Sayfa 1/2 12 SonSon
16 sonuçtan 1 ile 10 arası

Konu: Kalbin Zümrüt Tepeleri 3

    Share
  1. #1
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Kalbin Zümrüt Tepeleri 3



    FEYİZ VE TECELLÎ


    Artma, çoğalma, taşma ve bolluk, bereket mânâlarına geliyor feyiz. Bir şeyi var etme, onu varlığın bütün hususiyetleriyle serfiraz kılma; ilhamlarla, mevhibelerle kalbî ve ruhî hayatı derinleştirerek bazı kimseleri iç enginliklere ulaştırma.. gibi hususlar da birer feyiz ama, şe'n-i Rubûbiyet'e has tecellî türünden birer feyiz.

    Bundan başka feyiz kelimesi, başka sözcüklere izafe edilerek çok daha geniş bir alanda kullanılır ki: Allah'ın halk, ibdâ, inşâ, ihyâ, imâte, terzîk (bunlar sırasıyla şu mânâlara geliyor: Yaratma, bir örneği ve benzeri olmayacak tarzda icat etme, düzüp koşma, hayata mazhar kılma, öldürme ve rızıklandırma) gibi sıfatlarına bağlı akdes ve mukaddes tecellîlere "feyz-i tekvînî", Hak'tan gelip insanın gönlüne doğan ilhamlara "feyz-i ilâhî" ya da "feyz-i Rabbânî", herkesin istidadına göre ilâhî mevhibelere mazhariyetine "feyz-i istidadî", mârifet ve muhabbet-i ilâhîyeye bağlı zevk-i ruhânîye "feyz-i ibadet" veya "feyz-i ubudiyet", aşk u iştiyaka varan ruhanî alâkalara da "feyz-i aşk" denilegelmiştir. Bu ifadelerin hemen hepsine eklenecek, ilâve edilecek ya da bunlardan çıkarılacak sözcükler olabilir; ancak çerçevenin düz durduğuyla alâkalı söylenebilecek bir şey olacağını zannetmiyorum. "Taayyün-ü evvel"deki feyizden (yerinde üzerinde durulabilir..) tekvînî emirlerdeki tecellîye, ondan insanların gönlüne ilkâ edilen vahiy, ilham ve ihsaslara kadar her şey, böyle bir feyezânın değişik dalga boyundaki tecellîlerinden ibarettir.

    Evvelâ, bütün varlık O'nun nur-u feyzi ile, O'nun irade ve meşietine bağlı olarak ve yine O'nun ilmî programlarına uygunluk içinde yaratılmış.. eşi-benzeri olmayacak şekilde vaz' ve tanzim edilmiş.. hayat mucizesiyle ayrı bir derinliğe ulaştırılmış ve metafizik enginliklere açık hâle getirilerek ufuk ötesi yeni mevhibelere kapı aralanmış.. ölüm ve sonrasıyla, var olma hâdisesinin mebde, münteha ve gayesi gösterilmiş.. maddî-mânevî rızıkla da bütün varlığın, hususiyle de insanoğlunun her zaman muhtaç olduğu hayatî bir mevzu hatırlatılmış.. ve böylece -tabir yerindeyse- değişik tecellî dalga boyundaki her bir feyizle "Kenz-i Mahfî"ye dair bir sır kapısı aralanmıştır.

    Eşya ve hâdiselere ilk var olma işareti "feyz-i akdes"den gelmiş, "feyz-i mukaddes"de, haricî vücudları murad buyurulan "a'yân"a haricî vücud alarmı verilmiş ve "mümkinü'l-vücud" ayn'lar arasında var olma vetiresi başlamış; sonra da her varlık ve her nesne, ilk mevhibeleri sayılan kabiliyetleri çerçevesinde, daha ileri götürücü yeni feyizler beklemek üzere sîne-i istidadını açıp, bu tecellîlerin geldiği noktaya yönelmiştir.

    Feyz-i akdes, kutsallardan kutsal bir feyiz tecellîsi demek olup, bütün yaratıkların ilmî vücudları, malûm hakikatleri ve istidatlarının -bu, değişik varlıklara göre farklı farklıdır- a'yân-ı sâbite (Hz. Zât'ın ilmi çerçevesinde hakâik-i mümkinât) itibarıyla ortaya çıkmalarında fail ve müessir-i hakikîye perde-i izzet bir tecellîdir. Bu şekilde hakâik-i mümkinenin ortaya çıkması -buna hakaikin ilk inkişafı da diyebiliriz- ezelde her bir varlığa bahş buyurulan istidat ve kabiliyetlere bağlı cereyan eder. Kudret'in âdiyat üstü tasarrufları müstesna, her varlık istidadıyla mukayyet bulunur. Bu hususu tenvir sadedinde şair Belîğ'in:

    "Halkın istidadına vâbestedir âsâr-ı feyz,

    Ebr-i nisandan sadef dürdane, ef'î sem kapar."
    şeklindeki sözlerini hatırlatıp geçelim.

    Feyz-i mukaddes; takdis edilmiş feyiz mânâsına gelip, bütün mümkin varlıkları, a'yân-ı sâbitedeki hakikatleri çerçevesinde, irade ve meşiet-i ilâhiyenin haricî vücuda çıkarma tecellîsinden ibaret görülmüştür.

    Mevzuu şu şekilde takdim de mümkündür: Feyz-i akdesle hakâik-ı mümkine, var olmanın misalî satırlarına, sahifelerine ve risalelerine akseder; feyz-i mukaddesle ise, haricî vücud urbalarını giyerek Levh-i Mahv u İsbat'ın harf, kelime, cümle ve kitapları şeklini alarak daha farklı bir buudda Hz. Müşâhid-i Ezelî'ye ayinedarlık etme seviye ve payesine yükseltilmiş olur. Bu iki tecellîdeki farkı şöyle de vaz'etmek mümkündür: A'yân-ı sabite -ileride üzerinde genişçe durma niyetiyle şimdi geçiyorum- ile onlardaki kabiliyetlerin levha levha ilm-i ilâhî de ilk taayyün sonrası sübutlarının esası olan tecellîye feyz-i akdes; a'yân-ı sabitedeki bu varlıkların, istidatlarına göre haricî vücud kazanmalarındaki fâiliyet perdesi tecellîye de feyz-i mukaddes denmektedir. Sofîler de bunu böyle kabul etmekte ve a'yân-ı sabiteyi ilmî vücudları itibarıyla feyz-i akdes, haricî vücudları açısından da feyz-i mukaddes tecellîsi olarak görmektedirler. Onlara göre, ilmî vücud haricî vücuddan farklı olduğu gibi, bu iki vücud türünün dayandığı kaynaklar veya mahall-i tecellîler de birbirinden farklı olmalıdır.. ve farklıdırlar da: Feyz-i akdesde, a'yân-ı sabite ve onların istidatları birer ilmî vücuddan ibaret olmasına karşılık; feyz-i mukaddesde, hem a'yân hem de bu ayn'ların lâzım ve tâbileriyle görülen, duyulan, sezilen ve keşfedilip muttali olunan, bütün bir mükevvenâttır.

    Felsefeciler, feyiz konusunda sofîlerden oldukça farklı düşünürler. Konumuz olmasa da, ilk hakîmlerden itibaren bu mevzu etrafındaki düşüncelere de kısaca göz atmak istiyoruz:

    Felsefecilerin bazıları, feyiz ve sudûr kelimelerini müteradif lafızlar gibi kullanmış ve her iki sözcükle de, varlığın -hâşâ- Allah'tan sudûr yoluyla meydana geldiği, geliyor olduğu iddiasında bulunmuşlardır..

    Bazıları, bu feyezânın ilâhî irade ve ihtiyar ile gerçekleştiğini kabul etmekle beraber, araya daha başka vasıtalar sokarak, müessirleri ikilemiş, üçlemiş.. ve bir sürü şerik takdirine gitmişlerdir..

    Bazıları, sudûrun lâzımını tasrih ederek, bu feyezânın tabiî ve zaruri bir çerçevede cereyan ettiği hükmüne vararak -hâşâ- ilâhî meşiet ve ilâhî iradeyi tamamen görmezlikten gelmişlerdir..

    Bazıları, Yaratıcı'yı gayri şahsî bir ilk illet farz ederek, her nesnenin belli bir düzen içinde O'ndan zuhûr ettiği iddiasında bulunmuşlardır..

    Bazıları, ilk feyezân ve zuhûru, tek bir akla bağlamış, ardından da şöyle bir üçlemeden söz etmişlerdir: 1- Aklın kendisi. 2- Bu akılda ilk illet düşüncesi. 3- Bu düşünceden de ikinci bir aklın sudûru..

    Bazıları, ilk akıldan itibaren tâ feleklerin farazî ruhlarına, ondan da faal akla kadar bir sürü akıl (ukûl-u aşere) takdirine gitmiş; hatta araya bir de "nefis" sokuşturmuşlardır ki; bunların hemen hepsi de "recmen bi'l-gayb" türünden iddialardır ve dinin ruhu ile telif edilmeleri de imkânsızdır. Ayrıca bütün bu iddiaların, ne ilim adına ne de iman, mârifet ve zevk-i rûhânî hesabına pratik hiçbir yararları da yoktur.

    Gerçi, zaman zaman bu tür konuların bir kısım İslâm mütefekkirlerini de meşgul ettiği olmuştur; ama ne bu düşüncelerin ne de benzeri cereyanların, İslâm'daki kalbî ve ruhî hayatın ayrı bir unvanı olan tasavvufî hayata hiçbir katkıları olmamıştır; katkıları olması bir yana, çok defa saf zihinleri bulandırmış, bazı iman esaslarının ruhuna dokunmuş ve bir hayli batıl cereyana da ilham kaynağı olmuştur.

    Bu arada bazı tasavvuf büyüklerinden de sudûr ve zuhûr mülâhazalarıyla alâkalı bir kısım düşüncelerin sâdır olduğu görülmüş veya iddia edilmiş ise de, zannediyorum bu kabil çarpık fikirler, ya başkaları tarafından onların eserlerine sokulmuş ya da bu zatlar tevhid ve ilâhî irade açısından konuyu farklı bir yoruma bağlayarak, bu tür bir yaklaşımı mahzursuz görme zuhûlüne düşmüşlerdir.

    Aslında, ne Kur'ân, ne Sünnet, ne de "selef-i salihîn"in safiyâne te'vîl ve tefsirleri içerisinde bu kabil mülâhazalara hiç yer verilmemiştir. Öyle ise, olsa olsa bunlar eski mirastan kültür atlasımıza aksetmiş müzahref felsefî -hilkat mevzuunda böyle düşünen felsefî cereyanları kastediyoruz- bilgiler olabilir ki, hemen hepsi de, gidip gayri iradî sudûr ve zuhûr düşüncesine dayanmaktadır.

    Evet, Bediüzzaman Hazretleri'nin de belirttiği gibi, bu tür düşünce sistemlerinin temelinde; اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ عَنْهُ اِلاَّ الْوَاحِدُ - Birden ancak bir sudûr edebilir; bu birin dışındaki bütün diğer varlıklar ise onun vasıtasıyla meydana gelir." prensibi vardır ki, böyle bir mülâhaza ile mutlak ganî, mutlak muktedir olan "Rabbü'l-âlemîn"in -hâşâ- âciz vasıtalara muhtaç gösterildiği ve rubûbiyetinin perdedârı olan bir kısım sebeplerin O'nun şeriki gibi takdim edildiği açıktır. Az daha açalım: Böyle bir yaklaşım, hilkat konusunda Allah'a, hem de sudûr yoluyla, tarifi bile tam yapılamamış bir "akl-ı evvel" verip, sonra da Yüce Yaratıcı'yı -yüz bin defa hâşâ- âtıl tasavvur etme anlamında bütün mülkünü, mülkünün her parçasını ve bu parçaların her hâlini değişik sebeplere, vasıtalara bağlamak demektir ki, zannediyorum böyle bir hezeyanı eski-yeni vesenîler dahi kabul etmeyecektir.

    Aslında Kitap ve Sünnet'in hilkat mevzuundaki beyanları herhangi bir yanlış anlamaya meydan vermeyecek kadar açık olduğu gibi, hakikî İslâm mütefekkirlerinin konuyla alâkalı yorum ve içtihatları da, bu kabil mülâhazalara geçit vermeyecek ölçüde nettir. Kur'ânî düşünce ve İslâmî yorumlara göre topyekün varlık, nokta, harf, kelime, cümle, paragraf ve nihayet bütün bir kitap olan her şeyiyle biricik feyiz kaynağı ve Hâlikı Yüce Yaratıcı tarafından yaratılmış olduğu gibi, görülen-görülmeyen umum yaratıkların her âşire, her saniye, her dakika, her saat ve her günkü hâlleri; yani var olmaları, farklı keyfiyetlerle gün yüzüne çıkmaları, değişip durmaları, fenâ ve bekâları itibarıyla da -ihtiyar sahibi varlıkların, şart-ı âdî plânında iradelerinin müessiriyeti mahfuz- O'nun emir, irade ve meşietine bağlı cereyan etmektedir. Evet görülen-görülmeyen bütün âlemlerin yaratılması da, sevk ve idaresi de, her şeyin feyiz kaynağı, mebde-i evveli, müessir-i mütemâdîsi Allah'a aittir. Konuyla alâkalı mülâhazaların tam ifade edilemeyişi veya ifadelerdeki iştibahlardan ötürü bir kısım yanlış anlamalar istisna edilecek olursa, bu hususta, vahşî-medenî bütün insanlığın ittifakı söz konusudur: Selim akıllar hep böyle düşünmüş.. sağlam duyguların ihsasları bu çerçevede cereyan etmiş.. varlığın ruhundaki nizam, âhenk, gaye ve hikmetler de hep bunu haykıragelmiştir.

    Dikkatle çevresine bakan herkes, gelip geçenlere tebessümler yağdıran çiçeklerin rengârenk çehrelerinden, ağaçların birer gelin edasıyla salınmalarına, yıldırımların ürperten tarraka-larından kuş ve kuşçukların gönüllerimizi dolduran o ince ve müessir nağmelerine; ışık, hararet, cazibe, elektrik ve kimyevî alâkalardan biyolojik faaliyetlere; insanların zahir istidat ve kabiliyetlerinden kalb, ruh, his ve şuurlarıyla alâkalı aktivitelerine kadar her şey, hem Allah'ın varlığına, hem de O'nun bütün eşya ve hâdiseler üzerindeki hakimiyetine delâlet ettiğini duyacak, hissedecek ve mehabetle ürperecektir.

    Evet, eğer insan, gelip kulaklarına çarpan ve gözlerine ilişen ses-söz ve görüntüleri vicdanın hassas imbiklerinden geçirerek değerlendirebilse, engin denizlerin yüreklere ürperti salan homurdanmalarından, ormanların büyülü uğultularına; âsûde koyların sessizlik murakabesine benzeyen görüntülerinden dağların mehabetli duruşlarına; güllerin-çiçeklerin o rengârenk işveli hâllerinden onlarla mütemâdî bir aşk u vuslat hayatı yaşayan kuşların, kuşçukların muâşakalarına; varlığın okunan bir kitap, temâşâ edilen bir meşher, gezilip görülen bir saray, ekilip biçilen bir mezraa olmasından insanların, her şeyin üzerindeki bu ince gayeleri, hikmetleri kavrayıp değerlendirme kabiliyetleriyle serfiraz kılınmalarına kadar her şey, o akdes ve mukaddes feyiz kaynağından ve O'nun ilim, irade ve meşietiyle kaynayıp geldiğini aklen ve vicdanen duyacak ve ruhunu saran mârifet, muhabbet, aşk u şevk ve ruhânî zevklerle kendinden geçecektir.

    Hâsılı, maddî-mânevî, canlı-cansız, büyük-küçük her varlık ve her nesne Allah'ın bir feyziyle gün yüzüne çıkmış; O'ndan gelen mütemâdî tecellîlerle varlığını sürdürmekte ve belli bir gayeyi takip etmektedir. Evet, yoktan var olma ayrı bir tecellî ve ayrı bir feyze, var edilenleri görüp gözetme de farklı bir tecellî ve farklı bir feyze vâbestedir. Peygamberler vasıtasıyla iman, mârifet ve muhabbet yollarının açılması ayrı bir feyezân; evliyâ, asfiyâ ve hakikî mürşidlerce aynı hakikatlerin, beşer idraki seviyesine göre ve çağın gerekleri açısından içtihat ve istinbatlarla ortaya konması ayrı bir ifâza; en küçük ve en önemsiz vesilelerin dahi değerlendirilip âdeta birer esrar havzı hâline getirilmesi ve bir mânâda herkese tefeyyüz imkânının sağlanması da izafî ayrı bir feyiz ve feyezândır.

    Hâlik'ın nâmütenâhî feyzi var,

    Her feyezanda ayrı bir tecellî;

    Gördüğümüz her şey bitevî esrar,

    Her sır erbabına celîden celî...

    Ve zannediyorum artık sıra tecellîye gelmiştir...

