TARİHÎ TEKERRÜRLER DEVR-İ DAİMİ

Soru: Tarihî hâdiselerin tekerrürü zaviyesinden dünyada cerayan eden olaylara yaklaştığımızda karşımıza nasıl bir tablo çıkıyor? Lütfeder misiniz?

Cevap: Dünya yeniden bir manevî buhran ağında.. evet, Allah, dünyayı bir kere daha sarsıyor. En müreffeh ve istikrarlı ülkeler kabul edilen Amerika ve Almanya bu sarsıntıdan hissedar olacakları gibi, sıralamada onları takip eden devletler de kendi durum ve konumlarına göre bu buhrandan nasiplerini alacaklardır. Hissesi ne olursa olsun, Türkiye’nin de bu sıralamada bir yeri olduğunu unutmamak gerek.

Dünyanın yeniden buhranlara sürüklenmesi bir neticedir ve bu neticeyi doğuran sebepler ise sayılamayacak kadar çoktur. Biz bunlardan birkaçına sadece işaret edip geçelim:

1. Dünyayı idare edenlerin, liderlik yanlarının eksikliği. Bizim “lider” ile ne kasdettiğimiz ve bu kelimeyi hangi mânâda kullandığımız bellidir. (Lider* yazısında da işaret edildiği gibi, bir liderde bulunması gereken pek çok vasıf ve özellik vardır.) O yazıdaki kriterler nazara alındığında, bugün dünyanın lider bakımından nasıl yoksul ve fakir bir durumda olduğu görülecektir. Dünyanın içinde bulunduğu buhran ve sıkıntıda, sözünü ettiğimiz fakirlik ve yoksulluğun tesiri küçümsenemeyecek kadar yaygın ve ürperticidir.

2. Dünyadaki ekonomik hayatın, ekonomi bilmeyenlerce yönlendirilmesi, insanlık için bir tâli’sizliktir. Ve bu tâli’sizlikle bugün insanlık, maalesef kıvrım kıvrımdır. Ne gariptir ki, günümüzde herkesin bildiği bu yanlışlık, her şeye rağmen daha bir süre devam edecek gibi görünmektedir.

3. Bana göre en önemli sebeplerden biri de israftır. Evet, bugün bütün dünyaya israf hakimdir. Tabii ki, israfın hakim olduğu yerde kaybedilmesi muhakkak ve mukadder olan bazı önemli dinamikler de olacaktır.. ve işte o dinamikleri yitirmek de dünyayı buhrandan buhrana sürüklemektedir. Eskiden insanlar “Kût-u lâ yemût”la yaşarlardı. (Kût-u lâ yemût, ölmeyecek kadar bir şeyle iktifa etmek, demektir.) Eskilerin aldıkları gıdadan, giydikleri elbiselere, ondan da kullandıkları eşyaya kadar bu herşeyde bir ölçüydü. Onlar, daha ziyade “gaye-i hayal”leri açısından, duygu, düşünce ve kültürleriyle zengin olmayı tercih ederlerdi. Bugün ise mes’ele tamamen tersine dönmüştür.

İsraf, Allah’ın nimetlerinin kadrini, kıymetini bilmeme, onları ulu orta saçıp savurma demektir. Zaten şimdilerde ona “savurganlık” diyorlar. Bir yerde israfın hayat bulması orada “kaht” denilen kıtlığın boy göstermesini de beraberinde getirir. Bu bazen bereketin kesilmesi şeklinde tezahür eder ki, Bediüzzaman Hazretleri bu mes’eleye temas ederken, aynı noktaya parmak basar ve “iktisad sebeb-i bereket, israf ise bereketin kesilmesine vesiledir” der.

Dünyanın içinde bulunduğu buhranla ilgili sebepleri sıralayıp çoğaltmak mümkündür. Ancak, biz burada konuya başka bir zaviyeden yaklaşmayı düşündüğümüz için şimdilik bu sebepler üzerinde fazla durmayacağız.

Evet, dünya yeniden bir manevî buhran arenasına itildi. Bu bir tarihî tekerrürdür. Ve zannediyorum mes’eleye tarihî tekerrürlerin mânâ ve mahiyetini kavrayarak yaklaşmak daha yararlı olacaktır.

Evet tarih, tekerrürlerle doludur. Ancak bu tekerrürler ayniyet içinde değil, misliyet (birbirine benzerlik) içinde cereyan eder. Aksi olsaydı aynı hâdiselerden ders alınır ve dolayısıyla da aynı yanlışlıklara girilmemiş olurdu. Halbuki tarihî tekerrürlerden ders değil ibret alınır. İsterseniz şimdi de, dünyanın içinde bulunduğu buhrana böyle bir anlayış perspektifinden bakmaya çalışalım.

Tarihî tekerrürler içinde nice defalar görülmüştür ki, Cenab-ı Hakk’ın insanları sıktığı, sıkıştırdığı, preslediği dönemler, çok defa insanlık için yeni ufuklara açılmanın mebdei olmuştur. Esasen bu durum fert plânında da böyledir, cemiyet plânında da. Yani ferdî sıkıntıların doruk noktaya ulaşması, bir bakıma kurtuluş ânının çok yaklaştığını gösterdiği gibi, içtimâî sıkıntıların azgınlaşması da her zaman toplumu bilemiş ve onu yeni ufuklara yönlendirmiştir. Bunları düşünürken hemen hatırımıza İmam Sühreverdî’nin, geceye hitaben söylediği şu sözleri gelmektedir: “Karar karara bildiğin kadar. Çünkü kararmanın son noktası aydınlığa çıkmanın başlangıcıdır!”

Ayrıca, normo âlemin sultan-ı mümtazı insanla, makro âlem arasında her zaman ayniyete yakın bir misliyet söz konusudur. Onun için isterseniz, önce mes’eleye, bir mukayese imkânı vermesi bakımından fertten başlayalım. Fertlerin inşirah hallerini bazen, vicdanî ve rûhî kabzlar takip eder. Bazen de durum döner, bunun tam aksine olur. Kabz, sıkıştırılma demektir. Kılıcın parmaklarla sıkıştırılan yerine de bu sebeple “kabza” denir. Evet kabz, bilinmeyen bir el tarafından kıskıvrak yakalanmanın adıdır. Zaten bu kelime tasavvuf terminolojisine de daha ziyade bu mânâsıyla girmiştir.

Bazen kabz halleri, ferdin bir kısım günahlarından, gafletinden kaynaklanır. İnsan evvela kendini coşkun bir iklime salar.. biraz çakırkeyf yaşar; buna ceza olarak da hemen arkasından kabz haline giriftar olur. Belki de böyle bir hale girmeyi ruh istemektedir. Çünkü rahat ve rehavetin fazlası ruhta sıkıntı meydana getirir. Dolayısıyla ruh, çok defa maddeden kaynaklanan coşkunluklardan sıkılır. Zira o, daha ziyade öbür âlem adına metafizik gerilim içinde bulunmayı arzular. İşte bu haliyle kabz, insanın kendisini salıvermesine mukabil, yed-i kudret tarafından îkaz edilmesini netice verir. Allah, insanı kendine yöneltmek için ona kabz hali verir. Bu aynen, bir annenin yanlış yere gitmesin, yanlış şey yapmasın diye çocuğunu engellemek için önce hafif tokatlayıp sonra da onu bağrına basması gibidir.

Böyle bir durumda yollar daralır, geçit vermez hale gelir.. sebepler yavaş yavaş sukût eder.. İşte o anda insan bütün sebepleri hafızasından siler ve sebepleri elinde tutan Zât’a yönelir. Zaten o Zât (cc)’ın maksadı da budur: İnsanı kendine yöneltmek. Bu gibi ahvalde eğer insan, başına gelenlerin hakiki sebebini anlayıp Cenab-ı Hakk’a rücu edebilirse, maksad hasıl olmuş demektir. Bu noktaya ulaşabilmek ise, kâinatta hiçbir hâdisenin tesadüfî ve gelişigüzel olmadığını anlama ve kavrama gibi bir şuur, bir idrak ister. Sekizinci Söz’de kuyuya düşmüş iki insanın durumu anlatılırken bu hususa işarette bulunulmuştur. Bu iki insandan biri vak’aların perde arkasını kurcalamaktan mahrumdur. Halbuki diğeri basiret ehlidir. Bu sayede de kendi kendine der ki: “Bu işler pek tesadüfe benzemiyor. Sahrada koşarken arkama bir arslan takılıyor, kuyuya düşüyor ve bir ağaca tutunuyorum; ağacın kökünde beyaz ve siyah iki fare ağacı kemiriyorlar.. aşağıda bir ejderha ağzını açmış düşeceğim ânı bekliyor.. yukarıda arslan dehşet verici haliyle beni tehdit ediyor.. Omuz omuza vermiş bu hâdiseler asla rastlantı olamaz. Belli ki bütün bunlar beni bilen birisi tarafından daha önceden plânlanmış ve benimle temsil ediliyorlar.”

İşte, kabz haline giriftar olan her insan, aynen böyle düşünmeli ve demeli ki “beni kıskıvrak yakalayan bu hâdiseler beni aşan bir kudret tarafından kullanılıyor ve ben bu oyunda sadece figüranlık yapıyorum.” Tabiî bu kadarla da kalmamalı, derhal hâdiseleri o yöne sevkeden ve bütün varlık âleminin zimamını elinde tutan Zât’a dehalet edilmelidir.

Bu durum fert için böyle olduğu gibi toplumlar için de böyledir. Fert gibi yer yer toplum da bir demir pençe ile tutulup sıkıştırılır ki, bu da o toplumun kabz halidir. Bu halin bize ait yönü aslında 19. asra girerken başlamıştır. İflaslar birbirini takip etmiş ve bilhassa Tanzimat’tan sonra hep kazanma kuşağında kaybetmelerle karşı karşıya kalmışızdır. Dönüp O’na yönelmeyi gerçekleştiremediğimiz için de, kabz hali uzun süre devam etmiştir. Müracaat yanlış kapılara yapılmış, medet başka yerlerde aranmıştır. Mesela, bir dönemde Fransız hayranlığı, bir başka dönemde İngiliz meftûniyeti; öyle ki Babıâli’de İngiliz devleti için “devlet-i fehimane” ifadesi bile kullanılmıştır. Bu, muhteşem, muazzam İngiliz devleti demektir. Devletin ruhuna musallat bu kompleks, teker teker fertlere de sirayet etmiş.. her iki kesim de bundan nasibini almış ve sarsıklaşmıştır. İşte bu dönemde, hem millet hem de devlet kabz hali yaşamaktadır. Ferdin, vicdanında ve düşüncesinde içine girdiği sıkıntılar gibi, aynı cendereye millet ve devlet olarak düşmüşüzdür. Şimdi de aynı şeylerin tekerrürlerini yaşıyoruz. Ama bu tekerrür sadece bizimle sınırlı da değil. Bizim yakın bir geçmişte yaşadığımız buhranları şimdi bütün bir dünya yaşıyor. Tabii ki, Türkiye de bu sıkıntıdan kendi payına düşeni alacaktır. Ancak yukarıda da tekrar ettiğimiz gibi, bu sıkıntılı dönemi de yine tarihî tekerrürler açısından ele almak gerekir. Yani nasıl ki, daha önceki sıkıntılar yeni inşirahlara birer başlangıç olmuştu; öyle inanıyorum ki, bugün içinde bulunduğumuz buhran ve sıkıntılar da aynı şekilde yeni inşirahlara köprü olacaktır. Zaten bizim vazifemiz de insanlığa bu yeni inşirah dönemini hazırlamak değil mi?

Tarihî tekerrürlerle alâkalı mülâhazamızı hizmet içi bünyemize de tatbik edebiliriz. Tatbik edebilsek, görürüz ki, hizmetimizin hangi merhale ve kademesinde kabz haline girilmişse, mutlaka ardından inşirahla çıkılmış ve kabz dönemi, yeni bir merhaleye sıçranılmasına vesile olmuştur. Bundan böyle de, misliyet ölçüsünde aynı şeylerin olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz...