Küçük bir sermaye
Öyleyse Allah zikredilir, Allah'a şükredilir, fakat yine de O'nun bütün nimetlerine mukabelede bulunmak mümkün değildir. Ancak biz elimizden ne kadar geliyorsa o kadarını yapmalı, ortaya koyduğumuzun azlığı şuuru içinde O'na dönerek, "Ci'tüke bi bidâatin müzcâtin, fe evfi lenâ Yâ Vefiy! *Ey her şeyin karşılığını tam olarak veren en Vefalı! Sana değersiz, çok küçük bir sermaye ile gelsem de, Sen onu tam kabul et ve bana öyle mukabelede bulun!" demeliyiz. Hani,Yusuf aleyhisalatu vesselamın kardeşleri HazretiYusuf'a: "Ci'nâ bi bidâatin müzcâtin, fe evfi lenâ'l*keyle ve tesaddak aleynâ *Biz değersiz bir sermaye ile geldik ama sen (lütuf ve kereminle) tahsisatımızı tam ölçek ver de parasını veremediğimiz kısmı da sadakan say." (Yusuf, 12/88) demişlerdi. Biz de Cenâb*ı Hakk'a, "Hiç bir şeye değmeyen, minnacık bir sermaye ile Sana teveccüh ettik. Sen Vefiysin, bizim bu pek küçük sermayemize çok büyük lütuflarla, ihsanlarla mukabelede bulunmak Senin şanındandır. Şanına sığınıyoruz." demeliyiz.
Evet, biz Cenâb*ı Hakk'ı ne kadar anarsak analım yine de O'nun nimetlerine karşı şükür, hamd ve tesbih mukabelesini gereğince yerine getirmiş olamayız. Bu sebeple, daha önce hatırlattığım ayet*i kerimede, "Yâ eyyuhe'llezîne âmenü'z*kürullâhe zikran kesîrâ" (Ahzab, 33/41) denilip Allah'ın çokça anılması söylendikten sonra "ve sebbihûhu bükraten ve asîlâ" denilerek Cenâb*ı Hakk'ı tesbih ve takdis etme, O'nun noksan sıfatlardan müberrâ ve münezzeh olduğunu anlatma mevzûu nazara verilmektedir. Zaten biz de bunun için sabah*akşam "Sübhâneke Yâ Allah, teâleyte Yâ Rahman, ecirnâ mine'n*nâr, bi afvike Yâ Rahman" diyor; O'nu tesbih, takdis ve tenzih ediyoruz.
Böylece de, memur olduğumuz şeyleri elimizden geldiğince yerine getirerek bir yönüyle "çok"un misalini ortaya koymuş oluyoruz. Evet, dûn*himmet olmamalı.. "şu kadar yeter" denmemeli. Rabbimizi ne kadar anarsak analım yine de O'nun bize olan nimetleri karşısında zikir ve şükürde bulunamadığımız mülahazası hatırdan çıkarılmamalı.
Diğer taraftan, Cenâb*ı Hak, "Anın Beni ki anayım sizi!" (Bakara, 2/152) buyurmaktadır. Yani biz, Allah'ı zikr u fikr u ibadetle yâdedeceğiz, O da bizi teşrîf ve tekrîmle anacak.. biz duâ ve münacâtlarla O'nu mırıldanıp duracağız, O da icâbetle bize lütuflar yağdıracak.. biz dünyevî işlerimizin arasında O'nu unutmayacağız, O da dünya ve ukbâ gâilelerini bertaraf ederek bizi ihsanla şereflendirecek.. biz yalnız kaldığımız dönemlerde de O'nunla dolup taşacağız, O da yalnızlıklara itildiğimiz yerlerde bize "Enîs u Celîs" olacak.. biz rahat olduğumuz zamanlarda O'nu dilden düşürmeyeceğiz, O da rahatımızı kaçıran hâdiseler karşısında rahmet esintileri gönderecek.. biz O'nun yolunda ihlâslı olacağız, O da bizi gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insan tasavvurunu aşan hususî iltifat ve hususî pâyelerle şereflendirecek.
Allah (celle celalühu) ayetin devamında "veşkürû lî ve lâ tekfürûn" (Bakara, 2/152) buyurmaktadır. Yani, "Beni anın; nimetlerimi, lütuflarımı anın, onlara karşı lâkayd kalmayın, görmezlikten gelmeyin; şükürle mukabelede bulunun, nankörlük etmeyin" demektedir. Acaba, ne yapsak ki körlük ve nankörlük olmasa? Ve ne yapsak ki, O'nu anmış sayılsak ve aynı zamanda O'nun tarafından da anılanlar sırasına girsek?