    رَبَّنَا اتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيّئْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا رَشَداً

    رَبَّنَا اجْعَلْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا فَرَجاً وَمَخْرَجاً

    وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى الهِ وَصَحْبِهِ أجْمَعِينَ



  2. #2
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 3



    HALVET VE CELVET


    Tenha bir yere çekilme, inzivada bulunma ve yalnızlığı intihab etme mânâlarına gelen halvet, Sofilere göre, halktan uzletle bütün bütün Hakk'a yönelip, duyuş, seziş, zevk ve hâl çerçevesinde her zaman O'nunla bulunmak, O'nu duymak, O'nu bilmek, O'na tahsis-i nazar etmek, gönülden O'nunla halleşmek ve zâhir-bâtın duygularla O'na bağlanmak; muztar kaldığında içini O'na dökmek ve hâlini sadece O'na açmak.. gibi hususların bütününe hamledilegelmiştir.

    Halvette esas olan, rûhun tasfiyesi, nefsin tezkiyesi ve vicdan sisteminin bütünüyle Cenab-ı Hakk'a teveccüh ederek, O'nun maiyyetine ermesidir. Böyle bir teveccüh ve maiyyete erme neticesinde hak yolcusunun bir kısım vâridlerle desteklenmesi, ilham esintilerine mazhariyeti, hattâ "bî kem u keyf" Hak'la söyleşmesi -ki, erbâbı ona "necvâ" der- gibi hususlar, tamamen onun cehdine ve samimiyetine lutfedilen birer mevhibe-i ilâhiyedir; gaye değildirler, istenilmeleri de sû-i edeptir. Dahası, amelin onlara bina edilmesi, apaçık hedeften sapma ve kazanma kuşağında kaybetme demektir. Kâmil ruhlar bu kabil şeylerin talepsiz gelenlerinden bile ürkmüş, istidrac olabileceği endişesiyle sarsılmış ve bu tür mazhariyetleri ahiretin bâki meyvelerini dünyada fâni bir surette yiyip bitirme sayarak:

    "Allah'ım, sen o vâridâtı arzu edenlere ver;

    Bana sadece dîdârına giden yolları göster."
    demiş ve sürekli O'na tahsis-i nazar etme üzerinde durmuşlardır.

    Erbâbınca hep böyle değerlendirilegelen halvet, bazı mutasavvifînce, çerçevesi biraz daha daraltılıp sûrî inzivalara bağlanarak, çilehanelerde "kıllet-i kelâm", "kıllet-i taâm", "kıllet-i menâm" ve "uzlet ani'l-enâm" şeklinde yorumlanmıştır ki; biz bunu, "Çile" ya da "Erbaîn" başlıklarıyla sunmaya çalıştığımız konulara bağlayabiliriz. Meseleye bu zâviyeden yaklaşan mutasavvifûn; teferruatta bir kısım farklılıklar arz etse de, hemen her dinde ve her ruhânî sistemde halvetin var olduğundan bahisler açmış ve onun evrenselliğini vurgulamışlardır. Onlar, Hz. Musa (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü ves-selâm)'nın Eyke'deki on senelik ikametini, Tur'daki kırk günlük mîkâtını, İsrailoğulları'nın Tih'deki kırk senelik maceralarını, Hz. Meryem'in " وَاوَيْنَاهُمَا إلَى رَبْوَةٍ ذَاتِ قَرَارٍ وَمَعِينٍ-Onları, suyu çağlayan ve ikamete elverişli bir tepeye yerleştirip barındırdık." âyetiyle anlatılan uzletini, nihayet Hz. Rûh-u Seyyidi'l-Enâm'ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) "tehannüs" unvanıyla Hira'daki ibadete bağlı yalnızlığını hep halvet şeklinde yorumlamış ve O'nun ruh tasfiyesi ve nefis tezkiyesi adına mutlak bir esas olduğu üzerinde ısrarla durmuşlardır. Bu hâdiselerin açıkca halvete me'haz teşkil etmediği söylense de, halvette, bir "beyt-i Hüdâ" olan kalbin ağyar düşüncesinden arındırılması ve onun hususî bir kısım temrinlerle lebrîz edilerek, ilâhî tecellîleri intizara müsait hale getirilmesi de bir gerçektir.

    Evet halvet, halvet olarak değil, hâne-i dilde yâr sohbetine vesile olması açısından önemlidir. Bu yönüyle de ona, seyr-i rûhânînin bir buudu, Hakk'a vuslat ve maiyyete ermenin de bir yolu nazarıyla bakabiliriz.

    Aslında, sâlikin "erbaîn"lerle gerçekleştirmeye çalıştığı halvet, onu kalbî, rûhî, hissî ve şuurî tezkiye ve tasfiyeye ulaştırması açısından tamamen "celvet" adına ve hak yolcusunu irşada hazırlama hesabınadır.

    Evet halvet, sâlikin cismânî ve nefsânî mâhiyetinden sıyrılarak, kendini insanî derinlikleriyle duyması ve yaratılışındaki nihâî gayeyi müşahede edebilmesi; aczi, fakrı ve ihtiyaçları adesesiyle, mazhar olduğu mevhibelerin çehresinde "sırr-ı ehadiyeti" temâşâ etmesi sayesinde bütün letâifiyle tevhide yönelebilmesi için bir yol ve asıldır.

    O, müfrit bir halvetînin:

    رَاحَتِي في خَلَوَتِي يَا إخْوَتِي

    لأَنِّي كُلَّمَا صَحِبْتُ قَوْمَاً

    أَظْهَرُوا عَيبِي وَأَبْدَوا ذِلَّتِي

    مَا وَجَدْتُ في حَيَاتِي صَادِقَاً

    بَلْ وَجَدْتُ رَاحَتِي في خَلَوَتِي

    -Kardeşlerim, benim rahatım halvettedir; zira, kimle arkadaşlık kurdu isem, ayıplarımla uğraştı ve sürçmelerimi fâşettiler. Doğrusu hayatımda hiç sâdık birine rastlamadım. Bu itibarla da ben, rahatı yalnızlıkta buldum" sözleriyle ifade ettiği gibi bir ferrâr işi değil, muvakkaten geriye çekilip donanımını tamamladıktan sonra yeniden vazifeye koşan bir kerrâr hareketi ve zâhiren bir inziva ve halvet, niyette ve hakikatte ise celvete yürüme azmidir.

    Halvetî, yolun başında itikâf yapıyor gibi "uzlet ani'l-enâm" der bir köşeye çekilir.. az yer, az içer, az uyur, az konuşur; oturur-kalkar Hakk'ı zikreder.. sürekli tefekkür ve murakabeye bağlı yaşar.. derken istidâdının nihâî ufkuna, tabir-i diğerle, kemâlâtının arşına ulaştığı hissedilince de, celvete yönelir ve insanlardan bir insan olma mülâhazasına bağlılık içinde halka hizmet vermeye çalışır. Halvetî, halvetle nefsi ve enâniyeti açısından yokluğa erer; Hakk'ın varlığının ziyasıyla da solmayan, renk atmayan bir vücud-u câvidânî kazanır. Artık böyle bir hakikat erinin tasavvurlarında, düşüncelerinde, konuşmalarında kendi yoktur; hak vardır, hakikat vardır. Bu itibarla da o: "Ben bende değilim..." diyebilir. Mevlânâ, Dîvan-ı Kebîr'inde, مارا سفرى فتات بيما matlaıyla başlayan bir gazelinde bu mukayyet yokluğu:

    "Bize Hak yolunda bir sır, bir yolculuk nasip oldu. Biz, bizsiz olarak neş'elenir ve sevinç duyarız. Öyle ise gelin, hep bizsiz olalım, bizsiz kalalım. Önceleri kapılar yüzümüze kapalıydı; biz bizden kurtulunca, bütün kapılar da açılıverdi. Biz bu yolda bizsiz olduğumuz için gönüllerimiz huzurla doldu. Bizden gizlenen o Güzeller Güzeli Sevgili bizsiz olarak yüzümüzü okşadı. Biz O'nun uğrunda can verdik; O da bizi bizden kurtardı." sözleriyle anlatır.

    Celvet; sâlikin kendine ait şeylerden sıyrılıp, İlâhî Sıfatlar'ın bir mazhar-ı tâmmı ve Esmâ-i Sübhâniye'nin de bir mir'ât-ı mücellâsı olarak bütün müktesebât ve mevhibeleriyle kendisini hizmete adayıp, hayatını başkalarının ebedî mutluluğuna bağlamanın bir başka unvanıdır. Diğer bir yaklaşımla celvet, sâlikin halvet veya ona alternatif başka bir yolla, kendine ait itibarî değerlerden sıyrıldıktan sonra aklını, mantığını, muhâkemesini ve dilini mişkât-ı nübüvvetin ziyası altında insanlığın hizmetine bağlama hamlesidir.

    Bir celvetî, celvetîlerin bazı hususiyetlerini şöyle resmeder:

    "Celvetîler verirler rûha cilâ,

    Onlardır her zaman halka muktedâ;

    Vardır onlarda dahî üç îtibâr:

    Tezkiye u tasfiye u tecliye

    Bunlar âyinedirler bilkülliye"

    İster halvetî ister celvetî, hüner Hakk'a kul olmak, kulluğun hakkını vermek ve O'nu gönlünün sesiyle herkese duyurmak ve herkese sevdirmektedir, gerisi bir sürü güft u gû...

    اللَّهُمَّ أَرِنَا الحَقَّ حَقاً وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ

    وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحُمَّدٍ وَعَلَى الهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ



  3. #3
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 3



    İLM-İ LEDÜN

    Türkçe'de kat, huzur, nezd sözcükleriyle karşılamaya çalıştığımız, bir mânâda "ınde" lafzının da müteradifi sayılan "ledün" kelimesi, "ilm-i ledün" şeklinde izafetle kullanılınca; gayb ilmi, esrar ilmi, Allah tarafından insanın gönlüne atılan ilâhî bilgi ve içe doğan hakikatlar mânâsına gelir. Başta, umum Enbiyâ ve Mürselîn olmak üzere, bütün evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrebînin - bir başka zaman teker teker bu kelimelerin ne mânâya geldiklerini ifade etmeye çalışacağız - ilimleri, Cenab-ı Hak tarafından vahiy ve ilham unvanıyla gönüllere ilkâ edilmiş bilgi ve marifet olması itibarıyla, hemen hepsi de bir çeşit ilm-i ledün sayılır. Hususiyle de, "ekrabu'l-mukarrebîn" olan İlm-i Ledün Sultanı'nın hem gayb-ı mutlak hem de gayb-ı mukayyetle alâkalı her türlü bilgi ve marifeti - bununla, gayb ilmi, esrar ilmi ve vicdan kültürünü kastediyoruz - ilm-i ledün nev'indendir ve O Ferîd-i Kevn ü Zaman, Süleyman Çelebi'nin:

    Bu gelen İlm-i Ledün Sultanı'dır,

    Bu gelen tevhid-i irfan kânıdır.

    mısralarıyla seslendirdiği gibi, bu gizli ilmin tam bir hazinedârı ve bu hususî irfan havzının da bir marifet kahramanıdır. Ne var ki, böyle özel bir mazhariyet, bütün evliyâ ve enbiyâ, bütün asfiyâ ve mürselîn için her zaman söz konusu olmayabilir. Zira, ilm-i ledün, ilâhî feyz yoluyla, hususî bir kısım kimselerin kalbine atılan özel bir bilgi ve marifettir..ve böyleleriyle aynı ufku paylaşmayanların ondan anlamaları da mümkün değildir.

    İlm-i ledün, her zaman zahirî şer'e muvafık olmayabilir. Bu gibi durumlarda meşhûdâtlarını "usûlü'd-dîn" prensipleriyle tashihe tabi tutmayanlar, bazen yanılabilecekleri gibi, kendilerine tâbi olanları da yanıltabilirler. Keşf ve ilhamlarını muhkemâta göre tesbit edenler ise her zaman, berzahî ufuklarıyla mülk ve melekûtu birden görür.. dünya ve ukbâyı bir vahidin iki yüzü gibi müşahede eder.. ve tilmizlerine gayb u şehadet âleminin vâridâtından ne kevserler ne kevserler sunarlar.!

    Kur'an-ı Kerim, Kehf Sûresi'nde bu mazhariyeti hâiz, Allah'ın has bir kulundan bahsederken - Sünnet-i Sahiha bunun Hızır olduğunu söyler - "Orada bizim seçkin kullarımızdan, has bir abdimizi buldular ki, Biz onu nezdimizden hususî bir merhametle şereflendirerek kendisine (ilâhî esrar) ilmi öğretmiştik." (Kehf/18:65) şeklinde bir açıklamada bulunur. Tasavvuf erbabına göre işte bu ilim, ilm-i ledündür.. ve Hazreti Musa gibi "ülü'l-azm" enbiyâdan birisi, temelde, ilâhî bilgilerde tam metbû olmasına rağmen, münhasıran ilm-i ledün çerçevesinin belli bir motifinde Hazreti Hızır'a tâbi olarak o ilmin ihata alanını görmeye çalışmıştır. Sahîh-i Buhari'de bu farkı ortaya koyan şöyle bir rivayet vardır: Hızır, Hazreti Musa'ya "Yâ Musa, ben, Allah'ın bana öğrettiği öyle hususî bir ilme mazharım ki, sen onu bilemezsin; sen de öyle bir ilimle serfirazsın ki, ben de onu bilemem" der.

    Evet, ilm-i ledün, umuma ait bir ilim olmaktan daha çok, hususî bazı kimselere Cenabı Hak'kın özel bir ihsanıdır ve onların dışındakiler her ne kadar değişik konularda daha fazla malûmat sahibi olsalar da, bu mevzuda ilm-i ledün erbabının gerisinde sayılırlar. Zira bu ilim - liyâkat, istidat, Allah'a yakınlık.. gibi hususların şart-ı adî planında vesilelikleri mahfuz - tamamen Allah'ın bir atâ tecellisidir ve kat'iyen kesbî de değildir. Bu itibarla da onun, ne okumayla, ne araştırmayla ne de daha değişik yollarla elde edilmesi söz konusudur. Evet o,

    ذلكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مِنْ يَشَاءُ وَاللهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ

    Bu tamamen Allah'ın dilediğine tahsis buyuracağı bir lütuftur ve Allah, en büyük lütf ve ihsan sahibidir."[1] fehvasınca hususî bir tecellinin unvanıdır.

    Ne var ki, böyle bir irfan, insanlar nazarında, ne kadar cazip, parlak, büyüleyici ve ilâhî esrara açık olsa da, yine de enbiyâ-i izâmın mazhar bulundukları ilimler ondan kat kat yüksektir, objektiftir, herkese açıktır ve insanların dünyevî-uhrevî saadetlerinin de teminatıdır. Bu iki ilim arasındaki farklılığı şu şekilde vaz' etmek de mümkündür:

    Hazret-i Musa'nın ilmi, insanların dünyevî hayatlarını tanzim ve uhrevî saadetlerini temine matuf bir "ilm-i şeriat", Hızır'ın ilmi, gayb ve esrarla alâkalı ledünnî bir mevhibe; Hazreti Musa'nın ilmi, insanlar arasında nizam ve asayişi teminle alâkalı ahkâm ve kazaya müteallik, Hızır'ın malûmatı ise sadece melekût eksenli bir kısım vâridattan ibarettir - ki, buna "ilm-i ledünn-ü sırf" dendiği gibi "ilm-i hakikat" , "ilm-i bâtın" da denegelmiştir.. ve bu ilim, aynı zamanda ilâhî esrarın da en önemli kaynağıdır. Bir zat, bu mülâhazayı ifade sadedinde şöyle der:

    Bakma ey hâce ilm-i kîl ü kâle,

    Esrar-ı Hak'kı ilm-i ledünde ara..!

    Bu itibarla da, ilm-i ledünle cehd ve gayret arasında bazı münasebetler söz konusu olsa da, temelde onun, talim ve taallümle doğrudan bir alâkasının olmadığı açıktır. Zira bu ilim, Cenab-ı Hak tarafından mahz-ı mevhibe olarak, bazı temiz gönüllerde bir kuvve-i kudsiye şeklinde tecelli etmektedir ve aynı zamanda bu tecelli, terakki sistemi içinde değil de tedellî çerçevesinde vukû bulmaktadır: Evet bu ilim, eserden eser sahibine, vücuttan vicdana akseden bir marifettir.. ve her şekliyle de keşf ve ilham kaynaklıdır. Ne var ki, böyle bir ilham bazen, farklı derecelerde tecelli ettiği gibi, seyr-i rûhânîsini Hazreti Rûh-u Seyyidi'l-Enam'ın vesayetinde sürdürmeyenler için, bir kısım şeytanî vesvese ve nefsanî hevâcisle iltibası da söz konusudur.

    İlham, ilm-i ledünnün en önemli kaynağıdır ve hususî mânâsıyla olmasa da, ilm-i ilâhînin tecellileriyle alâkalı en geniş bir alanı işgal eder. İlham, insanın ihtiyarı dışında, onun gönlüne bir mevhibe olarak tecelli edince ona "hâtır" denir. Ancak, bazen böyle bir hâtır veya ihtara, Hak'tan geldiği kendi karîneleriyle kat'î değilse, şeytanın belli şeyler bulaştırması da söz konusu olabilir. Kendi karineleriyle Hak'tan geldiği muhakkak olan bir ilhama rahatlıkla ilm-i ledün diyebiliriz. Böyle bir esintinin Hazret-i "İlim"den geldiğinin en önemli emaresi, bu türlü vâridâtın Kitap ve Sünnet'e muvafakatıdır. Bu iki asılla test edilip de doğru çıkmayan hâtır veya sûfîlerin sıkça kullandıkları bir kelimeyle ifade edecek olursak, havâtırın, nefsin hevâcisinden ve şeytanın vesveselerinden olması ihtimalden uzak değildir. İşte, böyle bir ihtimalin bahis mevzu olmadığı bir hâtırın Hazret-i İlim'in tecellilerinden bir feyiz olduğunda şüphe yoktur.

    Aksine, şeytanî vesveselerin bulaşmış olması muhtemel bulunan havâtır, şeytanî; içinde nefsin hazlarının duyulup hissedileni de "heces" veya hevâcis-i nefsanîdir ki, böyle bir aldatılma alanına itilen sâlik, hemen Cenabı Hak'ka teveccüh edip, durumunu, şeriatın muhkemâtına göre yeniden ince bir ayara tabi tutması gerekir.

    Sûfiye, Hak tarafından gelip kalbde yankılanan hitaba "hâtır-ı Hak", melekten geldiği bilinene "hâtır-ı melek", nefis ve şeytan tarafından esip rûhu saran manevî şerarelere de "hevâcis" veya "şeytanî vesveseler" diyegelmişlerdir ki, bunların arasını tefrik edebilme biraz da "usûlü'd-din" ve "Sünnet-i Seniye" mizanlarını bilmeye vabestedir. Zira, bu türlü havâtırın bazıları şer'î prensiplerle test edilerek anlaşılsa da, bazıları, zahiren dinin temel kaidelerine muhalif olmamakla beraber, çok sinsi bir kısım şeytanî gaye, emel ve maksatlara bağlı cereyan edebilir ki, onu da bu işin erbabından başkasının ayırt edebilmesi oldukça zordur.

    Nefis ve onun hevâcisi, şeytan ve onun da vesveseleri ilm-i ledün konusunun dışında epistemolojik meseleler olduğundan şimdilik onları geçiyoruz.

    اللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقّاً وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ وَأَرِنَا البَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ

    وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَالِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ





    --------------------------------------------------------------------------------

    [1] Cuma, 62/4

  4. #4
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 3



    İRŞAD VE MÜRŞİD

    Doğru yolu gösterme, gönülleri Hakk'a uyarma; söz, yazı ve daha değişik vesileleri değerlendirmek suretiyle kalben, fikren insanların Allah'a ulaşmasına engel sayılan mâniaları bertaraf ederek duygu ve düşünceleri Hak'la buluşturma; Hak'la tanışık ruhların da, O'nunla münasebetlerinde daha bir derinleşip yükselmelerine vesile olma mânâlarına gelen irşad; insanları ferden ferdâ veya cemaat hâlinde hususî bir terbiyeye tâbi tutarak bunların içindeki liyâkatlileri "bi'l-kuvve" ve "bi'l-istidat" insanlık seviyesinden "bi'l-fiil" insan olma mertebesine.. tabiri diğerle, "insan-ı kâmil" olma ufkuna yönlendirmenin unvanı olagelmiştir.

    İrşadı; zâhir ve bâtına vâkıf, kalb-kafa izdivacına muvaffak olmuş yetkin kimselerin, bir kısım istidatları, seviyeli insan olmaya çağrısı şeklinde anlamak da mümkündür. Bu mânâda ona, kalb ve ruh kahramanlarının, kendi hususî mazhariyetlerini başkalarına duyurma cehdi de diyebiliriz ki, işte böylelerinin elinde her zaman kömürler elmasa dönüşmüş, taş ve toprak da altın seviyesine yükselmiştir. Aslında, irşad ve mürşid konusunda tasavvuf erbabı da, meseleyi hep bu çerçevede ele almış ve onu, aşkın insanların, insanüstü gayretleri şeklinde yorumlamışlardır. Onlara göre, gönülleri Hakk'a uyarma adına ortaya konan seviyesiz, kalitesiz gayretlere irşad denemeyeceği gibi, ruhlara insan-ı kâmil olma ufkunu açamayanlara da mürşid denemez.. denemez; zira bunların kendileri irşada muhtaçtırlar ve mutlaka terbiye edilmelidirler. Bir enfes Türk atasözünde:

    Kendi muhtâc-ı himmet bir dede,

    Bilmez ki gayra nasıl himmet ede.
    denir ki, tam böyleleri için söylenmiş gibidir. Üsküdarlı Salim Süleyman ise, bu mülâhazayı biraz da şâirâne bir eda ile şöyle seslendirir:

    Şeyhimiz kendisi ilimde kalmış âciz,

    Nerde kaldı ki keyfiyet-i irşadı bile

    Bağdatlı Rûhî'nin konuya yaklaşımı daha da alaylı bir üslûp iledir:

    Gör zâhidi kim sâhib-i irşad olayım der,

    Dün mektebe gitti, bugün üstad olayım der.

    Aslında, dünya hayatında kalıcılığı ve uhrevî neticeleri itibarıyla en değerli bir iş varsa o da irşaddır.. tabiî, en kıymetli insan da irşad eri olan mürşiddir. Ne var ki, herkesin irşadı da onun kâmet-i kıymetine göredir; öyle ki, bu konuda kutbiyet ve gavsiyet dairelerinin irşad kahramanlarından düz mev'izecilere kadar bir sürü irşad erinden bahsetmek mümkündür.

    Umumî mânâda mürşid; kısmen üzerinde de durduğumuz gibi, irşadla alâkalı bütün esasları ruhunda toplamış bir hakikat dellâlı, bir mânâ kahramanı ve gönüllere Hak nefehâtını duyuran bir peygamber varisidir. Ona "seccade-nişîn", "post-nişîn" veya "şeyh" denmesi, irşad vazifesindeki bir kısım hususî durumları itibarıyladır. Şöyle ki, tavzif, salâhiyet, Hakk'a kurbet ve ilm-i ledünne açık olma.. gibi imtiyazları olan bir mürşid, düz bir vaiz ve nâsihten çok farklıdır: Sıradan bir irşad eri, anlatıp duyuracağı hakikatları kendi gönül ve idrak ufkuna göre duyar, hisseder ve başkalarına da bu çerçevede duyurur.. Hakk'ın matmah-ı nazarı ve bir Kutup Yıldızı gibi herkese yol gösteren bir kutup veya kâmil mürşid ise anlatıp duyuracağı hususları temel kaynakların renk ve desenine göre yorumlar, seslendirir ve başkalarına sunacağı her şeyi kalb ve ruhunun şivesiyle sunar.. kutbiyetini gavsiyetle derinleştirmiş özel donanımlı bir kâmile gelince mevsimi gelince bunların üzerinde durmayı da düşünüyoruz atmosferine giren herkese ufkunun boyasını çalar ve onları Kur'ân ve Sünnet malzemesiyle âdeta yeniden inşa eder.

    Hangi seviyede olursa olsun irşad, Hak rızasının hedeflenmesi şartıyla, kulluk vazifelerinin en mübecceli, böyle bir mükellefiyeti, mazhariyetleri ölçüsünde yerine getiren hakikat eri de peygamber varisi bir mürşiddir. Ancak bir mürşid-i kâmille yol arkadaşlığında, hem refâkat zevki ve hem pek çok vuslat emaresi bulunmasına karşılık, nâkısıyla yolculuğun sıkıntılı olduğu/olacağı da bedîhîdir.

    Edebiyatımızda "Lâ" ile mermuz bir manzûmede şöyle denir:

    Mürşide var, mürşide var, mürşide,

    Andan olur derde derman ey dede.

    Enverî, bu gerçeğe şöyle bir ses katar:

    Rü'yet-i dîdâr-ı Hak'tan "Len terânî" remzini,

    Çeşm-i zârım aşkıyla "Tûr" olmayınca bilmedim;

    Kisve-i âl-i abâ Enver hakikat sırrını,

    Vuslat-ı mürşidle mesrûr olmayınca bilmedim.

    Şimdi, herkesin istidat, müktesebât ve mazhariyetlerine göre farklara girmeden konuyu, umumî mânâda, hemen her mürşid için temel disiplin sayılan bir kısım esaslarla irtibatlandırarak biraz daha açmaya çalışalım:

    Mürşid; insan-kâinat-Allah münasebetlerini ve bu dairelerle alâkalı husûsiyetleri bilen ârif bir insan demektir. Allah'ı bilmeyen münkir ve cahil, O'nunla varlık arasındaki münasebeti görüp sezemeyenler kör ve gafil, kendini bilmeyen de yalnız ve gariptir ve bunların hepsinin irşad edilmeye ihtiyaçları vardır.

    Mürşid; her zaman Kur'an ve kâinat kitabına karşı ince ayarlı iyi bir mütalâacı; varlığın esrarına âşinâ mütecessis bir dimağ; gözü sürekli mahsûsât üzerinde, ağzı ve kulağı Kur'ân'ın tilâvetinde, her şeyi basirete bağlı götürmeye çalışan bir gönül eridir. Hisleri sağlam, müşahedeleri ihâtalı, muhakemeleri de peygamberâne tavırlarla bezeli bir gönül eri. O, ele aldığı her meseleye küllî (bütüncül) bir nazarla bakar.. hükümlerinde tekvînî emirlerle tenzîlî fermanların birleşik noktalarını gözetir.. insanlara Allah'ın muradını iletirken ve bilgi, irfan ruhunun ilhamlarını muhtaç gönüllere duyururken sadece ve sadece O'nun hoşnutluğunu düşünür.. her hamle ve her hareketini O'na yakınlık düşüncesine bağlı götürmeye çalışır.

    Mürşid; dava ve düşüncesini herhangi bir beklentiye girmeden tam bir adanmışlık ruh hâleti ve ölesiye bir gayretle hemen her zeminde mırıldanıp duran ve ulaşanla ulaşılacak olan arasında bir köprü insanıdır. O, ücretlere, bedellere, mükâfatlara, ödüllere karşı her zaman kapalı kalmanın yanında, talepsiz gelen maddî ve mânevî bir kısım ihsanları da çevresindeki halis kimselerin gayretlerine bağlayarak, hep onları nazara verir.. bütün mevhibeleri gönlünde onlarla paylaşır ve mensubu konumunda bulunanları Hak teveccühlerinin birer vesilesi sayar. Bu seviyedeki bir fedakârlık, her zaman tebcil edilecek bir fedakârlıktır ama, hakikî mürşid, bu ölçüdeki gayretlerini dahi kat'iyen şâyân-ı takdir görmez.. takdir beklemez.. ve hele asla, hiçbir hareket ve faaliyetini Allah rızasının dışında dünyevî-uhrevî herhangi bir neticeye bağlamaz. O, Hak karşısında her zaman düz durur; zira bilir peygamberlerin yolunda yürüdüğünü ve bu yolun bir kısım âdap ve erkânının bulunduğunu, bunların başında da, irşadın Hak hoşnutluğuna bağlanması lâzım geldiğini.

    Mürşid, muhataplarını bütün husûsiyetleriyle bilen ve onları her zaman şefkatle kucaklayan; sevinçlerine, kederlerine iştirak eden; başarılarını alkışlayıp olumsuz yanlarını görmezlikten gelen bir sevgi ve müsamaha kahramanıdır. O, çevresindeki aç gönülleri tatmin etmek ve karanlık ruhları aydınlatmak için her zaman bir buhurdanlık gibi tüter durur.. bir mum gibi içten içe "cız cız" ederek hep kendine rağmen yaşar.. oturur-kalkar yaşatma zevkiyle soluklanır ve mefkûresini ifade adına hiçbir fedakârlıktan geri kalmaz: Diriltmek için ölür, güldürmek için ağlar, dinlendirmek için hamarat gibi çalışır ve çevresindekileri ebediyete uyarma yolunda dur-durak bilmeden hep koşar; koşar ve ne yaldızlı takdirlere ne de insafsız tenkitlere önem vermez. İltifat gördüğünde "aman estağfirullah"la mukabelede bulunur. Tepki ve tenkitleri de "eyvallah"larla karşılar ve yoluna devam eder.

    Mürşid, derecesine göre maddî-mânevî, dünyevî-uhrevî değişik bilgilerle mücehhez, farklı konuları muhataplarıyla müzakere edecek kadar yetenekli ve onların problemlerine alternatif çözümler getirecek seviyede de bir bilgedir. Hâcegân ekolünün büyükleri, o günün mektepleri diyebileceğimiz medreselerde okutulan bütün ilimlerden icazetli müstaitleri irşadla tavzif ediyor, tekye ve zaviyelerini, kalb ve kafa izdivacına muvaffak olmuş, fizikî âlem kadar metafizik dünyalara da açık bulunan bu gönül insanlarıyla birer Hızır çeşmesi haline getiriyorlardı. Bize göre, bu ölçüdeki insanlarla gerçek derinliğine ulaşamamış irşad yuvaları birer harabe, bu yuvalarda irşad hikâyeleri anlatanlar birer aldanmış ve bu nursuz mekânlara sürüklenen yığınlar da birer talihsizdir. Bir hak eri ne hoş söyler:

    Her mürşide el verme ki yolunu sarpa uğratır,

    Mürşidi kâmil olanın gayet yolu âsân imiş...

    Mürşid; ilim ve mârifet ufku itibarıyla ne kadar da aşkın olsa, telkin, tebliğ ve temsilinde, muhataplarının idrak seviyelerini görüp gözetecek kadar arşiyesini ferşiyesiyle iç içe yaşayan bir kâmil, nüzûlünü urûca bağlamış bir vâsıl ve tenezzülünde etrafındakilerin sesi-soluğu olmuş kusursuz bir nâsihtir. O, terbiyegerdelerinin duygu, düşünce ve hissiyatlarını gözeterek yapacaklarını yapar ve söyleyeceklerini söyler. Ufkuna ait vâridâtın husûsî rengi ya da değişik mülâhazalara bağlı o vâridâtın iğlâk ve iphamıyla, muhataplarının düşüncelerini karıştırmadan her zaman uzak durmaya çalışır; çalışır zira hakikî mürşid, Kur'ân'ın has bir talebesidir ve Kur'ânî olma mecburiyetindedir. Kur'ân, yüceler yücesi bir sıfatın sesi-soluğu olmasına rağmen, vâhidî ve celâlî bir tecellî dalga boyunda değil de, ehadî ve cemâlî bir zuhur çerçevesinde peygamber ufkuna inmiş ve çoğunluğun idrak seviyesine göre insanlara seslenmiştir. Kur'ân'ın insanlarla muhaveresi böyle bir tenezzül çerçevesinde cereyan ettiği gibi, onun müstesna mübelliği, mürşidler mürşidi Hazreti Rûh-u Seyyidi'l-Enâm'ın (aleyhi ekmelü't tehâyâ) irşad ve tebliğleri de hep bu üslûba bağlı cereyan etmiştir. O'na isnad edilen bir sözde bu husus vurgulanarak şöyle buyrulur: نَحْنُ مَعَاشِرُ الاَنْبِيَاءِ أُمِرْنَا أَنْ نُكَلِّمَ النَّاسَ عَلَى قَدْرِ عُقُولِهِمْ “Biz nebiler topluluğu, insanların seviyelerine inmek ve onlara anlayabilecekleri bir üslûpla konuşmakla emrolunduk."

    Mürşid, bir hâl insanı ve yaşadıklarını seslendiren bir sadakat kahramanıdır. Zaten, davranışları itibarıyla inandırıcı olmayan bir kimsenin başkalarına bir şeyi kabul ettirmesi de mümkün değildir. Anlatılan gerçeklerin, vicdanlarda ma'kes bulmasının bir tek yolu vardır; o da, gönülden inanmak ve inandıklarını yaşayıp anlatmak. Şu tembih bu husûsu tenvire yeter zannediyorum: Cenâb-ı Hak Hazreti İsa'ya:

    يَا عِيسى! عِظْ نَفْسَكَ فَإنِ اتَّعَظَتْ بِهِ فَعِظِ النَّاسَ وَإلاَّ فَاسْتَحْي مِنِّي

    “Ey İsa! Önce kendi nefsine nasihat et; o, bu nasihatı tuttuktan sonra başkalarına hayırhâh olmaya çalış; yoksa benden utan." buyurur. Bu irşad, Hazreti Şuayb'ın Kur'ân'da geçen:

    وَمَا أُرِيدُ أَنْ أُخَالِفَكُمْ إلَى مَا أَنْهَاكُمْ عَنْهُ

    "Ve mâ ürîdü en ühâlifeküm ilâ mâ enhâküm anhü Ben sizi men ettiğim bir hususta size muhalif düşmek istemem." [1] ifadeleriyle de tam bir uyum arz etmektedir.

    اَللَّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِصِينَ المُخْلَصِينَ وَشَرِّفْنَا بِاتِّبَاعِ سَيِّدِ الْمُخَلَصِينَ

    عَلَيْهِ أَفْضَلُ الصَّلاَةِ وَأَكْمَلُ السَّلاَمِ وَعَلَى الهِ وَصَحْبِهِ الْكِرَامِ





    --------------------------------------------------------------------------------

    [1] Hûd, 11/88

  5. #5
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 3



    SAMT


    Konuşmamak, sessiz kalmak ve sükût etmek demek olan samt; Sofiyece, konuşmadan kaynaklanan ya da kaynaklanması muhtemel bulunan, faydasız, belki de bazen zararlı olan söz, beyan ve mütalâalara karşı “ مَا يَلْفِظُ مِنْ قَوْلٍ إِلاَّ لَدَيْهِ رَقِيبٌ عَتِيدٌ –Ağzından çıkan hiçbir söz yoktur ki, onun yanında hazır bulunan gözcüler (o ifadeleri) kaydetmiş olmasınlar” fehvasınca, temkinli davranıp düşüncelerini ifade etmeyi sadece ve sadece Allah rızasına ve mutlak gerekliliğe bağlayarak, Hakk’ın hoşlanmayacağı, hattâ çok defa lüzumsuz sayılan konularda dilini tutup konuşmamak demektir. Samtla alâkalı, Hazreti Andelib-i Zîşân’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) “Ya hayır söyle veya sükût et” mealiyle vereceğimiz beyanları bir “kavl-i fasl” mahiyetindedir ve hem konuşma hem de susma adına bir çerçeve niteliğini taşımaktadır. Burada, yine O’na (sallâllahü aleyhi ve sellem) atfedilen “Sözün hikmet, sükûtun da tefekkür olsun” tavsiyesini hatırlatmakta da yarar görüyoruz.

    Aslında çok konuşma ve hele mâlâyâniyâttan ise, hep mezmum görülmüş ve öteden beri insanları felâkete sürüklemiş günahların (mühlikât) en tehlikelilerinden biri kabul edilegelmiştir; gelmiştir de, seyr-i sülûk-i rûhânîde hak yolcuları, bir dil âfeti olarak buna karşı sürekli uyarılmışlardır. Hak erleri arasında çok yeme, çok uyuma, çok konuşma, “kesret-i taâm”, “kesret-i menâm”, “kesret-i kelâm” sözcükleri ile, sâlikin boynunda birer tasma, ayaklarında pranga ve kollarında kelepçe olduğu sürekli hatırlatılmış ve hatarları üzerinde ısrarla durulmuştur. Eski ifadesi ile “sebeb-i kesret-i hatîât ve zellât” olduğu sık sık ihtar edilmiştir. Hazreti Ömer Efendimiz’e isnad edilen

    “ مَنْ كَثُرَ كَلاَمُهُ كَثُرَ سَقَطُهُ–Çok konuşanın hata ve sürçmeleri çok olur -buna sakatâtı çok olur da diyebiliriz-” şeklindeki söz de, bu mülâhazayı teyid eder mahiyettedir.

    Hem ahlâk kitapları, hem de tasavvuf risaleleri kendi açılarından ‘samt’ı ele almış ve onu, sâlikin önemli bir zenginliği, müntehînin gizli bir definesi ve her müminin de edeb emaresi saymış, üzerinde ısrarla durmuşlardır.

    Ne var ki, bir müminin hem “emr-i bi’l-ma’ruf” ve “nehy-i ani’l-münker” konularında, hem ilim ve irşad mevzûlarında, hem de mazarratları def’ ve menfaatleri celb etme hususlarında, konuşması da bir vecibe görülmüştür. Evet dinimizde, ihkâk-ı hak etme mevzûunda konuşulacak şeyleri konuşma bir vecibe, sükût etmek ise bir mâsiyettir. Bu itibarla da denebilir ki, Allah’ın rızası gözetilmeden ve meşrû bir gaye takip edilmeden çok konuşma zararlı olduğu gibi, konuşulması gerekli olan yer ve zamanlarda konuşmama da aynı ölçüde zararlı ve mezmumdur.. evet, her zaman sükût istihsan edilse de bazen konuşma, ondan daha makbul görülmüştür. Bu açıdan, sükûtun altın kabul edildiği yerler de vardır, gümüş kabul edildiği yerler de. Onun için, nerede sükût edilip nerede konuşulması gerektiğini bilmek çok önemli görülmüştür. Hakkın çiğnenip, hakikatin tahkir gördüğü bir yerde sükût eden bir kimse, hadisin ifadesiyle, apaçık şeytan-ı ahras (dilsiz şeytan) sayılmış; faydasız ya da batıl şeyler konuşanlar da, şeytanın dostu ve tercümanı kabul edilmişlerdir.

    Konuşması gerekli olan birine konuşma fırsatı verilmesi ve o ölçüde yararlı olamayacak kimselerin susması ahlâkî bir sükût olup, düşünce ve beyan pazarında haddini bilmeye delâlet eder. Konuyla alâkalı:

    Bakırsa metâın sürme pazara ey ahî;

    Bırak meydanı cevher fürûşân olanlara!

    denilmiştir.

    Hâl ehli ve hikmet erbabı yanında dilini tutmak, edeble alâkalı bir samttır, hâle ve hikmete hürmetin ifadesidir. Şeyhülislâm Yahya Efendi, bu hususla alâkalı şöyle der:

    Sözün dinle, kelâm-ı ehl-i hâli gayra benzetme;

    Bilirsin vâizâ, çok fark vardır kâlden kâle.

    Ayrıca, Hakk’a vâsıl olmuş maiyyet erleri yanında, murakabe ölçüsünde bir sessizlik vardır ki, o da, hem mehbit-i ilham-ı ilâhî olan kalblere, hem de o kalbleri doygunluğa ulaştıran Zât’a karşı bir tâzim samtı ve kadirşinas gönül erlerinin sükûtudur. Bunlar susmaları gerektiği yerde susar, ilham esintilerinin önünü açarlar; dünya nimetlerine bedel, cennetlerin turfanda meyvelerine sofra sererler.

    Bazen de anlatmaya esas teşkil eden konu bizim idrak ufkumuz ya da mevzûun derinliği bakımından o kadar aşkın olur ki, sesimizi keser, çevremizdekilere de “sus” der ve her şeyi samta emanet ederiz: “Arza ne hâcet, hâlimiz ayândır..” veya bir kelâm-ı nefsîyle: “Hâl-i pür-melâlimize bak, bizi yalnız bırakma!” ifadeleri böyle bir samtın sesi soluğu olduğu gibi, Hazreti Mevlânâ’nın:

    “چهره ء زَرْدِ مَرا بین و مرا هیچ مگو

    دَرْدِ بی حَد بِنِگرْ بَهَرِ خدا هیچ مگو

    دلِ پر خون بنگر چشم چو جیحون بنگر

    هرچه وبینی بگذرْ چون وچرا هیچ مگو

    –Sararmış solmuş yüzüme bak da, bana hiçbir şey söyleme! Sayısız dertlerimi gör, (ama) Hüdâ aşkına bana bir şey söyleme! Kanla dopdolu gönlüme bak; ırmağa dönmüş gözyaşlarımı seyret; ne görürsen geç hepsinden; neymiş, nasılmış diye bir şey söyleme!” şeklindeki beyanları da, böyle bir samt çağrısının ifadesidir.

    Avam, dilini tutarak samt-ı sûrîde bulunur; arifler, dil ile beraber kalblerini de kontrol ederek, sükût murakabesi yaşarlar; muhibler de, aşk u iştiyaklarını gizleyerek, bir vefâ samtı ortaya koyarlar. Birinciler, sükûtları ile beyan sakatâtından kurtulmuş ve muhtemel ta’n u teşnîden korunmuş olurlar. İkinciler, sükûtun vaad ettiklerinin yanında tefekkür ve murakabenin de vâridâtına mazhar olurlar. Üçüncüler, “âşıkım dersin, belâyı aşktan âh eyleme/Âh edip, ağyârı âhından âgâh eyleme” fehvâsınca, samt içinde sırlarını korur ve derin bir vefâ örneği sergilerler.

    اَللَّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِصِينَ المُخْلَصِينَ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ قُدْوَةِ الْمُخْلِصِينَ وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ الْمُحِبِّينَ الْمَحْبوُبِينَ



  6. #6
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 3



    SEFER



    Yolculuk yapma, bir yerden bir yere intikal etme mânâlarına geliyor sefer. Sofiye onu, kayıtlı yaşamaktan kurtulup kayıtsızlığa erme, bedenî ve cismanî alâkalardan sıyrılarak, kalb ufkunda Allah’a teveccüh etme şeklinde yorumlar. Bu tarif çerçevesindeki seferi, seyr-i sülûk-i rûhânîdeki “seyr ilallah”, “seyr fillâh”, “seyr anillâh” ıstılahları ile kastedilen rûhânî yolculukla irtibatlandırmak da mümkündür.

    Böyle bir teveccühün mebdei, tamamen irâdî ve iman, İslâm, ihsan köprülerinden geçerek ihlâs, riyâzet, zühd ve takvâ ekseninde bir seyahat; müntehâsı da, aşk, şevk, İlâhî cezbe ve incizab ehline “ وَنَحْنُ أَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ– Biz, ona şah damarından daha yakınız.” sözleriyle kendini bize anlatan Zât’ın, yoldakilere ait uzaklığı ortadan kaldırarak, ihsan tecellîsi dalga boyunda onlara husûsî bir iltifatıdır ve onlar, vicdanlarında bunu hep duyarlar. Yolun belli bir noktasından sonra, ruhlarında bu esintiyi duyanlar, mazhariyet ve zevklerini, “ne mekân var anda, ne arz u semâ” (Süleyman Çelebi) şeklinde mırıldanır ve sürekli o zaman-mekân üstü seyahatlerine devam ederler. Böyle bir yolculuk, sâlikin hazırlanma keyfiyetine, rûhî ve kalbî istidât ve kabiliyetine ve tabiî her şeyden evvel, Hazreti “Akrabü min külli karîb”in ona husûsî atâsına göre farklı şekillerde gerçekleşir ve derece derece zuhur eder:

    İlk sefer; âfâkî ve enfüsî tefekkürle, kesrette vahdeti görmek, “nûr-u tevhid” içinde Hakk’ın husûsî teveccühü mânâsına “sırr-ı ehadiyyet”i kalben sezip, zevken duymak ve serâdan süreyyâya her şeyin üzerinde O’nun mührünü müşâhede ile, sürekli marifet yudumlayarak ilerlemek şeklinde tecellî eder ki bu bize, “seyr ilallah” çerçevesinde bir seyahati hatırlatmaktadır. Bu mertebedeki sâlik, her nesneden -tabiî, o nesnenin nefsine bakan yanları itibarıyla- alâkasını kesip, sürekli “ağyâr”dan “Yâr”e yönelme gayreti içinde bulunur.. ve gönlünün derinliklerinde bu pâyenin esintilerini duydukça ya da kalbinin zirvelerinde tâlihinin ufkunu temâşâ ettikçe daha bir yükselme iştiyakıyla şahlanır ve müşâhede-zevk “salih daire”si içinde sürekli köpürür durur. Onun bu mânâdaki halini, “Allah’a karşı gelmekten sakınan takvâ erlerine, şeytandan bir fit veya sinyal erişince hemen düşünüp toparlanırlar ve gözleri açılıverir de, basîretlerine sahip olurlar.” âyeti ile irtibatlandırmak mümkündür; sâlik, bu ufk-u âlâda her şeyi daha bir farklı görür, daha bir farklı duyar, daha bir farklı değerlendirir ve hep bir farklılık sergiler.

    İkinci sefer; kalb ve kafadaki müteferrik bilgi ve sezgilerden sıyrılarak marifet ufkunda vahdete yürümek ve tevhid zevkini letâifiyle de ifade etmekle gerçekleşir ki, bunu da “seyr fillâh”ın mukabili sayabiliriz. Sâlikin esmâda Müsemmâ-yı Akdes’i duyması; duyup kendini sıfatların vesâyetinde hissetmesi ve acz u fakr yörüngesinde “el-fakru fahrî” deyip, bir “vâhid-i kıyâsî” mülâhazasıyla kendi ufkunda O’na yürümesi, O’nu duyup, O’nu bilip, O’nu söyleyip, zevken O’nun maiyyetine bağlanmasından ibarettir. Biz, bu mertebeye “seyr fillâh” dedik ama, bazıları ona, “seyr bi’l-Hak” demeyi daha uygun bulmuşlardır. İşte böyle bir şâhikaya ulaşan gönül eri, esmâ ufkunda sıfat adesesi ile sürekli bu ufkun verâsını ve verâların verâsını izlemeye, gözlemeye alır ve “lâtife-i Rabbâniye” ağını gererek, gece-gündüz hep esrar avlar. Tıpkı günebakan çiçekleri gibi, gönül gözleri belli bir ufukta, vicdanen bir alış-veriş içinde ve bulunduğu ufkun mehâbetiyle oturur kalkar ve tir tir titrer. Bu mertebedeki bir sâlikin umûmî ahvâlinden her zaman: “Onlar, Rablerine döneceklerinden emin ve kalbleri tir tir titreyerek verdiklerini verirler. İşte bunlardır hayra koşan ve yarışı kazananlar!” hakikatı nümâyândır.. ve o, gözlerini varlığa çevirince hep esmâyı görür; varlık ötesini mülâhazaya alınca da hayrete varır.

    “Esmâyı müsemmâdan gayrı göremez ârif;

    Esrâra olur vâkıf derviş-i pîr-i geylan..” (M.Lütfü)

    Üçüncü sefer; zâhir-bâtın farklılığını aşarak, cüz’iyyet planında “mertebe-i ehadiyyet”i ve külliyet dairesinde “mertebe-i vâhidiyyet”i iman, iz’an ve zevken duymak mazhariyetidir. Böyle şâhikalar üstü bir şâhikanın da “cem” ufkuna tekabül ettiği açıktır. İttihad ve hulûl değil, zevken ve hâlen sûretteki zıdlıkları aşarak, her şeyin apaçık tevhide bağlanması mânâsında bir cem. Evet, Mevlânâ’nın da ifade ettiği gibi, tevhid ve cem ittihad ve hulûl değil, sâlikin kendi ufkunda yok olmasıdır. Bu makam, aynı zamanda asliyet itibarıyla Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’a ait çok yüksek bir pâyedir.. ve zılliyet planında, bu mertebenin kahramanları için de, gönülde isneyniyetin silinip gitmesi ve “vücub imkân arası bir makam” diyebileceğimiz “Kâbe kavseyni ev ednâ” ufkuna ulaşılması söz konusudur ki, bütün vilâyet derecelerinin serhaddi sayılır. Evet, tefsirdeki tevcihlerden birine göre, buradaki “kurbet-i kusvâ”, “hakikat-ı Hazreti Muktedâ-i Ekmel”e ait bir pâye; gölgesi de, cüz’iyyet çerçevesinde sadrı-sînesi müsâit bütün müntehîlerin ulaşmaya çalıştıkları bir “ufk-u âlâ”dır.

    Dördüncü sefer; dâvâ-yı Nübüvvet’in vârislerine has, Hak’tan halka yönelme şeklinde “cem” sonrası, “fark” televvünlü bir kutlu seyahat ve tamamen fazl-ı İlâhî çerçevesinde özel bir teveccühe mazhariyetin unvanıdır. Böyle bir yolculukta, sâlik, ayağını sağlamca vahdet ufkuna bastıktan sonra, fevkalâdeden mevhibeler adına duyup tattıklarını, görüp zevk ettiklerini başkalarına da duyurmak iştiyakıyla, urûcunu nüzûlle derinleştirerek, halk içinde Hakk’ın tercümanı olma pâyesine yürür. “Seyr anillah ve billah” sözleri ile ifade edilen böyle bir sefer, seferlerin en yücesidir ve şâhikalar şâhikasını ihraz etmenin de bir başka unvanıdır.

    Bu mansıbın kahramanları bazen, zâhir halleri itibarıyla garîb görünürler. Ama, İlâhî maiyyete mazhariyetlerinin şuurunda olduklarından, ömürlerini hep “ طُوبَى لِلغُرَبَاءِ–Gariplere müjdeler olsun.” “ünsbahş” atmosferinde geçirir.. sürekli ötelerin esintilerini duyar.. ve iki âlemi birden yaşarlar.

    Sofiyeden bazıları, iptidâda sefer, intihâda ikâmet mülâhazasında bulunmuş; bazıları, her ikisinde de ikâmet kanaatini izhar etmiş; diğer bazıları da, her iki halde de “sefer” diyerek, baştan sona kadar her şeyi sefere bağlamışlardır.

    Seferle alâkalı değişik yol ve sistemlerde, biraz da mizaç ve meşreplerin farklılığından kaynaklanan daha başka mülâhazalar da vardır ama, bunlar biraz da husûsî ıstılahlara girdiğinden, umûmî mânâdaki sefer mülâhazasının dışında kaldıklarını düşünerek biz şimdilik sadece Nakşîlerin, on bir tabire yükledikleri on bir esastan biri olan “sefer der vatan”a küçük bir işarette bulunup, diğer tabirlerin de birer cüz’î mânâsına işaretle yetineceğiz:

    “Sefer der vatan”; hak yolcusunun fena huylardan, cismanî ve bedenî arzulardan sıyrılarak, melekî vasıflarla ittisaf etmesi mânâsına kullanılagelmiştir ki, Hazreti Muhâcir-i Ekber’in (s.a.s) “ اَلْمُهَاجِرُ مَنْ هَاجَرَ مَا نَهَى اللهُ عَنْهُ–Gerçek muhâcir, Allah’ın yasak ettiği şeylerden uzaklaşıp hicret edendir.” beyanına mutabık düştüğü söylenebilir.

    On bir esas ve on bir tabirden diğerleri de şunlardır:

    1- Hûş der dem; bu, sâlikin nefeslerini bilerek, duyarak alıp vermesidir ki, bu sayede o, her zaman âdetâ bir zâkir sayılır.

    2- Nazar ber kadem; bu da, hak yolcusunun, bütün dikkatini, ayağını basacağı yere teksif edip, her zaman gözünü ağyârdan koruması ve gönül gözlerine başka hayallerin girmesine yol vermemesini ifade eden bir tabirdir ki, sâlikin, Hazreti Hak’tan başka her şeye kapanması yerinde kullanılır.

    3- Halvet der encümen; zâhirde halk ile, bâtında Hak ile bulunma yerinde kullanılan bu tabir, Nakşîlerde halvete karşı bir tavır da ifade eder gibidir. Onlara göre, halvette gizli bir şöhret hissi söz konusudur. Halk içinde bulunmak ise, hem böyle gizli bir şöhrete kapalı bulunma, hem de insanlara yararlı olma açısından her zaman tercih edilegelen bir tavırdır.

    4- Yâd kerd; hatırlamak demek olan bu tabir, hak yolcusunun sürekli kendi iç âlemini gözden geçirip murakabe etmesi ve nefesini tutup, kalbinden Allah’ı zikretmesi yerinde kullanılır ki, buna kalbî zikir de diyebiliriz.

    5- Bâz keşt; zikrini bitiren sâlikin, “ فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ ” fehvasınca, başka bir hayra geçme sadedinde, “Allahım, Sen benim biricik maksûdum ve rızan da yegâne matlûbumdur.” mânâsına gelen “ إِلَهِي أَنْتَ مَقْصُودِي وَرِضَاكَ مَطْلُوبِي” cümlelerini tekrar etmenin işareti gibidir.

    6- Nigâh daşt; mâsivâyı (Allah’tan gayri her şey) hatırdan geçirmemeye çalışma yerinde kullanılan bu tabir, iç murakabeden daha öte bir mânâ ifade eder ve istidâtlara göre farklı farklıdır.

    7- Yâd daşt; sâlikin, her zaman Hakk’ın kendisini gözettiği şuurunda bulunması yerinde kullanılan bu tabir, “ihsanla” anlatılmak istenen şeyin aynıdır.

    8- Vukûf-u zamânî; bir müntehînin, yaşadığı zamanın her parçasında temkin ve teyakkuz içinde bulunması ve hep basiret üzere olması mânâsınadır ki, sona doğru önemli makamlardan biri kabul edilegelmiştir.

    9- Vukûf-u adedî; sâlikin durumuna göre, mürşidin ondan, belli sayıda belli kelimeleri zikretmesini istemesi yerinde kullanılagelmiş bir tabirdir.

    10- Vukûf-u kalbî; müntehînin bütün letâifiyle Allah’a yönelip, her zaman tam bir konsantrasyon içinde bulunmasından kinaye bir tabirdir ve zirvedekilere ait bir hâli işaretlemektedir.

  7. #7
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 3

    TECELLÎ


    Açılıp belirme, ortaya çıkma, belli bir çerçevede zâhir olma.. sıfat ve esmâ-i ilâhiyenin münferiden veya müctemian kendi hususiyetleriyle inkişaf etmeleri, ilâhî esrâr ve envârın kalblerde belli emarelerle kendilerini hissettirmeleri.. pek çok görünmez ve bilinmez gaybî ahvâl ve şe'nlerin vicdanla bilinir ve gönül gözüyle görülür hâle gelmesi.. Cenab-ı Hak'la kulluk münasebetlerini sağlam ve düzgün sürdürebilenlerin iç dünyalarıyla aydınlanmaları.. gibi mânâlara gelir tecelli. Ayrıca, "işrak", "izâe", "inâre" sözcükleriyle de ifade edilen bu tabir ayna ve meclâ itibarıyla söz konusu olan husûsiyetlerin yanında, Zat-ı Ulûhiyet'e müteallik yönleri açısından da şu unvanlarla yâd edilegelmiştir: Tecelli-i Zat, tecelli-i şuûn -az bir kesimin söz konusu ettiği bir tecellidir- tecelli-i sıfât, tecelli-i esmâ, tecelli-i âsâr -bunu tecelli-i ef'âl içinde mütalâa edenler de var- ve tecelli-i ef'âl.

    1 - Tecelli-i Zat: Hazreti Zat'ın hiçbir şe'n ve sıfatı mülâhazaya alınmaksızın "bîkem u keyf" mebdei Zat olan bir tecellidir ki, ef'âl âleminde ancak esmâ ve sıfât-ı ilâhiyenin tavassutuyla -tabiî bu tavassutun mahiyetini de kavrayabiliyorsak- gerçekleşmektedir ki, teferruatını idrak şimdiye kadar kimseye müyesser olmamıştır. Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-enâm (Aleyhi Ekmelü't-tehâyâ)'nın vesâyet yolcuları böyle meselelerde her zaman, Seyyidinâ Hazreti Ebu Bekir gibi "el-aczu ani'l-idraki idrakun" demiş ve meâlîler meâlîsi bu kabil konular karşısında hayret ateşlerini:

    İdrak-i meâlî bu küçük akla gerekmez,

    Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez
    (Ziya Paşa)
    mülâhazalarıyla söndürmeye çalışmışlardır.

    Tecelli-i Zat, Hazreti Zat'la alâkalı muammâ-âlûd mesâil gibi o kadar muğlaktır ki, böyle bir konunun izahı sadedinde söylenen sözler bile, hep birer iğlak örneği olarak kitaplara geçmiştir. İşte, Muhammediye sahibi Yazıcıoğlu'ndan, tecelli-i Zat'la alâkalı bir tefsir ve bir yaklaşım:



    Hayali nakş hanemde musavver olalı gönlüm,

    Hep ism u resmi mahvetti bu tasvîr-i misâlîden.

    Menem deryâ-yı tevhide çû mahv-ı mahz-ı müstağrak,

    Getürsem ger n'ola güher bu deryâ-yı visâlîden...

    Muhyiddin İbn Arabî ise:

    تَجَلَّى لِيَ النُّورُ اْلأَعَمُّ بِكُنْهِهِ

    فَشَاهَدْتُ ذَاكَ النُّورَ في كُلِّ صُورَةٍ

    وَمَنْ حَلَّ بِالْبَيْتِ الْمُعَظَّمِ قَدْرُهُ

    وَقَبِلَتُهُ صَارَتْ إلَى كُلِّ وِجْهَةٍ

    Nûr-u eamm (vâhidî ve celâlî tecelli) bana bütünüyle zûhur edince, onu her sima ve çehrede temaşa eder oldum -bu izahta da bir tercih var- her kim gidip o şanı yüce Kâbe'ye girse her yön onun kıblesi olur." diyerek, açılmazı açma adına daha hayret-âmiz şeyler söylemiştir. Aslında konuyla alâkalı, aczimizi idrak çerçevesinin dışındaki her mütâlaa hayretlerimize dehşet ilâve etmekte ve ürpertilerimizi daha da artırmaktadır.

    2 - Tecelli-i Şuûn: Mebdei Zat'tan temeyyüz ve taayyün etmiş olup sıfatların esası sayılan "min verâi hicab" bir tecellidir ve yaratıklardaki kâbiliyet ve istidatların -Allahu a'lem- esası ve menbaı mahiyetindedir. كُلَّ يَوْمٍ هُوَ في شَأْنٍ" O her vakit ayrı bir tecelli ile ayrı bir iştedir." fehvasınca, Cenâb-ı Zat-ı Kibriya'nın zahir-batın, küllî-cüz'î, celâlî-cemâlî nâmütenâhî tecellisi vardır ve bu tecellilere de ancak "ekall-i kalil" erbab-ı hakikat vâkıf bulunmaktadır. Tecelli-i Zat'ta olduğu gibi, tecelli-i şuûnda da Hazreti Rehber-i Ekmel'in ziya-i hakikatına bağlı kalınmazsa, bir kısım iltibas ve iştibahlara hatta dalâlet ve inhiraflara gidilmesi mukadderdir. Düşünce tarihinde karşılaştığımız hezeyanların pek çoğunun temelinde, rehbersizlikten kaynaklanan bu kabil iştibah ve iltibaslar vardır. Bir tasavvuf büyüğü, mir'âtiyet ve memerriyeti oldukları gibi göremeyip onları farklı mülâhazalara bağlayanları, oldukça sert, fakat yerinde bir tembihle şöyle uyarır:

    Zat-ı rûhu zanneder ayn-ı Hudâ,

    Sözlerinde "ene'l-Hak" dan bir sadâ..

    Kim "ene'l-Hak" derse Mansur olmadan,

    Kâfir-i billâh olur cân u beden..

    3 - Tecelli-i Sıfât: Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarından herhangi birinin sâlikin kalbinde inkişafı demektir ki, ister makes ister mazhar ve memerr kabul edilsin müstaid bir gönülde böyle bir şavk küçümsenemeyecek bir mazhariyettir. Bu seviyedeki bir payeyi ihraz eden müntehî, kendi tabiat çerçevesinin çok çok üstünde ilâhî envâr, esrâr ve eltâfın mücellâ bir aynası konumuna yükselir ve sıfatlara ait nurların bir âhize ve nâkilesi hâline gelir; gelir ve farklı duyup farklı görmeye, farklı hissedip farklılıklar ortaya koymaya başlar. Evet, eğer bir insanda "sem'" sıfatı tam tecelli etmişse o kimse, tıpkı Hz. Süleyman (Aleyhisselâm) gibi canlı-cansız pek çok varlığa ait sesleri duyar.. değişik şifreleri çözer, kodları anlar.. ve onlarla kendi dünyaları çerçevesinde münasebete geçebilir.. evet, Hak tecellileriyle ufku aydınlanmış bir sâlik görülmezleri görmeye başlar, duyulmazları duyar ve bu mazhariyetin temâdîsi durumunda hep kendi tabiatını aşkın yaşar ve aşkın işler görür. Yazıcıoğlu Muhammed Efendi böyle bir tecelli kahramanını şu şekilde resmeder:

    Yine arz eyledi dilber yüzün kasr-ı celâlîden,

    Yine nâlende şeydâyım şarab-ı lâ yezâlîden;

    Yine keşf-i hicab etti gözüm, gönlüm cehaletten,

    Geru câna nidâ etti nidâ-i zü't-teâlîden...

    4 - Tecelli-i Esmâ: İlâhî isimlerden bazılarının sâlikin gönlünde münkeşif olması mânâsında kullanılan bu tabir; tecelli-i ef'âli, herhangi bir yolculuk problemiyle karşılaşmadan aşan hak erinin -dahasına istidadı varsa- tecelli-i sıfât ufkuna ulaşma yolunda muvakkaten ârâm eylediği bir ara mevhibeler meclâsıdır. Sâlik, muvakkaten dahi olsa bu ârâmgâha uğrar, ilâhî lütuflarla donanımını ikmal eder ve yürür bir başka mazhariyetler ufkuna. İşte böyle gönlü, bir veya birkaç ismin tecellisiyle mamur hâle gelmiş herhangi bir müstaid, mazhar olduğu isimlerin feyzini ruhunda tam duyup hissettiği esnada, o isme bağlı olarak Cenab-ı Hak'tan ne isterse ona lutfî bir tarzda mutlaka icabet edilir. Talep ve isteme ondan, icabet ve is'af da Cenab-ı Hak'tandır.

    Hak tecelli eyleyince her işi âsân eder,

    Halk eder esbabını bir lâhzada ihsan eder.

    (Anonim)

    Bütün tecellilerde olduğu gibi, tecelli-i esmâ ile alâkalı arz ettiğimiz bu hususların umumu, fevka'l-esbab birer zuhur ve zuhurları da kalbin kadirşinas kriterleriyle değerlendirilecek şekilde ve ancak kalb erbabının anlayacağı mahiyettedir. Bu konudaki suali de, cevabı da ancak kalbi hüşyar olanlar tam anlayabilirler. İşte mevzu ile alâkalı meçhul bir Hak dostunun mülahazaları:

    Benim dilim bunda lâldir,

    Bu ne kîldir ne de kâldir.

    Veli söylediğim hâldir;

    Anlar bunu erbab-ı hâl...

    5 - Tecelli-i Âsâr: Bütün şehadet âleminin esası, mâyesi ve müessiri mânâsında kullanılan bu deyim, küllî - cüz'î, ulvî - süflî bütün sebep ve vasıtalar ve bu esbab ve vesâite bağlı yaratılan her şeyin çehresinde Kudreti Sonsuz'un varlığını aksettirme anlamında bir tecellidir ve bu tecellinin en etemm, en ekmel şekli de insanın suretinde mütecellidir.. evet insan, Hazreti Rahmân u Rahîm'i gösteren en câmi bir ayna mahiyetindedir.

    6 - Tecelli-i Ef'âl: Bu tabir, Cenab-ı Hakk'ın bazı fiillerinin, sâlikin gönlünde inkişaf etmesi mânâsında kullanılagelmiştir.. ve önemli bir mazhariyettir. Ne var ki, seyr-i sülûkunu Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'a bağlı götüremeyenler için bu mertebede bir kısım kaymaların yaşandığı da bir gerçektir. Tecelli-i ef'âle ayna bir zat, kendi irade ve isteklerine bağlı meydana geliyor gibi gördüğü bazı tasarrufları kendinden bilme vartasına düşebilir. Bu ise, kazanma ufkunda tam bir kayıptır ve eğer çabuk peygamber vesayetine girilmezse, ebedî hüsrana sürüklenmesinden korkulur.

    Aslında, her hak yolcusu, ilk mevhibelerini Allah'tan bildiği gibi, bu mevhibelere fazlî bir surette terettüp eden semereleri de yine O'ndan bilmeli ve bütün muhasebe sistemini kendi hiçliğine bağlayarak, bir memerr ve bir meclâ olmanın ötesinde nefsine herhangi bir hisse çıkarmaya kalkışmamalıdır; kalkışmamalı ve bilmelidir ki, kendini böyle harika şeylerin mazharı ya da mümessili gördüğü takdirde iki durum söz konusudur:

    1- Bütün bu mevhibelerin kesilmesi.

    2- Bu ihsanların birer istidraca dönüşmesi.

    Her iki hâlde de feyiz kaynağından uzaklaşma olduğu açıktır. Bu itibarla sâlik her zaman, Sonsuz karşısında tevazu ve mahviyet yolunu seçmeli ve herşeyi O'ndan bilmelidir. Bu konuyla alâkalı Gavsî ne hoş söyler:

    Sen tecelli eylemezsin perdede ben var iken,

    Şart-ı izhar-ı vücudundur adîm olmak bana...

    Cenab-ı Hakk'ın, zat, şuûn, sıfât, esmâ, âsâr ve ef'âliyle alâkalı tecellilerinin yanında sofîler bir de, cemâlî ve celâlî tecelli üzerinde durmuşlardır:

    1 - Tecelli-i Cemâl: Allah'ın, lütuf, ihsan, şefkat, merhamet.. gibi isim ve sıfatlarının inkişafında müşahede edilen "ehadî" tecellidir.

    2 - Tecelli-i Celâl: Hazreti Vâcibü'l-Vücud'un, azamet, ceberût ve ululuğunu aksettiren ve ism-i zatın cilve-i âzamı sayılan "vâhidî" tecellilerdir. Bunlardan birincisinin bilhassa Rahîm ism-i şerifiyle münasebettar, ikincisinin de Rahmân ism-i azimiyle alâkalı olduğunda kibâr-ı muhakkikînin ittifakı söz konusudur.

    Tecelli ile alâkalı bu kadar mesâil arasında, bazı sofîler onu, sırf mü'min kalblerde beliren bir kısım feyizler şeklinde anlamış ve sadece bu tür envâr-ı guyûb üzerinde durmuşlardır. Onların, guyub nurlarının mü'min kalblerde zuhuru dedikleri bu tecelli, mir'âtların veya memerrlerin istidatlarına göre inkişaf eder ve en müstaidlerde her şeyin esasını tam aksettirecek şekilde ortaya çıkar ki, insanın bütün bâtınî duyguları bu tecellilerle beslenir; lâtife-i rabbâniye, onlarla bir "beyt-i Hudâ"ya dönüşür.. sır onlarla bir temâşâ noktası hâline gelir.. hafî, onlarla bir halvet koyu olur.. ahfâ onlarla bir haremgâh hâlini alır. Aslında insanın iç derinlikleriyle alâkalı bu letâif üzerinde de durmak icab ederdi ama, zannediyorum konuyu burada kesmek daha isabetli olacak...



  8. #8
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 3



    ULVÎ ÂLEMLER


    Halik'in namütenahi isimleri olduğu gibi o esma ve arkalarındaki sıfatların birinci, ikinci ve üçüncü... derecede tecelli alanları ve taayyün noktalarının bulunduğu da bir gerçek. Bu âlemler, hem bizim idrak ufkumuz hem de kendi mânâ ve muhtevaları itibarıyla aşkın âlemlerdir. Âlem-i mülk ve âlem-i şehadete dair, her zaman net bazı şeyler bilmemiz mümkün olsa da, lâhut, rahamût, ceberut, melekût âlemleriyle alâkalı ne keyfiyet çerçevesinde ne de kemmiyet plânında açık bir şey söylememiz oldukça zordur. Bu konudaki bütün mülâhazalar, Kitap ve Sünnet'in belirleyici temel esaslarına sadık kalınarak tamamen keşfe, müşahedeye, mükâşefeye bağlı beyanlardır.

    İlim nazariyesi (epistemoloji) açısından Allah'tan gayrı zâhir-bâtın, lâtif-kesif, meşhud-gayrimeşhud, canlı-cansız, dünyevî-uhrevî her şeye âlem denir. Yukarıdaki çerçeve içinde bütün varlık ve onun perde arkası, Hazreti Zât'ın varlığının delili, icraatının belgeleri, kemâlinin aynaları, kaderi plân ve programının kitap ve defteri, belli bir tafsil adına her şeyin mahall-i taayyünü, aynı zamanda sıfat ve isimlerinin tecelli alanı olması itibarıyla görünen-görünmeyen hemen her şey O'na ait derin izler, emareler, nişanlar taşıdığından, hatta O'nü haykırdığından O’nun şahitleri mânâsına âlem unvanıyla yad edilmiş, hepsine birden "avalim" veya "âlemin" denmiş; akıl, ruh, nefis, şuur, his ve idrak gibi O’nun "Ol!" deyivermesiyle meydana gelen emir kaynaklı şeyler âlem-i emre bağlanmış; maddî, cis-manî, terkip ve tahlil hususiyetlerini haiz, müddete vabeste arzî ve semavî bütün nesneler de âlem-i halk çerçevesinde mütalâa edilmişlerdir.

    Bu taksime bağlı ve bir mânâda onun içinde, "âlem-i şehadet", "âlem-i gayb" diye bütün avalime esas teşkil eden iki ana âlem daha vardır ki, zikredeceğimiz bütün âlemler onların birer şubesi mesabesindedir:

    1. Gözle görülmeyen ve zahirî duyu organlarımızla hissedilmeyen, gayb âlemi ki, başta lâhut, rahamût, ceberut, melekût âlemleri olmak üzere, görülmezlik ve duyulmazlığın değişik basamaklarında yerlerini alan ve farklı unvanlarla yad edilen, mânâ âlemi, ruh âlemi, misal âlemi, berzah âlemi ve bâtınî, lâtif, nuranî daha bir sürü âlem hep bu gaybî âlem çerçevesinde mütalâa edilegelmiştir.

    2. Gözle görülebilen ve zahir duyu organlarıyla hissedilebilen şehadet âlemi ki, âlem-i halk, âlem-i mülk, âlem-i madde, âlem-i cisim, âlem-i suret, âlem-i kesafet, gibi değişik ad ve unvanlarla yad edilen ne kadar âlem varsa hemen hepsi bu âlemin birer fakültesi durumundadır.

    Âlem-i gayb ve âlem-i şehadet, âlem-i emir ve âlem-i halk birbirinden farklı unvanlarla anılsalar da, bunlar iç içe âlemlerdir ve biri diğerinin zahirî buudu, öbürü de berikinin bâtınî derinliğinden ibarettir. Ancak, sıfat ve esmâ-i İlâhiyenin, hatta şe'n-i Rububiyetin birer mahall-i tecellisi ve farklı mertebede birer taayyün faslı sayılan bu âlemler tamamen birbirinden ayrı hususiyetler arz etmektedirler.

    Ehl-i tahkike göre varlığın, hususiyle insanoğlunun değişik vilâdet mertebeleri vardır:

    Bunlardan birincisi, esma ve sıfatın ilk zuhuru mertebesi; ikincisi, esnaf-ı melekûtun ceberut basamağında tulûu derecesi; üçüncüsü, cisim ve cevherlerin melekût burcunda bürûzu kademesidir. Böyle bir gelişme ve inkişaf tasavvuf ve bazı felsefî ekollerdeki "nüzul" ve "urûc" mülâhazalarına benzese de, urûc ve nüzûlla alâkasının olmadığı açıktır. Zira bunlar, birer taayyünün unvanı olarak zikredile-gelmişlerdir.. ve aynı zamanda seyr u sülûk-i ruhanîde de sâlikin "bekâbillah"a kadar uğrayacağı menzilleri işaretlemektedirler: Hak yolcusu, asar âleminden ef'âle, ondan esma ve sıfata, ondan da "bi gayri keyfin ve idrakin ve darbin min misâlin." (Bed'u'l-Emâlî) tecelli-i Zât'a urûc eder. Buna, âlem-i mülkten âlem-i melekûta, ondan âlem-i ceberut ve âlem-i rahamûta, ondan da "fenâfil-lah-bekâbillah" ufku şeklinde yorumlanan âlem-i lâhuta, bir mârifet, bir zevk-i ruhanî seyahati de diyebiliriz. Hakikî bekâbillah âlem-i melekûtu duymakla başlar ve kalbî, ruhî hayat mertebesini tam ihrazla da daha ötelere devam eder gider. Nihayet varlığını, O’nun ziyâ-i vücudunun bir gölgesi görebilecek mülâhazalara ulaşınca da "min vechin" seyahat sona erer. Biz şimdi, farklılıkları çerçevesinde, yukarıdan aşağıya -konuyu biraz da kendi idrak ufkumuza bağlıyoruz- "bî kem u keyf" bu inkişafı takip etmeye çalışalım:

    1. Âlem-i Lâhut: İcmalî tarif çerçevesinde, âsârıyla müberhen, esmâsıyla malum, sıfatlarıyla muhat, tasavvuru nâkâbil-i idrak, gaybu'l-gayb, kenz-i mahfî, âlem-i ıtlak, gayb-ı mutlak, hakikatü'l-hakayık unvanlarıyla bilinen vâhidiyetin (Bazıları ehadiyet demede ısrar ediyor) mahall-i tecellisi âlemler üstü bir âlemdir.

    Bir diğer yaklaşımla âlem-i lâhut; bizim varlığımızın, varlık basamaklarından birini ihraz edişimizin, gayb ve şehadet âlemlerinin, onlara ait bütün hususiyetlerin, hatta bizim ihsaslarımızın, duygularımızın, düşüncelerimizin, zâhir-bâtın latifelerimizle alâkalı faaliyetlerimizin biricik feyiz kaynağı ve "Allah" ism-i şerifine bakan aşkın bir âlemdir. Bütün şuunât-ı ilâhiye, sıfât-ı sübhaniye ve esmâ-i hüsnânın da mahall-i icmali -bu da yine kelime yetmezliğinden kaynaklanan fakir bir ifade- ve birleşik noktası mesabesindedir. Evet bu âlem, bilmutabaka bir tecelli-i Zât âlemidir; ama, bittazammun ve bililtizam diğer bütün âlemlerin de biricik kaynağıdır (Burada icmal ettiğimiz, tecelli-i Zât, tecelli-i şuun, tecelli-i sıfat ve tecelli-i esma konuları üzerinde daha önce durmuştuk). Ve tecelli, taayyün itibarıyla da bu ilk ve muhit âlem, aynı zamanda "ubudiyet" mülâhazasını da hatırlatan bir âlemdir. Yani ulûhiyet hakikati, mâbudiyet, maksudiyet, mahbubiyet mânâlarını da hâvi bulunduğundan bu âlem, Kur'ân'ın emir ve tavsiyeleri çerçevesinde Hakk'a ubudiyeti de tazammun etmektedir. Evet Allah, Allah olduğu için aynı zamanda Mâbud'dur, Maksud'tur, Mahbub'tur...

    Lâhut, Zât-ı Ulûhiyet'in câmi bir aynası olması itibarıyla ezelden ebede değişmezliği haizdir. Evet, o âyine-i ezel olduğu gibi tecellî-i lâyezaldir. Tarih boyu değişik düşüncelerden ubudiyet şekilleri doğagelmiş ve bu ubudiyetlere merci olmak üzere farklı mâbudlar uydurulmuştur. Ne var ki birer birer doğan bu ubudiyetler, mevsimi gelince veya miadı dolunca hemen hepsi unutulmuş, mâbud kabul edilen bütün ilâhlar hafızalardan silinip gitmiş; sadece ve sadece o Vahid u Ehad, o sıfât-ı ulyâ ve o esmâ-i hüsnâ sahibi Zat-ı Ecell ü A'lâ baki kalmıştır. O, ezelîdir; ezelî olduğu için de ebedîdir; kıdemi sabit ademi de mümtenidir.. ve işte lâhut âlemi de böyle bir tecellinin biricik mir'ât-ı mücellâsıdır.

    Bir diğer yaklaşımla lâhut âlemi, kâinatın heyet-i mecmuasında görülen/görülebilecek olan, maddî-mânevî her şeyin vücudunu, evsafını, hususiyetlerini, mebdeini, meadını, gelişimini, değişimini, inkişafını ve akıbetini câmi ilk mahall-i taayyün -yine dîk-i elfaza takıldık- ve icmalî ilk ayine-i tecellidir.

    2. Alem-i Rahamût: Küre-i arz üzerindeki hayvanat ve nebatatın varolmaları, hayata mazhariyetleri, yaşamaları, üremeleri ve bütün bu merhalelerin hemen hepsinde apaçık müşahede edilen uyumları, âhenkleri, insicamları, intizamları gibi hususlar., sonra insanoğlunun ruhanî ve cismanî letâif ve uzuvları itibarıyla mazhar olduğu şefkat, merhamet, inayet, riayet., gibi özel bütün teveccühler hep bu ikinci taayyün diyeceğimiz rahmaniyet ve rahimiyetin mahall-i inkişafı olan âlem-i rahamûta bakmakta, bu âlemin menfezleriyle teveccühe teveccühle mukabeleyi ifade etmekte ve o yolla beslenmektedir. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Cenab-ı Hakk'ın ehadiyet ve samediyetinin, bütün kâinat ve eşyadaki umumî, mutlak, fakat inkişaf ve tafsile açık zatî teveccühleri lâhutiyete ait bir tecelli -tecelli demek de doğru ise- her nesne ve herkesin belli ölçüde ve istidadına vabeste olarak yine onun rahmet, şefkat, himaye, inayet, riayet ve sıyânetinden istifaza ve istifadesi ise -vahidî ve ehadî tecellilerin farklılığı mahfuz- rahamût ufkundan akseden bir cilvedir. Rahamût âlemi tamamen, sıfat ve esma dairesine bakmaktadır. Rahmaniyete nisbeti açısından sıfât-ı Zât'ın daire-i hâssı, rahimiyetle münasebeti itibarıyla da sıfât-ı fiile mahsus bir tecelli alanı mesabesindedir. Rahamûtun, Cenâb-ı Zât'ın, gazabına sebkat eden engin, vâsi, hatta namütenahi rahmetinin mebde'den müntehaya her tekevvün ve her şe'n adına bir mebde-i taayyün olduğunu söylemek de mümkündür. Evet, Hazreti Zât'ın rahmaniyeti, O’nun fevkalâde merhametli olduğunu, rahmet ve şefkatinin sınırı, haddi ve nihayetinin bulunmadığını ifade ettiği gibi, o rahmaniyetin mahall-i tecellisi olan Rahamût da olabildiğine engin, şamil ve her şeyi kucaklayan bir mahall-i rahmet -vasfına tam muktedir değiliz- olduğunda şüphe yoktur. Rahimiyet sıfatının, fiilî ve amelî bir durumu haiz olması açısından rahamût âlemine, her şeyin ilm-i vücud merhalesinden -böyle denebilecekse- ötelerin en son noktasına kadar, varlıkla alâkalı, her şey ve herkesin liyakati ölçüsünde ona mütemâdî tecellilerin kaynağı demek uygun olur zannediyorum. Rahmaniyet ve rahimiyetteki farklılıklar açısından rahamût âlemi birinci sıfat itibarıyla ezele, ikinci sıfat açısından da lâyezale bakar. Evet, her şeyin ilk yaratılışında mazhar olduğu cebrî lütfîler, ihsanlar Hazreti Zât'ın rahmaniyetine bağlı asardır ve bu asardan mahrum herhangi bir varlığın mevcudiyeti de söz konusu değildir. Her şey vücuduyla, hususî vasıflarıyla, yaşamasıyla, üremesiyle, neslini devam ettirmesiyle rahmaniyet çizgisinde rahamûta; herkesin sa'y u gayret, cehd ü hareket ve aktivitelerine terettüp eden ikramlar, ihsanlar, teveccühler, cennetler ve Cemalullah'a mazhariyetler de ona rahimiyet ufkundan bakmaktadır.

    Hem âlem-i lâhut hem de âlem-i rahamût birer bilme; bilip rahmet, şefkat, inayet., gibi cebrî lütfî tecellilerle kendini bildirme, sonra da bütün bunları nazara vererek gönülleri ubudiyet-i kâmileye hazırlama, yönlendirme âlemleridir.

    3. Âlem-i Ceberut: İlâhî isim ve sıfatların tecelli alanı olarak bilinir. Ona; âlem-i vahdet, berzah-ı kebir, hakikat-ı Ahmediye, ruh-u a'zam, ruh-u küllî, zıll-i evvel de denmektedir. Bazı sofiye, âlem-i ceberûtu tamamen esma ve sıfat dairesinden ibaret görüp, onu âlem-i lâhut ve rahamût arasında veya lâhut ve melekût ortasında bulunan ilâhî kudret ve azamet âlemi olarak yorumlamıştır. Bu âlemin semavî ve manevî olduğunda şüphe yok. Ancak böyle bir âlemin, Hermes'in semavî mülâhazaları ve Eflatun'un İdeler alemiyle münasebetinin olmadığı da açıktır. İbrahim Hakkı Hazretleri'ne göre ceberut âlemi, bütün âlemlere nazır, kürsînin üstünde ve arş-ı a'zamın altında -altla-üstle her ne kastediliyorsa- manevî bir âlemdir.

    Bu mütalâalar çerçevesinde, melekût âlemi kürsînin altında tasavvurlar üstü, aşkın lâhut âlemi ise, istiva-i arş mazmununa bağlı ve "fevk-taht" mülâhazalarından müberrâ, her şeyin üstünde. Rahamût âlemine gelince o ayrı bir mahall-i tafsil ve inkişaf; ceberut âlemi ise, rahamût âleminin önünde veya yanında bir âlem-i azamet ve hakimiyettir...

    Kaza ve kader hâdisesinin ceberut âlemi ile hususî bir münasebeti vardır. Bu münasebet, kadere mevzu şahıslar planındaki hâdiselerle de dolayısıyla alâkalıdır. Âlem-i ceberut, hemen bütün eşya ve hâdiseler adına saf ve lâtif bir âlemdir. Bu itibarla da onun âlem-i mülk ve melekûta bir fâikiyeti vardır. Bu âlemde bütün varlık ve hâdiseler külliyet plânında bir vetire takip ederler; alttaki melekût ve mülk âlemlerinde ise, cüz'iyat ve teferruat dairesinde bir gelişme ve inkişaf gösterirler.

    4. Âlem-i Melekût: Emir âlemi, ervah âlemi, berzah âlemi, son taayyün ve ruh-i izafî ufku da diyeceğimiz lâtif varlıklar âleminin son mertebesi ve âlem-i mülkün de tavanı mesabesindedir. Bu şekilde bir tasnif ve tertip; zât, sıfat ve ilâhî isimlerin tecelli mertebelerine birer unvan olmaları açısından zikredilmektedir., ve böyle bir yaklaşımın temeli de keşfe, zevke, muhkem nusûsa bağlılık içinde içtihada, te'vile ve tefsire dayanmaktadır.

    Ceberut, melekût ve mülk âlemleri, iç içe, zâhir-bâtın münasebeti çerçevesinde birbirinin farklı derinliklerinden ibarettir: Yani ceberut âlemi, eğer müstakil ve zatî bir âlemse, melekût ve mülk âlemleri onun birer buudu durumundadırlar. Aslında ceberut âlemi tamamen bir mahiyetler âlemidir ve haricî vücudu da söz konusu değildir. Onda, her nesne, muayyen mahiyetler şeklinde birer icmal; melekût ve mülkte ise zahir ve bâtın yanlarıyla her şey bir tafsil ve inkişaf vetiresi yaşamaktadır.

    Melekût dahil, bütün üst âlemler muallâ ve aşkın âlemlerdir ve bu âlemler için alt-üst, ön-arka, gece-gündüz, dün-bugün söz konusu değildir. Öyle ki, inkişaf etmiş bir gönül, melekûtî ufku itibarıyla dünü bugünle beraber, bugünü de yarınla beraber duyup yaşayabilir ve zaman üstü olmayı bütün derinlikleriyle duyabilir.

    Aslında, insanın hilâfeti de onun, kalbi itibarıyla ve melekûtla münasebeti açısındandır. Onun zahiri mülk, bâtını ise melekûttur. Kâinatlarla arş, arzla Kabe arasında da aynı şeyler söz konusudur. Melekûta açık bir kalb sahralardan daha geniş, mülk itibarıyla koca bir ceset ise fincandan daha dardır. Mülk hissin kesafet mahalli, melekût letâifin inbisâtı sahasıdır. Melekûtî varidat her ruhun serveti, kuvveti ve temelidir ve hiçbir kimsenin bundan müstağni kalması da mümkün değildir. Bu itibarla da, melekûttan kopan ruh, bütün bütün kaybetme vetiresine girmiş sayılır.

    Mülkün de, melekûtun da mazhar-ı tammı, mümessil-i hassı Hazreti Ruh-i Seyyidi'l-Enâm (aleyhi ekmelüttehâyâ) 'dır. O, zahiriyle en kâmil şekil, suret ve sîretin, bâtınıyla da, ruh-u İslâm'ın benzersiz temsilcisidir. Miraç bu ufkun bir kerameti, bir mucizesi ve bir inkişafıdır. Evet O, miracıyla hem mülk hem de melekûta ait müşahede, mükâşefe ve muayenelerin en erilmezlerine ermiş, yer ve gök ehlinin medar-ı fahri olma payesine yükselmiştir.

    Hakk'ı müşahedenin değişik mertebe ve basamakları vardır. Tevhid-i ef'âl ufkundan müşahede bu mertebelerin ilki, tevhid-i sıfat zirvesinden müşahede ikincisi, tevhid-i Zât şahikasından duyup zevk etmek ise sonuncusudur. Ne var ki, bu seviyedeki müşahedelere mâni bir kısım perdelerin mevcudiyeti de beşer tabiatının muktezasıdır. Evet hissî, hayalî, vehmî bazı hicaplardan tutun da şer'î kriterlere riayet edememe, Sünnet muvazenelerini koruyamama ve şatahata girme., gibi hususların her zaman insanın karşısına çıkıp onu engellemeleri söz konusudur.

    İşte bu perdelere takılmayan kalbler, yükselip mâsiva kirlerinden arınınca, değişik hakâyık, hatta hakikatü'l-hakâyık karşısında mücellâ birer ayna hâlini alır., ve Hazreti Zât ve Sıfât'ın envârına birer makes seviyesine yükselir; yükselir de hak yolcusu bulunduğu yerden melekûtla münasebete geçer.. ceberûtun dilini kullanır.. rahamûtla alış verişte bulunur.. ve tecelliyât-ı lâhutla farklı bir aşkınlığa ulaşır; derken, kalb, melekût mırıldanmaya, ruh ceberut soluklamaya, sır lâhûtî duygular yaşamaya başlar ki, bunlardan birincisi "feth-i karîb", ikincisi "feth-i mübîn" üçüncüsü de, "feth-i mutlak" unvanlarıyla yad edilmektedir.

    اَللَّهُمَّ يَا مُفَتِّحَ اْلأَبْوَابِ افْتَحْ قُلُوبَنَا وَحَوَاسَّنَا إِلَى اْلإيمَانِ وَالإسْلاَمِ

    وَاْلإحْسَانِ وَوَفِّقْنَا إِلَى مَا تُحِبُّ وَتَرْضَى

    وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَالهِ وَأَصْحَابِهِ ذَوي الْقَدْرِ وَالوَفَاءِ.



  9. #9
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 3



    VAHİY VE İLHAM

    Vahiy ve ilham, usûl ve furûa müteallik değişik ilim dallarında arîz ve amîk olarak üzerinde durulagelmiş bir konu: Bunlar feyiz ve tecellînin önemli birer buudu olmaları itibarıyla, hemen tedvin döneminden itibaren tasavvufçuların da sık sık başvurageldikleri mevzulardan olmuşlardır. Öyle ki, mutasavvifîn arasında "tecellî" denilince, daha çok vahiy ve ilham hatırlanmış, birincinin inkıtaa uğraması itibarıyla ortada muhaverelere mevzu olarak sadece ikincisi kalmıştır.

    Birine bir şey anlatmak, ima ve işarette bulunmak, elçi göndermek, herhangi bir kimse ile bir başkasının duyamayacağı şekilde sırran konuşmak, kesb üstü bir yolla kalblere ilim ve mârifet ilka etmek, hatta sevk-i ilâhî diyeceğimiz çerçevede bazı ruhları ve daha değişik varlıkları farklı yönlere tevcih etmek ve onları bazı işlerde başarılı kılmak, belli hedeflere yönlendirmek.. gibi çok geniş kullanım alanları olan iki kelimedir vahiy ve ilham.

    Usûlcülere göre vahiy; Allah'ın vasıtalı-vasıtasız peygamberlerine nezd-i ulûhiyetinden bazı bilgiler ilka etmesi veyahut mahiyeti bizim için meçhul bazı yollarla nebîlerin kalblerine attığı ruhânî bir kısım sözlerdir ki, vahyin her çeşidini görmüş, duymuş, yaşamış ve onu hakka'l-yakîn seviyesinde temsil etmiş Hazreti "Akrebu'l-Mukarrebîn" (aleyhi ekmelüttehâyâ) bunu:

    إِنَّ رُوحَ الْقُدُسِ نَفَثَ في رُوعِي - Rûhu'l-Kudüs kalbime üfledi." şeklinde ifade ederek, hâdisenin ruhî bir alış veriş olduğunu ortaya koymasının yanında, bu alış verişin cereyanı konusunu ve tahakkuk keyfiyetini de sükût geçmiş ve müzakere dışı bırakmıştır.

    Kalblere ilka veya üfleme diyeceğimiz vahiy, Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm (aleyhi ekmelüssalâvâti ve eblağutteslîmât)'a değişik şekillerdeki tecellîlerinden, وَأَوْحَيْنَا إلى أُمِّ مُوسَى(Kasas, 28/7) âyetiyle ifade edilen Hazreti Musa (alâ Nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm) Efendimiz'in annesinin kalbine üflenen ilham eksenli vahye, ondan da وَأَوْحَى رَبُّكَ إلى النَّحْلِ - Rabbin bal arısına da şöyle vahyetti." (Nahl, 16/68) mazmunuyla anlatılan "sevk-i ilâhî" ve teshir mânâlarındaki ihsas ve iş'âra kadar pek çok çeşidiyle gayet geniş bir alanda cereyan eder.

    Evet vahiy, bazen herhangi bir kelime ve cümle söz konusu olmadan sırf bir ses, bir işaret, bir ima ve kapalı bir telkinle de gerçekleşebilir ki, biz mutlak "vahiy" sözünü telaffuz ettiğimizde örf-ü şer'îde bilinenin dışında, bunlardan herhangi birini de kasdetmiş olabiliriz: فَأَوْحَى إِلَيْهِمْ أَنْ سَبِّحُوا بُكْرَةً وَعَشِيّاً- Onlara sabah akşam tesbihe devam ediniz işaretinde bulundu." (Meryem, 19/11) veya وَإِنَّ الشَّيَاطِينَ لَيُوحُونَ إلَى أَوْلِيَائِهِمْ - şeytanlar kendi dostlarına değişik telkin ve iş'ârlarda bulunurlar." (En'âm, 6/121) âyetlerinde anlatılan vahiy, örf-ü şer'îdeki mânâsının dışında, işaret, telkin ve vesvese mânâlarına mahmuldür.

    Örf-ü şer'îde vahiy, aşağıdaki şu üç husustan birine ircâ ile gerçekleşegelmiştir:

    1. وَمَا كَانَ لِبَشَرٍ أَنْ يُكَلِّمَهُ اللهُ إِلاَّ وَحْياً- Allah, insana vahiy yoluyla konuşur." (Şûrâ, 42/51) fehvasınca, doğrudan doğruya murâd-ı sübhâniyesini has kullarının kalbine ilka etmekle..

    2. أَوْ مِنْ وَرَائِى حِجَابٍ - Veya perde arkasından hitap ederek." (Şûrâ, 42/51) mazmununca, Hazerât-ı Mustafeyne'l-Ahyâr'ın his ve kulak gibi zâhir ve bâtın alıcılarına emir ve isteklerini duyurmakla..

    3. أَوْ يُرْسِلَ رَسُولاً فَيُوحِىَ بِإذْنِهِ مَا يَشَاءُ- Ya da aracı bir melek göndererek, dileklerini onun vasıtasıyla elçisine vahyeder." (Şûrâ, 42/51) ferman-ı celilince de, belli bir şekil ve surete bürünmüş bir mutâ u emini vazifelendirmekle...

    Evet, Cenâb-ı Hak emir ve mesajlarını, mükerrem ibâdı sayılan peygamberân-ı izâma, bu üç yoldan biriyle duyurmakta ve çoğunluk itibarıyla bu konuda bir melek istihdam ederek kendi sistemini insanlara talim buyurmaktadır. Kur'ân ve Sünnet-i Sahiha bu emin vasıtanın Cibril olduğu üzerinde dururlar, işte böyle bir mutâ u eminle sunulan mesajların daha yüksek ve daha sağlam olduğu kabul edilir. Aynı zamanda, Allah'la peygamberleri arasında elçilik vazifesi gören böyle bir zat, vahiy gönderenin, gönderilenlere karşı şahidi mesabesindedir ve bu açıdan da, bu yolun bir vahiy şehrahı olduğu söylenebilir. Zaten başta Kur'ân ve Sünnet olmak üzere bütün dinî kaynaklar, vahyin enbiyâ-i izâma (alâ Nebiyyinâ ve aleyhimüssalâtü vesselâm) ekseriyet itibarıyla bu şekilde ulaştırıldığı istikametindedir. Diğer taraftan, vahyin bir muamele-i kalbiye olduğunu söyleyenlerin sayısı da az değildir ve üzerinde durup düşünmeyi gerektirecek mahiyettedir. İşte bu şekildeki aşkın ve ulvî bir muamele, özel donanımlı kimselere Hakk'ın hususî bir teveccühüdür ve dünyada hiçbir mevhibe ile mukayese edilemeyecek kadar da yüksektir. Hakk'ın, seçkin kullarıyla böyle bir muamelesi, nebîde "vahiy" şeklinde, velîde de "ilham" keyfiyetinde tecellî eder. Tamamen semâvî ve metafizik televvünlü böyle bir mâide-i semâviyede, nebî, velî müşterek gibidirler. Ama vahiy, objektif hitap mânâsını ihtiva etmekte; şeffaf, şahitle müeyyed, dolayısıyla da bağlayıcı; ilham ise, hususî, yoruma açık, şahitsiz ve bu itibarla da ilzam edici değildir. Yani nebî vahyi Hak'tan telâkki ettiği gibi velî de ilhamlarını yine O'ndan almaktadır. Ancak velîye Cibril nâzil olmamakta, dolayısıyla da böyle bir mesaj mülzim bir hitap sayılmamaktadır.

    Vahiy ve ilham, insanoğlunun melekî yanını ve fizikötesi derinliklerini işaretlemektedir. وَنَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِي - Ona (Âdem) Ben kendi ruhumdan üfledim." (Hicr, 15/29; Sa'd, 38/72) mantukunca Âdem (alâ Nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vetteslîmât)'in hilâfetle serfiraz kılınması, esbab-ı mâneviye plânında böyle bir nefhaya bağlı olduğu gibi,

    يُلْقِى الرُّوحَ مِنْ أَمْرِهِ عَلَى مَنْ يَشَاءُ - Allah, âlem-i emirden olan ruhu (vahyi) kullarından dilediğine indirir." (Gâfir, 40/15) mazmununca, o aynı zamanda maddî-mânevî bir vesile-i hayattır.. evet ruh, hayatın biricik unsuru olduğu gibi, vahiy de insanlarda hayat-ı mâneviyenin en önemli vesilesidir. Hazreti Âdem (alâ Seyyidinâ ve aleyhissalâtü vesselâm)'in şahsında insanoğlu bu iki nimetle de payidar kılınmış, yani Âdem ve evlâtları, ilk nefha-i insaniye ile potansiyel halife yapılmış, sonra da bir kısım müstaidlerin vahiy ve ilhama mazhar kılınmasıyla kimileri nübüvvetle, kimileri de vilâyetle şereflendirilmişlerdir. Burada şöyle bir tevcih ve taksim de söz konusudur: Bu ilâhî nefha ile birinci derecede madde, insanî ruhla şereflendirilmiş; ikinci derecede vahiy ve ilham unvanıyla ifade edilen bu nefha sayesinde, insan tabiatı fena ve kötü huylardan arındırılarak, mehâsin-i ahlâk ile hakikî insan olmaya yönlendirilmiş; üçüncü derecede de bu seviyedeki insanlar, hususî tevcihlerle, ruhların uçuştuğu âlemin üveykleri hâline getirilmişlerdir.

    Bu itibarla da denebilir ki, vahiy ile beslenmeyen nesillerin kâmil mânâda hayat-ı insaniyeleri söz konusu olmadığı/olamayacağı gibi, ilhamla köpürmeyen sînelerin de hakikî mânâda hilâfetle (yeryüzünde eşya ve hâdiselere müdahale imkânıyla Allah'a halife olma) serfiraz kılınmaları bahis mevzuu değildir. Aslında, insanların kalbî ve ruhî hayatları adına vahiy "olmazsa olmaz" bir esas; ilham ise, değişik asırların, değişik toplumların idrak seviyelerine göre onu açan, müphemâtını açıklayan ve mücmel yanlarını tafsil eden, muhtelif çağ ve muhtelif coğrafyaların ihtiyaçlarına karşı lütuflar tecellîsi şeklinde hususî bir teveccüh ve feyezândır. Kur'ânî renk ve desenle esip gelen, gerçek değerini Kur'ân ve Sünnet muvafakatına bağlayan; susarken kendi sınırlarında kalıp, Kur'ân'a saygıdan dolayı susan, konuşurken de O'nun referans çerçevesi içinde kalan; ama kat'iyen vahyi kendi hesabına konuşturmayan bu çok önemli menbâ, objektif ve zarurî bir bilgi kaynağı sayılmasa da, her zaman erbabı nezdinde bir "menhelü'l-azbi'l-mevrud" hizmeti göregelmiştir. Hatta bir kısım fuhûl-ü ulemâ onu, içtihad şartlarının mânevî bir rüknü gibi görmüş, "müctehedün fîh" çok meselede böyle bir feyezânı tercih ettirici bir sebep olarak değerlendirmişlerdir. Ehlullahın ona bakışları ve ona karşı duydukları saygı ise her türlü izahtan vâreste ve kullanma alanı da oldukça geniştir. Bu genişlik, biraz da mevcut bilgilerimizin dolu dolu değerlendirilmesine bağlıdır. Buna, ilmin amele dönüştürülmesi ve mârifetle derinleştirilerek ilâhî mevhibelere açık durulması da diyebiliriz. İsterseniz bunu, yağmurun arkasındaki rüzgârlara da benzetebilirsiniz. Bu rüzgârlar estiği veya estirildiği sürece, ilham sağanak sağanak yağmaya başlar, hiç olmazsa çisentileri eksik olmaz. Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm (aleyhi ekmelüttehâyâ ve etemmütteslîmât): "Bildikleriyle amel edene Allah, bilmediklerinin ilmini de ilham eder." buyururlar ki, buna "kerâmet-i ilmiye" de demek mümkündür. Sebep durumunda ve mebâdî konumunda olan mücerret ilim, erbabınca "ilm-i zâhir" ve "ilmü'l-kesb", ikincisi ise "ilm-i bâtın" ve "ilmü'l-irs ve'l-hibe" diye adlandırılmıştır.

    Peygamberlerden başkasının ilhamı, Kur'ân ve Sünnet-i Sahiha'nın muhkemâtına uygunluğu ölçüsünde kabule şâyân görülüp şer'-i şerife muvafakatı çerçevesinde tâlî bir esas sayılsa da, sübjektif ve vicdanî bir hâdisedir ve bağlayıcılığı da söz konusu değildir. Enbiyâ-yı izâma gelen vahiy ise; o, tamamen objektiftir; vicdan, nefis ve maddî ihsasların ötesinde vukuu kat'î ve "ilme'l-yakîn" derecesinde, hatta "ayne'l-yakîn" mertebesinde bir hâdise-i semâviye-i ilâhiyedir.. ve umumiyet itibarıyla da bir elçi vasıtasıyla gerçekleşmektedir. فَأَوْحَى إِلَى عَبْدِهِ مَا أَوْحَى - Derken Allah, kuluna vahyettiğini vahyetti." (Necm, 53/10) âyetiyle anlatılan -bu, aynı zamanda vahyin geliş yollarından biridir- özel duruma gelince o, müstesna bir kurb kahramanına, vasıtalar üstü hususî bir teveccüh ve miraç hakikatinin ruhuna uygun semâvî bir iltifat ve ekstra bir armağandır.

    Bu kabil hususî tebcil ve takdirlerin dışında vahiy, ilk nüzûlünde melek vasıtasıyla gerçekleştiği gibi, daha sonra da büyük ölçüde hep böyle bir muvâcehe ve mukabeleye bağlı cereyan etmiştir; cereyan etmiş ve çok defa bir melek aracılığı söz konusu olmuştur: Melek, getirdiği mesajları Peygamber'in kalbine ilka ettiği gibi, aynı zamanda, vahye esas teşkil eden Kur'ân âyetlerinin nasıl telâffuz ve tilâvet edileceği konusunda da Nebî'ye üstadlık ve rehberlik yapmıştır; nihâî durumu itibarıyla mefdûlün fâdıl'a, hususî bir mânâda muvakkat rüçhaniyetinin gereği bir rehberlik…

    Muhyiddin ibn Arabî vahyi, cem' makamından tafsil mertebesine doğru bir inkişaf sayarak, bu önemli tecellîyi kendi felsefesiyle izaha çalışmış ve neticede her şeyin, icmâlinden tafsile açılımdan ibaret olduğunu vurgulamak istemiştir. Bir başka esrar kahramanı ise, vahiy tecellîsini ilim hüviyetinden haricî vücud keyfiyetine intikal şeklinde yorumlamıştır ki, böyle bir yorumlamada ona, Hazreti İlm'in özel donanımlı bazı şahıslara hitap telâkkisi içinde vasıtalı-vasıtasız, ama mutlaka irâdî olarak feyezânı diyebiliriz.

    İlham, i'lâma göre bâtınî bir bildirme olup, feyiz yoluyla kalbe ilka edilen ilim ve irfan demektir ki, şer-i şerifte hüccet ve delil sayılmadığı gibi ilzam ediciliği de söz konusu değildir. İ'lâmda, cehd ü gayret ve kesbin esas sayılmasına karşılık, ilhamda irade, cehd ü gayret ve kesbin şart-ı âdî plânında murââtları bahis mevzuu olsa da mesele tamamen mevhibe yörüngeli cereyan etmektedir. Ayrıca ilham, vahyin aksine büyük ölçüde vasıtasız kalbe ilka edilmekte ve hususî bir muhavere veya muhabere şeklinde gerçekleşmektedir ki, vasıta söz konusu olduğu durumlarda bile bu vasıtanın görülmesi, şehadeti ve rehberliği asla bahis mevzuu değildir.. evet; cumhura göre vahiy melekleri, peygamberlerden başkasına inmez, onlara görünmez ve onlara mesaj getirmezler…

    İlhamın, ilham erleri ve bir de onlara güvenip itimat edenler için vuzuh ve inkişaf isteyen bazı konularda tenvir ve tavzih ölçüsünde müessiriyeti müsellem olsa da böyle bir tavzih ve tenvirin de Kitap ve Sünnet'e muvafakatları şarttır.

    Aslında, hem vahiy hem de ilham, hususî donanımlı müstesna bazı fıtratlara Allah'ın özel bir ihsanıdır.. ve bu ihsandan maksat da, o ihsanın televvünleriyle kavlî ve hâlî murâd-ı sübhânîye tercümanlıktır: Nebî de, velî de bu âriye mazhariyeti, Hakk'ın murâdâtını anlatıp temsil etmede kullanır ve kat'iyen kendilerine bir pâye çıkarmayı düşünmezler.

    Evet, Abdülvehhâb eş-Şa'rânî'nin de dediği gibi, Cenâb-ı Hak'tan gelen vahiy ve ilham feyezânının duyulup alınması, hususî bir tabiat ve donanıma vâbestedir. Böyle hususî bir donanım sayesinde ancak insanın beden ve cismaniyetinin belli buudları sayılan ve bir anlamda fena huyların da kaynağı kabul edilen bazı duyguları vazife-i fıtratlarıyla sınırlandırıp had altına almak mümkün olacaktır ki, insanın rûhânî derinlikleri inkişaf edip ortaya çıkabilsin. Mesâvi-i ahlâk kaynaklarına karşı böyle bir tavır alınması ve meâlîye açık insan ruhunun önünün açılması ölçüsünde, insanoğlu da, tıpkı rûhânîler gibi değişik tecellî dalga boyundaki esintileri duyacak hale gelerek, pek çok gaybî şeylere muttali olup zaman-mekân üstü bir ufka yükselebilir.

    Peygamberler, bu sahanın erişilmez ve müstesna kahramanlarıdırlar. Bu müstesna kâmetlerden sonra da Hakk'ın yerde ve gökteki mükerrem ibâdı sayılan evliyâ, asfiyâ gelir ki, bunlar kendi içlerinde teşkil ettikleri ebrâr ve mukarrabîn sınıflarıyla, birer âhize ve nâkıle gibi, murâd-ı ilâhîyi alır, aldıklarını çevrelerine duyurur ve her zaman yoldakilere rehberlikte bulunurlar.

  10. #10
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 3



    VÂSIL


    Vâsıl; mârifet zirvesinin en son basamağı itibariyle Allah'ı bilen ve bilgisinin derinliği ölçüsünde O'nun emir ve yasakları mevzûunda her zaman titiz davranan; iç dünyası açısından, diğer bir ifadeyle, kalb ve ruh ufkunun en son tarassut mahallinden ilâhî tecelliler matlaına hâlen, zevken ve keşfen ulaşan gönül eri demektir ki; Türkçe'de biz ona "eren" ve bu çerçevede Hak'la münasebete geçmiş değişik seviyedeki "vâsılûn"a da "erenler" deriz.

    İster "vâsıl" ister "eren" diyelim, anlatılmak istenen, husûsî gayretleri husûsî bir himmetle, husûsî cehd ve teveccühleri de husûsî bir vilâyetle taçlandırılarak tasavvurlar üstü kurbetle şereflendirilmiş hakikat eri demektir ki, böyle biri, kendi adına ilâhî cezbe ile müncezip, iradesi itibariyle Hakk'a vuslata programlanmış bir muhlis ve el alanları da yanıltmayan tam bir rehber sayılır. Tokâdîzâde Şekip merhum:

    Yıldızım düşkündü, talihim küskün,

    Muzlimdi eyyâm-ı hayatım bütün;

    Erenler elimden tuttular bir gün,

    Şanlı demler sürdüm, devranlar gördüm.

    diyerek, vâsılûna ait bu önemli hususu vurgular.

    Vâsıllar, hem yol süresince, hem de vuslat ufkuna ulaştıklarında hemen her zaman kemâl-i hassasiyetle Allah'ın emir ve yasakları üzerinde fevkalâde bir titizlikle durur ve ibadet ü tâatlerini de hep O'nun büyüklüğüne bağlı götürmeye çalışırlar. Dahası, ne kadar içten ve hâlisane de davransalar, yine de "hukûkullah"a tam riayet edememiş olma endişesiyle tir tir titrerler. Bu itibarla da onlar, her zaman gayretlerine denk bir duyarlılık içindedirler ve Hakk'a karşı sorumluluklarını, aşkın bir derinlikle yerine getirme peşindedirler. Böylesine samimî ve içten bir himmete ve böylesine ciddi ve mütemâdî bir gayrete her zaman Hakk'tan ekstra lütuflar söz konusudur ki,

    " فَإذَا أَحْبَبْتُهُ كُنْتُ سَمْعَهُ الَّذي يَسْمَعُ بِهِ وَبَصَرَهُ الَّذي يُبْصِرُ بِهِ..." fehvâsınca, Cenâb-ı Feyyâz, onlara duyurulacak şeyleri duyurarak ve görülecek şeyleri de göstererek, onları sürekli mahbûbiyet makamı etrafında dolaştırır ve sonunda götürür, marziyyâtını duyuracağı ufuklara ulaştırır.

    Bütün vâsılûn belli hususlarda müşterek görünseler de, mazhariyetlerinin tür ve vüs'ati açısından aralarında ciddî farklılıkların bulunduğu da bir gerçektir.

    Bunlardan bir kısmı, hemen her zaman vecd içinde vahdet deryasında müstağrak bulunduklarından, akıl, mantık ve muhakemeleri de sürekli ilâhî tecellilerin vesayetindedir ve ömürlerini hep hedefe kilitli sürdürürler. İlâhî sıyânetle ondan inhirafları da söz konusu değildir; söz konusu değildir, zira benlikleri "sübühât-ı vech" şualarıyla bütün bütün yanıp kül olduğundan, ondan başka bir şey göremez, duyamaz, hissedemez ve âdeta sürekli mest ü mahmur yaşarlar. Hem öyle bir yaşarlar ki, artık bir daha da "sahv" sahillerine ve cismanî akıl rıhtımlarına uğramayı hiç mi hiç düşünmezler; kim bilir belki de, isteseler de düşünemezler..? Ancak, bazı mizaç ve meşrepler için bu mertebede bir kısım iltibaslar da vârid olagelmiştir ama, bu çok da yaygın değildir. Evet, bu mertebede bazıları, incizâbın şiddetinden âdeta bir cinnet yaşıyor gibi, medâr-ı teklif olan akıllarını kaybedebilir; dolayısıyla da şer'î esaslara mugâyir hâl, tavır ve sözlerde bulunabilirler. Cibâli Baba gibi zatların avamca şatahâtını ve bu sahanın devâsâ kâmetleri sayılan Bayezid-i Bistamî, Cüneyd-i Bağdadî ve Hallâc-ı Mansur gibi zevâtın

    "لَيْسَ فِي جُبَّتِي سِوَى الله", " سُبْحَانَكَ مَا أَعْظَمَ شَأْنِي" ve " أَنَا الْحَقُّ" türünden ifadelerini ve kitaplara geçmiş bu kabil beyanlarını böyle bir incizap şiddetine veya sekre bağlamak mümkündür.

    Vâsıl, cismanî vuslatlardaki humûdet ve durgunluğun aksine; her zaman bir hareket, temâşâ, teveddüd ve teârüfe programlanmış gibi hep aktiftir. Dolayısıyla da, cismanî aşkların vuslatla ölmesine karşılık, vâsılın kalbî ve rûhî hayatının sonsuzla olan münasebetinde bir süreklilik söz konusudur. Bu öyle farklı bir vuslattır ki, hazzı da, zevk-i rûhânîsi de derinleşerek devam eder ve eren, her an yeni bir vuslata eriyor gibi hep taze taze "şeb-i arûslar" yaşar. Böyle bir vuslatı Nesîmî:

    Mekânım lâ-mekân oldu,

    Bu cismim cümle cân oldu;

    Nazar-ı Hak ayân oldu,

    Özüm mest-i likâ gördüm.

    Bana Hak'tan nidâ geldi:

    Gel ey aşık ki, mahremsin;

    Bura mahrem makamıdır,

    Seni ehl-i vefâ gördüm…

    sözleriyle seslendirir ve zılliyet plânında "قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى" payesine göndermelerde bulunur. Böyle bir vuslatta iradenin nisbîlik ve müessiriyeti mahfuz, cezbe çok önemli bir faktördür. Onun bu önemini vurgulama sadedinde öteden beri "ehlullah" arasında: " جَذبَةٌ مِنْ جَذَبَاتِ الْحَقِّ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ الثَّقَلَيْنِ " denilerek, cezbe mevhibesinin, ins ve cinnin pek çok ibadetle elde edebilecekleri bir kurbet vesilesi olduğu hatırlatılagelmiştir.

    Cezbe, bazen sâlikin, ciddî bir kasd, teveccüh ve kararlılığına ilâhî bir lütuf olarak gelir ve bir hamlede onu "evc-i kemâlât"a çıkarır. Bazen de Cenâb-ı Hak, sâliki, yol meşakkatinden, seyahat külfetinden sıyânet etmek için, cüz'iyet planında ve zılliyet çerçevesinde " سُبْحَانَ الَّذي أَسْرَى بِعَبْدِهِ" hakikatına tebeî bir mazhariyetle hissedar eder ve bu yolla onu aslı duyma ufkuna ulaştırır. İster öyle, ister böyle, cezbenin Rahmânî bir atâ olduğunda şüphe yoktur.

    Hazreti Mevlânâ, Divan-ı Kebir'inde böyle bir ilâhî cezbe ile erdiği vuslatı: "بِبَرَدْ عَقْلُ و دِلَمْ عَشْقِ بُرَاقِ مَعَانِي" matlaıyla başlayan uzun bir şiirinde şöyle seslendirir: "Mânâların aşk burağı, aklımı da gönlümü de alıp götürdü. Onları nereye götürdüklerini bana sor.! Onları senin bilemeyeceğin bir tarafa, ötelere götürdü. Bu sayede ben öyle bir revak ve kemer altına ulaştım ki, orada ne ay var ne de gökler. Öyle bir dünyaya eriştim ki, orada dünya da dünyalığını yitirmiş… Can, bî kem u keyf, Süheyl yıldızı gibi Rükn-ü Yemânî tarafından görününce, ay da görünmez olur, güneş de, yedi göğün kutbu da.. evet, canın nûru (sübühât-ı vech) onların hepsini bastırır…" Zılliyet plânında gerçekleşen böyle bir urûc ve vuslat, asliyet çerçevesinde, Hazreti Rûh-u Seyyidi'l-enâm'ın miraç serancâmesinde Süleyman Çelebi tarafından:

    Bir fezâ oldu o demde rûnümâ,

    Ne mekân var anda ne arz u semâ…

    sözleriyle dile getirilir. Ne var ki, cüz'iyet dairesinde ve zılliyet plânındaki bir urûcla, umum insanlık hesabına külliyet dairesinde ve asliyet planında gerçekleşen bir miraç arasındaki fark da, nebî ile velî arasındaki fark kadar büyüktür.

    Vâsılûnun diğer kısmına gelince onlar, vahdet deryasında istiğraklarını yaşadıktan sonra, yani nefis ve enâniyet cihetiyle yokluğa erip, tasavvufî ifadesiyle "fenâ fillâh"a mazhariyeti duyup tattıktan sonra, ihraz ettikleri hâl ve makamların menfezleriyle rûhânî haz ve zevkleri adına bütün ihsaslarını başkalarına da duyurmak ve elde ettikleri pâyeleri müstaid ruhlarla paylaşmak için "mahv" deryasında eriyip gitmeyi "sahv" ufkunda dirilip diriltmekle taçlandırır ve peygamberlere tam vâris olmanın gereği olarak döner, bizim ufkumuza tenezzül ederler.

    Hakk'ın bu mükerrem ibâdı, mebde'de ilâhî emir ve yasaklar mevzûunda hassaslardan hassas davrandıkları gibi, nihayetler nihayetine ulaştıklarında da hep aynı titizliği gösterir.. ve ne cezb ü incizab yaşarken, ne de sübühât-ı vechin her şeyi yakıp kül ettiği müşâhede ve mükâşefe zirvelerinde kat'iyen şatahata girmez ve kulluk tavırlarında asla kusur etmezler; kusur etmez de hep, " وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى ياْتِيَكَ الْيَقِينُ- Ölüm gelip sana çatıncaya kadar Rabbine ibadet içinde ol" fehvâsınca, mârifet ve muhabbetleri, aşk u şevkleri, cezb u incizapları ölçüsünde hemen her zaman Allah'a kulluk adına iradelerinin hakkını tamı tamına yerine getirmeye çalışır ve Hak kapısının bendeleri olmayı bütün pâyelere tercih ederler. Her zaman Hakk'a kulluğu O'ndan gelecek mükâfatların önünde tutar. O'nun hakkındaki ilim ve mârifetlerini yetersiz görür ve her fırsatta mazhariyetlerinin şükrünü edâdan âciz olduklarını vurgularlar. Öyle ki, kulluklarını değerlendirirken:

    "مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ يَا مَعْبُودُ!" diyerek ubûdiyet adına hiçbir şeyi yapamadıklarını mırıldanır, mârifetlerini gözden geçirirken: "مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ!" sözleriyle bilgi ufuklarının yetersizliğini ortaya kor ve itizarda bulunur; Cenâb-ı Mün'im'in nâmütenâhî ihsanları karşısında gerektiği ölçüde şükür edememenin ezikliği ile de: " مْا شَكَرْنَاكَ حَقَّ شُكْرِكَ يَا مَشْكُورُ!"der ve sürekli inlerler.

    Evet bu yüce kâmetler, en derin bir sorumluluk duygusuyla vazifelerini yerine getirirken bile olabildiğine temkinli, fevkalâde teyakkuz içinde ve sürekli mehâfet ve mehâbet soluklamaktadırlar ki,وَالَّذِينَ يُؤْتُونَ مَا اَتَوْ وَقُلُوبُهُمْ وَجِلَةٌ أَنَّهُمْ إلَى رَبِّهِمْ رَاجِعُونَ أُولَئِكَ يُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِ وَهُمْ لَهَا سَأبِقُونَ - Rablerine döneceklerine inandıklarından, verdiklerini verirken bile kalbleri tir tir titremektedir. İşte hayır işlerinde hakkıyla koşan ve yarışı başta götüren de bunlardır" meâlindeki âyetin onların iç dünyalarını aksettiren en mükemmel bir çerçeve ve resim olduğunu söyleyebiliriz. Yine de, her şeyin en doğrusunu Allah bilir.

    اَللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقّاً وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ وَأَرِنَا البَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اجْتِنَأبَهُ

    وَصَلِّ وَسَلِّم عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الَّذي اصْطَفَيتَهُ وَعَلَى الِهِ

    وَأَصْحَابِهِ الذينَ وأصْحَابِهِ الَّذِينَ اجْتَبَيْتَهُم.



Sayfa 1/2 12 SonSon

Benzer Konular

  1. Kalbin hazineleri
    By SiLa in forum Sohbet & muhabbet
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 14.03.11, 18:44
  2. Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
    By BaRLa in forum Risale-i Nur'u Yeni Tanıyanlara
    Cevaplar: 49
    Son Mesaj: 19.06.09, 09:43
  3. Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
    By BaRLa in forum Risale-i Nur'u Yeni Tanıyanlara
    Cevaplar: 46
    Son Mesaj: 16.06.09, 18:56
  4. kalbin mi KIRIK...?
    By HiRaNuR in forum Hayata Dair
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 22.12.08, 18:48
  5. KaLbİm zÜmRüT tEpElErİnDe...
    By ArzuNur in forum Mübarek Gün Ve Geceler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 22.09.08, 22:31

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •