Sayfa 2/2 İlkİlk 12
16 sonuçtan 11 ile 16 arası

Konu: Kalbin Zümrüt Tepeleri 3

  1. #11
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 3

    EVVEL, ÂHİR, ZÂHİR, BÂTIN

    İlk, birinci ve kadim demek olan "Evvel" bidayeti olmayan, her şeyden akdem ve bütün varlığın mebdei ve mübdii; son, en son ve nihayeti bulunmayan anlamındaki "Âhir" ise, bütün eşyanın fena ve zeval bulmasına karşılık "

    كُلُّ شَئٍ هَالِكٌ إِلاَّ وَجْهَهُ- O'nun zatı müstesna her şey yok olacaktır." (Kasas, 28/88) ve "

    كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ. وَيَبْقَى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلاَلِ وَالاِكْرَامِ - Arz üzerinde bulunan herkes fena bulacak ancak, senin azamet ve kerem sahibi Rabbinin zatı baki kalacaktır." (Rahman, 55/26-27) ayetlerinin ifadesi çerçevesinde her şeyin gidip kendisine dayandığı bekâ ve sermediyetin biricik Sultanı demektir. Ez-Zâhiru'l-Bâtın, varlığı mahlukatın varlığından daha açık ve her nesne kendini, kendi cirmi kadar göstermesine mukabil, bütün hususiyetleriyle O'nu ruhlara ve gönüllere duyurması ölçüsünde bir Zâhir; izzet, azamet ve şiddet-i zuhurundan ötürü ihata edilemez ve "masiva" ölçüsünde kavranamaz bir Bâtın'dır.

    Evvel-âhir, Kur'an'a göre, leyl-nehâr, cennet-nâr, mü'minîn-küffâr.. gibi mütekâbil esmâ ve mesânîdendir. Zat-ı Ulûhiyet mülâhazaya alınıp "Evvel" dediğimizde; her şeyden ve herkesten müstağni, sabıkı bulunmayan, kıdem tahtının Sultanı ve kendi kendine varolan "Vâcibu'l-Vücûd" kastedilir.

    " كَانَ اللهُ وَلَمْ يَكُنْ مَعَهُ شَئٌ - O evvellerden evvel vardı ve beraberinde de hiçbir şey mevcut değildi." gerçeği, böyle bir evveliyet ve kıdemi ifade etmektedir. Bazıları bu hadise

    " وَهُوَ الآنَ عَلَى مَا كَانَ عَلَيْهِ - O şu anda da olduğu gibi bulunmaktadır." ilavesini yapmaktadırlar ki, eğer bu sözle, "O'nun varlığı kendinden ve vâcip, eşyanın vücudu ise O'nunla kâim." demek istiyorlarsa bunda bir mahzur olmasa gerek; yok, var olan sadece O, varlık ve hâdiseler bütünüyle vehim ve hayalden ibaret olduğunu iddia ediyorlarsa, "hakâiku'l-eşyâi sâbitetün" gerçeğine zıt böyle bir çarpıklığı kabul etmemiz mümkün değildir.

    O, kendinden başka her şeyden (mâsivâ) mukaddem bir "Evvel"; her şeyin encam ve nihayetine hâkim, varı yok yoku da var eden bir "Âhir"; vücudu varlığın her satır, her kelimesinde netlerden daha net, apaçık okunan bir Zâhir; her şeyin ötesinde, ötelerin de ötesinde kâinat ve hâdiselerin biricik mercii bir Bâtın; ama hem evveliyeti hem âhiriyeti, hem zâhiriyeti hem de bâtıniyeti birbirinden ayrı olmayan bir Evvel u Âhir ve bir Zâhir u Bâtın'dır. O, evveliyetiyle ezeliyetin ve âhiriyetiyle lâyezâliyetin biricik Sultanıdır. O'nun evveliyetindeki takdirleri, âhiriyette yine O'nun ilmî plânlarına göre zuhur eder, derken her şey bir inkişaf sürecine girer.

    O, kadîm, ezelî bir Evvel; dâim ve sermedî bir Âhir'dir; hiçbir şey yokken O vardı; sürekli varlık-yokluk arası gel-gitler yaşayan bütün eşya fenâ ve zevalle silinip gittikten sonra da O bâki kalacaktır. Her şey O'ndan gelmekte ve gidip yine O'na dayanmaktadır; O ise gelmekten-gitmekten münezzeh, herkes ve her şeyin biricik penâhıdır.

    O'nun varlığı evvelden evvel,

    Bu mânânın adı nezdinde ezel.

    Yok nihayeti, olmaz O'na hitâm,

    Halkeden O'dur, O'nunladır devâm.

    Tekmil varlık nezdindeki bir nurdan,

    "Ol" dedi, oldu bir ışık billûrdan.

    O, ilk halk ve ibdâ ihsanlarıyla Evvel, kullarına merhamet, mağfiret ve hazırladığı ebedî saadet saraylarıyla da Âhir'dir. Hidayetiyle Evvel, bu ilk mevhibeye lütfedeceği keremleriyle de Âhir'dir. İbtidasız bir Kadîm u Evvel, intihasız bir Bâki u Âhir'dir. Kıdem ve ezeliyetiyle mebdei olmayan bir Evvel, ebediyet ve sermediyetiyle de sonu tasavvur edilmeyen bir Âhir'dir. Vâcibu'l-Vücûd, Vâhidu'l-Ehad olmasıyla evvellerden Evvel, fenâ ve ademden münezzehiyetiyle de âhirlerden Âhir'dir.

    Böyle bir tespit ve kabulün sonucu olarak ism-i Evvel tecellisine mazhar bir vicdan, geçmişin derinliklerine dalınca: "Acaba hakkımda kaderin hükmü ne merkezdedir?" diye düşünür ve endişeyle kıvranır; ism-i Zâhir mazhariyetini düşünüp Cenâb-ı Hakk'ın iman, İslâm ve ihsan gibi lütuflarını mülâhazaya alınca da, davranışlarının nimetlere şükürle mukabeleden ibaret olduğunu görür ve ümitle oturup kalkmaya başlar. Kezâ, ism-i Bâtın tecellisi ile muhat bir gönül, kapalı ve müphem binlerce hâdise karşısında sürekli dehşet ve hayret yaşar; ism-i Âhir menfezlerinden ruhuna sızan rahmet esintileriyle de telâşlardan, endişelerden kurtulur ve kendini olabildiğine tatlı, sonsuza yönlendirici bir heybet ufkunda bulur.

    İsm-i Evvel itibarıyla, görülen-görülmeyen bütün âlemlerin bir evveli, ism-i Âhir itibarıyla da bir âhiri vardır. Biz evveliyeti düşününce hayretler yaşar, âhiriyeti mülâhazaya alınca da dehşetle ürpeririz. Bilfarz Muhbir-i Sâdık'ın eşrât-ı sâat, kıyamet, Cennet, Cehennem.. gibi âhiriyetle alâkalı beyanları olmasaydı, evveliyeti sessizlik murakabesine bağladığımız/bağlayacağımız gibi âhiriyet hakkında da hiçbir şey söyleyemeyecektik...

    O, hem Evvel ve Bâtın, hem Âhir ve Zâhir'dir. Ezelden ebede, ilim plânında, taayyün hususiyetinde, ruh seviyesinde ve cisim keyfiyetinde her şey O'na ait, O'na râci; halk, hudûs, imkân, emir, kudret ve tedbir açısından da O'nun tasarrufundadır. Evvel O'dur, evveliyeti de, hüviyet-i Hakk'a nazırdır ve her şey tecelli itibarıyla O'ndandır.



    Bir nokta içre bunca şuûn Hudâ'dandır,

    Bir hardal içre bunca nücûm Hudâ'dandır.

    Hakikî vücud Zâhir u Bâtın Hak'tandır,

    Hiç kimse bilemez hem ibtidâ nedir... (İsmail Hakkı)

    Âhir O'dur; seyr u sülûk-i ruhanîde ve urûc-i umumîde her şey O'na dönmekte ve O'na dayanmaktadır. Zâhir O'dur; varlık kitabı, eşya meşheri, kâinat sarayı bütün işaret, alâmet, âyet ve şahitleriyle O'nu haykırmaktadır. Bâtın O'dur; melekûtî bütün mertebelerin müntehâsı O'na bakmaktadır. O'nun ötesi yoktur; bu konuda "öte" diye bir şey de yoktur ve işte bu nokta öteden beri " قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى " hakikatıyla işaretlenegelmiştir.

    Ne var ki O, görüp bildiğimiz hüviyette bir Zâhir olmadığı gibi bir Bâtın-ı Sırf da değildir. Aksine O, his, müşahede, tasavvur ve tahayyül edilemez, münezzeh bir Zâhir olmanın yanında müteâl bir Bâtın'dır. O'na "Zâhir" dediğimiz aynı anda "Bâtın" da demezsek, zat, sıfât ve esmasına ait bütün hususiyetleri eşyâ ve hâdiselere verme zorunda kalırız. Aksine, "Bâtın" derken de, varlığının delâil ve şevâhidini görmezlikten gelirsek, dolayısıyla ruh-i küllî mülâhazasına sapmış oluruz. O, hem eşya ve onunla istidlâl açısından, hem de isimlerinin, sıfatlarının, tezahür alanı zaviyesinden kâinat kitabının çehresinde okunan bir Zâhir ve zâhirî duyularla ihsas ve imtisası kâbil olmayan münezzeh ve müteâl bir Bâtın'dır. Âsârında parıldayıp duran izzet ve azametin göz kamaştıran ihtişamıyla bir Zâhir, nâkâbil-i idrak hakikat ve hüviyetiyle bâtınlar ötesi bir Bâtın'dır. Varlığın bağrında görüp müşahede ettiğimiz ibdâ, inşa, ve ihsanıyla bir Zâhir, ifnâ ve imâtesiyle de bir Bâtın'dır. Lütf u ihsanlarının her taraftaki sağanaklarıyla bir Zâhir, perdesiz, hicapsız ulaşılmazlığı ve görüşülmezliğiyle de bir Bâtın'dır. Hâsılı, O hem Evvel, hem Âhir, hem Zâhir, hem de Bâtın'dır.

    Bazen bu isimler, tecelli alanları itibarıyla, birleşik noktaları bulununcaya kadar farklılık arz edebilirler. Hazreti Musa ve Hızır vak'ası buna iyi bir örnek sayılabilir. Bu iki zattan biri, vazife ve misyonu icabı birkaç kadem diğerinin önünde, diğeri de temsil ettiği hizmet açısından birkaç arşın berikinin ilerisindedir. Bu iki ufuk insanın muvakkat arkadaşlıkları sayesinde, esrarlı ilahî icraatın perde arkası müphemiyetleri giderilince medâr-ı nizâ konuların hemen bütününde mutâbakat sağlanmış; yolculuk devam etmese de zâhir ve bâtının mutlak mânâda, birbirine zıt olmadığı ortaya çıkmıştır.

    Bu konuda şöyle bir yaklaşım da söz konusu olabilir: İsm-i Zâhir ufkunda, her iş ve her faaliyet bir plân çerçevesinde halktan Hakk'a doğru cereyan etmektedir. Böyle bir alanın rehberi için yapılması gerekli olan şey, insanları, insanî melekelerini inkişaf ettirerek alıp Hakk'a götürmektir. İsm-i Bâtın itibarıyla ise, Cenâb-ı Hakk'ın öldürme, helâk etme icraatında olduğu gibi, esbab ve istihkaktan kat-ı nazar, mukarrer ve mukadder olan şeylerin icra edilmesi söz konusudur. Bu zaviyeden, Hazreti Musa zâhirî yörüngesi ve bâtınî ufkuyla insanları ukbâ ve rıza-i ilâhîye hazırlamaya memur bir büyük; Hızır ise, tekvînî ve teşriî emirler karşısındaki durumu itibarıyla, fakat o emirleri söz konusu etmeden tıpkı "melekü'l-mevt" gibi farklı bir buudda her şeyi icrâya memur bâtın eksenli ayrı bir büyüktür. Bunlardan biri, tebliğ ve temsil rehberi, diğeri de olup bitenlerin takipçisi gibidir ve kat'iyen birbirlerine zıt değil, mütemmimdirler.

    Zâhir u Bâtın birdir bil ey kardeş;

    Evvel-Âhir dahi birbirine eş.

    İsm-i Zâhir'in de, ism-i Bâtın'ın da birinci derecede inkişaf alanları Kitap ve Sünnet; mahall-i tezahürleri ve tatbik sahaları ise bütün derinlikleriyle din ve diyanettir. Tekvînî emirler açısından bir baştan bir başa bütün kâinatlar ism-i Zâhir'in dili, tercümanı, ziyası ve mahall-i in'ikası; ism-i Bâtın'ın da resm-i nuranisi, ruhu ve mânâsıdır.

    Bir kitabullah-ı a'zamdır serâser kâinât,

    Hangi harfi yoklasan mânâsı hep Allah çıkar.(Meçhul)

    Teşriî emirler zaviyesinden ism-i Zâhir'in kıvamı imam ve sultan iledir; ism-i Bâtın'ın kıvamı ise hakikat âleminin emiri kutup iledir. Yani sultan-ı zâhir, ism-i Zâhir'in, sultan-ı bâtın da ism-i Bâtın'ın memerri, meclâsı ve minvechin temsilcisi mahiyetindedir. Zâhir, bâtının bir tezahürü, bâtın da Zâhirin iç ucu ve öteler buududur. Bâtın olan "kenz-i mahfî" tecelli yoluyla zuhur etmeseydi, o mukaddes kaynak bilinemez, her taraftaki bu göz kamaştırıcı güzellikler temâşâ edilemez ve ism-i Bâtın ufkundaki mânâlar da okunamazdı. Bâtın kenzi, zâhirle soluklandı ve zâhir bâtına müzeyyen bir zarf hâline geldi;

    " لَيْسَ فِي اْلإمْكَانِ أَبْدَعَ مِمَّا كَانَ " mazmunuyla ifade edilen derin, ziyadar ve ihtişamlı bir zarf.

    Her şey bu kadar net ve bu kadar vâzıh olduğu halde; öteden beri en mâkul ve başka türlü tevillere de kapalı olan meseleleri dahi çarpıtmaya çalışan sapık ideolojiler, zâhiri bâtından ayırarak ve bâtına da garip mânâlar yükleyerek Şer'-î Şerif'le telifi imkânsız, diyanetin ruhuna muhalif ve akl-ı selime de ters pek çok yanlış yorumlar ortaya atmış ve İslâm düşüncesini bulandırmaya çalışmışlardır. Kaynak itibarıyla bu sapık düşünce ve çarpık yorumlar, büyük ölçüde Yunan felsefesi, Hint düşüncesi, Hermetizm inancı, Sabiîn akidesi.. gibi eski mirasın güçlü cereyanlarından kaynaklanmıştı. Bilerek veya bilmeyerek pek çoğumuz itibarıyla biz Müslümanlar, hem kalbî, hem de ruhî hayatımız itibarıyla bu çarpık ve dahîl düşüncelerin tesirinde kalarak itikadımız açısından bugüne kadar bir hayli inhiraf yaşadık...

    ***

    Müslümanların içinde bazıları Kur'an ve Sünnet'in açık emirlerine ve selef-i sâlihînin saf, temiz, dupduru içtihat ve istinbatlarına "zâhirîlik" deyip her şeyi hafife aldı ve değişik fantastik mülâhazalarla kabul edilemez tevil yollarına saparak muhkemâta bile farklı mânâlar yüklemeye kalkıştılar. Bunlar namaza, "Hakk'a ulaşmanın avamca yolu" diyerek "vâsılûn u bâtınûn (!)" için gereksiz olduğu iddiasında bulundu; zekatı benzer bâtıl bir yoruma bağladı; haccı avamca cem' gayreti saydı; orucu boş eziyet gördü; muharremâta karşı tavır almayı aptallık kabul etti ve dolaylı yoldan herkese, ibâhiyecilik ve bohemlik aşılamaya çalıştılar.

    Bütün bir tarih boyu bu kabil düşünce ve telâkkiler Câmi'lik, Ethemîlik, Haydarîlik, Babaîlik, Şemsîlik, Karmatîlik, İsmailîlik gibi cereyan ve ocaklarda üretildi; sonra da belli usullerle tekye, zaviye ve medreseler kullanılarak saf İslâm düşüncesi bulandırılmaya çalışıldı ve çalışılıyor. Bunlar, Kur'an ve hadisleri hevâ ve heveslerine göre yorumluyor, nasları, sembolik ifadeler kabul ederek rüya tâbirlerinde olduğu gibi onlara farklı mânâlar yüklüyorlardı. İbn Sebe ile başlayan bu fitne hareketleri, Ehvazlı Meymun'la ayrı bir derinliğe ulaştı; Berkâî ile korkunç bir yangın şeklini aldı; Hasan b. Sabbah'la İslâm'ı temelden sarsacak bir gâile haline geldi ve derken bir hamle daha yaparak getirip her şeyi insilâha bağladı.

    Onlara göre, Kur'an ve Sünnet'in zâhiri ve herkes tarafından anlaşılan mânâsı kat'iyen muteber değildir; muteber olan zâhir ötesi ve zâhir üstü bâtındır. O batınî mânâları da ancak bu işin zirvesindeki seçkinler bilir. Ve yine onlara göre, Allah bir tanedir, taaddüde vesile olacakları için O'na sıfat isnadı doğru değildir – تَعَالَى اللهُ عَمَّا يَقُولُ الظَّالِمُونَ عُلُوّاً كَبِيراً -. Meselâ -yüz bin defa hâşâ- Allah kudret sahibi olduğu için değil, başkalarına kudret verdiği için -ne demekse- kadirdir. Ve O'nun diğer sıfatlarını da bu çerçevede yorumlamak icap etmektedir.

    Kadim filozoflardan tevârüs ettikleri diğer çarpıklıklar gibi "ukûl-i aşere" telâkkisi bunların önemli bilgi kaynaklarından birini teşkil etmektedir: yani Allah önce bir "akl-ı evvel" yaratmış; sonra bilvâsıta bir nefs-i evvel.. nefis aklın kemâlini isteyince harekete ihtiyaç hissetmiş ve bu hareketten eflâk-i semâviye meydana gelmiş.. feleklerin hareketinden soğukluk, sıcaklık, yaşlık, kuruluk, bunlardan da "mevâlid-i selâse" hasıl olmuş.. sonra gayri irâdî böyle bir feyezânla insana kadar bütün varlık şeceresi vücut bulmuş – نَعُوذُ بِاللهِ تَعَالَى مِنْ هَذِهِ التَّأْويلاَتِ الْفَاسِدَةِ - ve derken her şey bugünkü halini almış...

    Varlığı bütünüyle bir akl-ı evvele bağlama ve peygamber yerine de "insan-ı kâmil" unvanıyla birini ikame etme, hemen bütün sapık sistemlerde karşılaşılan bir husus. Allah ve peygamberlerin (aleyhimüssalâtü vesselâm) sözlerini bâtınî mânâlara bağlama, her ifadede yorumu öne çıkarma ve "te'vil" deyip durma batınî diyalektiğin önemli unsurlarındandır. Hurûfîlerin yaptıkları gibi, harflere Şer'-i Şerif ve akl-ı selimle telifi imkânsız mânâlar yükleme, iğlak ve iphamda keramet arama da diyeceğimiz daha ne paradokslar.. ve bütün bunları, din adına, hüsn-ü niyetle yapıyor gibi görünme, hatta günümüzdeki bazı gizli cemiyetlerin yaptıklarına benzer şekilde bir kısım anlaşılmaz merasimlerle yapılan şeyleri daha bir büyülü gösterme türünden şeyler, din-diyanet bilmeyen cahil yığınları baştan çıkarmak için yetip artmıştır.

    Bunların, ibadet ü taatı farklı yorumlamaları, mâsiyet ve lâahlâkîliği âdeta teşvik etmeleri zamanla insanları bütün bütün serazat ve kural kabul etmez hâle getirmiş; sonuçta da her şey gidip anarşiye incirar etmiştir/etmektedir. Ne var ki, bunlar ruhları âheste âheste ifsat ettiklerinden, dinin ruhundan habersiz kimseler farkına varmadan bu mel'un ağın içine düşmüş ve bir daha da kurtulamamışlardır. İşte o mel'un vetireden bazı ipuçları:

    1-) Teferrüs: Muhatabın bir şeyi anlayıp anlamaması açısından iyi belirlenmesi.

    2-) Te'nis: Alıştıra alıştıra ve rehabilite ede ede hedefin veya kurbanın ruhuna girilmesi.

    3-) Teşkik: Namzedi din hakkında şüpheye düşürme, itikadını sarsma veya onların Allah yerine değişik ritüellere yönlendirilmesi.

    4-) Ta'lik: Namzedi kabul etmenin belli yeminlere bağlanması.

    5-) Râbıt: Sırlarını fâş etmeme ahd ü peymanında bulunulması.

    6-) Tedlis: Namzedin, anlattıkları şeylerin ilhama bağlı olduğuna inandırılması.

    7-) Hal': Bâtını tam kavrama kıvamına gelmiş olanların, zâhirden bütün bütün koparılması.

    8-) İnsilâh: Namzedin dinî emir ve yasaklardan tamamen uzaklaştırılarak hürriyet-i mutlakaya (!) ulaştırılması.. evet onlar hep bu gibi yâvelerle insanları iğfal etmişlerdir. Ve iğfal edilenler de bir daha kurtulamamışlardır.

    Oysaki, zâhir de hak, bâtın da hak. Her ikisinin Hazreti Zat-ı Vahid'de müşterek mütalâası ise haklar ötesi haktır. Zâhir, varlığın hiçbir hâl ve hiçbir durumunun O'na kapalı olmaması demektir; bâtın ise, insanların bugününe de, yarınına da muttali bulunması, muttali bulunup iyilere iyilik sürprizleri, affetmeyeceği fenalar için de " فَأَتيهُمُ اللهُ مِنْ حَيْثُ لَمْ يَحْتَسِبُوا - Allah hiç beklemedikleri şekilde onları bastırdı." (Haşr, 59/2) fehvasınca sû-i akıbetler takdir buyurması mânâsına gelmektedir.

    Din ve Şer'-i Şerif rivayet ve dirayet kaynaklarıyla zâhir ve bâtının müşterek unvanı mesabesindedir. Şeriat-ı Garrâ, insanların kalbî-ruhî derinlikleriyle bâtınî televvünlerin ifadesi; onların duygu, düşünce, hâl ve tavırlarını disipline etmesiyle de zâhirî tezahürlerin mahall-i temsil ve inkişafından ibarettir. Ayrıca Şer'-i Şerif hem ilm-i zâhir hem de ilm-i bâtın buudludur: Ef'al-i mükellefîn diyeceğimiz taharet, namaz, oruç, hac, zekat, cihad.. gibi ibadetler; alış veriş, zenaat, şerikât.. türünden muameleler; hudut ve ta'zir nevinden cezalar onun zâhirî olanına.. tasdik, iman, yakîn, sıdk, ihlas, mârifet, muhabbet, teslim, tevekkül, tefvîz, rıza, zikir, tevbe, inâbe, evbe, haşyet, heybet, havf, sabır, kanaat, kurb, aşk, vecd, istiğrak, hayâ, ta'zim, iclâl.. gibi makam ve hâl ile alâkalı hususlar da bâtınî olanına nâzırdır.. ve bunlar arasında asla bir zıddıyet de söz konusu değildir. Bir zıddıyetin mevcudiyeti şöyle dursun, zâhir ve bâtının inkişaf ve tezahürleri sayacağımız bu hususlar bir hakikatin değişik yüzlerinden ibarettir. Ve birbirinin mükemmili ve mütemmimi mahiyetindedir.

    Mutasavvifînin, " نَفْيُ الْوُجُودِ, بَذْلُ الْمَجْهُودِ, اَلْقَنَاعَةُ بِالْمَوْجُودِ, اَلْوَفَاءُ بِالْعُهُودِ نِسْيَانٌ مَا سِوَى اللهِ في مُشَاهَدَةِ الْمَعْبُودِ" sözleriyle ifade ettikleri; insanın nefis ve enaniyet cihetiyle kendini nefyetmesi, hedefe kilitlenip o yolda bütün gücünü kullanması, Hakk'ın takdirleri karşısında kanaatkâr olması, sözünde durup vaadini yerine getirmesi, Hazreti Cemâl-i Lâyezâl'i müşâhede iştiyakıyla "min vechin" mâsivallahı nisyana gömmesi... gibi hususlar kat'iyen Kur'an ve Sünnet naslarına muğayir değildirler; aksine bunları benimseme, hayatı kalb ve ruh seviyesinde yaşamanın yoludur, asılları da Kitap ve Sünnet-i Rasulullah'a dayanmaktadır.

    Elhasıl, din ve diyanet esas, Şer'-i Şerif bu yolun değişmez programı; fizik ötesi mülâhazalar, kezâ ruhânî haz ve zevkler ise âmilin ve sâlikin hulûsuna talepsiz terettüp eden ikram ve ihsanlardır. Birbirinden farklı görünen bu iki husus, kaynakları itibarıyla birlik ifade ettiği gibi neticesi itibarıyla da yine bire müncerdir ki, meseleye bu mülâhaza ile bakınca, her şey yerli yerine oturur, zihin ikilemden kurtulur, evvel ayn-ı âhir olur, zâhir de gider bâtına bağlanır.

    Hak yolcusu için ilk duyulup hissedilen sıfât-ı sübhâniye ve esmâ-i ilâhiye ile alâkalı bâtın mücerret bir bâtındır ki; buna izâfî bâtın da denir. Bunun ötesinde vicdanda inkişaf edip müntehînin iç dünyasını saran âlem-i zâta ait bir bâtın vardır ki, o da "ebtanu'l-bevâtın" diye anılagelmiştir. Bu itibarla da, bâtın ufkuna ulaşan bir hayli kimse olmasına karşılık, esrâr-ı ulûhiyete vâkıf insan sayısı oldukça azdır.

    İsterseniz bir hayli muğlak ve müphem bu konuyu Bediüzzaman'ın o câmi' yaklaşımıyla noktalayalım: Her şeyin iç kısmına ve perde arkasına melekût, dış yüzüne ve perde önü keyfiyetine de mülk denir. Burada, insan ile kalb arasındaki münasebeti örnek olarak zikredebiliriz: Mülk itibarıyla insan zarf, kalb ise mazruftur. Melekût cihetinde ise bunun aksi söz konusudur. Bu durum, makro plânda aynıyla, arş ve kâinat için de geçerlidir. Şöyle ki, arş Zâhir, Bâtın, Evvel, Âhir isimlerinin bir tecellî halitası mahiyetindedir. Böyle bir tecellî zaviyesinden arş mülk, kevn melekût; ism-i Bâtın açısından ise arş melekût, kevn mülk olur. Farklı bir ifadeyle, arşa ism-i Zâhir açısından bakılınca zarf, kâinatlar da mazruf halini alır; ism-i Bâtın itibarıyla mülâhazaya alınınca da o mazruf, kevn de zarf gibi mütalâa edilir. Bunun gibi ism-i Evvel itibarıyla "

    وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَاءِ " mazmunuyla müfâd her şeyin evveli ve bidayeti işaretlenmekte, ism-i Âhir zaviyesinden de, "

    سَقْفُ الْجَنَّةِ عَرْشُ الرَّحْمنِ " beyanına bağlı olarak her şeyin nihayeti vurgulanmaktadır.. ve bu derinliğiyle de arş-ı a'zam, bilhassa bu dört ism-i şerifin meclâsı, mazharı, aynası olması açısından varlık, kâinat ve bütün şuunu kaplamaktadır.

    اَللّهُمَّ رَبَّ السَّموَاتِ السَّبْعِ وَرَبَّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ رَبَّنَا وَرَبَّ كُلِّ شَئٍ

    مُنْزِلَ التَّورَاةِ وَالاِنْجيلِ وَالْقُرَانِ فَالِقَ الْحَبِّ وَالنَّوى لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ

    أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ كُلِّ شَئٍ أَنْتَ أخِذٌ بِنَاصِيَتِهِ

    أَنْتَ اْلأَوَّلُ فَلَيْسَ قَبْلَكَ شَئٌ وَأَنْتَ اْلاَخِرُ فَلَيْسَ بَعْدَكَ شَئٌ

    وَأَنْتَ الظَّاهِرُ فَلَيْسَ فَوْقَكَ شَئٌ وَأَنْتَ الْبَاطِنُ فَلَيْسَ دُونَكَ شَئٌ

    اِغْفِرْلَنَا كُلَّ شَئٍ حَتى لاَ تَسْأَلَنَا عَنْ شَئٍ

    انَّكَ عَلَى كُلِّ شَئٍ قَدِيرٌ وَبِالاِجَابَةِ جَديرٌ

    وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ والِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ



  2. #12
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 3



    ÂYÂN-I SÂBİTE VE ÂLEM-İ MİSAL


    Her şeyin özü, esası, zâtı mânâlarına gelen ayn, çoğulu "âyân", "sâbite" kelimesine muzaf kılınıp "âyân-ı sâbite" şeklini alınca "hakâik-ı eşyâ-yı ilmiye" diyebileceğimiz Hz. Âlem-i ilmiyede esmâ-i ilâhiyenin sûret-i tecellilerinden ibaret olup hakâik-i mümkinâta dair ilmî vücudlar çerçevesinde zâtlar ve mâhiyetler demektir. Bu mânevî sûret ve ilmî hakikatlerin, Hz. Zât'la zamânî gibi görülen münasebetleri zaman itibarıyla değil, bizzattır; evet ilm-i ezelîdeki bilinenlerle, zamana bağlı taayyün, birbirinden farklı şeylerdir. İlm-i ilâhîde mevcut olan her şey, min vechin vücud, râyiha ve hususiyetini teşemmüm etmiş bulunsa da hâricî vücud nokta-ı nazarından mümkin unvanıyla mevcud-u mukayyet ve mâdûm arası bir konum ihrâz etmektedir.

    Sofiye ve bir kısım mütekellimîn -umûr-u âliye'ye ait bu kabil mevzuları ifadede elfaz ve kelime yetersizliği mahfuz- âyân-ı sâbite ve bu sabit ayn'lara ait istidatların mevcudiyetlerine esas teşkil eden mevcud u meçhul ve tamamen "sırrullah" diyebileceğimiz tecelliye -daha önce de geçtiği üzere- "feyz-i akdes", bütün bu hakâik-i ilmiyenin, hariçte zuhûrunun kaynağı sayılan tecelliye de "feyz-i mukaddes" demişlerdir; demiş ve bu mülâhazalarla, bir yandan âyân-ı sâbite ile mümkinât-ı mevcûdenin aynı şey olmadığını hatırlatmak istemiş, diğer yandan da zuhur ve tecelli farklılığını ihtar ederek panteizm ve monizm mesleklerinin varlık hakkındaki yanlış yorumlarına karşı mevcudâtın mebde ve mesîri ile alâkalı Kur'ânî tevcihi ortaya koymuşlardır.

    Zannediyorum, pek çok konuda olduğu gibi bu mevzuda da çok defa ifratlara-tefritlere girildiğinden, hakâik-i âliye-i ilâhiyedeki umûmî muvâzene korunamıyor ve çok tehlikeli yanlışlıklar yapılıyor: Her şeyi, o muhît meşîet ve kâhir kudretin tecellisine bağlı yorumlayanlar, kesreti bütün bütün görmezlikten gelerek, umum eşyayı O'nun zuhurundan ibaret sayıyorlar; esbâbı olduğundan fazla öne çıkararak her şeyi kesrete bina edenlerse mazhar, meclâ ve memerri masdar zannederek her hâdiseyi bir kısım natüralist mülâhazalara ircâ ediyorlar. Aslında, varlıktaki vahdet, tecellinin kaynağındaki birlikten; mazharlardaki farklılık ve çokluk da ilm-i ilâhîde eşyanın modelleri diyebileceğimiz âyân-ı sâbiteye göre kudret ve iradenin farklı tasarruflarından ileri gelmektedir.

    Bir nesnenin esasları kendinden, zâtı itibarıyla var olması başka, onun Hz. "İlim" ve "Vücud" tecellileriyle farklı aynalarda farklı görüntüler sergilemesi daha başkadır. Böyle bir farklılığı sezebildiğimiz takdirde, vücud ve şuhûd mülâhazalarının dayandığı esasları bir mânâda görmek mümkün olabileceği gibi, sûret ile hakikat arasındaki ayrılığı ve var edip ayakta tutanla var olup onunla kâim bulunanı idrak etmek de mümkün olacaktır.

    Bu farklılığı biraz da avam üslûbuyla şöyle açabiliriz: Varlık ve eşya, kendi zâtları itibarıyla mâdûm, Hakk'ın ziya-i vücudunun gölgesi veya gölgesinin gölgesi olması açısından da mevcut sayılırlar. Vücûd-u sûrî başkadır, vücud-u hakikî başka: Sûretler, şekiller O'nun atıyyelerinden birer akistirler; ne O'durlar ne de O'ndan müstağnidirler. O, "var olun!" dedi var oldular. Feyzini kestiği anda yok olur giderler. Ne hulûl, ne ittihad, ne tecessüm, ne tecessüd ne de rûh-u sârî; O'nun esmâ ve sıfâtı bütün mevcudâtın hakikî medârı.. işte hepsi o kadar...

    Sûrete nazar eyler isen "sen" ile "ben" var,

    Ammâ ki hakikatte ne sen var ne de ben var. (Anonim)

    Şimdi, var edip ayakta durduran O "Hayy u Kayyûm" olduğuna göre, kimin haddine düşmüş zâtî varlık iddiasında bulunabilsin. Her nesnede O'nun vücud ve ilmi birer esas ve kaynak, bütün varlık ve eşya farklı birer ayna ve bu aynalarda sürekli bozma-yapma-şekillendirme mânâsında tecelli eden de ilâhî esmâ.. insanoğlu bu aynaların en câmii ve mücellâsı, Hz. Rûh-u Seyyidi'l-Enâm (aleyhi ekmelüttehâyâ) ise, en kâmili ve muhtevâlısıdır. İşte size bu mülâhazayı aksettiren kâili meçhul hoş bir söz:

    Âyinedir bu âlemde her şey Hak ile kâim,

    Mir'ât-ı Muhammed'den Allah görünür dâim.

    Âyân-ı sâbite, yukarıda da temas edildiği gibi, "taayyün-ü evvel"den kat-ı nazar, min vechin mâdûm sayılan umûr-u mümkinedendir. Sâbit ayn'lar, zuhur hâlinde hafî ve bilinmezdirler, vücûda geldiklerinde de kendi nefisleri itibarıyla mâdûmiyetlerini devam ettirirler. Bir sultanın icraatında onun vezirleri birer perdedarlık vazifesi gördükleri gibi, Hz. "İlim" ve "Vücud"un tecellisinde de sebepler o türden birer perdedardırlar. Bu perdedarlık -Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle- aklın zâhirî nazarında, izzet ve azametin umûr-u hasîseye bizzat mübaşeretine karşı tekvînî bir tenzih olduğu gibi, potansiyel olarak hilâfetle serfiraz kılınmış bulunan insanoğlunu da böyle önemli bir konuda -Allahu a'lem- irşad içindir.

    Dünya dediğimiz bu kevn ü fesat âleminde var ve yok olmalar gibi, âyân-ı sâbite ufkunda da irâdî olarak kahr u lütuf tecellileri birbirini takip etmektedir; etmekte ve kahrdan idamlar ve lütuftan da icatlar meydana gelmektedir. Âyân-ı sâbite ve misâlî modellerdeki bu tebeddül ve tağayyür, hâricî vücudla şereflendirildikten sonra da devam etmekte ve âdeta her şey sâbit ayn'lar kaynağından fışkırarak misâlî levhalar hâlini almakta, müteâkiben de bu berzahî motifler, kendilerine göre farklı vücud urbaları giyerek daha değişik buudlarda âyinedarlık vazifelerini sürdürmektedirler.

