yüce misyonu yerine getirmek, yüce bir ideal hatta bir tutku hâline gelmişti. Öyleki onu eda edemediği zaman kendisini ölecek gibi hissediyordu. Hatta Allah (cc) bu konuda O’nu ta’dil ederek “Felealleke bâhiun nefseke -Nerdeyse canına kıyacak ve intihar edeceksin” (Kehf, 18/6) diyor, ta’dil ve tesellide bulunuyordu. Bu açıdan Efendimiz (sav); Cenab-ı Hakk kendisine ne vermişse, hepsini hak davası istikametinde sarfetmişti. Yani Allah’ın verdiği her şeyi, yine Allah’ın dînini ihyâya kullanmıştı. Mesela, Cenab-ı Hakk kendisine üstün bir cesaret vermişti. O da bu cesaretle kırılması gerekli olan bütün savletleri kırmıştı. Allah Rasûlü (sav), Cenab-ı Hakk’ın Cevvad isminden de azamî derecede istifade etmişti. Ancak O, imkânlarını ulu orta şuraya-buraya saçarak kullanmamış; aksine, hak yolunda ve fevkâlade bir temkinle değerlendirmişti. İnfak ettiği şeyleri âdetâ toprağın bağrına saçılan tohumlar gibi saçmış ve attığı her daneyi, yediveren başak hâline getirmişti. Evet, Cenab-ı Hakk’ın, mahiyet-i Muhammediye’ye dercettiği bütün hakikatleri, İnsanlığın İftihar Tablosu hep böyle değerlendirmişti.
Mesela O, henüz yirmi beş yaşlarındayken, Cenab-ı Hakk O’na imkân verdi ve O da ticarete atıldı. Hz. Hatice ile ortaklık kurdu. Ve kısa zaman içinde de önemli bir servete sahip oldu. Ancak bi’seti müteakip, henüz birkaç sene geçmemişti ki, O, servetinin bütününü infak etmiş ve bitirmişti. Ne var ki bu harcamaları öylesine yerinde ve isabetli yapıyordu ki, neticede pek çok insanın gönlünü İslâm’a ısındırıyor ve “insan ihsanın kölesidir” sırrını bütün çarpıcılığıyla ortaya koyuyordu.
Öyle bir koyuyordu ki, O’nun faziletini, büyüklüğünü anlamayanlar, emanette nasıl emin olduğunu göremeyenler, vefasına karşı gözleri kapalı kalanlar, mutlaka, O’nun cömertliği karşısında dize geliyorlardı... Allah Rasûlü, hayatının sonuna kadar da bu hâlini devam ettirdi. (Nitekim Efendimiz’in bu özelliğini, “İnsanlığın İftihar Tablosu Sonsuz Nur” adlı kitabımızda tafsilatıyla ele alıp yayınlamıştık.) Resûlullah’taki bu durum, o günkü insanlarda şu kanaati hasıl etmişti: Bir insan ancak Allah’a itimatla bu kadar cömert olabilir. Öyle ise, bu Zat peygamberdir. Evet, böylece Efendimiz, o güne kadar sadâkatıyla, vefasıyla, güveniyle, emniyetiyle alamadığını fevkâlade civanmertliğiyle, bir bir gönüllere giriyor ve alıyordu. Evet, herkes değişik yanlarıyla büyüklüğün bir tarafından O’nu yakalıyor, azametinin o yönünün altında kalıyor ve O’nu kabulleniyordu. O (sav), cömertliğini öyle rantabl kullanmış ve öyle değerlendirmişti ki, âdetâ servetinin her danesi, yediveren değil yetmiş veren, hatta yetmişbin veren başaklar gibi sünbül vermişti. Yani O, plân, proje âleminde her mes’eleyi böyle hesaplamış ve servetini böylesine tohumlar gibi saçmıştı. Sonra da Allah’ın inayet ve keremiyle, belli bir devre sonra başaklar vermiş, sünbüller ser çekmiş, çiçekler açmış ve her taraf bir nevbahar olmuştu.
Günümüzün, hizmete omuz vermiş, fedakâr, kahraman insanları için de aynı durum söz konusudur. Çünkü günümüzün insanları da “dava-yı nübüvvetin vârisleri” sözüyle ifade edeceğimiz önemli bir misyona sahiptirler. Yani, yeryüzünün günümüzdeki mirasçıları da, peygamberlik davasının vârisleri sayılırlar.
Nasıl ki, Efendimiz cömertlik duygusunu kendi döneminde ihyâ etmiş ve en ulvî noktaya yükselmişti, öyle de, günümüzün dava-yı nübüvvet temsilcileri de aynı şeyi yapmak zorundadırlar.
Yani İnsanlığın İftihar Tablosu gibi, Allah’ın (cc) bize bahşettiği bütün imkânları hem de zırnığını dahi zayi etmeden, her şeyiyle talim ve terbiye yolunda kullanarak, tıpkı O’nun, yüce davası ve düşüncesi adına yararlandığı gibi yararlanabilir.. ve dînimiz adına elde edilen müsbet gelişmeleri daha da hızlandırabiliriz. Evet, cömertliğimizin verdiği ve vereceği neticeler bütün fedakârlıklara değecek ölçüde kıymetli ve bu milletin geleceği adına da çok önemlidir.