“DİN İÇİN DEVLET, DEVLET İÇİN DİN”


Soru: Hulefâ-i Râşidîn döneminden sonra Emevîler, Abbasîler, Selçuklular ve Osmanlılar’da “din için devlet felsefesi, devlet için din şekline dönüşmüştür” denilip; askerî, siyasî, içtimaî bütün kargaşalar buna bağlanmak istenmektedir. Böyle bir süreç acaba günümüzde de yaşanmakta mıdır?

Cevap: Hulefâ-i Râşidîn Efendilerimiz’in hepsi de kıymetler üstü kıymete, değerler üstü değere sahip ve haiz insanlardır. Ve bizim kriterlerimizle değerlendirmeye tâbi tutulmaktan muallâ ve müberradırlar. Günümüzde hadîsi sorgulayanlar, Sahabeyi hatta Raşid Halifeleri de kritiğe tâbi tutabilirler; ancak biz, böyle bir mes’elede “düşünce ve lisanımızın ismeti” der, Allah’ın dilimize günah işletmemesini, O’ndan niyaz ederiz.

Ne var ki, böyle seviyeler üstü seviyeye mazhar olmalarına rağmen, Raşid Hâlife Efendilerimiz’in aynı seviyede olmadığı, hatta onlardan sonra gelen Ashab-ı kiramın da -ki hepsi de efendilerimizdir ve hepsine rûhlarımız feda olsun- aynı kutbun kutup yıldızları olmadığı da bir gerçek. Seyyidina Ebu Bekir, Allah Rasûlü’yle öyle bir maiyet paylaşıyordu ki, o maiyetin bir ucu gidip tâ Allah’a dayanıyor; yani o beraberlik aynı zamanda Allah maiyetine mazhariyet gibi bir mânâ ifade ediyordu... Seyyidina Hz. Ömer, küfre karşı şiddetli olma, mü’minlere karşı tevazu kanatlarını yerlere kadar indirme, tevazu ve mahviyet mülâhazasıyla serfiraz.. tabii aynı zamanda, kılı kırk yararcasına adalet, hakkaniyet ve istikametin de temsilcisi. Bir yönüyle Hz. Ebu Bekir, nisbeten mercuh olsa bile bu hususî faziletlerinde, “mercuh racihe hususî faziletinde tereccuh edebilir” esasına binaen az dahi olsa önde olabilir.. evet, bir daha altını çizerek ifade edeyim ki; umûmî durumu itibariyle bir insan üç kadem geri olduğu birisinden hususî bir mes’elede birkaç kadem ileride olabilir. Bunun gibi, başkalarının umûmî faziletlerine rağmen iffetiyle, ismetiyle Seyyidina Hz. Osman’ın yarım kadem ileri olduğunu söylemek de mümkündür. Seyyidina Hz. Ali’nin diğergamlığı, fedakârlığı, şah-ı merdân, haydar-ı kerrar, dâmad-ı Nebi olmasının yanında, kıyamete kadar gelecek birçok velinin onun sulbünden gelip dîn-i mübin-i İslâm’a hizmet etmeleri itibariyle bütün bu büyük insanların hizmetlerinin avantaj ve avansını elde etmesi ve onunla hak ettiği büyüklüğün tahtına oturmasının O’na âit bir hususiyet olması da yine “mercuhun râcihe tereccüh”ü cümlesindendir; başka mülâhazalara girmeye de gerek yoktur.

Herşeye rağmen biz, onları kendi aralarında hilafet sıralamasına göre kabul ettiğimiz gibi, umum ümmet de, aynı sıralama ile herkesin önünde bulunduklarını kabul etmektedir.

Suale gelince ben, soruda geçen “Raşid Halifeler’den sonra Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar’da “din devlet içindir felsefesi hakimdi” ifadesini mutlak mânâda doğru bulmuyorum. Yani ister Emevî idareciler, ister diğer devletleri idare edenler arasında, devlet felsefesini bu istikamette anlayanlar olmuş olabilir. Ancak, “hepsi de böyleydi” demek doğru değildir. Ve yine doğru olmayan bir diğer şey de, dini yüceltme gayesini sadece Sahabe dönemine inhisar ettirmektir... Muaviye ve ötekilerin, bunlardan zâlim bilinenlerin bile yaptıkları çok güzel şeyler vardır. Hele dikenlikte açan bir gül gibi o Emevi sülalesinin yüzünün akı ve iki buçuk sene gibi kısa bir zaman dilimine asırlık iş ve icraatı sıkıştıran Ömer bin Abdülaziz...

Diğer taraftan Harun Reşid de önemli bir şahsiyet.. Mehdi çok ileri seviyede bir simadır ki, o dönemde kendisine Mehdi nazarıyla bakılmıştır. Selçuklulardan Alparslan, küçümsenmeyecek bir mücahid, Mehdi denebilecek çapta bir insandır. Keza Melikşah ulu bir devlet adamıdır. Ve yine bana göre Osmanlılar, Fatih cennetmekâna kadar sıra dağlar gibi hep zirve insanlarla devam edip gelmiştir. Hepsi de dâhî ve ileri seviyede insanlardır. Onlar hakkında Şecere-i Numaniye’de söylenenler elhak doğrudur. Sahabe-i kiram efendilerimizden sonra onlar, vazifelerini en iyi şekilde temsil etmiş kimselerdir. Fatih’ten sonra hafif iniş-çıkışların olduğu doğrudur. Ancak, unutulmamalıdır ki, onların çukurları bile bizim başımızda kubbe gibi kalır. Bu açıdan, ben şahsen devletin dine göre esas alınması ve devletin dine irtibatlandırılması mes’elesini sadece Raşid Halife Efendilerimize bağlamayı doğru bulmam. Günümüzde Mevdudî gibi bazı kimseler, bu konuda, yani hilafeti meliklikden ayırma mevzuunda biraz fazlaca hassasiyetleri, biraz Ehl-i Beyt’i aşırı iltizamları, biraz da Emeviler’e fazla yüklenmeleri sebebiyle zannediyorum -ben aslında bu gibi kimseleri de rahmetle yad ediyorum. Çünkü Efendimiz: “Ölülerinizin güzel yanlarını anlatın” buyuruyor. Ne var ki her sahada kalem oynatmış, dolayısıyla her sahada söz sahibi kabul edilmiş birinin daha dikkatli olması lazımdır. Bir kere İslâmî ilimler çok engindir. Herkes her sahada bir mütehassıs gibi konuşmamalıdır- biraz ifratkâr davranıyorlar.. ve Ehl-i Beyt’i yükseltelim derken, İbn-i Teymiye ve Vahhabilerin bir kısmının yaptığı gibi Hz. Ali’ye ve Ehl-i Beyt’e zararlı şekilde yükleniyorlar.

Ben şahsen mes’eleye ve bu mes’elenin arkasındaki düşünceye öyle bakmıyorum ve gün be gün yevmü’l-beter (her gün bir öncekinden kötü) düşüncesine kat’iyen iştirak etmiyorum. Nitekim yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, “Şecere-i Numaniye” de Osmanlıların gelip devleti Sahabe gibi idare edeceklerinden söz ediliyor. Bu, Osmanlıların henüz tarih sahnesine çıkmadan ve tâ Selçuklular döneminde söylenmiş bir sözdür. Demek ki, gün be gün yevmü’l-beter değil; bazı dönemlerde çukurlardan zirvelere yürünmesi de söz konusu olabiliyor.. ve inişleri çıkışlar takip edebiliyor. Zaten Kur’ân-ı Kerim’in, “tarihî tekerrürler devr-i daimi” adına söylediği söz de bunu teyid etmektedir: “Ve tilkel eyyâmü nüdâvilühâ beynennâs.” Meâli: “O günler... onları Biz insanlar arasında çevirir dururuz.” (Âl-i İmrân, 3/140)

Mes’eleyi daha değişik bir yaklaşımla ele alacak olursak, hâdiseler bir doğru çizgi üzerinde cereyan etmez; her şey dairevî döner durur. Bugün birilerine bayram ise, yarın da başkalarına bayram olacaktır. Allah Rasulü (sav) bunu “Elharbu sical” sözüyle anlatır ki bu, cephelerin ileri geri hareketi demektir. Tıpkı yer kabuğunda olduğu gibi, zirveler çökerek çukurlaşacak denizler meydana gelecek.. ve tabiî aynı anda başka bir yerde de zirveleşmeler oluşacaktır. Aslında içtimaî hâdiseler de hep böyle devam edegelmiştir.

Biz on sekizinci asırdan başlayıp her gün biraz daha hız ve tempo artırarak ondokuzuncu asra kadar sürekli başaşağı gelmiş ve yirminci asırda yerle bir olmuşuzdur. Şimdi, yirmi birinci asrın, bizim tekrar doğrulup zirveye tırmanış asrımız olacağı ümidini besliyoruz. Belki önümüzdeki asrın ilk çeyreğinden sonra, öyle parlak günler gelecektir ki, Osmanlı döneminde bile o ihtişama ulaşılmamıştır! Dediklerimiz ve diyeceklerimizi değişik bir ifade ile toparlayacak olursak:

İslâm devletinin kuruluşundan günümüze kadar, yer yer kesintilerle birlikte sık sık zamanın altın dilimi kuşağına girilmiş, din, hilafet veya imamet (devlet idaresi mânâsında) esas alınmış ve devlet ona tabi kılınmıştır. Bu dönemlerde, devlet bütün gücünü dinden almış ve onun rehberliğine sığınmıştır. Din devletin geçeceği yolları aydınlatan bir ışık kaynağı olmuş ve devleti yanılgılara düşmekten, çıkmazlara girmekten korumuştur.

Hatta değişik dönemlerde yer yer imamet ve hilafet âdetâ saltanat hâlini almıştır ama, pek azı müstesna, bu mükemmel temsilciler, imameti saltanat seviyesinde temsil edenler, kat’iyen kalplerini, kafalarını saltanata kaptırmamışlardır. Tarık’dan Kanuni’ye uzanan çizgide bu hep böyle olmuştur. Tarık, Toleytola’da, kralın hazinelerine ayağını basarak kendi kendine: “Evvelki gün bir köleydin, dün bir kumandan, bugün de bir fatihsin; unutma yarın toprağın altına gireceksin” deyip yüzünü yere koyarken ve Kanuni, Viyana’dan döndüğünde, kemal-i samimiyetle: “İçime az gurur geldi, bugün yatağımı dehlize serin” derken hep bu ruhu terennüm ediyorlardı. Böylesine hazm-i nefs eden bu insanların en büyük oldukları zamanlarda bile tevazu kanatlarını yerlere kadar indirmeleri gösteriyor ki, bizde sıkça bu semavî büyüklükler yaşanmış.. ve gerçekten her şey dinin rûhuna uygun cereyan etmiş ve bütünüyle hayat bu duyguya tâbi kılınmıştır. Ama bazen, Emevilerin de, Abbasilerin de, Karahanlıların da, İlhanlıların da, Harzemlilerin de, Selçukluların da, Osmanlıların da içlerinde melikliği ve saltanat sürmeyi Allah’ın rızasının önüne geçiren idareciler zuhur etmiştir. Allah bizim de onların da taksiratını affetsin!

Ne var ki, bu istisnalarla o altın devletleri karalamak insafsızlıktır. Ve zaten böyle bir şey yapmamız bizim için caiz de değildir. Çünkü Kur’ân bize geçmişlerimizi hayır duâ ile yad etmemizi öğütlemektedir.

Hem o dönemlerde yaşanan saltanat, tam bir meliklik de değildir. Sadece i’lâ-yı kelimetullah uğruna bir sancak açmak, kibir ve gururla burnunu diken düşmanlara karşı sadaka cinsinden gururlu ve kibirli davranmak idi ki, din böyle bir davranışı istihsan eder.

Günümüzde ise bu mes’elelerin berzahı yaşanmaktadır. Dolayısıyla bugün bize düşen, herkesle diyalog kurabilme yolunda müşterek noktalar tespit edip, bütün dünya ile entegre olabilecek hâle gelmektir.