Bu mektûb Muhammed Ma�sûm �kuddise sirruh� tarafından, mirzâ Ubeydüllah beğe yazılmışdır. Nasîhatin lâzım olduğunu, cihâdın kıymetini bildirmekdedir:
Ba�zıları zan eder ki, tesavvuf, kendi hâline bakıp, başkasına karışmamak, kimseye ilişmemekdir. Bu, doğru değildir ve dinde yara açmağa sebeb olur. Böyle söyleyen, acabâ tesavvuf adamı ve tesavvufcu sözü deyince, kimleri hâtırlıyor? Eğer, Ebû Bekr-i Sıddîka �radıyallahü anh� bağlanan büyükleri demek istiyorsa, bu büyüklerin yolu, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid�atlerden kaçmak olduğu, kitâblarında yazılıdır. Hâlbuki, (Emr-i ma�rûf) ve (Nehy-i münker) ve (Buğd-ı fillâh) ve (Cihâd-ı fî sebîlillâh), Peygamberimizin �sallallahü aleyhi ve sellem� sünnetinden, belki islâmiyyetin vâciblerinden ve farzlarındandır. O hâlde, emr-i ma�rûfu terk etmek, bu büyüklerin yolunu terk etmek olur. Nitekim, bunlardan İmâm-ı Muhammed Behâeddîn-i Buhârî �kuddise sirruh� (Bizim yolumuz urve-i vüskâya yapışmak, ya�nî Resûlullahın �sallallahü aleyhi ve sellem� yolunda ve Onun Eshâbının izinde gitmekdir) buyurdu. Bunun içindir ki, bu yolda az bir iş, büyük kazanç hâsıl ediyor. Bu yoldan ayrılan, büyük tehlükelere düşüyor. Eğer tesavvuf, emr-i ma�rûfu terk etmek olsaydı, tesavvufun reîslerinden olan Muhammed Behâeddîn-i Buhârî �kuddise sirruh� kendi hocası, üstâdı olan Seyyid Emîr Gilâl hazretlerine emr-i ma�rûfda bulunmazdı. Hocasına karışmak edebe muhâlif iken, yine emr-i ma�rûf yapdı ve Buhârânın âlimlerini toplayarak, Allahü teâlânın ismini yüksek sesle tekrâr etmenin islâmiyyetde makbûl olmadığını, hepsinin huzûrunda isbât etdi ve hocasına bundan vazgeçmesinin lüzûmunu bildirdi. Hocası da, dîni güzel ve doğru söze âşık olduğundan, kabûl edip, terk eyledi. Tesavvuf ehli, insanı necâta kavuşduracak ve helâke götürecek şeyleri bildirmek için, binlerle kitâb yazdı. Bu çalışmaları, emr-i ma�rûf değildir de nedir? Tesavvuf büyüklerinden hâce Mu�înüddîn-i Çeştîye hocası, (Dostun yolu çok ince ve tehlükelidir. Herkese nasîhat et ve tehlükeyi bildir!) buyurmuşdu. Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî �kuddise sirruh� vahdet-i vücûdü dünyâya yaydığı hâlde, zemânındaki sôfileri simâ� ve raksdan ya�nî mûsikîden ve dans etmekden niçin men� ediyordu? Bir kısmı itâ�at edip vazgeçdi. Bir çoğu da dinlemedi, vazgeçmedi. Fekat, kabâhatlerini i�tirâf eder oldular. [(Hadîka)da ve Ehî Çelebî (Hediyye) kitâbında buyuruyor ki, (Emr-i ma�rûf yapmak farzdır. Ancak, münkere, fitneye yol açan emr-i ma�rûfu yapmamak lâzım olur).]
Gavs-i samedânî seyyid Abdülkâdir-i Geylânî �kuddise sirruh� (Gunyet-üt-tâlibîn) kitâbında, uzun uzadıya emr-i ma�rûfu anlatıyor. Bir yerinde diyor ki: (Bir kimse, bir günâh işliyeni görüp de men� edince, kendine zarar gelmek ihtimâli bulunduğu zemân, acabâ men� etmesi câiz olur mu? Bize kalırsa olur. Hattâ çok kıymetli olur. Allahü teâlâ için kâfirlerle cihâd etmek gibi sevâb verilir. Hele zâlim hükûmet adamları elinden mazlûmu kurtarmak ve memleketi kâfirlik kapladığı bir zemânda îmânı izhâr için olunca, böyle zemânlarda, nehy-i münker yapılmasını ulemâ da söylüyor) buyuruyor. Evliyânın büyükleri, sôfiyyenin imâmları, emr-i ma�rûfu ve nehy-i münkeri terk edici olsalardı, kitâblarında bunları yazarlar mı ve bu derece mübâlega ederler mi idi? Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri buyuruyor ki: Kur�ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere ve akla uygun şeylere (Ma�rûf), bunlara uymıyan şeylere (Münker) denir. [(Hadîka)da dil âfetlerini anlatırken buyuruyor ki, (Nass ile ve müctehidlerin sözbirliği ile yasak edilen şeylere (Münker) denir).] Bunun beheri iki kısmdır. Birinci kısm ma�rûf ve münkerler meydânda olup, âlim olan ve olmayan bunları bilir. Beş vakt nemâz kılmak, Ramezân-ı şerîf ayında oruc tutmak, zekât vermek, hac etmek gibi şeylerin farz olduğu (Ma�rûf) ve zinâ, alkollü içkilerin içilmesi, hırsızlık, yankesicilik, fâiz alıp vermek, başkasının malını gasb etmek ve bunlar gibi şeylerin harâm olduğu (Münker)dir. Bunları her mü�minin emr ve nehy etmesi lâzımdır. İkinci kısmı, yalnız âlimler bilir. Allahü teâlâ için, ne gibi şeylere ve nasıl inanmak lâzım olduğu gibi. Bu kısmda olanları, âlimler emr ve nehy eder. Eğer bir âlim, bunları bildirdi ise, âlim olmayanın da, gücü yeterse, bildirmesi câiz olur. Münkerin ikinci kısmı, dahâ ziyâde îmânda, i�tikâdda olan bozukluklardır. Her mü�minin Ehl-i sünnet i�tikâdına yapışması, bozuk îmândan, ya�nî dalâletden, i�tikâdda bid�atden kaçınması lâzımdır. Din bilgilerinde âlim olmıyan kimse, bid�at sâhibleri ile münâkaşa etmemeli, onlardan uzaklaşmalı, selâm vermemelidir. Bayramlarda, sevinçli zemânlarda ziyâretlerine gitmemeli, cenâzelerine nemâz kılmamalı, onlara acımamalıdır. İ�tikâdları bozuk olduğu için, onları sevmemeği ibâdet bilmelidir. Resûlullah �sallallahü aleyhi ve sellem�, bir hadîs-i şerîfde, (Îmânında veyâ ibâdetinde bid�at, bozukluk bulunan bir kimseye, Allah için sert bakanın kalbini, Allahü teâlâ îmânla doldurur ve korkudan korur) buyurdu.