    Ziyâ-zulmet, hayır-şer, saîd-şakî hemen hepsi bu âyân-ı sâbiteden akseden misâlî levhalarda bellidirler; ancak, ziyânın ziyâ, zulmetin zulmet, hayrın hayır, şerrin şer, saîdin saîd, şakînin de şakî kabul edilmesi hâricî vücud ve teklif altına giren varlıklarda onların bu teklif âlemindeki temâyüllerine bağlanmıştır. Ortaya çıkıp teklif altına girecekleri âna kadar onlar hakkında, Allâmü'l-Guyûb'dan başkasının şudur-budur diye hüküm vermesi doğru değildir. "Mustafeyne'l-Ahyâr"ın, Cenâb-ı Hakk'ın bildirmesiyle bilmeleri ise bu konuda bir istisna teşkil etmektedir.. ve bizi bağlayan kaidelerin, kuralların üstünde cereyan eden bir hâdisedir. Hz. Allâmü'l-Guyûb'un beyanları bazen âyân-ı sâbiteye, bazen de vücûd-u hâricîye taalluk ettiğinden, dikkatle bakmayanlar iki hâdiseyi birbirine karıştırabilirler. Kur'ân'ın şeytan hakkında mâkablinden kat'-ı nazar ederek:

    كَاَنَ مِنَ الْكَافِرِينَ - O, kâfirlerdendi." fermanı, onun sâbit ayn'lar arasındaki durumu itibarıyla; sibâkıyla irtibatı içinde

    اِسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِرِينَ - Kibirlendi ve kâfirlerden oldu." (Bakara, 2/34) beyanı ise, teklif âlemindeki şekâvet sebeplerinin ortaya çıkmasına göredir.

    Her zaman olmasa da, bazen evliyâullahın âyân-ı sâbitedeki ahvâli, açık veya rüyalarda olduğu gibi bir kısım sembollerle müşahede etmeleri, onlara fevkalâdeden bir lütuf ve hususî bir tecellidir. Bu seçkinlere bazen, daha sonra olacak şeyler bildirilerek onlara ait hususiyet ihtar edilmiş olur. Bazen, zuhur edecek hâdisenin keyfiyetine göre bu temkin kahramanlarına teyakkuz sinyalleri verilir. Onların gönülleri tazarru ve niyaza yönlendirilir. Bazen de esbâb ve Müsebbibü'l-Esbâb konusundaki muvazeneyi koruma adına onlara tembihte bulunulur ve haslar üstü hasların nazarları hakikî tevhide yönlendirilir.

    Âyân-ı sâbite ile alâkalı bu bilgiler ve bu müşahedeler, mustafeyne'l-ahyâra çok defa misâlî levhalar hâlinde arz edilir. Bu levhalar bazen, daha sonraki haricî vücud çerçevesine tam uygunluk içinde tecelli eder; bazen de mânâ ve muhtevalarına göre bir kısım sembollerle. Sembollerle ifade edilen hususların, açık olmayan rüyalar gibi tevile ihtiyaçları vardır. Bu teviller de, Kur'ân ve Sünnet-i Sahiha'daki anahtar kelimeleri bilmeye veya keşfe vabestedir. Aksine, ortaya atılan yorumlar "racmen bi'l gayb" olması itibarıyla Hazreti Allâmü'l-Guyûb'a karşı saygısızlık demektir. Ne şekilde olursa olsun, âyân-ı sâbiteye ait mânevî sûret ve modellerin akis ve temessül ettikleri âlem veya merâyâya "âlem-i misâl", bu âlemde şekillenen resimlere de "suver-i misâliye" denir ki, daha sonraki -böyle bir zaman mülâhazası bize göredir- hissî ve maddî sûretler bu mânevî heyetlerin tecessüm veya gölgesi mahiyetindedir. Bu sûretlerin sırf rûhânî ve latîf olanına "mutlak misâl âlemi"; mufassal, mücessem ve tekâsüf etmiş olanına da "mufassal misâl âlemi" denilegelmiştir.

    Ayrıca âlem-i misâli, varlık ve hâdiselerin mânevî sûretler halinde, kendi özel kılıflarıyla ihsaslar dünyasına girmeleri, görülüp hissedilmeleri, hatta bir kısım tesirlerle kendilerini zâhir veya bâtın hâsselerimize duyurmaları şeklinde de yorumlayanlar olmuştur ki, ruh ve melâikenin belli sûretlerde temessülleri bu hususa birer örnek teşkil edebilir. Evet, emir ve ruh âlemine ait nice basit (mürekkep olmayan) mâhiyetler vardır ki, bunlar mazhar oldukları isimlerin müsaadesi ölçüsünde ilâhî irade ve meşîete bağlı temessül edip tıpkı cismânî varlıklar gibi görünebilir ve fizîkî dünya üzerinde -esbab açısından- tesir icrâ edebilirler. İlmin süt şeklinde, İslâm'ın muhteşem bir kap mahiyetinde, Kur'ân'ın bal ve turunç keyfiyetinde, düşmanlık duygusunun yılan-çıyan sûretinde temessülü ile alâkalı pek çok âsâr vârid olmuştur.

    Sofîler, âlem-i misâl alanını biraz daha açarak şu mütalâada bulunurlar: Âlem-i misâl, dünya-ahiret arası mutavassıt bir mekân, taayyün-ü sânî (ayrı bir yazı konusu), nüfûs-u nâtıka, ervâh-ı kudsiye-i mücerrede (ruhların cisimlerle münasebete geçmeden önceki lâtîf hâl ve keyfiyetleri) madde-mânâ arası berzah âlemi vs.. bu mütalâalara göre misâl âlemi, mânâ ve mahiyetlerin belli bir taayyünle yeni bir hüviyet ve yeni bir keyfiyete ulaşmak için geçtikleri berzahî bir köprü, fizik ve metafizik dünya arasında sırlı bir koridor, birbirinden farklı iki buud ortasında bulunan hâil ve perde, mücerred hakikatlerle müşahhas varlıkların iltisak noktası, duyulup hissedilmeyenlerle duyulup hissedilenleri birbirinden ayıran ufuk.. ayrıca berzahı, meânî ve mücerred hakikatlerin urba giyme hazîresi görenler de olmuştur. Mücerred mahiyetler, hâricî vücud atlasıyla berzahta tanışır ve daha sonraki âlemlere de bu rıhtım ve bu rampadaki donanımlarla yürürler. Zaten ona berzah denmesi de böyle bir ara âlem olması itibarıyladır.

    Sözlüklerin berzaha yükledikleri; iki şey arasındaki hâil, iki denizi birbirinden ayıran dil, hâciz ve engel gibi mânâların yanında ona, dünya ile ahireti birbirine bağlayan özel koridor, ölümle başlayıp kabir hayatıyla devam eden ve gidip haşr u neşre dayanan uhrevî vetire; âlem-i ervâh ve meânî-i mücerrede ile cismâniyet âleminin iltisak noktası; kalb ve ruh ufkuyla nefsânî hayat ortasındaki geçit diyenler de olmuştur.

    Evet, varlıklar, "taayyün-ü evvel"le başlayıp zâhirî kılıf ve hâricî vücud yolunda ilerlerken, âdeta metamorfoz geçiriyor gibi farklı bir mahiyet ve farklı bir hüviyete sıçradıkları/sıçrayacakları her rampaya berzah dendiği gibi her şey ve her nesnenin -donanımına göre- ebediyete yürüme yolundaki o uzun menzile ve insanlar için kabirle başlayan hayata da berzah denmektedir. Birinci mülâhaza itibarıyla o, ruh ve ceset arasında, mücerred ve müşahhas ortasında bir köprü; ikinci mülâhaza açısından da dünya ve ahiretin birleşik noktasında, gayb ve şehâdet âlemi karışımı, ötelere açık rıhtımların başında bir intizar salonu gibidir. Herkes o köprüden gelip geçecek ve Hakk'ın diledikleri de gidip o intizar salonuna uğrayacak; sonra da donanım ve kazançlarına göre öbür âleme yürüyecektir ve yürümektedir.

    Berzah dendiğinde bizim anladığımız mânâlar bunlardır. Bazı mutasavvıfîn "berzahu'l-câmi" diye ayrı bir berzahtan daha bahsederler ki o bütün berzahların aslı, esası mânâsında istimal edilen bir tabirdir ve "tecelli-i vâhidiyet" ya da "taayyün-ü evvel"in başka bir unvanı olarak kullanılagelmiştir. Berzah-ı câmi, bazılarınca "berzah-ı evvel", "berzah-ı âzam", "berzah-ı ekber" adlarıyla da yâd edilmektedir. Bu berzahın özü, esası, insanî ruh ve mânâ; çekirdeği ve meyvesi de Hakikat-i Ahmediye (aleyhi ekmelüttehâyâ)'dır. Bediüzzaman'ın ifadesiyle O'nun nûru, kâinat kitabını yazan kalemin mürekkebi, varlık ağacının hem çekirdeği hem meyvesi, cennetlerin anahtarı, cehennem yollarının aşılmaz sûru, gönüllerdeki itminân hissinin kimyâ-yı saadeti ve insanî kemâlâtın da aldatmayan biricik rehberidir.

    عَلَيْهِ وَعَلَى الِهِ وَأَصْحَابِهِ أَكْمَلُ الصَّلَوَاتِ

    وَأَتَمُّ التَّسْلِيمَاتِ وَأَشْرَفُ التَّحِيَّاتِ



  3. #13
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 3

    VELİ VE EVLİYAULLAH

    Veli; malik, sahip, muîn, sadık, nâsır mânâlarına gelip, hak dostu, hak eri; dostluk hisleriyle Allah'a yönelen ve O'nun tarafından dostluk muamelesi gören ermiş insan demektir. Böyle bir mazhariyete ermişliğe de velilik anlamında "velâyet" ve bu konudaki en üst payeye de "kutbiyet" denir.

    Kâmil mânâda velâyet, kulun, nefis ve cismaniyet itibarıyla fenâ bulması, mârifetullah, muhabbetullah, Hak müşahedesi ve esrar-ı ulûhiyetin inkişafıyla "kurb" ufkuna ulaşıp yeni bir vücud-u câvidânî kazanmasından ibarettir. Mağriplerin ayn-ı meşrık olduğu, hazanın bahara dönüştüğü, fenânın bekâ hâline geldiği böyle bir zirveye ulaşmış hak eri nazarında, artık her şey O'nunla başlar, O'nunla biter; O'nunla doğar, O'nunla batar ve O'nun ziyâ-yı vücuduyla varlığa erer. Böyle bir müşâhid, her şeyi O'na bağlaması ölçüsünde bütün varlığı daha bir farklı ve değişik duyar ve görüp hissettiği her nesnenin, gönlünde "kenzen" bilinen hakikatler hakikatine bağlı cereyan ettiğini daha bir engince müşahede eder; eder ve doğup batan sabahların-akşamların çehresinde, sürekli bize göz kırpıp duran pırıl pırıl göklerin derinliklerinde, her zaman bir başka türlü tüllenen mevsimlerin rengârenk güzelliklerinde, engin denizlerin mehîb duruşlarında, ırmakların derin bir vuslat iştiyakıyla deryalara doğru çağıldayıp durmalarında, kuşların-kuşçukların çığlıklarında, koyunların-kuzuların meleyişlerinde kemmiyet ve keyfiyet üstü bir sezi ile hep O'ndan gelen ışıklarla irkilir, O'ndan gelip gönlüne boşalan mânâlarla ürperir. Derken müşahede ufkunda bütün suretler ve şekiller silinip gider de; o kendini, sadece O'nu görüyor, O'nu duyuyor, O'nu hissediyor gibi bir tefekkür ve zevk zemzemesi içinde bulur.

    Böyle bir gönül erinde şevk, bütünüyle iştiyaka dönüşür; cezb, incizab hâlini alır; gaflet her türüyle zeval bulur ve her yanda nur-u Hak ayân olur. Akıl kalble el ele tutuşur ve varlık baştan başa okunan bir kitap rengine bürünür. İnsanı aldatan bütün yalancı mumlar bir bir söner ve her yana âdeta semadan yıldızlar iner. Dünyevîliğiyle dünya fenâ bulur ve ötelere ait bir desenle yeniden kurulur. Zulmetler ard arda yırtılır ve bu yırtıklardan etrafa ışıklar fışkırır. Her varlık hak erine can olur, yoldaş olur.. ve gönül tek bir noktada aradığını hemen her şeyde bulur; bulur ve bütün vahşi yalnızlıklardan kurtulur. İşte böyle rûhânî bir miraçla "üns billah"a ermiş bir sâliki, Cenâb-ı Hak göz açıp kapayıncaya kadar olsun nefsiyle baş başa bırakmaz; bırakmaz ve o artık, bütün benliğiyle "lillah", "livechillah" ufkuna müteveccih, Allah da sonsuz inayet ve riayetiyle onu koruyup kollamaktadır. Ne keder, ne tasa, her yanda üfül üfül vefa, onun gönlünde de köpük köpük uhrevî bir safa, her taraf bağ-ı cennet, o da bir firdevslik olarak: "

    اَلاَ اِنَّ أوْلِيَاءَ اللهِ لا َخَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ

    - İyi biliniz ki evliyâullah için hiçbir korku yoktur; onlar asla tasa da yaşamazlar" [1] hısn-ı hasîni içinde nefsânî karanlıklardan uzak, rahmânî nurlarla kuşatılmış ve -Hakk'a karşı mehafet ve mehabet hisleri mahfuz- sürekli öteden bişaret mesajları almakta ve bunlara tayyibatla mukabelede bulunmaktadır.

    "Veliyyullah" veya "evliyâullah" dendiğinde, bundan "âdâullah"ın karşılığı kabul edilen bütün mü'minler anlaşılsa da -ki aslında, Kur'ân ve sünnette evliyâullah sözcüğüyle anlatılan da budur- tasavvufta veli tabirine yüklenen daha başka mânâlar da vardır. Sofilere göre veli, riyazet veya daha değişik mücahede yollarıyla, beden ve cismaniyetini aşıp, kalb ve ruhun hayat mertebesine, dolayısıyla da Hak yakınlığına ulaşan, derken şahsı adına fenâ bulup yeni bir mânâ ile bekâya eren Allah'ın hususî iltifat, ihsan ve teveccühlerine mazhar hak eri demektir. Böyle bir hak dostu, bu pâye ile bulacağı her şeyi bulmuş ve başka arayışlardan da kurtulmuş demektir ki artık o, fâni ve zâil şeyleri kendi çerçeveleriyle hiç mi hiç düşünmez. "Mal-menal varsın başkalarının olsun, bana Allah yeter" der ve mâsivâya karşı "min vechin" hep kapalı yaşar. Zannediyorum Nâbî merhum da

    Evliyâ mâle tenezzül mü eder?

    Sıklet-i nâsa tahammül mü eder?

    şeklindeki sözleriyle bu hususu hatırlatmak istemişti. Zaten bir veli, Hakk'a tahsis-i nazarda ısrarlı olması, Hakk'ın da sürekli ona ihsan ve iltifatta bulunması itibarıyla, artık onun ağyâra teveccühü asla söz konusu değildir.

    Evliyâullah, hemen hepsi de birer kalb ve ruh insanı olmalarına rağmen meşrepleri, mezâkları, mizaçları, mazhariyetleri, vazife ve misyonları itibarıyla ebrâr, mukarrabîn, ebdal, evtâd, nücebâ, nükebâ, imam, gavs ve kutup gibi farklı ad ve unvanlarla yâd edilirler. Ne var ki, nâm ve nişanları ne olursa olsun, istidatlarıyla "mebsûten mütenasip" hemen hepsinin müşterek vasıfları; sıdk, emanet, ihlâs, takva, verâ, zühd, rıza, muhabbet, hilm ü silm, tevazu, mahviyet, tevbe, inabe, evbe, haşyet, mehafet.. gibi hususlardır. Ve bunlar, içlerindeki bir kısım meczuplar istisna edilecek olursa, hemen hepsi de bu esaslar çerçevesinde hareket etmektedirler.

    Ebrâr:

    Ebrâr; iyiler, hayra kilitlenmiş kimseler, riyazet ve ahlâkî istikametle Hakk'a ermeye çalışan birr u takva erleri.. ve özleri-sözleri doğru, hayatlarını kılı kırk yararcasına yaşayan Hakk'ın sadık kulları demektir.

    Ebrârın bir kısmı Hakk'a bağlılık, vefâ ve O'nunla gönülden münasebet içinde bulunmanın yanında, sadece kendileriyle meşguldürler; her hamle ve hareketleri Allah rızası çizgisindedir ama, bu hamle ve hareketler şahsî kemalât yörüngelidir. Bunlar, ağları gerilmiş hemen her zaman, mânevî füyuzât avlama peşindedirler; peşindedirler ve bazen kendilerinden de halktan da o kadar uzaklaşırlar ki, vahdet denizinin gaybî vâridât dalgaları arasında istiğraktan dehşete, dehşetten hayrete sürekli gel-gitler yaşarlar da, görenler onları meczup sanır ve alaya alır. Ne var ki, Hak'la münasebetlerinin derinliği ne olursa olsun, bu çizgideki ebrâr, zihinlerde hâsıl ettikleri bulanıklıktan ötürü muktedâ bih (uyulup örnek alınacak kimse) olamazlar.

    Ebrârın diğer kesimi ise, her zaman Mişkât-ı Nübüvvetin ziyası altında hareket ettiklerinden, hep dengeli davranır, her hamle ve hareketlerini vahy-i semâvî, kalb ve aklın vesâyetinde plânlar ve seslendirirler. Şer'î meseleleri doğru anlar ve iltibaslara meydan vermeyecek şekilde yorumlarlar. Eşyanın perdeönü ve perdearkasıyla alâkalı mülâhazalarında hep muvazeneyi korur, vecd u istiğrak hâlleriyle alâkalı zuhurat ve ihsaslarını "usûlü'd-din" prensipleriyle tashih eder ve istinbatlarını çevrelerine öyle sunarlar. Her zaman dünyayı, enbiyanın kriterleriyle değerlendirir, kalben ona karşı tavırlarını belli etmenin yanında, Hak güzelliklerinin meşheri, ilâhî isimlerin tecelligâhı ve ahiretin de tarlası olması itibarıyla da ona gereken ihtimamı göstermede kusur etmezler. Bunu yaparken de, bütün gayretleriyle Hak hoşnutluğu ve ebedî saadet arkasında dur-durak bilmeden sürekli koşarlar; koşar ve ömürlerinin saat, dakika ve saniyelerini, yedi, yetmiş, yedi yüz veren başaklara çevirerek hep peygam-berâne bir azim içinde bulunurlar. Her zaman, gözlerini kendi üzerlerinde hissettikleri kitlelere karşı birr ü takva örnekleri sergilerler. Her görüldükleri yerde birer işaretçi gibi O'nu hatırlatır, herkesi O'na yönlendirir ve O'nu gösterirler. Hâsılı bunlar;

    İşleri birr ü takva, düşleri birr ü takva,

    Her zaman Hakk'a uyar ve halkı gözetirler.





    Mukarrabîn:

    Mukarrabîn; Allah'a yakınlıklarıyla ebrâr-üstü kurb kahramanlarının unvanıdır. Bu âlî unvan, peygamberler ve meleklerin önde gelenleri için de söz konusudur. Hakk'a yakınlık hususiyetiyle serfiraz bu talihliler, Hak yolunun mahir üstadları; hakikat meydanının "müşârun bi'l-benân" arslanları; yolculuklarını zirvelerde sürdüren üveyikler; seyr-i rûhânînin en önemli faslını bitirerek ikamete azmetmiş müsafirler; ulaştıkları ufkun vâridâtı adına görüp hissettikleri hakikatler sayesinde, fâniyât u zâilâta "min vechin" gözlerini kapamış haremgâh-ı ilâhî mahremleri; hevâ ve heves çerilerini aşk u iştiyak ordularıyla hezimete uğratmış gönül süvarileri; beden ve cismaniyetlerini kalb ve ruhlarının terkisine bağlamış mârifet erleri; fenâ çöllerini aşıp bekâ billah bahçelerine ulaşmış huzûr sultanları; Hakk'ı yine Hak'la görme ufkuna ermiş müşahede ve mükaşefe kahramanları; Allah sevgisini tabiatlarının en belirgin rengi hâline getirmiş âşıklar ve Allah tarafından sevildiklerini hissetmenin zevkiyle mest u mahmûr mâşuklar;يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ "O, onları sever, onlar da O'nu severler." iltifatının tam mazharı öyle yiğitlerdir ki, biz hepimiz, mevcudâtın gerçek rengini onların irfan merceğiyle görür ve duyarız; eşyanın melekût yönünü de yine onların, varlığın çehresine saçtıkları nurlar ile müşahede ederiz.

    Mukarrabînin sayılarıyla alâkalı ehlullah arasında bazı rivayetler var ise de -ki bu rivayetlerden birinde bunlar kutubdan sonra üç yüz "ahyâr", kırk "ebdâl", dört "evtâd" ve iki "imam"dan.. diğer bir rivayette ise, kutubdan sonra dört bin kişilik bir veliler ordusundan ibaret gösterilmiştir -bu rakamların hiçbirinde ittifak söz konusu değildir-. Adetleri ne olursa olsun, bu kurb kahramanlarının hemen hepsi de Hakk'ın en mükerrem ibâdıdır ve meleklerle aynı ledünnîlik ve aynı derinliği paylaşmaktadırlar.

    Bazı sofilere göre, hemen her zaman var oldukları kabul edilen (dört bin) hak eri arasında şöyle bir silsile-i meratip söz konusudur: Bunlardan üç yüzü, hayra kilitlenmiş mânâsına "ahyâr", kırkı mânevî hayatı idarede izzet ve azametin perdedârı "ebdâl" veya "büdelâ" yedisi salih amel ve ihlâsı tabiatlarının birer derinliği hâline getirmeye muvaffak olmuş "ebrâr".. farklı diğer bir tasnife göre ise: bunlardan bir kat daha Hakk'a yakın ve değişik ihsanlarla, iltifatlarla serfiraz, ama sayıları belli olmayan "mukarrabîn" ki, bazıları bu unvana bağlı olarak, demir direkler ve sütunlar mânâsına gelen dört "evtâd"ı, Hak katının soyluları ve seçkinleri anlamında olan "nücebâ"yı; halkın umurunu görüp gözetenler diyebileceğimiz "nükebâ"yı ve bütün bunların üstünde gavs ve kutbu zikrederler. Bazıları bunların hepsine birden "ricâlü'l-gayb" der çıkarlar işin içinden.

    Ebdâl:

    Ebdâl; "bedîl"in cem'i olup temiz, safderûn, derviş adam mânâlarına gelen ve evliyâullahdan halkın işlerine nezaret etmeye mezun, ilâhî icraatın perdedârları ve alkışçıları hakkında kullanılan bir tabirdir. Osmanlılarından evvel bu kelimeyi İranlılar, kalender, ışık insan, sofî yerinde kullanmışlardı. Sonra Babaîliğe bağlı bir tarikatın adı oldu. Osmanlılar döneminde ise, fütursuzlukları ve pervasızlıkları itibarıyla bir kısım fütüvvet erleri bu ad ve bu unvanla anıldı. Tekye ve zaviyelerde ise ebdal sözcüğü, hep "ricâlullah"ın unvanı olarak yâd edilegeldi.

    Biz, dilimizde, ebdalı "abdâl" şeklinde kullandığımız gibi, bazen ahmak mânâsına "aptal" dediğimiz de olur. Tıpkı büdelâya bön ve ebleh mânâlarında "budala" dememiz gibi. Bazen de abdal şeklinde yanlış telaffuz ettiğimiz bu kelimenin sonuna bir "-lar" ilavesiyle "abdallar" deyiveririz.

    Sofîyeye göre ebdâl, velâyet mertebesini ihraz ettiği hâlde, çok defa görünüp bilinmeden hayır işlerinde koşan hak erleri demektir.. ve bunlar, birbirinden farklı iki grup teşkil etmektedirler:

    Birinci grup itibarıyla ebdâl, bütün kötü hasletlerden sıyrılmış, mesâvi-i ahlâkını mehâsin-i ahlâka çevirebilmiş ve her türlü şekavete karşı duran süedâ zümresinin müdavimi olmuş hak erlerine,

    İkinci grup itibarıyla da, üç yüzler ya da kırklar, yediler gibi "evliyâullah"dan muayyen bir misyonu olan belli sayıdaki kimselere denir. Bunların sayılarının, kırk, yedi ya da daha çok ve daha az olması hiç de önemli değildir; önemli olan onların Hak nezdindeki yerleri, pâyeleri, vazifeleri ve hususiyetleridir. Ebdâldan biri vefat edince ondan boşalan yer, hemen alt tabakadan biri ile doldurulur. Bunlardan herhangi biri, bir hizmet münasebetiyle yerinden ayrılmak istediğinde, ya dublesiyle ayrılır ve kendi olduğu yerde kalır veya kendi gider dublesini bedîl olarak orada bırakır. Parapsikolojide, insanın perispirisi veya dublesiyle alâkalı benzer şeyler nakledildiğini hatırlamakta yarar var... Konumuzun dışında olduğu için biz şimdilik o hususa temas etmeyeceğiz.

    Bazıları, evtâd, iki imam ve kutbu bunlardan tamamen ayrı ve bir üst tabaka kabul ettiklerinden, ebdâla hâl ehli, ikincilere de makam sahibi nazarıyla bakmaktadırlar. Birincileri "seyr ilallah" yolcuları olarak görmekte, ikincileri de "seyr fillah", "seyr anillah" müntehîleri farz etmektedirler.

    Ebdâlı yedi kabul edenlerin bir diğer mütalâaları da şöyledir:

    Bu yedi zattan her biri ayrı bir iklimde ikametle, oradaki ilâhî icraata nezaret eder; faaliyet-i Sübhâniye'yi alkışlar ve şuursuz varlıkların şuurdârâne hareket ve aktivitelerinin şuurlu bir temsilcisi olarak Cenâb-ı Hakk'a tayyibâtla mukabelede bulunurlar. Sofîlere göre, bu yedi zatın aynı zamanda belli birer makamı ve o makamlara göre de birer unvanları vardır: Birinci bedîl, Hz. İbrahim Aleyhisselâm'ın kalbinin aksi ve izdüşümü mahiyetindedir; unvanı da "Abdu'l-hayy"dır. İkincisi, Musa Aleyhisselâm'ın kalbî hususiyetlerini haizdir, namı da "Abdu'l-alîm"dir. Üçüncüsü, Harun Aleyhisselâm'ın kalbine ayna durumundadır, hususî ismi de "Abdu'l-mürîd"dir. Dördüncüsü İdris Aleyhisselâm'ın kalbî özelliğini aksettirir ve "Abdu'l-kâdir" namıyla anılır. Beşincisi, Yusuf Aleyhisselâm'ın kalbiyle mürtebittir ve "Abdu'l-kâhir" unvanıyla meşhurdur. Altıncısı, İsa Aleyhisselâm'ın kalbî muhtevasına bağlıdır, o da bu mazhariyetiyle alâkalı "Abdu's-semî" unvanıyla yâd edilmektedir. Yedincisi, Âdem Aleyhisselâm'ın kalbi üzerinedir; "Abdu'l-basîr" namıyla bilinmektedir. Bu tespitlerin hiçbiri, ayât-ı Kur'âniye veya sünnetle müeyyed olmayıp, ehl-i keşfin müşahedesiyle sabit ve yoruma açık hususlardandır; bu itibarla da, herkesin kabul etmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Ancak, vazife, konum, mazhariyet ve unvan ne olursa olsun, ehlullah silsilesinde bulunanların hemen hepsi "arif-i billah", Hak tarafından müeyyed ve musaffâ kalbleri, müzekkâ nefisleriyle de her zaman ilâhî esrara açık kimselerdir.

    Ebdâl unvanı altında ricâlullahın yer ve vazifeleriyle alâkalı diğer bir tevcih de şöyledir:

    Bunların üç yüzü Âdem nebinin kalbi, kırkı Hazreti Musa'nın kalbi, yedisi Hz. İbrahim'in kalbi, beşi Cibril-i Emin'in sînesi, üçü Mikâil Aleyhisselâm'ın sînesi, biri, birincisi ve velâyet-i kübrâ temsilcisi olanı da Hz. Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'ın kalbi üzerinedir ve O'nun aynasıdır. Bunlardan en sonuncusu vefat edince, üsttekilerden biriyle; onlardan biri ölünce de daha yukarıdan bir başkasıyla meydana gelen boşluklar doldurulur ve mevcut adet yeniden tamamlanmış olur.

    Ebdâlın sayılarıyla alâkalı rivayetler farklı farklı olduğu gibi, ikamet ettikleri yerler ve yâd edildikleri adlar, unvanlar da oldukça birbirinden farklıdır. Ricâlullah arasında böyle bir sınıfın mevcudiyetiyle alâkalı, yirmi kadar hadis vardır ve özet olarak bu hadislerde, onların şu mazhariyet ve mümeyyiz vasıfları anlatılmaktadır: Ebdâlın yüzü suyu hürmetine Cenâb-ı Hak yağmur yağdırır.. düşmanlarına karşı mü'minlere yardım eder.. ve onlardan belaları def ü ref eyler. Ebdâl, yerküre için mânevî bir cazibe merkezi gibidir, Allah esbab-ı mânevî plânında onlarla arzı yörüngesinde durdurur.. Cenâb-ı Hak onların hürmetine başkalarını da rızıklandırır..

    Ebdâl, kendilerine haksızlık yapanları affeder, kötülük edenlere iyilikte bulunur.. sehâvet ve semâhatle hep Cennet yolunda yürür. Kalb selameti onların baş şiarıdır ve onlar her zaman Müslümanlara hayırhâhlıkta bulunurlar. Dünyaya karşı asla hırs göstermezler.. ve düşmanlarıyla bile nizâ ve cidale girmezler. Konuşurken, her zaman mübalağadan uzak durur ve itidali temsil ederler. Bid'atlerden kaçınır, ibadetlerinde de ifrat ve tefrite düşmezler. Seviyeleri ne olursa olsun asla kendilerini beğenmezler. Kazaya rıza, haramlara karşı tavizsiz davranma ve Cenâb-ı Hakk'a karşı da fevkalâde bir gayret ve saygı içinde bulunma.. ve ne olursa olsun kimseyi lanetlememe ebdâlın en önemli hususiyetleri olarak zikredilmektedir.

    İbn Teymiye ve İbn Kayyim gibi hadisçiler, ebdâlla alâkalı hadislerin bütününü mevzu görerek reddetmişlerdir. İmam-ı Suyutî, konuyla alâkalı rivayetler birbirini takviye ettiğinden, bu hadislerin mânevî tevâtür derecesine yükselebileceği mülâhazasıyla mevzûya farklı bakmıştır. Hafız Sehâvi ise, kendince orta bir yol takip ederek, konuyla alâkalı rivayetlerin hemen hepsinin zayıf olduğunu söylemiş ve mülâhaza dairesini açık bırakmıştır. Konu bu kadar karmaşıklaşınca, herhalde bize de "Her şeyin doğrusunu Allah bilir." deyip sükût etmek düşecektir...

    Ebdâl kelimesine yakın diğer bir tabir de "büdelâ" sözcüğüdür. Türkçede galat olarak "ebdâl"ı "aptal"şeklinde kullandığımız gibi "büdelâ"yı da "budala" yaptığımıza daha önce işaret etmiştik.

    Bedel'in çoğulu olan "büdelâ", sofîler arasında ricâlullahtan yedi önemli kimsenin müşterek unvan-ı mahsusu olarak bilinmektedir. Bunlar, yerinde tayy-ı mekân eder ve yerinde de nûraniyet sırrıyla bir anda farklı bölgelerde bulunabilirler. Bu intikal ve bulunuşlar dublelerin ve misalî vücudların aksi mi, yoksa, bizzat vücudun "tayy-ı mekân" etmesi mi?. konu net değildir. Aslında, bazen büdelâ, kendileri bile böyle esrarlı bir intikalin farkına varamayabilirler. Fütühât-ı Mekkiyye sahibi büdelâyı yediler diye kaydeder ve yaklaşık olarak şu mütalâada bulunur: büdelâ, yedi ayrı iklimde Cenâb-ı Hakk'ın icraatının nezâretçileridirler. Bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın şuunât-ı Sübhaniyesini temâşâ eder ve insan ufku itibarıyla hem o icraata perdedâr görünürler hem de alkışlarlar. Bunların hepsi üveysiyyü'l-meşrebdir; dolayısıyla da herhangi bir pîrin daire-i irşadına girmeleri söz konusu değildir.

    Nücebâ:

    Herhangi bir şeyin özü, usâresi, aslı ve insanların asîli mânâlarına gelen necîbin çoğulu bu tabir; ricâlullahtan kırklar veya kırkların bir kısmı hakkında kullanılan ayrı bir unvandır. Muhakkikîne göre bunlar, uruclarını nüzulle ikmal etmiş ve "seyr minallah"la halka yönelmiş, onların ıslâhlarıyla meşgul olan birer yaşatma kahramanıdırlar; oturur kalkar halkı Hakk'a yönlendirir, gönülleri iyilik duygusuyla şahlandırır ve fenâlıklara karşı da mânevî setler oluştururlar. Dua, niyaz ve teveccühle, gelmesi muhtemel felâketlere karşı durur, musibetleri göğüsler ve yerinde, bir kısım devâhîye karşı kurban olmaya amâde bulunduklarını îlan ederler; eder ve her zaman bir ferâgat örneği sergilerler. Bunların sîneleri her zaman yüksek bir fedakârlık hissi, merhamet ve şefkat duygusuyla çarpar. Hayatlarını başkalarının saadetine adadıklarından ömürlerini başkalarının sıkıntılarıyla hep bir dert küpü gibi geçirirler. Tıpkı mercanlar gibi sînelerinde kan ve inler dururlar bir ömür boyu. Başkalarından esip gelen sevinçlerle bir damla mutlu olsalar da, insanların ızdırapları adına, görüp duyduklarıyla hemen her zaman buruk yaşarlar; buruk yaşarlar; zira onlar yüklendikleri misyon itibarıyla peygamberlerin varisleridirler.

    Nükebâ:

    Nükebâ; bir cemaatin başı, kâhyası ve teftiş edip denetleyen mânâlarında nakîbin çoğulu bir kelime olup, rûhânîler gibi insanlardan hiç ayrılmayan onların yanlışlarını düzelten ve rıfk u mülâyemetle herkesi hayra yönlendiren pîr-u pîrân demektir. Rifâî ve Bedevî medreselerinde, münhasıran seyr-i sülûk-i rûhânîlerini ikmal ederek postnişîn olanlara nükebâ dense de, muhakkikîn-i sofiyece bunlar bâtınî derinlikleri zâhirî ufuklarının önünde, iç mükaşefeleri dış müşahedelerine faik, nazarları her zaman melekût âleminde ve ilâhî esrara aşina olmalarının yanında, insanların sırlarına da -O'nun izniyle- vâkıf bir kısım müzekkâ nefislerdir ve âlem-i mülkle âlem-i melekût arasında bir nevi tercümanlık hizmeti görür, kendi istidatları, kabiliyetleri ölçüsünde, muhataplarının seviyelerine göre varlığı yorumlar ve ısrarla her şeyden Yaradan'a ulaştırabilecek yollar bulmaya çalışırlar. Onların nazarında kâinat kelime kelime, satır satır, cümle cümle, paragraf paragraf her parçasıyla mânidar bir kitaptır ve bu kitap iç içe mesajlar ihtiva etmektedir. Evet işte bu hüşyar gönüllerde ve dillerde sürekli:

    "Bir kitabullah-ı a'zamdır serâser kâinât,

    Hangi harfi yoklasan mânâsı Allah çıkar."
    hakikati nümayândır.

    Evtâd:

    Ağaç veya demir kazık demek olan "veted"in cem'i evtâd, tasavvuf erbabınca, ricâlullahtan birbirine sımsıkı bağlı, biri birisiz edemeyecek kadar iç içe cem-i sahih teşkil etmiş dört kişilik bir erenler grubunun unvanıdır. Bunlar hemen her asırda İdris, İlyas, İsâ ve Hızır (alâ nebiyyinâ ve aleyhimüsselâm) gibi dört büyük nebinin misyon yörüngelerinde seyr-i sülûk-i rûhânîlerini sürdürür ve onların gölgelerinde vazifelerini eda ederler. Evtâdın, gördüğü hizmet itibarıyla unvanları "Abdülhayy", "Abdülalim", "Abdülmürid" ve "Abdülkadir" olup, Hazreti Âdem, Hazreti İbrahim, Hazreti İsâ ve Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'ın iç muhtevalarını aksettirir.. veya onların hakikatini zılliyet plânında temsil ederler. Hak'la irtibatları Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azrail (aleyhimüsselâm)'ın mirsadıyladır. Bunların her biri Kâbe'nin bir rüknüne nâzırdır ve bu rükün de onun gerçek makamının kapısı, merdiveni mesabesindedir.

    Muhyiddin İbn-i Arabî, evtâdın yedilerden ibaret olduğunu ve daha önce sebkat ettiği üzere, vazifelerinin de onlar arasındaki mânevî hiyerarşiye göre yürütüldüğünü vurgular ki; bilmediğimiz böyle bir konuda bize sadece sükût edip geçmek düşer..

    Bazıları nücebâ, nükeba, evtâd gibi ehlullahın bütününe birden, mânevî güç ve kuvvet sahibi hak erleri mânâsına "ricâlullah" diyegelmişlerdir. Bunların en belirgin yanları hudû ve huşûları, her zaman mağlub-u tecelli-i Rahman olmaları, görüldüklerinde Hakk'ı hatırlatmaları ve mütemadî Hak huzurunda bulunmanın hâsıl ettiği mehafet ve mehabetle hep saygılı hareket etmeleri, muktezâ-yı beşeriyet ve bahsi hacâlet-âver meselelerde -bunlar meşru çerçevede cereyan eden hususlar olsa bile- hicapla tir tir titremeleri, her şeyde değişik bir tecellî dalga boyuyla Hakk'ı duymaları, Hakk'ı duyduklarında da âdeta kendilerini unutmaları, bütün mazhariyetlerini O'na bağlayıp, kendilerini tamamen hiç görüp, hiç bilmeleri ve çok defa başkaları tarafından da bilinmemeleridir -bu son durumları itibarıyla böylelerine "ricâlü'l-gayb" veya "cündullah" da denir ki, Fatih cennetmekân hazretleri temel mefkûresini seslendirdiği bir manzumesinde herhalde:

    "Fazl-ı Hakk u himmet-i cündullah ile,

    Ehl-i küfri serteser kahreylemektir niyyetim."
    diyerek, kuvve-i kudsiye sahibi bu zâtlara işaret etmektedir-.

    Ayrıca insanların gönüllerine esrar-ı ilâhîyi duyurma hizmetleri açısından bunlara "ricâlü'l-feth", herkes tarafından her zaman bilinip tanınmamaları itibarıyla "ricâlü'l-gayb", çok defa cezb u incizab yaşamaları zaviyesinden "ricâlü'l-kuvve", her zaman afv u safh yolunda yürüyüp, kendilerine kötülük yapanlarla bile iyi münasebetler peşinde olmaları bakımından da "ricâlü'l-mennân" denir.

    Gavs:

    Yardım etme, imdada yetişme, medet-resân olma, rûhânî himayede bulunma mânâlarına gelen gavs, tasavvuf erbabınca, mânevî mertebelerin en yükseğini ihrâz eden zâtlar için kullanılan bir tabirdir.

    Bu payeyi ihraz eden zat; hususî bir ilâhî teveccühle şereflendirilmiştir ve -Allah'ın izniyle- Hızır gibi sıkışanlara, darda kalanlara imdâdât-ı Sübhâniye işaretiyle yetişir.. böyle bir hususiyeti hâiz olmayana "gavs" denmeyeceği gibi, kutbiyeti içinde imdâdât-ı Rabbâniye âyinedarlığına müstaid bulunmayan kutuplara da gavs ismi verilmez.

    Böyle bir zât, gavsiyetle beraber kutbiyeti de hâiz olursa, ona "gavs-ı a'zam", aksine kutbiyet pâyesiyle serfiraz bir şahıs da gavsiyetle şereflendirilmişse, ona da "kutb-u a'zam" denir. Burada, her unvanın farklı bir mahmilinin olabileceği de unutulmamalıdır.

    Aslında bu yüce payelerle şereflendirilenler, zılliyet plânında Hakikat-i Muhammediye'yi temsil ettiklerinden, ilâhî hakikatlara mir'âtiyet açısından Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm)'ın maiyetindedirler. Bu itibarla da onlar, "Zâtıma mir'ât ettim zâtını / Bile yazdım âdım ile âdını." (Süleyman Çelebi) gerçeğine cüz'iyet çerçevesinde mazhar sayılırlar. Evet "O'nu Hak âyine-i zât etti / Zât-ı yektâsına mir'ât etti." (Hâkânî) sözü evvelen ve bizzât hakîkî insan-ı kâmil olan Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'a aittir; sâniyen ve bi'l-araz da izâfî insan-ı kâmillere masruftur.

    Sofiye; her asırda bir gavsın bulunduğuna ve onu, yaşadığı dönem itibarıyla bütün "ricâlullah"ın başbuğu, insanlar arasında ilâhî inayete ermenin kapısı, mâneviyat âleminin hakemi ve ilâhî füyuzatın da ilk tecellî merkezi kabul ederler. Yerinde izah edileceği gibi gavs, eğer kutbiyeti de haiz bulunuyorsa, kendisi kutb-u ekber, payesi de kutbiyet-i kübrâdır.

    Bu mansıpla şereflendirilmiş bir mânâ kahramanının öyle mazhariyetleri vardır ki, değil bizim gibi sıradan insanlar, hak erlerinin en ileri seviyedeki müntehîleri bile onların çoğunu idrakten acizdirler. Bir kere, bu mânâdaki bir kutbiyet, Esmâ-i İlâhiye'nin en câmi aynası, varlığın özü ve usâresi, Hakikat-ı Muhammediye'nin de mazhar-ı tâmmıdır. Bu imtiyazladır ki o -biiznillah- Hakikat-ı Ahmediye (aleyhisselâm)'ın vesayetinde ve Mişkât-ı Muhammediye'nin ziyası altında, zılliyet plânında tam bir sahib-i salâhiyettir.

    Ehlullah, dünden bugüne, bu payeyi ihraz etmiş kimseler olarak, Abdülkadir Geylânî, Hasenü-l Harakânî, Şeyhü'l Harrânî ve İmam Rabbanî.. gibi zatları zikredegelmişlerdir. Kutbiyetle beraber gavsiyeti de haiz bu kimseler, yer yer "kutb-u a'zam", zaman zaman da"gavs-ı a'zam" şeklinde yâd edildikleri gibi "kutbiyet-i kübra"yı temsil etmeleri açısından da kutuplar kutbu mânâsına "kutbu'l-aktâb" unvanıyla anılmaktadırlar.

    Bu zatlar, ekmeliyetin temsilcileri olmaları açısından, dava-yı nübüvvetin halis varisleri, ve hilâfet-i Muhammediye (sallallahu aleyhi ve sellem)'in de has mümessilleri sayılırlar. Böyle bir payeyi ihrazda tezkiye-yi nefs, tasfiye-yi kalb ve mücahedenin tesiri ne ölçüde önemli olursa olsun, yine de her şey " ذلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ - Bu, Allah'ın bir fazlı ve ihsanıdır, onu dilediğine verir. Allah, büyük lütuf ve ihsan sahibidir." [2] medlulüne bağlı bir hazine-i hâssadan gelmektedir.

    Bu yüce paye, bazen tek bir fertle, bazen samimî bir kardeşlik, ivazsız bir ittihat, tam bir ittifakla rızâ-yı ilâhî etrafında kenetlenmiş bir şahs-ı mânevî tarafından da temsil edilegelmiştir. "Hâlisen livechillâh" iman ve Kur'ân'a hizmet eden değişik cemaat ve heyetlerin böyle bir mazhariyeti haiz olacaklarını kabul etmede bir mahzur olmasa gerek.

    Kutup:

    Kutup; insanlar arasında, yer-gök ehlinin matmah-ı nazarı, Hakk'ın kâmil mânâda halifesi, Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'ın has varisi ve her devirde bulunan insan-ı kâmilin de unvanıdır. İnsanlığın İftihar Tablosu'ndan sonra bu paye, dava-yı nübüvvetin hakikî vârisleri olmaları itibarıyla, hilâfet sıralarına bağlı olarak, Râşid Halifeler'le temsil edilmiştir. Daha sonraki dönemlerde ise, hakikî müçtehid ve mânâ âleminin sultanları, zâhir ve bâtının da kahramanları aktâb, evliyâ u asfiyâ ile..

    Kutbiyet, mânevî mertebelerin en yükseğidir, bazen kutup, kutbiyetle beraber gavsiyeti de haiz olur ve bu önemli buudla o daha bir derinleşir ve tam bir menba-ı feyz-i ilâhî hâline gelir; gelir ve Hakikat-ı Muhammediye (aleyhi ekmelüttehâyâ)'nın has ve hâlis bir varisi olma mazhariyeti ile, bulunduğu çağda Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'ın vesayetinde ve zılliyet plânında O'nu temsil eder ve O'nun vazifesini görür.

    Bir kutup, hususî mazhariyetleri ve vazifesiyle mütenasip özel donanımı açısından tıpkı Kutup Yıldızı gibi tektir, yektadır; yer ve gök ehlinin de gözdesidir. Her zaman melekûta açık bu sırlı santralin a'yân-ı zâhire ve bâtına üzerinde, tıpkı ruhun ceset üzerindeki aktivitesine benzer bir tesir ve nüfuzu söz konusudur. Onun nüfuzu mârifetine, mârifeti Hakk'ın ilmine, o da, "ne aynı ne de gayrı" çerçevesiyle Hazreti Zât'a tâbidir. Kutup zatında bir damladır; ama göz bebeğiyle güneşlere açık bir damla.. o bir zerredir; ama bütün semalara ayna olabilecek bir zerre.. o bir sıfırdır, ama sonsuzu aksettirecek kadar zâtî değerlere dayalı bir sıfır.

    Kutup, bir gözü bütün mükevvenâtta diğeri eşyanın perde arkasında sürekli mârifet avlar ve gönlüne akan hikmet ibrişimleriyle varlığın ruh ve mânâ desenlerini işleyerek, çevresine lâhûtî dantelalar sunar. O her zaman bir güneş gibi etrafına ışık saçar ve dört bir yanı aydınlatır.. sürekli ummanlar gibi köpürür ve gönüllere hayat ifâza eder. Kutup, kendi ruhundaki potansiyel zenginlik ve derinlikleri tam inkişaf ettirip ortaya koyan bir insan olması itibarıyla, beşerî çerçevenin çok çok üstünde bir performans kahramanıdır. O, hiss-i melekiyesi itibarıyla, kalbi İsrâfil'e, nutku Cebrail'e, kuvve-i cazibesi Mikail'e, kuvve-i dâfiası da Azrail'e ayna bir kâmildir. Bu açıdan da o, bütün âlemlerin "min vechin" kalbi olma mesabesinde bir merkez insan/kendi çağı itibarıyla Allah'ın halifesi, Hakikat-ı Muhammediye (aleyhi afdalussalavât)'ın has talebesi ve temsilcisi, "taayyün-ü evveli"nin zaman üstü bir şuaı ve ilâhi esrarın bütün gönüllere intikalinde de nûrânî, şeffaf bir vasıtasıdır. Teşriî emirlerde olmasa da, tarîfî emirlerde veraset-i nübüvvet cihetiyle o bir vâzı'dır. Şia'nın bu payeyi, münhasıran Hazreti Ali'ye bağlamaları ve Mehdi ile noktalamaları onlara ait özel bir içtihat ve genişi daraltma mânâsına bir tahdittir. Allah dilediği her müstaidi bu şerefle şereflendirebilir ve onunla kendini anlatabilir.

    Ayrıca, ehlullah tarafından kutup, "kutbu'l-irşad" ve "kutbu'l-vücûd" diye ayrı bir tasnife daha tabi tutulmuştur. Bunlardan "kutbu'l-irşad", "kutbiyet-i kübrâ" payesiyle nübüvvetin ruhunu, kutbu'l-vücûd ise "Hâtemü'l-evliyâ" namıyla "Hâtem-i nübüvvet"in bâtınını temsil etmektedir. Her devirde birkaç kutbu'l-irşad'ın bulunabilmesine karşılık, kutbu'l-vücûdun sadece bir tane olabileceği, konunun üstadlarına ait bir mülâhaza. İşte bu kutup, hangi melek-i mukarreb ve nebiy-yi mübeccelin yörüngesinde seyahat ederse etsin veya kimin kürsi-i nişîninde bulunursa bulunsun o her zaman Hazreti Kutbu'l-enbiyâ (aleyhi ekmelüttehâyâ) Efendimizin ziyâ-yı vücuduna ve imdâd-ı rûhânîsine müteveccihtir.

    Bazıları, Hazreti Âdem'den bu yana gelip geçen kutbu'l-vücûdların isimlerini tasrih etmişler ise de, bu mülâhaza fazla hüsnükabul görmemiştir. Ekseriyetin ittifak ettiği bir husus varsa, o da, hangi devirde olursa olsun kutbu'l-vücûdun "Abdullah" ve "Abdulcâmi" unvanıyla yâd edilmesidir. Aslında, ebdâl, nücebâ, nükebâ, evtâd, ve kutupla alâkalı bütün bu konularda Hazreti Sâhib-i Şeriat'tan herhangi bir şey sâdır olmamıştır. Bütün bu tasnifler keşfe, müşâhedeye dayandırılmaktadır. Bu açıdan da, çerçevenin daha geniş, daha dar ve daha farklı olabileceği ihtimalden uzak tutulmamalıdır. Her şeyin doğrusunu Allah bilir ve bize de: رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا إِنْ نَسِينَا أَوْ أَخْطَأْنَا رَبَّنَا فَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَكَفِّرْ عَنَّا سَيِّئَاتِنَا وَتَوَفَّنَا مَعَ الاَبْرَارِ demek düşer.

    اَللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقاً وَارْزُقْنَا اتّبَاعَهُ وَأَرِنَا البَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ

    وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى ذَاتِ المُحَمَّدِيَّةِ اللَّطِيفَةِ اْلأَحَدِيَةِ شَمْسِ سَمَاءِ اْلأَسْرَارِ

    وَمَظْهَرِ اْلأَنْوَارِ وَمَرْكَزِ مَدَارِ الْجَلاَلِ وَقُطْبِ فَلَكِ الْجَمَالِ وَعَلَى الِهِ

    وَصَحْبِهِ نُجُومِ الْهِدَايَةِ وَعُيُونِ الْعِنَايَةِ



    --------------------------------------------------------------------------------

    [1] Yunus, 10/62

    [2] Cum'a, 62/ 4

  4. #14
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 3

    EHADİYET-VÂHİDİYET

    Ehadiyet; birlik, teklik mânâsına gelen "ehad" kelimesinden türetilmiştir. "Bir" demek olan, ferd ve vâhid mânâlarını da ihtiva eden ehad, mâadâyı nefyetmede emsali kelimelerden daha mübalâğalı ve ikincisi olmayan bir rakamdır. Bu itibarla da vâhid kelimesinin isbatta kullanılmasına karşılık ehad lâfzı hep nefiyde kullanılagelmiştir. Ehad, hiçbir şeyin ona, onun da hiçbir şeye nisbeti söz konusu olmayan bir kelimedir ve Zât-ı Ehad u Samed'in has sıfatıdır. Ehadiyet âlemi ise böyle bir sıfatın tecelli ve inkişaf ufkudur. Vâhidiyet sıfâtta iştiraki nefyetmesine mukabil, ehadiyet tam tenzihe bakması itibarıyla Zât-ı Mutlaka ve Sırfe'ye -esmâ ve sıfât mânâları meknî- nazırdır. Hulâsa ehadiyet, bütün kesretlerin kendisinde fena bulup gittiği, bütün lâhutî hakaikin onda meknuz bulunduğu, umum varlığı kamilen tutan, ezeliyet ve ebediyeti birden ifade eden bir hakikat-i mukaddesenin unvanıdır.

    Bazılarının zannettiği gibi, ehadiyet mülâhazası ile esmâ ve sıfât-ı sübhaniyenin yok farz edilmesi veya -feteâlâllâhu ammâ yezunnûn- bunların mütelâşi olup gitmesi söz konusu değildir. Söz konusu olan, esmâ-i ilâhiye ve sıfât-ı sübhaniyenin müessiriyet, tecelli ve inkişafları mahfuz, bir zât-ı mutlaka-i sırfe mülâhazasıdır. Buna, ulûhiyet dairesi muvacehesinde, her şeyin kendine bakan yönüyle fani ve mâdum sayılmasına, rububiyet âlemi itibarıyla bütün varlığın O'nun vücuduna bir ayna olmasına, vâhidiyet mertebesinde de esmâ ve sıfât-ı ilâhiyenin bir güneş gibi her şeyi gölgede bırakmasına mukabil, ehadiyet ufkunda Zât-ı Mutlaka'dan başka hiçbir şeyin mülâhazaya alınmaması da diyebiliriz.

    Diğer bir yaklaşımla, vâhidiyet tecellisi itibarıyla, esmâ ve sıfâtın ziyası karşısında bütün varlık ve eşyanın, tıpkı güneş karşısında kaybolan semavî cirmler gibi -" حَقَائِقُ الأشْيَاءِ ثَابِتَةُ " sözüyle anlatılan gerçek mahfuz ve melhuz- muzmahil olup gitmesine mukabil, ehadiyet mülâhazasında, hakikat-ı nefsi'l-emriyelerine rağmen esmâ ve sıfât dahi "min vechin" gaybet-i mukayyedeye girer ve bütün idrak ve ihsas ufkunu, ehadiyet-i ilâhiye veya sübühât-ı vechin şuaâtı tutuverir; tutuverir de Zât-ı Baht'a göre ağyar sayılan her şey bir mânâda silinir gider. Bu itibarla, ehadiyetten maksat -burada kelâmcıların, sıfât-ı sübhaniyenin, Zât'ın aynı veya gayrı olmaları mülâhazalarına girmeyi gereksiz görüyorum- Zât-ı Mutlaka ve Sırfe'dir. Şöyle ki ehadiyet mülâhazasında, esmâ-i ilâhiye ve sıfât-ı rabbaniye bizzat nazara alınmamakta, his, şuur, idrak ehadiyetin nâkâbil-i idrak olması mülâhazasıyla hayret ve dehşet yaşamaktadır. Vâhidiyette ise bütün merâyâ ve mecâlî, esmâ ve sıfâtın zuhur alanı hâline gelerek her şeyi kaplamaları gibi bir durum söz konusudur.

    Lâhut, rahamût, hatta bir mânâda ceberût âlemleri, ehadiyet tecellilerinin -alâ merâtibihim- mahall-i taayyünleridir ve bu âlem, aynı zamanda, münezzeh, müberra, mukaddes lâhut âleminin de "bi gayri keyfin ve idrakin ve darbin min misâlin" mahall-i tecelli ve inkişaf sahasıdır. "Kenz-i mahfî"nin " لأَعْرَفَ " ufkunda celâlî ve cemalî açılımı bu mebde-i taayyünle başlamıştır/başlamaktadır. Bu itibarla da bu âlem, bütün izzet, azamet ve kahırların yanında, umum lütufların, ihsanların, hususî iltifatların da mahall-i tevziidir. Ve burası aynı zamanda, Hazreti Zât'ın kendi zâtına, kendi ef'aline, kendi san'at ve âsârına muhabbetini ifade ettiği; edip onu ruhlarımıza duyurduğu; vicdanlarımızı aşk u şevkle şahlandırdığı câmi bir ayine-i "Samed" ve vâhidiyete de bir açılma merhalesidir.

    Evet, ehadiyet âlemi, vâhidiyet dairesi önünde hakaik-i ulûhiyet ve esrar-ı sübhaniyenin sırlı bir ifadesi gibidir. O hakaik-i ulûhiyete dair söylenebilecek sırları söyler; söyler de okuyabilen herkes onda esrar-ı "Bismillahirrahmanirrahim" ve "Kul hüve'llâhu Ehad"'ı okuyabilir. Yani Allah, ilâhiyetinde vâhid olduğu gibi rububiyetinde de birdir. Keza O, sıfât-ı sübhaniyesinde tek ve yektâ bulunduğu gibi esmâ-i ilâhiyesinde de Ferd ü Samed'dir.. evet Allah, zâtında vâhid, vücudunda vâhid, rahmaniyetinde vâhid, rahimiyetinde vâhid, rezzaki-yetinde vâhid, hallâkiyetinde vâhid... bir Vâhid ü Ehad'dir.

    Daire-i ulûhiyet, bütün esmâ ve sıfât-ı sübhaniyeyi câmi -İsm-i Zât'ın umum esmâ-i hüsnayı bittazammun ve bililtizam iktiza etmesi bunu göstermektedir- âlemler üstü bir âlemdir ve tecelli sahası itibarıyla da rahamûttan melekûta ve ondan da bittafsil zâhir-bâtın hemen her âlemin menba-i feyezanıdır. Ehadiyet, bir âlem-i münkeşife ve müteayyine, vâhidiyet de ikinci bir âlem-i tafsil ve taayyüniyedir. Bu açıdan ulûhiyette câmi ve şamil celâl edâlı bir cemal, ehadiyette mütesavi bir tecelli-i celâl ve cemal, vâhidiyette ise cemal inkişaflı bir celâlden söz edilebilir. Bu hususta ehadiyete ait hususiyetleri vâhidiyette, vâhidiyete ait hususiyetleri de ehadiyette görüp konuyu öyle yorumlayanlar da vardır. Böyle bir yaklaşım "Bismillahirrahmanirrahim" deki zât, sıfat ve ismin ifade ettikleri mânâya da uygun düşmektedir.

    Esmâ ve sıfâtın zuhur ve hafâsı, tabir-i diğerle, münhasıran Hazreti Zât'ın nazara alınması ya da esmâ ve sıfât mülâhazasına iktiran içinde düşünülmesi itibarıyla iki ana merhalenin -bu mütalâa da yine zaman mülâhazasından tecerrüd edememeye bağlı bize ait bir nakîsanın ifadesi- mevcudiyeti söz konusudur:

    İlk merhale, esmâ, sıfât ve daha değişik izafât ve itibarların min vechin mülâhazaya alınmadığı ehadiyet meclâ ve aynasıdır ve aynı zamanda zâhir ve bâtının da birleşik noktası sayılmaktadır. Bu itibarla da ona umumiyetle "berzahiyyetü'l-kübrâ" denegelmiştir. "Taayyün-ü evvel" bu merhalenin ayrı bir unvanı, hakikat-ı Ahmediye ise -ehadiyet ve vâhidiyetteki farklı mütalâa türünden, "hakikat-ı Ahmediye" ve "hakikat-ı Muhammediye"yi tercihte de benzer bir mülâhazadan söz edilebilir- en yaygın ve en çok kullanılan isimdir.

    İkinci merhale, esmâ ve sıfâtın zuhur, tecelli ve inkişaf alanıdır ki, bu âlem melekût ve mülk şeklindeki tafsilin de nokta-i evvelidir. Vâhidiyet ufku da diyeceğimiz bu merhale, özünde melhuz ve mermuz bulunan kesretin, tecelli-i esmâ ve sıfât karşısında mütelâşi olup gittiği dairedir. "Ayn-ı sâniye" bu dairenin en mâruf unvanı, "menşe-i mâsivâ" tecelli alanı itibarıyla en meşhur adı, "Hazretü'l-Cem" de hususiyetinin sıfatı olarak anılagelmiştir.

    Vâhid ve dolayısıyla da vâhidiyet, hâricen ve zihnen terkip, taaddüt ve bunları gerektiren ya da bunların gerektirdiği cismaniyet, tahayyüz gibi durumlardan, müşareket, mümaselet gibi şaibelerden münezzehiyetini ve sıfatı bulunduğu Hazreti Mevsuf'un bütün vücuhuyla vâhidiyetini; kesret-suret, cevher-araz gibi şeylerden müberra olduğunu gösteren bir vasıftır. Bu, bütün güzelliklerin -celâlî bile olsa- lütufların, ihsanların, mükafatların inkişaf ve zuhurlarının da kaynağıdır. Aynı zamanda bu mukaddes ve müteal merci-i mübarek, -idrak ve ihata edilebilirlik mülâhazası açık- pek çok hakikî ve izafî güzelliklerin de menbaı sayılmıştır. İsterseniz siz buna, celâlin, mertebe-i kemaldeki zuhurunun, cemal şeklinde tecellisi de diyebilirsiniz.. aslında, bütün cemal ve kemaller, bütün celâl ve azametler O'nun cilve-i cemal ve celâlinin bir gölgesi, hatta gölgesinin gölgesi mesabesindedir.

    Ehadiyette, ulûhiyet ve rahmaniyete bakan -bu bir itibara göre böyledir, bu mülâhaza-i vâhidiyet için düşünen mutemet insanların sayısı da az değildir- bir ihata edilmezlik, bir nâkâbil-i idrak olma keyfiyeti söz konusudur. Evet insan, her zaman ehadiyetle müfad celâlî tecelliyi kavrayamayabilir; zira onda, ulûhiyet ve rahmaniyet tecelli dalga boyunda bir külliyet, bir umumiyet ve dolayısıyla da göz kamaştıran ve görmeye mani azamet ve izzetin kuşatıcılığı bahis mevzuudur. İşte bu hâliyle de o muhittir.. ve dolayısıyla da ihata edilmesi imkânsızdır. Bu durumda da vicdanlar bir tenezzül ve daha farklı bir inkişafa ihtiyaç duymaktadırlar. Kur'ân-ı Kerim'in bazı yerlerde ortaya koyduğu böyle bir tavr-ı tenezzülün, vicdanların ihtiyacını karşılamak üzere bu kabil bir inkişafa baktığı söylenebilir: Kur'ân, çok defa, kâinat ve hâdiseleri nazara verdiği aynı anda, görülüp hissedilebilen, okunup anlaşılacak olan cüz'iyyât dairesindeki bir şefkat, bir merhamet, bir nizam ve bir âhengi hatırlatarak, ihata edilmezler üzerine kavranılabilirlik merceğini koyup her şeyi doğru okumamızı sağlar ve bizi muhit olanın ihata edilmezliği karşısında hayrette bırakmaz.

    Ulûhiyette bir celâl-i kâhir ve bu celâlin zirvesinde de bir cemal-i bâhir nümâyandır. Zira ulûhiyet dairesi, bütün evsaf-ı kemaliye ve esmâ-i sübhaniyenin biricik merciidir. Bu itibarla da onda hem bir azamet ve celâl-i daim, hem de bir lütuf ve cemal-i lâyezâlînin mevcudiyetinden söz edilebilir ki, bütün tecelliler, bütün cilveler hep o hususî menbadan nebean etmektedir: Evet taayyün mertebesindeki bir nebean, inkişaf çerçevesindeki bir feyezan, tafsil dairesindeki bir tecelli gibi her şey ulûhiyet arşından kaynayıp gelmektedir.

    İzzet, azamet ve fevkalâde ululuk zuhuru sayılan celâlî tecelli, "hüviyet-i mutlaka" unvanıyla da yâd edilmektedir. Zat-ı Ulûhiyet'in hassa-i lâzimesi kabul edilen böyle bir azamet ve ululuğu hatırlatma sadedinde, ism-i Zât olan "Allah" kelime-i mübarekesine hep "lâfza-i celâl" ve Hazreti Zât-ı Ulûhiyete de "Zülcelâl" denegelmiştir. Farklı bir yaklaşımla, Cenab-ı Hakk'ın herkese ve her şeye, o şeyin istidat ve kabiliyetleri ölçüsünde, aynı zamanda seviye ve ihtiyaçları nisbetinde lütuf, ihsan ve ikramla taltifine cemalî tecelli dendiği gibi, O'nun esmâ ve sıfatlarının aşkın ve ihata edilmez şekilde gâlibane, kâhirane, hâkimane zuhurlarına da celâlî tecelli denmiştir.

    Hazreti Zât-ı Mutlak -ki buna "vahdet-i mutlaka-i sırfe" de diyorlar- ehadiyet dairesinin cilveleri sayılan celâl öncelikli tecellilerin de kaynağıdır. Bu dairede, bütün esmâ, sıfât, niseb ve itibarlar, Zât hesabına min vechin tebeî olarak mütalâa edilirler. Böyle bir mütalâa ile hak mefhumu o muhit hususiyetiyle bütün mülâhaza ufuklarını tutar, derken umum duyabilenlere tevhid-i Hak ayân olur; olur da böyle bir nokta karşısında insan kendini, idrak ve ihsaslarını aşkın kâhir bir tecelli hayreti içinde bulur.. ve -Allahu a'lem- işte bu tecelli celâl esintili bir tecellidir. Buna karşılık, Hazreti "Rahmanurrahim"in, duyulup, anlaşılıp kavranabilen lütuf, ihsan, inayet ve riayet şeklindeki teveccüh ve iltifatlarına gelince bunlar, cemal televvünlü tecellilerdir. Arz u semanın, şuur, his, idrak ve irade sahibi varlıkları, bu celâlî tecelliler karşısında hayret, dehşet ve kalaklarını " اَللهُ أَكْبَرُ كَبِيراً وَسُبْحَانَ اللهِ بُكْرَةً وَأَصِيلاً " -kendimize kıyas ederek söylüyorum- kelimeleriyle seslendirirler. Cemalî meltemler muvacehesindeki behcet ve sürurlarını da " والْحَمْدُ للهِ كَثِيراً " inşirah bahş sözleriyle dile getirirler. Bunlardan birincisinde, hissedip fakat kavrayamama, duyup fakat ihata edememe, dolayısıyla da sürekli dehşet yaşamaya karşılık, ikincisinde duyma, anlama, zevk etme ve değişik değerlendirmelerin yanında bu ihsas ve imtisasları, diğer daireye ait esrarı yorumlamada da bir kıstas olarak kullanabilme söz konusudur.

    Muhakkikîne göre celâl; Cenâb-ı Hakk'ın, kâhir, gâlib ve muhit bir izzet ve azamet sıfatı olması itibarıyla -ehadiyet ve vâhidiyet konularındaki farklı mütalâa mahfuz- bir ehadiyet tecellisi gibi görülmektedir. Vâhidiyet ise, Zât-ı Ulûhiyet'in, esmâ ve sıfât tecellilerinin bir unvanı olduğu gibi, aynı zamanda bunların bir mahall-i tezahürü mesabesindedir.

    Celâl, kalblerde mehafet, mehabet, tazim, mezahir ve merâyâsındaki âsârıyla da hayret ve dehşet uyarır. Bununla beraber bu tecelli ve tezahür, netice ve akıbetleri itibarıyla, fevkalâde yumuşak, sıcak, inşirah verici ayrı bir derinliği de haizdir. Görüp hissedebilenlerce bazen ehadiyette vâhidiyete ait âsâr müşahede edildiği gibi, celâl ufkunda da çok defa -biraz da müşahidin durum ve seviyesine göre- cemal meltemleri duyulup yaşanır. Bunu; "Celâlin zirvesi cemal, cemalin kemali de min vechin celâldir." şeklinde de ifade edebiliriz.

    Aslında biz "cemalullah" dediğimizde, hep sıfât-ı ulyâ ve esmâ-i hüsnanın merâyâ, mecâlî ve mezahirdeki durumlarını düşünürüz. Zira, Zât, şuûn ve sıfât dairesinde bir mütalâada bulunmaya hem gücümüz yetmez hem de bir memnuiyet söz konusudur. Biz, âsâra bakar, ef'âli değerlendirir; esmâyı mütalâaya alır, sıfât-ı sübhaniye mülâhazalarına dalarız. Tabir-i diğerle biz, maverâ-i tabiata ait esrar, cemal, âhenk ve mânâları, tabiat meşherinde, varlık kitabında, kâinat kamusunda mütalâa etmeye çalışır ve satır aralarında ruhlarımıza duyurulmak istenen mesajlarla -tabiî onları iyi anlayıp, iyi değerlendirmek şartıyla- iktifa ederiz. Eşya ve hâdiseler iyi okunup yerinde yorumlandığı takdirde, kimbilir belki de bazılarımızın çok önem atfettiği bir kısım bilgi nazariyeleriyle uğraşmaya da hiç gerek kalmaz.

    Varlığın zâhir ve bâtınındaki bütün güzellikler, kemaller, behcetler, cazibeler, ihtişamlar, âhenkler, Hakk'ın cilve-i cemalinin çok perdelerden geçmiş gölgesinin gölgesidir. Biz, hemen her zaman çevremizde; varlığın çehresinde, insanların simalarında, mahiyet-i insaniyenin derinliklerinde, canlı-cansız hemen her şey arasındaki yardımlaşma ve dayanışmada, hatta muânaka ve muâşakalarda; dahası yüksek seciyelerde, üstün karakterlerde, ahlâkî tavırlarda, iyilik duygularında, fazilet hissi ve îsar mülâhazalarında, bütün varlık arasındaki aşk u şevklerde, cazibe ve incizablarda göz kamaştıran bir âhenk ve güzellik, bir mükemmeliyet ve fevkalâdelik müşahede eder, âdeta kendimizden geçeriz; geçer de bunların kaynaklarına ulaşma gayretiyle şahlanır ve inanç ufkumuzun yol verdiği, kalbî ve ruhî hayatımızın da müsaade ettiği ölçüde hep o kutsî menbaa doğru yürürüz -seyr u süluk-i ruhani bu istikametteki yürüyüşlerden sadece biridir- yürür ve istidatlarımızın el verdiği nisbette, her şeyin gidip rahmaniyet, rahimiyet, rezzakiyet, hallâkiyet ve bunların yanında lütuf, ihsan ve kerem.. gibi sıfatlara dayandığını anlar, bu mübarek sıfatların saha-i inkişafı sayılan isimlerde evsaf-ı sübhaniyedeki "kenz-i mahfî"nin aksettiği merâyâ ve mecâlîyi temâşâ etme imkânını yakalar ve kendimizi sonsuz, sınırsız, serhaddi olmayan iç içe bir güzellikler meşherinin ortasında buluruz.

    Böyle bakanlar için, ehadiyetin tezahürleri vâhidiyetin tecellileri şeklini alır. Celâl ayn-ı cemal olur. Evet ism-i Rab, mebde'den müntehaya her şeyin var edilip kemale yönlendirilmesinde, çamurdan balçıktan en mükemmel âyine-i câmia ve mazhar-ı tam varlıklar inşa etmede hep cemalle tüllendiği gibi, ism-i Kahhar suver ve rüsumu mahvederek; ism-i Cebbar, nazarlarımızda fizikî güçlerin mevhum kuvvetlerini dağıtarak bize sürekli celâl ufkunda cemalin bağ ve bahçelerinden demet demet güller ve salkım salkım meyveler sunarlar. Ta taayyün-ü evvelden başlayıp sıfât ve esmâ yoluyla âsâra akseden bu güzellikler ve mükemmellikler, erbab-ı basiret için her zaman mütalâa edilebilen bir kitap, temâşâsına doyulmayan bir meşher, içine girip gezen insanların görme arzularını gıcıklayan bir saray gibi görülüp değerlendirilmiş ve onlarda yürüyüp saray sahibine ulaşma arzularını coşturmuştur. Bu sayede dünyadaki tabiî geliş-gidişler anlam kazanmış; gelişler, vazife ve sorumluluk altına girme şeklinde yorumlanmış ve ömür boyu hep O'na doğru yürünmüş, gidişler de bir terhis, bir vuslat açılımı ve bir şeb-i arus telâkki edilmiştir.

    İşte bu anlayıştaki bir hakikat eri, dünyada olsa da hep O'nunla beraberdir. Her hamle ve her hareketi O'na yürüme istikametindedir. Ömür boyu hep kesret içindedir ama, hedefi vahdettir: Öyle ki sırtında taşıdığı ağır cismaniyet yüküne rağmen, kalbî ve ruhî hayat ufuklarında sürekli O'na doğru kanat çırpmaktadır..

    Evet o nerede bulunursa bulunsun oturur-kalkar "Allahu Ehad, Allahu Samed" der; kalbini sağlamca O'na bağlar, ihtiyaçlarını sadece O'na açar. Ehadiyet'in esrarını vâhidiyetin envarıyla çözer. Celâlî tecellilerin sert gibi görünen esintileri karşısında cemalî yorumların meltemleriyle serinler. Hayretlerini tekbir ve tesbihlerle, mazhariyetlerini de hamd ü senalarla seslendirir.. ve Hazreti Ehad ü Samed'i bilmeme cehaletinden uzak durmaya çalışır; çalışır ve dilinde:

    Âlem-i kesretten ey sâlik firar eyle yürü;

    Ferd ü Ehad bârgâhında karar eyle yürü;

    Rûy-i vahdet görmek istersen bu kesretten eğer,

    Saf kıl mir'ât-ı kalbin, tâbdâr eyle yürü.

    Kimi Kâbe, kimi Arş'ı etmede dâim tavaf

    Sen harîm-i kurb Hakk'ı ihtiyar eyle yürü. (İsmail Hakkı)
    sözleri muhtemel haybetlerini "ticaret-i lentebûr"a, gaybetlerini de huzur-u dâimîye çevirir, ehadiyet ve vâhidiyet semalarına doğru sürekli pervaz eder durur.

    رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الوَهَّابُ

    رَبَّنَا لاَ تُؤاخِذْنَا إِنْ نَسِينَا أَوْ أَخْطأْنَا

    وَصَلِّ وَسَلِّمْ يَا رَبَّنَا عَلَى الْهَادِي الْمَهْدِيِّ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى الِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ

  5. #15
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 3

    VAHDET-KESRET (1)


    Vahdet ve kesret sözcükleri de tıpkı “Evvel”-“Âhir”, “Zâhir”-“Bâtın” isimleri gibi lügavî mânâları itibarıyla birbirinin mukabili, hakikatleri açısından “zıdd-ı mülâyim” çerçevesinde hep birbirini hatırlatan ve beraber anılan kelimelerdendir.


    Birlik, yalnızlık, teklik diyeceğimiz vahdet; hak yolcusunun, her şeyi Allah’a bağlayarak bütün eşyâ ve hâdiseleri O’ndan bilmesi, O’na vermesi; her nesne, her hâl ve her harekette O’nun ilim, kudret, irade ve sair sıfât-ı sübhâniyesinin parıltılarını müşâhede etmesi, topyekün ef’âl âleminin arkasında esmâ-i hüsnâ tecellilerini görüp sezmesi; sözün özü, hep O’nu bilip, O’nu duyup, O’na yönelip, O’nun maiyyet-i mâneviyesine ermesi ve sonra da yalnız O’nu istemesi, O’nun rızasına kilitlenmesi ve her zaman O’nun emir ve isteklerine bağlı kalması demektir ki; bunlar, gerçek bir müminin, Hak karşısında düşünce, inanç, tavır ve davranışlarının da icmâlî ifadesidir.



    Hazreti Zât’a bakan yönüyle vahdet; O’nun tek, yektâ olması; şerik ve nazîr, vezir, muîn ve yardımcısının olmaması; herkes ve her şey, her halinde O’na muhtaç olduğu halde, O’nun herkesten ve her şeyden müstağnî bulunması mânâsına Âlim-i Mutlak, Hâlık-ı Mutlak, Hâkim-i Mutlak, Müdebbir-i Mutlak, bütün evsâf-ı kemâliyenin Mevsûf-u Mukaddes’i, esmâ-i hüsnânın Müsemmâ-i Akdes’i ve bütün kesret âlemindeki tebeddül, tegayyür, elvân, eşkâl ve ahvâlin de biricik mercii ve mutasarrıfı demektir.



    Buna karşılık kesret ise, üzerinde muhit bir ilim, kâhir bir kudret ve hâkim bir iradenin mührü, sikkesi, tuğrası bulunan bütün bir varlık ve hâdiseler mânâsına geldiği gibi, hak yolcusunun, kendi iman ve mârifet ufkuna göre tekvinî emirleri doğru okuyup doğru değerlendirerek, her biri O’nun cemâl ve kemâline birer mücellâ ayna olan topyekün eşyâ ve onların kasda, iradeye bağlı hususî hallerinin çehrelerinde Hazreti Mütecellî’nin okunduğu/okunacağı bütün bir kâinat kitabıdır.



    Biz Müslümanlar, vahdet ve vahdâniye yolu ya da kesret ve kesretiye mesleği denince, konuyu yukarıda ortaya koymaya çalıştığımız hususlar çerçevesinde anlarız. Kadimden beri mişkât-ı nübüvvetin vesâyetinde seyahat eden bütün hak yolcuları da aynı şekilde anlamışlardır. Bu itibarla da, onların, her şeyi Hak’tan bilmeleri, O’na bağlamaları, O’nunla görüp duymaları kat’iyen bir kısım felsefecilerin mütalâalarıyla karıştırılmamalıdır. Bazı filozoflar, bizim, Allah’ı birleme diyeceğimiz vahdâniye mesleğini monoteizm ve her şeyin O’ndan gelmiş olması ve O’na bağlı bulunmasının ifadesi sayılan vahdet telâkkisini de monizm, dahası kesretiye mülâhazasını da plüralizm şeklinde yorumlamışlardır ki, bunlar bizim bu kelimelere yüklediğimiz mânâlardan çok farklı şeylerdir ve bizden de bizim sofilerimizin düşüncelerinden de fersah fersah uzaktır.



    İslâm; Kitap, Sünnet gibi temel kaynakları; kelâm, fıkıh, tasavvuf gibi bu kaynaklardan beslenen değişik kollarıyla bütün varlığın; ilmî ve kaderî planlarla bir Kudret-i Kâhire tarafından yaratıldığını, O’nun kayyûmiyetiyle varlığını sürdürdüğünü; bu âleme bir bir gelenlerin bir bir gidişi, gidenleri yeni gelenlerin takip edişi hep o biricik Yaratıcı’nın idare ve tedbiriyle olduğunu; bir başka âlemde ebediyete mazhar olacakların da yine O’nun kayyûmiyetiyle olacağını kabul eder ve aksi mülâhazaları bütünüyle sapıklık sayar. Zevkî ve halî bir meslek olan “vahdet-i vücud” erbabının vücud mülâhazaları -bu konu başka bir münasebetle tafsîlen izah edilmişti- müstesna, usûlü’d-dinin büyük üstadları, tasavvufun dev imamları, kâinatı da içindekileri de Allah’ın yarattığına ve yaratılan her şeyi ayrı ayrı hususiyetleriyle yine O’nun devam ettirdiğine inanırlar. Aksine, “Yaratılanlar Yaratan’ın özündendir, bütün kâinat Yaratan’ın özünde vardı; yaratılma bu özün dışa vurması şeklinde oldu.. oluş bir zuhur ve feyezândan başka bir şey değildir...” gibi mülâhazalar, ilâhî sıfâtların hakikatlerini, esmâ-i ilâhiyenin hususiyetlerini ve faaliyet-i rabbâniyenin de keyfiyetini bilemeyen panteistlerin mütalâalarıdır; kökleri de tâ Herakleitos ve Parmenides ve daha sonraki dönem itibarıyla da Eflatun ve Plotinus’a, daha açık ifadesiyle “ukûl-ü aşere” ve tezâhür felsefesine dayanmaktadır.



    Bir kısım mutasavvifenin, tecelli ile mütecellîyi, zıllî ile aslîyi, Kayyûm ile O’nunla kâim olanı birbirine iltibas etmelerinden ya da “dîk-ı elfâz”a iktiran eden hâl ve zevklerini, başkalarının benzer mülâhazaları ifadede kullandıkları kelimelerle seslendirmelerinden panteizm gibi anlaşılan beyanlarının, bu kabil felsefî mülâhazalarla hiç mi hiç münasebeti yoktur: İkincilerin vücud mülâhazaları, onların, Hazreti Zât’a gönülden teveccühleri, ciddi konsantrasyonları, her zaman O’na tahsîs-i nazarda bulunmaları sonucunda –bir hâl ve istiğrak ifadesi olarak– bütün varlığın mütelâşî olup gitmesi mânâsında bir vücudîlik; birincilerinki ise, nazarî olarak, kâinat ve içindeki her şeyi, tek bir varlığın farklı tezâhürleri, gayriirâdî feyezânları ve bütün eşyânın O olduğu şeklinde bir panteizm mülâhazasıdır ve böyle bir mütalâanın Kitap ve Sünnet’le telifi de imkânsızdır. Evet ikinciler, daha ziyade hâl ve zevklerine tercüman olma yolunda, bir mânâda kısmen müteşâbihâta düşmelerine mukabil; birinciler, idrak ufkumuzu aşan konularda varlık ve varlığın perde arkasıyla alâkalı nazariyeler üretmektedirler. Bu itibarla da biz, birincilere; kendilerini beğenmiş, bencil ve müteâl hakikatlere akıl erdiremeyen ya da ancak vahyin aydınlatan tayfları altında görülüp sezilebilecek gerçeklere, minnacık akıl feneriyle bakmaya çalışan mübtedîler; ikincilere de, hayatlarını hep mahviyet ve tevazu yörüngesinde sürdüren, Hakk’a gönülden yönelmiş ve O’nun vücud ve diğer sıfât-ı sübhâniyesinin ziyası karşısında başka şey görmeyen, mevcudiyet ve sonraki bütün hususiyetlerini O’ndan bilen ve her zaman bütün varlığa da bu zaviyeden bakan müntehîler diyoruz; bazen zevk ve hallerine yenik düşen, iştibah ve iltibasa açık müntehîler. Eğer bunların hissiyatlarının haritasını ortaya koymak mümkün olsaydı, o haritada, varlığın Allah’la münasebetinin, Hâlık-mahluk, Kayyûm ve O’nunla kâim olan münasebeti olduğu anlaşılacak ve âlem-i “sahv”deki hallerinin dilinden, Kitap, Sünnet ve usûlü’d-din âlimlerinin söylediklerine benzer şeyler duyulacaktı.



    Bir diğer ifadeyle kesret; kaderî kalıplara göre, farklı mâhiyet aynalarında ilâhî esmâ ve sıfâtların değişik tecellileri demektir. Yani bu âlemde her şey, Hazreti Vâhid ü Ehad’in vahdet tecellilerine bağlı olarak yaratılmıştır ve bir baştan bir başa topyekün varlık, trilyonlarca aynalar olarak, aralarındaki birlik, beraberlik, uyum, âhenk, yardımlaşma, dayanışma... gibi hususiyetleri ve farklı ses, farklı nağme, farklı secâlarıyla, hep aynı mânâ ve mazmûnu ifade etmektedir. Bütün eşyâ ve hâdiseler bu şekildeki konumlarıyla O’nun vâhidiyet ve ehadiyetini ilan ettikleri gibi, mekânî olan bu şeylerin yanında zaman dahi: “ene’d-dehru – Zaman, Benim ayine-i izâfîmdir.” mefhûmunca dehr, dihâr ve dihûr unvanlarıyla mütemadî kesret aynalarında yine O Vâhid ü Ehad’i haykırmaktadır.



    Bu itibarla da hemen her mertebede hak yolcuları, eşyâ üzerinde nazarlarını sürekli bu mülâhazalar çerçevesinde gezdirir ve maddî-mânevî, cismanî-ruhânî her şeyin çehresinde vahdet temâşâlarıyla Bir’i görür, Bir’i duyar, birlik’le alâkalı renk, desen ve şiveyle ürperir; her nesne ve her hâdisede O’nun ilim, irade ve kudretinin âsârını müşâhede edip kendinden geçer; geçer de:



    Cemalini nice yüzden görem diyen dilber,

    Şikeste âyineler gibi pâre pâre gerek..



    diye mırıldanır ve her an yeni bir vuslat rampasında duruyor gibi, ebediyet televvünlü bir temâşâya start verileceği heyecanıyla kendini O’nu müşâhede kapısının önünde sanır.



    Evet, Allah birdir. O’nun birbirinden farklı değişik sıfat ve isimlerini ayrı ayrı hususiyetleriyle aksettiren aynalar ise pek çoktur. Her yerde ve her zaman “vahdet-i asliye”nin yanında bir “kesret-i tebeiye” de mevcuttur.. ve inanmış bir gönül erinin nazarında müşâhede edilen bütün kesret âlemleri, değişik yorum ve değerlendirmeler ile her zaman gidip vahdete dayandığı gibi, böyle temiz bir ruh nazarında kesrete ait bütün ses ve görüntüler de bir zemzeme-i vahdet’e dönüşerek hep O’nu söylemekte, O’na bakmakta, O’ndan mesajlar sunmakta ve sürekli O’nu soluklamaktadır.



    Aklın zahirî nazarında bu kevn ü fesattaki mecâlî ve mezâhirin taaddüdü bir kısım kesret kılıklı farklılıklar ortaya koysa da, bu kat’iyen menba ve mercideki vahdete münâfî değildir. Her şey, her haliyle O’nunla irtibatlı ve O’nun kasd u iradesine bağlı çalkalanmakta; gelmekte-gitmekte ve O’na dönmektedir. Bu itibarla da kesretten, kenz-i mahfî-i vahdetin halk ve icad çerçevesinde bir inkişaf tecellisi diye de söz edebiliriz.



    Tabiî bütün bu mülâhazalar, yakın bulunup uzak duranlar için değil, konumuna göre duruşunu ayarlayabilmiş yakın durup yakından görenler içindir. Bir meczup, böyle bir mülâhaza ile alâkalı şunları söyler:



    Ol sana senden yakındır, sen sakın olma O’na ırak,

    Kesreti kov, vahdeti bul, kalbdeki irfanla bak!



    Evet, kalb ve ruhun hayat seviyesine erip otağını ruhânîlerin uçuştuğu zirvelere kurabilen, lâzaman ve lâmekân, lâleyl ve lânehâr hak erleri için kesret de vahdet de problem olmaktan çıkar ve birer “ma’kûlü’l-mânâ” haline gelirler.



    Bu her zaman hep böyledir; bir taraftan, insanlığın idrak ufkunu tabiat-i beşeriye zulmeti kuşatsa da, bir başka zaviyeden her şeyi ve herkesi nur-u hakikat ve ziya-i vahdetin ihata ettiği duyulur ve hissedilir. İnsan, cismanî tabiat atmosferinin üstüne yükselebildiği ve nazarını öteleştirdiği takdirde, vahdet dünyasının aydınlıklarıyla tanışır; idrak, ihsas ve müşâhedelerinde kendini el değmemiş, göz görmemiş sürprizler sağanağı içinde bulur. Ne var ki, böyle bir mevhibe sağanağı mazhariyetine eren hak yolcusu, eğer diyanetin ruhundaki ahengi koruyamaz ve bağlı bulunması gerekli olan usûlü’d-din prensiplerinden uzak düşerse, iç içe kazançlar kuşağında kaybetme ihtimali de söz konusudur. Zâhir-bâtın, aynı hakikatin göz ardı edilmeye tahammülü olmayan birer buudu olduğu gibi, bu isimlerin tecelli alanı sayılan kesret ve vahdet ahkâmında muvazeneye riayet de fevkalâde önemlidir.



    Onun için seyr-i ruhanîde sırf bâtınî hüviyet ve onun inkişafı sayılan müşâhede ve mükâşefeleri nazara alanlar, tevhîd-i hakikîyi, “lâ mevcude illa hu – O’ndan başka hakikî bir mevcud yok.” şeklinde duymuş ve ifade etmişler; sadece zâhirî hüviyete bakıp ona değer verenler ise çok defa naturalizme saplanmış ve şirkte boğulmuşlar; zâhir ve bâtını beraber kabul etmenin yanında, hâl ve zevk televvünü ile az da olsa bâtını bir-iki kadem öne çıkaranlar ise –hakka daha yakın olmaları müsellem– tevhîd-i kâmili meşhûdâtlarına bağladıklarından “la meşhude illa hu – Meşhûd olan sadece O’dur.” diyerek, gaybe imandaki ıtlakın enginliğine rağmen, imanî mülâhazalarını kayıt altına almışlardır. Mütalâa ve değerlendirmelerini tamamıyla esmâ ve sıfât-ı sübhâniye ile irtibatlandırıp varlık ve hâdiselere bu zaviyeden bakanlar ise, tevhid telâkkilerini ıtlakın enginliğiyle ele alıp zâhirî tevhidleriyle “fark”a mürâât, bâtınî tevhidleriyle de “cem’ maa’l-fark”a işaret sadedinde “la mabude illallah – O’ndan başka mâbud, maksûd ve matlûb yoktur.” hakikatiyle gürlemiş, Kur’ân ve Sünnet’le ortaya konan hakikî ve iltibaslara kapalı bir tevhidi ilân etmişlerdir. Zannediyorum, işte böyle bir telâkki sayesinde, hem tevhîd-i Zât hem de tevhîd-i sıfâtın vurgulanması yanında zâhir ve bâtın arasındaki muvazene de korunmuş olacaktır.



    Aslında tevhîd-i bâtın bir çekirdek ise, tevhîd-i zâhir de bir ağaç ve meyve mahiyetindedir. Ne var ki, ilkinin büyük ölçüde vicdan mekanizmasıyla duyulup hissedilmesine karşılık, ikincisi daha çok, kesret âlemini mütalâada bulunmak, mütalâa edilen şeyleri yorumlayıp değerlendirmek suretiyle zâhir ve bâtın hâsselerle anlaşılıp zevk edilmektedir. Ayrıca böyle bir bakış farklılığının beraberinde getirdiği bir mukabele farklılığından da söz edilebilir. Şöyle ki, Hazreti Ehad ü Samed’i, kesretle münasebetimiz ve zâhir duyu organlarımızın idrak ve ihsas ufku açısından ve böyle bir mülâhazaya vurguda bulunma zaviyesinden andığımız zaman –hacda, bayramlarda olduğu gibi– cehrî olarak anarız; vicdanî sezi ve sır zirvesi açısından yâd ettiğimizde de kalbin dili, sırrın soluklarıyla yâd ederiz.



    Evet, kendi kendimizi murakabe ve muhasebe atmosferinde, halvethânelerdeki hususî zikir ve yakarışlarımızda kalb, sır ve hafî ufkuna bağlı kalmaya çalışır; bayram, cuma ve hususiyle de hacda, şeâiri ilânın esas olması mülâhazasıyla gürül gürül O’nu haykırır, hem kendi hesabımıza hem de bütün varlık ve varlık ötesi, arzdan semaya, semadan arza gelip giden şuur sahiplerine bir şeyler söylemeye çalışırız; çalışır, mezâhir ve mecâlîye fazla takılıp kalmadan, kesretin o boğucu atmosferini delik-deşik ederek her zaman vahdete müteveccih olduğumuzu gösteririz. Böyle bir tavır, mebde ile beraber müntehâya da riayet etmenin ifadesi ve zâhirî imtisas ve ihsaslarımızın yanında batınî duyuşlarımızın da dilini kullanmak demektir.



    Bunu biraz daha açabiliriz: Her şeyin ilmî vücudu itibarıyla mânevî bir suret ve mâhiyeti –suret ve mâhiyet tabiriyle yine kelime yetmezliğine takıldığımızı itiraf etmeliyim– vardır. Böyle bir suret ve mahiyet, kaderî plan çerçevesinde, akdes feyiz televvünlerine bağlı, feyz-i mukaddesle önce –bu da bizim gibi zamanla mukayyet olanlara ait bir husus– ruhânî mahiyetler seviyesine getirilir; sonra cismâniyet urbası giydirilir ve her varlık, topyekün eşyâyı kuşatan bir ilmî program çerçevesinde, kendi mânâ ve muhtevasına göre belli hüviyete bürünerek başka bir mazhar ve meclâ durumuna yükselir. Kaba bir benzetme yapacak olursak; her varlık, ilmî vücud mertebesinde, kelime ve cümleleri meydana getiren harflerin özü ve ruhu gibidir. Bunlar, kelime mertebesine yükseldiklerinde belli mânâlara delalet ettiği gibi, mevcudat da farklı taayyünlerle farklı şekiller alır. Bunların misalî levhalardaki siluetleri, âyetlere; belli numara, belli drop ve belli kalıplar çerçevesindeki şekilleri, resimleri de, çerçevesi belirlenmiş müstakil sûrelere benzetilebilir.



    Temelde her şey, bâtını itibarıyla, çoklarımızın idrak ufkunu aşkın bulunsa da, nuranî, şeffaf ve vahdet edalı olduğu açıktır. Zâhirî televvünleri açısından ise büyük ölçüde esbab alaşımlı ve kesret edalıdır. Bu, biraz da aynaların kabiliyet ve hususiyetleriyle alâkalıdır: Evet, tıpkı Kur’ân sûrelerinin âyetlerden, âyetlerin kelimelerden, kelimelerin harflerden, harflerin de nokta ve belli hatlardan meydana gelmesi gibi, canlı-cansız bütün varlık da misalî levhalardan, misalî levhalar kelimât-ı ruhâniyeden, bunlar da –tabir caizse– hurûf-u ilmiye tecellisinden ezelî program çerçevesinde, kudret ve iradenin taallukuyla meydana gelmiş cümleler, paragraflar, risaleler ve kitaplardır. Bunun böyle olduğunu duyup zevk eden arifler, her zaman kesret arkasında vahdeti, ehadiyet cilveleri verâsında da vâhidiyeti temâşâ etmiş ve cemâlin rasathânelerinden ihataları aşkın celâlî tecellilerin mehâfet ve mehâbetini duymuş ve tazimle iki büklüm olmuşlardır. Başta namaz olmak üzere bütün ibadetler, bu seviyeye açık ruhlara, yerine getirecekleri sorumlulukları gösterme, tarif etme ve hatırlatma açısından fevkalâde önemlidir.



    Varlık ve onun önüne-arkasına, ehadiyetin yaklaştıran menşûrundan, cemâlin aydınlatan meş’aleleriyle bakamayanlar, maddî ve cismanî âleme ait esbab ve vesâit perdelerine takılmış ve binlerce-yüz binlerce ışık kaynağına rağmen ışığa hasret gitmişlerdir. Kur’ân okurken ses ve nağmelerin ötesine geçemeyenler, onu yorumlama adına mantık ve felsefe dedikodularıyla ömürlerini tükettikleri gibi, kâinat kitabını doğru okuyamayan, okuduklarını yanlış anlayan, yanlış anlayıp esbaba takılanlar da, sürekli okudukları halde hiç mi hiç okumanın ötesini görememiş, vahyin aydınlatıcı ışıklarından mahrum yaşamış ve kesret deryasının amansız dalgalarıyla sağa-sola sürüklenmiş; sonra da bir türlü vahdet sahiline ulaşamamışlardır.



  6. #16
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 3

    VAHDET-KESRET (2)

    Hazreti Adem’in hilafet pâyesiyle şereflendirilmesinin arkasında, onun esmâ-i ilâhiyeye vukufu ve o isimlerin müsemmâları da diyebileceğimiz eşyâyı iyi okuması, derken esmâdan Müsemmâ-i Akdes’e yönelmesi ve her şeyin mâhiyetini, hakikatini kavraması olsa gerek. O, kendisine talim edilen isimleri müsemmâlarıyla, müsemmâları da kendilerine ait hususiyetleriyle okumuş, değerlendirmiş ve her şeyin çehresinde vahdet gerçeğini temâşâ ederek kesret dağdağasından kurtulmuş ve bütün perdeleri aşıp gönlündeki kenz-i mahfînin ihsas ve ışığıyla Hazreti Zât’a yürümüştü. Başka bir yaklaşımla o, şeriat-ı fıtriye de diyeceğimiz tekvinî emirlerin suret-i cereyan ve televvünlerinin çehresinde ulûhiyete ait esrârı, hem de kusursuz olarak okumuş ve “hakaiku’l-eşya-i sabitetün” hakikatini duyduğu aynı anda, Hazreti İlim ve Vücud’un tesirlerini de ilan ederek, melekûtun dilrubâ kametleri meleklere “suhbaheke la ilme lena illa ma allmetena inneke entelalimul hakim –Münezzeh ve mukaddessin ya Rab! Biz, Senin bize bildirdiğinden başkasını bilemeyiz; her şeyi hakkıyla bilen Sen, hikmetle yaratan da Sensin...” dedirtmişti ki bu, Hakk’ın mükerrem ibadından daha mükerremlerin de bulunabileceğinin ilanı ve insanoğlunun hilafetine de ciddi bir vurgu demekti.


    Herkes kesrette vahdeti görüp duyamayabilir; zâhirde bâtını temâşâ gibi çoklukta Bir’i bilip, Bir’i duymak imkân-ı aklîyle mümkün olsa da her babayiğidin kârı değildir. İlk insan ilk peygamber Adem nebi, aynı zamanda kesrete açık ve fakat müntehâ-i vahdete çağıran ilk mürşitti. O, kesretin tahminleri aşan boğuculuğu, dağıtıcılığı, cazibesi karşısında başı dönmeden, bakışı bulanmadan, hemen her zaman vahidiyetin celâlî tecellileri içinde ehadiyetin cemâlî cilvelerini görmüş, hissetmiş ve her nesnede, hususiyle de canlılarda ilâhî isimlerin tecellilerini müşâhede ile, bu iç içe celevât ve füyuzât arasında, kendi hakkındaki –tabiî insanoğlu adına– hususî bir teveccühün unvanı sayacağımız cemâlî esintileri de duymuş; kalbinin kapılarını ardına kadar Zât-ı Akdes’e açarak O’ndan gelen ışıklar sayesinde gönlünün gözleriyle her varlığın çehresindeki vahdet sikkesini okumuş ve her şeyin en önemli derinliğinin O’na baktığını görüp anlamış, sonra da birer birer her varlık ve toptan bütün eşyâdaki değişimlerin-dönüşümlerin hep o Kudreti Sonsuz’un tezgahından çıktığını, “ayne’l-yakîn” müşâhede etmiş ve derin bir iz’ânla ne rubûbiyetinde ne de ulûhiyetinde O’nun eşi-menendi, muîni ve veziri bulunmadığını ilan ederek mâhiyet ve donanımının hakkını yerine getirip meleklerin önüne geçmişti; geçmiş ve kapıyı da her müstaiddin geçeceği şekilde aralık bırakmıştı.


    Evet, bu yol, günümüzün vahdet yolcuları için de aynıyla söz konusudur; gözlerini her zaman tefekkürle açıp-kapayan, sîneleri sürekli şefkatle çarpan, âcizliğini O’nun kudretine ulaşma dinamiği, fakirliğini de yine O’nun servet ve gınasına ermenin vesilesi sayan basiretli ruhlar, tıpkı Hazreti Âdem gibi vahdeti kesret aynalarında temâşâ edebilir; her simada O’nun ziyâ-i vücudundan parıltılarla O’nun varlığını hisseder ve celâlî tecellilerin göz açtırmıyor gibi görünen sağanakları karşısında dahi ehadiyet televvünlü cemâlî cilvelerin üfül üfül esintileriyle serinler ve “bî kem u keyf” yudum yudum O’nunla bulunuyor olmanın hazlarını yudumlayabilirler.


    Vakıa, bazen böyle bir noktaya ulaşanların yer yer iltibasa düştükleri ve hallerini ifadede kullandıkları kelimeleri iyi seçemedikleri, ya da, onların gönül dünyasında sürekli “sübuhât-i vech” esintileri esip durduğu için “hulûl”e ve “ittihad”a çekilebilecek sözler ettikleri görülegelmiştir; ama bunun her zaman böyle olmadığı da bir gerçektir. Ve hele, seyr-i ruhanîsini Hazreti Ruh-u Seyyidi’l- Enâm’ın mişkât-ı nübüvveti altında sürdürenler için bu durum hiçbir zaman söz konusu olmamıştır ve olamaz da...


    Aslında bu makam, hak yolcularının gönlünde “limeni’l-mülkü’l-yevm – Deyin bakalım bugün mülk kiminmiş.” hitabına, Hazreti Vâcibü’l-Vücûd’un “lillahi’l-Vahidi’l-Kahhar – Kudret-i kahire sahibi Allah’ındır.” hakikatinin tecellilerinden muhit bir ziya ya da bir aks-i sadanın görülüp duyulduğu makam olduğundan; yani, asıl olan vahdet-i zâtiyenin, ârızî olan kesret-i fer’iyeyi bütünüyle kuşatıp her şeye bir vahdet rengi verdiğinden –tabiî böyle bir mesele avam için asla söz konusu değildir– hâle mağlup ve istiğrak eksenli yaşayan bu kimseler, iltibasa açık o kabil beyanlarında mazur görülebilirler. Buna, sâlikin belli bir kurb mertebesine erince, müşâhede ufku itibarıyla her yanda ayan-beyan esmânın tüllenmesi, insanî latîfelerin her an Müsemmâ-i Akdes’i duyması, bütün ihsas ufuklarında sıfat televvünlerinin kalben görülüp sezilmesi ve latîfe-i rabbâniyenin, Hazreti Mevsûf-u Mukaddes’i mülâhazaya alma heyecanıyla çarpması makamı da diyebiliriz ki; bu ölçüdeki ihsas ve imtisaslarla kuşatılmış bir gönül eri, tecelli-i vahdetle her şeyin silinip-süpürülüp götürüldüğünü ve dört bir yanda hep O’nun bayrağının dalgalandığını duyup zevk eder ki, böyle birinin sahv halindekiler gibi düşünmesi de bir mânâda kendiyle çelişki olur.


    Bazıları, ruhun bu seviyede irtifa ve inkişâfına, kalbin kendi derinlikleriyle bedeni kuşatması, bazıları da ruh-u insanın nefha-i ilâhî olmasına bağlı, özündeki güce ulaşması demişlerdir ki; kendini aşmış ve kendi rekorunu kırmış bu seviyedeki bir hak erinin nazarında artık ne arz u sema farklılığı ne de öteler ve burası ayrılığı kalır. Böyle biri beden ve cismâniyetiyle arzda bulunsa da, latîfe-i rabbâniye ve sırrıyla semalar ötesinde; heykeliyle, şekliyle aramızda görünse de ruhuyla hep a’lâ-yı illiyyîndedir.


    Evet, o, bütün bütün kalbî ve ruhî hayat ufkuna kilitlendiğinden, artık her zaman vâhidiyet tecellileri içinde ehadiyet cilveleriyle yaşar ve bâtınî hislerinin menfezlerinden sürekli cilve-i vahdeti temâşâ eder; eder de, gayrı Vâhid ü Ehad’den başka hiçbir şey duymaz ve hiçbir şey hissetmez. Önce de ifade edildiği gibi, böyle bir ufku ihraz edince, bazen Muhît’in vüs’at ve ihtişamı, muhâtın da hakâreti, muzmahil ve mütelâşî olması karşısında, mazur görülecek bir iltibasa düşerek: “O’ndan başka bir şey görmüyorum.” veya “Sizin gördükleriniz bütünüyle vehm u hayalden ibarettir.” diyebilir.


    Aslında, bir nesnenin var veya yok farz edilmesi, biraz da, o objenin bâtınî duygularla hissedilme şekline bağlıdır. Varlık ve hâdiselerin yorumlanması bütün bütün öteleşmiş bâtınî duyguların imbiklerinde değerlendirilince, zâhirin tesir alanı da daraldıkça daralır; hatta, hak yolcusunun, objeleri tamamen bâtına göre değerlendirmesi ölçüsünde sır ve hafî atlası itibarıyla zâhir onun gözünde bütünüyle silinir gider ve her yanda bâtının bayrağı dalgalanmaya başlar. Artık böyle birinin nazarına yer yer kesret resimleri ilişse de bunlar, hiss-i mârifetin bağrında gelişmiş ve latîfe-i rabbâniyenin halî ve zevkî bir buudu haline gelmiş hiss-i vahdete söz dinletemezler. Dinletemedikleri içindir ki varlığı böyle bir ufuktan temâşâ eden bir hâl eri, zaman zaman, “ene’l abdu ve Ente’l-Hakku” diyeceğine, iç ihsaslarının tesirinde “ene’l Hak”; “Sübhanallahilazim” demesi gerektiği bir yerde de “Sübhane mâ a’zame şe’nî” şeklinde iltibaslı ve muhkemât-ı şeriat nazarında hatarlı beyanlarda bulunabilir.


    Usûlü’d-din açısından, diyanetin ruhu ve kul olmanın lâzımı sayılan tevazu ve mahviyete münâfî olması bir yana, aklın zâhir nazarında istiklâl iddiası hissini uyaran bu türlü mülâhazalar, ubudiyetin ruhuna tamamen zıttır ve peygamberlerin talim buyurdukları tevhid telâkkisine de münâfîdir. Hele bir kısım mübtedîlerin, bu kabil sözleri söylemeleri veya bu sözlere dayanarak hulûl ve ittihaddan dem vurmaları bütün bütün İslâm’ın ruhuna aykırı, bedâhet-i akla münâfî ve Kur’ân muhkemâtına da muhalif bir dalâlettir.


    Sünnet yolunun yolcuları, her zaman kesret içinde vahdeti müşahede etmiş, Hazreti Zât’ı, kendi sıfât ve esmâ-i hüsnâsı zaviyesinden, mâsivâyı da kendi keyfiyet ve hususiyetleriyle ele almış; Hazreti Hakk’ın müteâl bir varlık olduğunu, izâfî hakikatlerin de O’nun var etmesiyle var olduklarını, kayyûmiyetiyle de devam ettiklerini düşünmüş; her türlü tasavvurda, taakkulde, inançta iltibaslardan uzak durdukları gibi ifadelerinde de ulûhiyet hakikatıyla telifi imkânsız beyanlarda bulunmamışlardır. Evet onlar, “lev le’l-i’tibârâtü lebatalet-il hakaiku- Eğer izafiyât olmasaydı pek çok nisbî hakikat mâruz-u butlan olurdu.” fehvasınca, her zaman hakâik-ı eşyânın -Hakk’ın ziyâ-i vücudunun gölgesinin gölgesi olsa da- varlığını vurgulamış ve bunun da asla vahdete münâfî olmadığını düşünmüşlerdir.


    Hâsılı, gözlerimizle, gönüllerimizle görüp duyduğumuz bütün eşyâ, O’nun kudret ve iradesiyle meydana gelmiş âdetâ bir meşher; küre-i arz canlı-cansız aksesuarıyla, ilim, irade ve kudret tezgahından çıkmış, olabildiğine mükemmel bir dizaynla müşâhidlerin temâşalarına arz edilmiş geniş ve muhteşem bir saray, insanoğlu da bütün bunları tanıyıp değerlendirmeye memur bir vazifelidir. Her yanda görülen bir kesret televvünü; her nesne ve her hareketin özünde duyulup hissedilense bir vahdet ruhudur. Hüşyar gönüller bunu hep böyle bildi Hakk’a yürüdü; ifrat ve tefrite düşenlerse takılıp yollarda kaldı.


    Allahümme erina’l-hakka hakkan verzukna ittibaahu. Ve erina’l-batıla batılan verzukna ictinabehu. Ve salli ve sellim ala ıkdi’n-nebiyyîne ve kâidi’r-rekbil mürselîne ve ala âlihî ve ashâbihi’t-tayyibîne’t-tahirîne ecmaîne.


Sayfa 2/2 İlkİlk 12

Benzer Konular

  1. Kalbin hazineleri
    By SiLa in forum Sohbet & muhabbet
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 14.03.11, 18:44
  2. Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
    By BaRLa in forum Risale-i Nur'u Yeni Tanıyanlara
    Cevaplar: 49
    Son Mesaj: 19.06.09, 09:43
  3. Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
    By BaRLa in forum Risale-i Nur'u Yeni Tanıyanlara
    Cevaplar: 46
    Son Mesaj: 16.06.09, 18:56
  4. kalbin mi KIRIK...?
    By HiRaNuR in forum Hayata Dair
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 22.12.08, 18:48
  5. KaLbİm zÜmRüT tEpElErİnDe...
    By ArzuNur in forum Mübarek Gün Ve Geceler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 22.09.08, 22:31

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •