Sayfa 1/2 12 SonSon
11 sonuçtan 1 ile 10 arası

Konu: Îmânın gitmesine sebeb olan şeyler

    Share
  1. #1
    ACİZKUL
    ACİZKUL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Îmânın gitmesine sebeb olan şeyler

    11 � İki cihân se�âdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhıretin efendisi olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi� olmağa bağlıdır. Ona tâbi� olmak için, îmân etmek ve ahkâm-ı islâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak lâzımdır. Kalbde doğru îmânın bulunmasına alâmet, kâfirleri düşman bilip, onlara mahsûs olan ve kâfirlik alâmeti olan şeyleri yapmamakdır. Çünki islâm ile küfr, birbirinin aksidir, zıddıdır. Birinin bulunduğu yerde, diğeri bulunamaz, gider. Bu iki zıd şey, bir arada bulunamaz. Bunlardan birisine kıymet vermek, diğerini hakâret ve kötülemek olur. Allahü teâlâ, sevgilisi olan Muhammed aleyhisselâma, huluk-ı azîm sâhibi olan, çok merhametli olan Peygamberine �sallallahü aleyhi ve sellem�, islâm düşmanları ile cihâd ve muhârebe etmeği ve onlara sertlik göstermeği emr ediyor. Demek ki, islâm düşmanlarına sert davranmak huluk-ı azîmdendir. İslâmiyyetin izzeti ve şerefi, küfrün ve kâfirlerin hakîr ve zelîl olmasındadır. Kâfirlere izzet veren, hurmet eden, müslimânları tahkîr etmiş, alçaltmış olur. [Hak teâlâ, Âl-i İmrân sûresinde kâfirlere kıymet verenlerin ve küfre tâbi� olanların aldandıklarını ve pişmân olacaklarını beyân buyurarak meâli, (Ey benim sevgili Peygamberime �sallallahü aleyhi ve sellem� inananlar! Eğer, kâfirlerin sözlerine aldanıp da, Resûlümün �sallallahü aleyhi ve sellem� yolundan ayrılırsanız, kendilerine müslimân süsü veren din düşmanlarının, ya�ni zındıkların uydurma ve yaldızlı sözlerine kapılarak, îmânınızı çaldırırsanız, dünyâda ve âhıretde ziyân edersiniz) olan yüzkırkdokuzuncu âyet-i kerîmeyi gönderdi.]
    Allahü teâlâ, kâfirlerin, kendi düşmanı ve Peygamberinin �sallallahü aleyhi ve sellem� düşmanı olduklarını bildiriyor. Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek ve onlarla kaynaşmak, insanı Allahü teâlâya ve Onun Peygamberine �sallallahü aleyhi ve sellem� düşman olmağa sürükler. Bir kimse, kendini müslimân zan eder. Kelime-i tevhîdi söyleyip, inanıyorum der. Nemâz kılar ve her ibâdeti yapar. Hâlbuki, bilmez ki, böyle çirkin hareketleri, onun îmânını ve islâmını temelinden götürür.
    [Kâfirler, ya�nî Resûlullahın �sallallahü aleyhi ve sellem� bildirdiği islâm dînini beğenmiyenler, zemâna, asra ve fenne uymuyor diyenler ve mürtedler, müslimânlarla ve müslimânlıkla, açıkça ve alçakça alay ediyor, müslimânları aşağı görüyorlar. Müslimânlığın dışında kalmak, keyflerine, şehvetlerine ve içlerindeki kötü isteklerine uygun geldiğinden, müslimânlığa gericilik, îmânsızlığa, dinsizliğe asrîlik, münevverlik ve ışıklı yol diyorlar. (Mürted) demek, müslimân evlâdı oldukları hâlde, müslimânlıkdan haberleri olmadığından ve hiç bir din âliminin kitâbını okumadıklarından ve anlamadıklarından, yalnız bir lutfe, bir teveccühe ve dünyâlığa kavuşmak için ve akıntıya kapılmış olmak için, müslimânlığı beğenmiyenler, terakkîye mâni�dir diyenlerdir.
    Bunlardan ba�zısı, temiz yavruları aldatmak için (İslâmiyyetde herşey �miş� ile bitiyor. Şöyle imiş, böyle imiş diye, hep mışa dayanıyor. Bir sened ve vesîkaya dayanmıyor. Diğer ilmler ise, isbât edilip, bir vesîkaya dayanmakdadır) diyorlar. Bu sözleri ile, ne kadar câhil olduklarını gösteriyorlar. Hiç de, bir islâm kitâbı okumamışlar. İslâmiyyet ismi altında, hayâllerinde, birşeyler tasarlayıp, din bu düşüncelerden ibâretdir sanıyorlar. Bilmiyorlar ki, hayâllere tapınan, hıristiyanlardır. Birkaç yehûdînin ortaya çıkardığı, heykellere, taşlara tapınıyorlar. Hâlbuki müslimânlar, peygamberlerin en üstünü Muhammed aleyhisselâma tâbi� olmakda, haber verdiği, mi�râc gecesinde görüp konuşduğu ve hergün Cebrâîl ismindeki melek vâsıtası ile haberleşdiği bir Allaha ibâdet etmekdedir. Bunların, islâmiyyetden ayrı ve uzak gördükleri ilmler, fenler, vesîkalar, senedler, hep islâm dîninin birer şu�besi, dallarıdır. Meselâ bugün liselerde okunan bütün fen bilgileri, kimyâ, bioloji kitâbları, ilk sahîfelerinde, (Dersimizin esâsı, müşâhede [gözetleme], tedkîk [inceleme] ve tecribedir) diyor. Ya�nî fen derslerinin esâsı, bu üç şeydir. Hâlbuki, bu üçü de, islâmiyyetin emr etdiği şeylerdir. Ya�nî, dînimiz, fen bilgilerini emr etmekdedir. Kur�ân-ı kerîmin çok yerinde, tabî�atı, ya�nî mahlûkâtı, canlı ve cansız varlıkları görmek, incelemek emr edilmekdedir. Eshâb-ı kirâm �aleyhimürrıdvân�, birgün Peygamberimize �sallallahü aleyhi ve sellem� sordu ve: (Yemene gidenlerimiz, orada hurma ağaçlarını, başka dürlü aşıladıklarını ve dahâ iyi hurma aldıklarını gördük. Biz Medînedeki ağaçlarımızı babalarımızdan gördüğümüz gibi mi aşılayalım, yoksa, Yemende gördüğümüz gibi aşılayıp da, dahâ iyi ve dahâ bol mu elde edelim?) dediler. Resûlullah �sallallahü aleyhi ve sellem�, bunlara şöyle diyebilirdi: Biraz bekleyin! Cebrâîl �aleyhisselâm� gelince, ona sorar, anlar, size bildiririm. Veyâ, biraz düşüneyim. Allahü teâlâ, kalbime doğrusunu bildirir. Ben de, size söylerim, demedi ve (Tecribe edin! Bir kısm ağaçları, babalarınızın üsûlü ile, başka ağaçları da, Yemende öğrendiğiniz üsûl ile aşılayın! Hangisi dahâ iyi hurma verirse, her zemân o üsûl ile yapın!) buyurdu. Ya�nî tecribeyi, fennin esâsı olan tecribeye güvenmeği emr buyurdu. Kendisi melekden anlar veyâ mubârek kalbine elbette doğar idi. Fekat, dünyânın her tarafında, kıyâmete kadar gelecek müslimânların, tecribeye, fenne güvenmelerini işâret buyurdu. Hurma ağaçlarını aşılama kıssası (Kimyâ-i se�âdet)de ve (Ma�rifetnâme)nin yüzonsekizinci sahîfesinde yazılıdır. İslâmiyyet, bütün fen kollarında, ilm ve ahlâk üzerinde, her çeşid çalışmağı ehemmiyyetle emr etmekdedir. Bunlara çalışmak, farz-ı kifâye olduğu, kitâblarda yazılıdır. Hattâ, bir islâm şehrinde, fennin yeni bulduğu bir âlet, bir vâsıta yapılmayıp, bu yüzden bir müslimân zarar görürse, o şehrin idârecilerini, âmirlerini, islâmiyyet mes�ûl tutmakdadır. Hadîs-i şerîfde, (Oğullarınıza yüzmek ve ok atmak öğretiniz! Kadınların, evinde iplik iğirmesi ne güzel eğlencedir) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, harb için lâzım olan her çeşid bilgi ve âleti edinmeği, hiç boş durmamağı ve fâideli eğlenceleri emr etmekdedir. Bunun içindir ki, bugün, bir islâm milletinin, atom bombası, sun�î peyk yaparak müslimânlığı dünyâya tanıtması farzdır. Yapmağa çalışılmazsa, büyük günâh olur.
    Müslimânların bilmesi, öğrenmesi lâzım olan bilgilere (Ulûm-i islâmiyye) müslimânlık bilgileri denir. Bu bilgilerin kimisini öğrenmek farzdır. Kimisini öğrenmek sünnet, bir kısmını öğrenmek de mubâhdır. İslâm bilgileri, başlıca iki büyük kısma ayrılır: Birincisi (Ulûm-i nakliyye)dir. Bunlara (Din bilgileri) de denir. Ehl-i sünnet âlimleri, bu bilgileri, Eshâb-ı kirâmdan, Onlar da Resûlullahdan öğrendiler. Din bilgileri de ikiye ayrılır: Zâhirî ilmler ve bâtınî ilmler. Birincilere, (Îmân bilgileri) ve (Fıkh bilgileri) veyâ (Ahkâm-ı islâmiyye), ikincilere (Tesavvuf bilgileri) veyâ (Ma�rifet) denir. Îmân bilgileri ve ahkâm-ı islâmiyye, mürşidlerden, akâid ve fıkh kitâblarından öğrenilir. Ma�rifet, kalblere, mürşidlerin kalblerinden akar, gelir.
    İslâm bilgilerinin ikinci kısmı (Ulûm-i akliyye)dir. Canlıları öğretene (Ulûm-i tıbbiyye), cansızları öğretene (Ulûm-i hikemiyye) denir. Semâları, yıldızları öğretene (Ulûm-i felekiyye), Erd bilgilerine (Ulûm-i tabî�ıyye) demişlerdir. Ulûm-i akliyye, matematik, mantık ve tecribî bilgilerdir. Bunlar, his organları ile duyularak, akl ile incelenerek, tecribe ve hesâb edilerek elde edilir. Bu bilgiler, din bilgilerinin anlaşılmasına ve onların tatbîk edilmesine yardımcıdırlar. Bu bakımdan lüzûmludurlar. Bunlar, zemânla artar, değişir, ilerler. Bunun içindir ki, (Tekmîl-i sınâ�ât, telâhuk-ı efkâr iledir) buyurulmuşdur. Bunun ma�nâsı (San�atın, fennin, tekniğin ilerlemesi, fikrlerin, deneylerin birbirlerine eklenmesi ile olur) demekdir.
    Nakl yolu ile edinilen bilgiler, ya�nî din bilgileri çok yüksekdir. Aklın, insan dimâgı gücünün dışında ve üstündedir. Bunlar, hiçbir zemânda, kimse tarafından değişdirilemez. Dinde reform olmaz sözünün ma�nâsı da budur. Akl ile elde edilen bilgileri, islâmiyyet yasaklamamış, sınırlamamış, ancak, bunların nakl bilgileri ile birlikde öğrenilmesini ve sonuçlarının ahkâm-ı islâmiyyeye uygun, insanlara fâideli olarak kullanılmasını, zulm, işkence, felâket vâsıtası yapılmamasını emr etmişdir. Müslimânlar, birçok fen vâsıtası yapmışlar ve kullanmışlardır. Pusula 687 [m. 1288] de keşf edildi. İğneli tüfek 1282 [m. 1866] da ve top 762 [m. 1361] de keşf edildi ve Fâtih tarafından kullanıldı. İslâmiyyet, islâma karşı olanların, islâm ahlâkını bilmiyenlerin, ilm şekline sokdukları, ders, vazîfe adını verdikleri ahlâksızlıkların, uydurma târîhlerin, islâmiyyete yapılan iftirâların okutulmasını, öğrenilmesini yasaklamakda, zararlı, kötü propagandalardan kaçınılmasını, fâideli, iyi bilgilerin öğrenilmesini istemekdedir.
    İslâmiyyet, fâideli olan her ilmi, her fenni ve her tecribeyi emr eden bir dindir. Müslimânlar, fenni sever, fen adamının tecribelerine inanır. Fekat, fen adamıyım diyen fen taklîdcilerinin iftirâlarına, yalanlarına aldanmaz.]
    Kâfirler ellerinden gelirse, müslimânları ezer, imhâ eder. Veyâhud, müslimânları, kendi uydurdukları yola sokarlar.
    [Nitekim masonların [m. 1900] senesi ictimâ�ına âid zabtların yüzikinci sahîfesinde (Dindârlara ve ma�bedlere galebe çalmak kâfî değildir. Asl maksadımız, dinleri yok etmekdir) yazılıdır.
    Bunlar, kitâblarında ve konuşmalarında, din düşmanlıklarını açıkca ve hayâsızca bildiriyorlar. İlmden, fenden haberleri olmadığı için, çocukca şeyler söylüyorlar. Meselâ, eski insanlar câhil imiş, tabî�at kuvvetleri karşısında âciz, zevallı kalarak, hayâlî şeylere inanmışlar. Uydurdukları şeylere tapınarak, yalvararak, küçüklüklerini göstermişler. Hâlbuki, bugün atom asrındayız. Tabî�ate hâkim olup istediğimizi yapıyoruz. Tabî�at kuvvetleri hâricinde birşey yokdur. Cennet, Cehennem, cin, melek, eski insanların uydurduğu şeylerdir. Gidip gören var mı? Görülmiyen, tecribe edilmiyen şeylere inanılır mı, diyorlar. Dinsizlerin bu sözleri, târîhden de haberleri olmadığını gösteriyor. Târîh boyunca, her asrda gelen câhiller, kendilerini akllı, bilgili, eski insanları câhil sanmış. Âdem aleyhisselâmdan beri, her asrda gönderilen dinleri, eski câhillerin sözleri diyerek bozmuşlar, inkâr etmişlerdir. Kur�ân-ı kerîmin birçok yerinde, kâfirlerin böyle sözleri bildirilmekde ve cevâb verilmekdedir. Meselâ Mü�minûn sûresinin otuzuncu âyet-i kerîmesinden sonra, (Nûh aleyhisselâma inanmadılar. Onları suda boğduk. Ondan sonra yaratdığımız insanlara, içlerinden Peygamber gönderdik ve Allahü teâlâya ibâdet ediniz. İbâdet edilecek, Ondan başkası yokdur. Onun azâbından korkunuz! dedik. Dinlemiyenlerden, öldükden sonra tekrâr dirilmeğe inanmıyanlardan, dünyâ ni�metlerini bol bol vermiş olduğumuz birçoğu, bu Peygamber, sizin gibi yiyip içiyor. Kendiniz gibi bir çok şeye muhtâc olan birine inanırsanız, aldanmış, ziyân etmiş olursunuz. Peygamber, size ölüp, kemikleriniz çürüyüp, toz toprak oldukdan sonra, tekrâr dirilerek kaen kalkacaksınız diyor. Hiç böyle şey olur mu? Ne varsa, ancak bu dünyâdadır. Cennet, Cehennem, hep buradadır. Bu dünyâ böyle gelmiş böyle gider. Öldükden sonra, bir dahâ dirilmek yokdur, dediler) meâlindeki âyet-i kerîmeleri gönderdi. Komünist memleketlerde, milletin dînini, ahlâkını yıkmak için, mekteblerde öğretmenler ve askerlikde de subaylar, çocuklara, kızlara, askerlere, Allah var olsaydı görürdük. İstediğimizi işitir, verirdi. Benden şeker isteyiniz, hemen işitir, veririm. Ondan isteyin, bakın vermiyor. O hâlde yokdur. Ananız, babanız câhildir. Eski, örümcek kafalıdır. Onlar gericidir. Siz ise, aydın kafalı, ilerici gençlersiniz. Sakın öyle hurâfelere inanmayın! Cennet, Cehennem, melek, cin uydurma şeylerdir diyorlar. Böyle yalanlarla, gençlerin dînini, îmânını, baba ocağından almış oldukları edeb ve hayâlarını yok etmeğe çalışıyorlar. Zevallı yavruları aldatıp, kendi alçak istekleri, zevkleri, kötü kazancları uğruna, gençleri fedâ ediyorlar. Cenneti, Cehennemi kim görmüş, görülmiyen şeye inanılmaz, diyerek his uzvlarına tâbi� olduklarını bildiriyorlar. Hâlbuki, hayvanlar, his uzvlarına tâbi� olur. İmâm-ı Gazâlî buyuruyor ki, (İnsanlar, akla tâbi� olur. İnsanların his uzvları, hayvanlardan geridedir. İnsan, kedi, köpek kadar koku alamaz. Karanlıkda, onların gördüğü gibi göremez. Sonra, herşeyde, göze nasıl inanılır ki, çok yerde akl, gözün yanlışını çıkarmakdadır. Meselâ göz, güneşi pencere içinden görüp, pencereden küçük sanıyor. Akl ise, dünyâdan da büyük olduğunu söylüyor). Bu kâfirler acabâ, biz gördüğümüze inanırız, güneş dünyâdan dahâ büyük olur mu diyerek, akla inanmıyorlar mı? Hayır, burada onlar da, müslimânlar gibi akla inanıyor. Görülüyor ki, insanlar, dünyâ işlerinde, hislerine değil, akllarına uyarak, hayvanlardan ayrılmakdadır. Bunlar, âhıretdeki şeylere inanmayız diyerek, his organlarına bağlı kalıyorlar da, niçin akla uymuyor, burada da, insanlık derecesine yükselmek istemiyorlar? İslâmiyyet, insanların tekrâr yaratılıp, sonsuz yaşıyacaklarını, hayvanların ise, kıyâmetde hesâblaşdıkdan sonra, yok olacaklarını bildiriyor. İnsanlara ebedî hayât va�d ederek, hayvanlardan ayırıyor. Bu kâfirler ise, hayvanlar gibi, ebedî hayâtdan mahrûm kalmağı beğeniyorlar. Bugün, fabrikalarda binlerce ilâc, ev eşyâsı, sanâyı� ve ticâret maddeleri, elektronik âletler, harb vâsıtaları yapılıyor. Bunların çoğu, ince hesâblardan, yüzlerce tecribeden sonra elde ediliyor. Bunlardan birine dahî, kendi kendine var oldu diyorlar mı? Bunların bilerek ve istiyerek yapıldıklarını söylüyorlar ve hepsinin bir yapıcısının bulunması lâzımdır diyorlar da, canlılarda, cansızlarda görülen ve her asrda, dahâ yenileri, dahâ inceleri keşf edilen ve çoğunun yapısı henüz anlaşılamayan milyonlarca maddenin ve hâdisenin kendi kendilerine tesâdüfen var olduklarını söylüyorlar. Bu iki yüzlülük, koyu bir inâddan veyâ açık bir ahmaklıkdan başka ne olabilir?
    Rusyada bir komünist mu�allim, ders arasında, (Ben sizi görüyorum. Siz de beni görüyorsunuz. O hâlde, biz varız. Karşıdaki dağlar da var. Çünki, bu dağları da görüyoruz. Yok olan şey görünmez. Görülmiyen şeye var denilmez. Bu sözüm, bir fen bilgisidir. İlerici, aydın olan kimse, fen bilgisine inanır. Gericiler, bu varlıkların bir yaratıcısı olduğunu söylüyorlar. Bu yaratıcının var olduğuna inanmak yanlışdır. Fenne uygun değildir. Görülmiyen şeye var demek, gericilikdir) der. Bir türkmen çocuğu söz istiyerek: (Bunları akl ile mi söylüyorsun? Sende akl olduğuna inanmak, bunları akl ile söylediğini kabûl etmek fenne uygun değildir. Çünki, aklın olsaydı, görürdük) der. Mu�allim, bu haklı söze cevâb veremeyip, mağlûbiyyetinden hâsıl olan öfke ile, çocukcağızı, tekme tokat dershâneden dışarı atar. Çocuk bir dahâ hiçbir yerde görülememişdir.
    Bugün, dünyâdaki kâfirler, iki dürlüdür: Birincisi (Kitâblı kâfirler), ya�nî yehûdîler ve hıristiyânların az bir kısmı olup, bir peygambere ve bunun Allahü teâlâdan getirdiği kitâba ve öldükden sonra dirilmeğe, âhıretdeki sonsuz hayâta inanıyorlar. Ellerindeki bozuk kitâba Allah kelâmı diyorlar.
    İkincisi, (Kitâbsız kâfirler) ya�nî (Müşrik)ler olup, herşeyi yapan bir Allah bulunduğuna inanmıyorlar. Taş, ağaç, güneş, yıldız ve insan, inek gibi ba�zı mahlûklarda (ülûhiyyet sıfatı) bulunduğuna inanıyorlar. Bu inkârcılardan bir kısmı, kanûn ile, devlet baskısı ile, zulm, işkence ederek, ibâdet etmeği, dîni öğretmeği yasak ediyor. Bir kısmı da, insanlık, iyilik duygularını okşayıcı sözlerle, herkesi, zevk, safâya daldırıyor. Ma�neviyyâtdan, din bilgilerinden mahrûm bırakıyorlar. Düzme hikâyeler, yalan örnekler göstererek, milyonlarca insanı aldatıyor, din câhili yetişdiriyorlar. Bir tarafdan, medeniyyetden, fenden, insan haklarından bahs edip, bir tarafdan da, insanları hayvanlaşdırıyorlar. İngiliz casûsları, böyle yapıyor. (İngiliz Câsûsunun İ�tirâfları) kitâbını ve (Hak Sözün Vesîkaları) kitâbının 28.ci sahîfesini ve devâmını okuyunuz!
    Avrupa ve Amerika milletlerinin çoğu hıristiyandır. Yehûdîlerin ve hıristiyanların bir kısmı, kitâblıdır. Yeni astronominin kurucusu Kopernik, Fraynburg şehrinde papas idi. İngilterenin büyük fizik adamı Bacon, Fransisken tarîkatinde, papas idi. Meşhûr Fransız fizikçisi Paskal, papas olup, fizik ve geometri kanûnları keşf ederken, din kitâbları yazmışdı. Fransanın en büyük başvekîli olup, memleketine Avrupa birinciliğini kazandıran, meşhûr Rişliyö, papas olup, ruhbân sınıfında ileri derece sâhibi idi. Meşhûr Alman doktor ve şâ�iri Şiller de, papas idi. Bugün, bütün dünyâca büyük felesof tanınan, Fransız fikr adamı Bergson, kitâblarında, maddîcilerin hücûmlarına karşı, rûhânîleri müdâfe�a etmişdir. (Madde ve hâfıza) ve (Din ve ahlâkın iki kaynağı) ve (Şu�ûrun vergileri) kitâblarını okuyanlar dîne, kıyâmete seve seve inanır.
    Amerikanın büyük felesofu William Ceyms, Pragmatisme mezhebini kurmuş, (Dînî tecribeler) ve diğer kitâblarında, îmânlı olmağı övmüşdür. Bulaşıcı hastalıklar, mikroblar ve aşılar üzerinde buluşları olan, Fransız doktoru Pasteur, cenâzesinin dînî merâsim ile kaldırılmasını vasıyyet etmişdi. Nihâyet, ikinci cihân harbinde dünyâyı idâre eden, Amerika Cumhûrreîsi F.D.Ruzvilt ile İngiliz başvekîli Çörçil, dindâr idi. İsmini hâtırlayamadığımız dahâ nice fen ve siyâset adamları hep, yaratana, kıyâmete, meleklere inanan kimselerdi. İnanmıyanların, bütün bunlardan dahâ akllı olduğunu kim iddi�â edebilir? Bunlar, islâm kitâblarını görüp okumuş olsalardı, iyi müslimân olurlardı. Fekat papaslar islâm kitâblarını okumağı, hattâ el sürmeği yasak etmişler, büyük suç saymışlardı. İnsanların dünyâ ve âhıret se�âdetine kavuşmalarına mâni� olmuşlardı. İkinci kısmda yirmialtıncı maddeye bakınız!
    İmâm-ı Alî �radıyallahü anh� buyurdu ki, (Müslimânlar, âhırete inanıyor. Kitâbsız kâfirler, inkâr ediyor. Tekrâr dirilmek olmasaydı, inanmıyanlar birşey kazanmaz, müslimânlar da, zarar etmezdi. Fekat, kâfirlerin dediği olmayınca, sonsuz azâb çekeceklerdir). İslâm âlimleri, sözlerini isbât etmekde, inanmıyanların hücûmlarına akl, ilm ve fen ile cevâb vermekdedir. Müslimânlar, sözlerini isbât etmeseydi dahî, kıyâmet inkâr olunabilir mi idi? Sonsuz azâbda kalmak, bir ihtimâl bile olsa, bunu hangi akl kabûl eder? Hâlbuki, âhıret azâbları, bir ihtimâl değil, meydânda olan hakîkatdir. O hâlde, inanmamak, aklsızlık oluyor.
    İslâm dînini bilmiyenlerin ba�zısı ise, milletin sağlam îmânını, ilme ve akla dayanarak bozamıyacaklarını, islâma hücûm etdikçe, kendi yüz karalarının meydâna çıkdığını görerek, hîle, yalan yoluna sapıyor. Müslimân görünüp ve müslimânlığı beğenici ve medh edici yaldızlı yazılar yazıp, fekat, bu yazıları ve sözleri arasında müslimânlığın esâs ve temel mes�elelerini, sanki müslimânlık değilmiş gibi ele alıp kötülüyorlar. Okuyucuları ve dinleyicileri bunlardan soğutmağa ve ayırmağa çalışıyorlar. Allahü teâlânın emr etdiği ibâdetlerin vaktlerini, mikdârlarını ve şekllerini uygunsuz görerek, böyle olacağına, şöyle olsaydı, dahâ iyi olurdu diyorlar. İbâdetlerin rûhlarından, içlerinde saklı bulunan inceliklerden, fâidelerden ve kıymetlerden haberleri olmadığı için, bunları basît ve ibtidâî fâidelere âlet sanarak, sanki düzeltmeğe yelteniyorlar. Birşeyi bilmemek, insanlar için kusûr ise de, anlamadığına karışmak, ayrıca pek gülünç ve acınacak bir hâl oluyor. Böyle câhilleri, akllı sanarak, sözlerini dinleyen ve inanan müslimânlar ise, bunlardan dahâ zevallı ve dahâ ahmakdır. Müslimân ismini taşıyan böyle sinsi kâfirlere (Yobaz) denir. Zemânımızdaki yobazlardan bir kısmı da (Evet islâmiyyet iyi ahlâkı emr etmekde, insanları olgunlaşdırmakdadır. Fekat, islâmiyyetde sosyal hükmler, âile ve cem�ıyyet hakları da vardır. Bunlar ise, o zemânın şartlarına göre konmuşdur. Bugün milletler büyümüş, şartlar değişmiş, ihtiyâclar artmışdır. Bugünkü, teknik ve sosyal ilerlemeleri karşılayabilecek yeni hükmler, kanûnlar lâzımdır. Kur�ânın hükmleri bu ihtiyâcları karşılayamaz) diyorlar. Böyle sözler, islâm hukûkunu bilmiyen, islâm bilgilerinden haberi olmayan câhillerin boş ve yersiz düşünüşleridir. İslâmiyyet, adâleti, zulmü, insanların birbirlerine karşı, âile ve komşuların birbirlerine, milletin hükûmete ve birbirlerine karşı haklarını, vazîfelerini, suçları açıkca bildirmiş, bu değişmez kavramlar üzerinde, temel hükmler kurmuşdur. Bu değişmez hükmlerin, hâdiselere, vak�alara tatbîkını sınırlamamış, örf ve âdetlere göre kullanılmasını emr etmişdir. (Mecelle)nin 36. cı ve sonraki maddelerinin (Dürer-ül-hükkâm) şerhinde diyor ki, (Zemânın değişmesi ile, örf ve âdete dayanan ahkâm değişebilir. Nassa, delîle dayanan ahkâm, zemânla değişmez. Hükm-i küllî değişmeyip, bu hükmün hâdiselere tatbîkı, zemânla değişebilir. İbâdetlerde, Nass ile bildirilmiş olmıyan bir hükmü anlamak ve bildirmek için, umûmî âdetler delîl olur. Âdetin umûmî olması için Eshâb-ı kirâm zemânından kalma ve müctehidlerin kullanmış olmaları ve devâmlı olmaları lâzımdır. Mu�âmelâtdaki hükmler için, bir beldenin, Nassa muhâlif olmıyan âdetleri de delîl olur. Bunları, fıkh âlimleri anlıyabilir). Allahü teâlâ islâm dînini, her memleketde, her yeniliği ve buluşu karşılayacak şeklde kurmuşdur. İslâm dîni, yalnız sosyal hayâtda değil, ibâdetlerde bile tolerans, müsâmaha göstermiş, insanlara serbestlik vermiş, başka şartlar ve zarûretler karşısında, ictihâd hakkı tanımışdır. Hazret-i Ömer ve Emevîler zemânında ve koca Osmânlı imperatorluğunda, kıt�alara yayılan çeşidli milletler toplulukları, bu ilâhî hükmlerle idâre edilerek, başarıları, şânları, târîhlere ün salmışdır. Gelecek zemânlarda, büyük, küçük her millet de, islâmiyyetin bildirdiği, değişmez olan güzel ahlâka sarılacağı, bunları uygulayacağı kadar, râhata, huzûra, se�âdete kavuşacakdır. İslâmiyyetin bildirdiği sosyal ve ekonomik ahlâkdan, ahkâmdan ayrılan insanlar, milletler, sıkıntıdan, ızdırâbdan, felâketden kurtulamamışlardır. Geçmiş milletlerde böyle olduğunu târîhler yazmakdadır. Gelecekde de, elbette böyle olacakdır. Târîh, tekerrürden ibâretdir. Müslimânlar, millî birlik ve berâberliğe çok ehemmiyyet vermeli, memleketlerinin kalkınması için maddî, mânevî çalışmalı, din bilgilerini iyi öğrenmeli, harâmlardan sakınmalı, Allaha ve devlete ve kullara karşı olan vazîfelerini, borçlarını yerine getirmelidir. İslâmın güzel ahlâkı ile bezenmeli, kimseye zarar vermemelidir. Fitne, ya�nî anarşi çıkarmamalı, vergilerini ödemelidir. Dînimiz, böyle olmamızı emr ediyor. Müslimânın birinci vazîfesi, nefsine, şeytâna uymayıp ve kötü arkadaşlara, azgın, âsî kimselere, anarşistlere aldanmayıp, kanûna karşı suçlu olmakdan, Allahü teâlâya karşı da günâh işlemekden sakınmakdır. Allahü teâlâ kullarına üç vazîfe verdi: Birincisi, şahsî vazîfesidir. Her müslimân, kendini iyi yetişdirecek, sıhhatli, edebli, iyi huylu olacak, ibâdetlerini yapacak, ilm ve güzel ahlâk öğrenecek, halâl lokma kazanmak için çalışacakdır. İkinci vazîfesi, âile içindeki vazîfesidir. Zevcesine, ana-babasına, çocuklarına, kardeşlerine olan haklarını yapacakdır. Üçüncü vazîfesi, cem�ıyyet içindeki vazîfeleridir. Komşularına, hocalarına, talebesine, âilesine, emrinde olanlara, hükûmete ve devlete, bütün vatandaşlara, dîni ve milleti başka olanlara karşı vazîfeleridir. Herkese iyilik etmesi, eli ile, dili ile kimseyi incitmemesi, kimseye zarar vermemesi, hiyânet etmemesi, herkese fâideli olması, devlete, hükûmete, kanûnlara karşı, hiç ısyân etmemesi, herkesin hakkını, vergilerini hemen ödemesi lâzımdır. Allahü teâlâ, hükûmet, devlet işlerine karışmayı emr etmedi. Hükûmete yardım etmeği, fitne çıkarmamağı emr etdi.]
    O hâlde müslimânların Allahü teâlâdan hayâ etmeleri, sıkılmaları lâzımdır. Hayâ îmândandır. Müslimânlık hayâsı zarûrî lâzımdır. Kâfirleri ve kâfirliği ve islâmiyyete uymıyan hangi inanış, hangi nazariyye, hangi teori olursa olsun, hepsini yanlış bilmek ve zararlı olduğuna inanmak lâzımdır. Cenâb-ı Hak, kâfirlerden cizye almağı, ya�nî vergi vermelerini emr buyurmuşdur. Bundan maksad, onları tahkîrdir. Bu hakâret, o derece te�sîrlidir ki, cizye vermek korkusundan, kıymetli elbise giyemezler, süslenemezler. Hakîr ve sefîl yaşarlar. Cizyenin gâyesi, kâfirlerin hakâret ve rüsvâlığıdır. Müslimânlığın izzet ve şerefini göstermekdir. Zimmî, müslimân olursa, cizye vermesi sâkıt olur. Bir kalbde îmân bulunduğuna alâmet, kâfirleri sevmemekdir. [Sevmemek kalble olur. Onlarla ve herkesle iyi geçinmeli, kimseyi incitmemelidir.
    Ancak, zarûret ve ihtiyâc îcâbı, geçici işbirlikleri yapılabilir ise de, bu, kalb ile sevişmek olmamalı ve zarûret bitince, sona ermelidir.

  2. #2
    ACİZKUL
    ACİZKUL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Îmânın gitmesine sebeb olan şeyler

    Süâl: Kimseye sû�i zan etmemeli, kötü gözle bakmamalı, kâfir olduğunu gösteren işine, sözüne değil, îmânı olduğunu gösteren işine ve sözüne bakmalıdır. Îmân kalbde bulunur. Kalbde îmân olduğunu Allah bilir. Başka kimse bilemez. Kalbinde îmân bulunan kimseye kâfir diyenin kendisi kâfir olur. Müslimânlığı açıkca kötülemiyen herkese müslimân gözü ile bakmak, onu sevmek lâzımdır, deniliyor. Bu söz doğru mudur?
    Cevâb: Kimseye sû�i zan etmemeli sözü yanlışdır. Bunun doğrusu (Müslimâna sû�i zan etmemeli)dir. Ya�nî, müslimân olduğunu söyliyen ve küfre sebeb olan bir sözde ve işde bulunmıyan kimsenin bir sözünden veyâ işinden hem îmânı olduğu, hem de îmânsız olduğu anlaşılırsa, îmânı olduğunu anlamalı, dinden çıkdı dememelidir. Fekat bir kimse, dîni yıkmağa, gençleri kâfir yapmağa uğraşır veyâ harâmlardan birinin iyi olduğunu söyleyerek bunun yayılması, herkesin yapması için uğraşırsa, yâhud Allahü teâlânın emrlerinden birinin gericilik, zararlı olduğunu söylerse, buna kâfir denir. Müslimân olduğunu söyler, nemâz kılar, hacca giderse, (Zındık) denir. Müslimânları aldatan böyle iki yüzlüleri müslimân sanmak, ahmaklık olur.]
    Hak teâlâ, Kur�ân-ı kerîmde Tevbe sûresinin yirmisekizinci âyetinde kâfirlere Neces ve doksanbeşinci âyetinde Rics ya�nî pis buyurdu. O hâlde, müslimânların yanında, kâfirlik pis ve aşağı olmalıdır. Ra�d sûresinin ondördüncü ve Mü�min sûresinin ellinci âyetlerinde meâlen, (Bu düşmanların düâları netîcesizdir. Kabûl olmak ihtimâli yokdur) buyuruldu. Müslimânlardan, Allahü teâlâ râzıdır ve Peygamberi �sallallahü aleyhi ve sellem� râzıdır. Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmakdan dahâ büyük ni�met olmaz.
    Îmân ile küfr birbirlerine zıd olduğu gibi, âhıret de, dünyânın zıddıdır. Dünyâ ve âhıret bir araya getirilemez. Âhıreti kazanmak için, dünyâyı [ya�nî harâmları] terk etmek lâzımdır. Dünyâyı terk etmek, iki dürlüdür: Birisi, bütün harâm olan şeyler ile berâber, mubâhları da, ya�nî günâh olmayan lezzetlerin çoğunu da bırakıp, yaşamak için zarûrî olan mikdârını kullanmakdır. [Ya�nî tenbel ve işsiz olarak oturup da, dünyânın zevk, keyf ve eğlencelerine dalmak yolunu bırakarak, her dürlü zevk ve lezzetinden vazgeçip, bütün zemânını, ibâdet ile ve müslimânların râhatları ve islâm dînini bilmiyenlerin, doğru yola kavuşmaları için lâzım olan ilmî ve teknik üsûlleri ve vâsıtaları, en ileri ve en üstün şeklde yapmak ve kullanmakla geçirmek ve durmadan çalışmakdır ve dünyâ zevkını böyle çalışmakda aramak ve bulmakdır. Eshâb-ı kirâmın hepsi ve büyüklerimizin çoğu, böyle idi. Dünyâyı, bu söylediğimiz şeklde terk etmek, pekâlâ ve pek fâidelidir. Tekrâr edelim ki, bundan maksad, islâmiyyetin emr etdiği şeyleri yapmak için, bütün râhatı ve zevkleri fedâ etmekdir.]
    İkincisi, dünyâda harâm ve şübheli şeylerden kaçıp mubâhları kullanmakdır. Bu kısm da, hele bu zemânda, çok kıymetlidir.
    O halde, islâmiyyetin harâm etdiği şeylerden kaçınmak, her müslimân için lâzımdır.
    [Bunların harâm olmasına ehemmiyyet vermiyen ve kaçınmağa lüzûm görmeyen, ya�nî Allahü teâlânın yasak etmesine aldırış etmeyen veyâ bunları beğenen, ne güzel diyen (Kâfir) [Allaha düşman] olur. Bunlar Cehennemde, sonsuz kalacakdır. Allahü teâlânın harâm etmesine ehemmiyyet verip, kabûl edip de, nefsine mağlûb olarak, aldanarak, bunları yapan ve sonra akllarını toparlayıp pişmân olanlar kâfir olmaz ve îmânlarını gayb etmezler. Böyle kimselere (Âsî) ve (Fâsık) [kötü kimse] denir ve (Günâhkâr) denir. Bunlar, günâhları sebebiyle, belki Cehenneme girip cezâlarını çekerse de, Cehennemde sonsuz kalmıyacaklar, çıkıp Cennete kavuşacaklardır.]
    Allahü teâlânın mubâh etdiği, ya�nî müsâ�ade etdiği şeyler pek çokdur. Bunlarda bulunan lezzet, harâmda bulunanlardan, fazladır. Mubâh kullananları Allahü teâlâ sever. Harâm kullananları sevmez. Aklı olan, doğru düşünebilen bir kimse, geçici bir zevk için, sâhibinin, yaratanının sevgisini teper mi? Zâten, harâm olan şeylerin sayısı pek azdır. Bunlarda bulunan lezzet, mubâhlarda da vardır.
    [Dünyâ, ednâ kelimesinin müennesidir. Ya�nî, ism-i tafdîldir. Masdarı, dünüv veyâ denâetdir. Birinci masdardan gelince, çok yakın demekdir. (Biz en yakın olan gökü, çırağlarla süsledik) âyet-i kerîmesindeki dünyâ kelimesi böyledir. Ba�zı yerde de, ikinci ma�nâ ile kullanılmışdır. Meselâ (Denî, alçak şeyler mel�ûndur) hadîs-i şerîfinde böyledir. Ya�nî (Dünyâ mel�ûndur) demekdir. Alçak şeyler, cenâb-ı Hakkın nehy-i iktizâî ve nehy-i gayr-i iktizâîsidir. Ya�nî, harâm ile mekrûhlardır. Şu hâlde, Kur�ân-ı kerîmde, zem edilen, kötü denilen dünyâ, harâmlar ve mekrûhlardır. Mal kötülenmemişdir. Çünki, cenâb-ı Hak mala hayr adını vermekdedir. Bu sözümüzü isbât eden vesîka, bütün mahlûkların ve insanlığın üstünlükde ikincisi olan İbrâhîm halîl-ür-rahmânın malıdır. Yalnız yarım milyonu sığır olmak üzere, davarları, ova ve vâdîleri dolduruyordu. Görülüyor ki, islâmiyyet dünyâ malını kötülememekdedir. İbrâhîm peygamberin bu kadar zengin olması, sözümüzü isbât etmekdedir.]
    12 � Harâm işlememek ve bütün ahkâm-ı islâmiyyeyi yerine getirmek, çok kolaydır. Kalbi bozuk olana güç gelir. Evet, birçok işler vardır ki, sağlam insanlara kolaydır. Hastalara ise güçdür. Kalbin bozuk olması, islâmiyyete temâm inanmaması demekdir. Bu gibi insanlar, inandım dese de, hakîkî tasdîk değildir. Lâf ile tasdîkdir. Kalbde hakîkî tasdîkın, doğru îmânın bulunmasına bir alâmet, dîn-i islâm yolunda yürümekde kolaylık duymakdır.
    13 � Allahü teâlânın feyzleri, ni�metleri, ihsânları, ya�nî iyilikleri, her ân, insanların iyisine, kötüsüne, herkese gelmekdedir. Herkese mal, evlâd, rızk, hidâyet, irşâd ve selâmet ve dahâ her iyiliği fark gözetmeksizin göndermekdedir.
    Fark, bunları kabûlde, alabilmekde ve ba�zılarını da almamak sûretiyle, insanlardadır. Nahl sûresinin otuzüçüncü âyetinde meâlen:
    (Allahü teâlâ, kullarına zulm etmez, haksızlık etmez. Onlar, kendilerini azâba, acılara sürükleyen bozuk düşünceleri, çirkin işleri ile kendilerine zulm ve işkence ediyorlar) buyurulmuşdur.
    Nitekim güneş, hem çamaşır yıkayan adama, hem de çamaşırlara, aynı şeklde, parlamakda iken, adamın yüzünü yakıp karartır, çamaşırlarını ise beyâzlatır.
    [Bunun gibi, elmaya ve bibere aynı şeklde parladığı hâlde, elmayı kızartınca tatlılaşdırır. Biberi kızartınca acılaşdırır. Tatlılık ve acılık hep güneşin ışıkları ile ise de, aralarındaki fark, güneşden değil, kendilerindendir. Allahü teâlâ, bütün insanlara çok acıdığı için ve bir ananın yavrusuna olan merhametinden dahâ çok acıdığı için, dünyânın her tarafındaki, her insanın, her âilenin, her cem�ıyyetin ve milletin her zemânda ve her işlerinde nasıl hareket etmeleri lâzım geleceğini, dünyâda ve âhıretde râhat etmeleri ve se�âdet-i ebediyyeye kavuşmaları için, işlerini ne yolda yürütmeleri ve nelerden kaçınmaları lâzım geldiğini, Kur�ân-ı kerîmde bildirdi. Ehl-i sünnet âlimleri, bunların hepsini, keskin görüşleri ile bulup, milyonlarca kitâb yazarak, bütün dünyâya bildirdi. Demek ki, Allahü teâlâ, insanları işlerinde başı boş bırakmamış, islâmiyyetin girmediği bir yer kalmamışdır. Demek ki, islâmiyyeti dünyâ işlerinden ayırmak mümkin değildir. İslâmiyyeti dünyâ işlerinden ayırmağa kalkışmak, islâmiyyeti ve müslimânları yeryüzünden kaldırmağa çalışmak demek olmaz mı?]
    İnsanların, âhıretdeki ni�metlere nâil olmamaları, Ondan yüz çevirdikleri içindir. Yüz çeviren, elbette birşey alamaz. Ağzı kapalı bir kap, Nisan yağmuruna elbette kavuşamaz. Evet, yüz çeviren birçok kimsenin, dünyâ ni�metleri içinde yaşadığı görülüp, mahrûm kalmadıkları zan olunuyor ise de, bunlara dünyâ için çalışmalarının karşılığını vermekdedir. Yalnız dünyâ için çalışanlara verdiği dünyâlıklar hakîkatde azâb ve felâket tohumlarıdır. Mekr-i ilâhî ile, istidrâc olarak, ya�nî Allahü teâlânın aldatarak, ni�met şeklinde gösterdiği musîbetlerdir. Nitekim, Mü�minûn sûresi, ellialtıncı âyetinde meâlen, (Kâfirler, mal ve çok evlâd gibi dünyâlıkları verdiğimiz için, kendilerine iyilik mi ediyoruz, yardım mı ediyoruz sanıyor. Peygamberime �sallallahü aleyhi ve sellem� inanmadıkları ve dîn-i islâmı beğenmedikleri için, onlara mükâfât mı ediyoruz, diyorlar? Hayır öyle değildir. Aldanıyorlar. Bunların ni�met olmayıp, musîbet olduğunu anlamıyorlar) buyurdu. Kalbleri [gönülleri] Hak teâlâdan yüz çevirenlere verilen dünyâlıklar, hep harâblıkdır, felâketdir. Şeker hastasına verilen tatlılar, helvalar gibidir.
    [Kalb, yürek denilen et parçasında bulunan bir kuvvetdir. Elektriğin aküde, pilde bulunması gibidir. Rûh [can] ise, bedenin her yerinde bulunur. Kalb, nefse uyup, küfr veyâ günâh yapmak isteyince, Allahü teâlâ, bu kula acırsa, küfr ve günâh işlemesini istemez. O da, yapamaz. Acımazsa, işlemesini ister ve yaratır. Karşılığını da verir. O hâlde insanın azâblara, felâketlere sürüklenmesine sebeb, kendisidir. Kalbinin islâmiyyete uymayıp, nefsine uymasıdır.
    Süâl: Allahü teâlâ, nefsi yaratmasaydı, insanlar onun aldatmasından kurtulurdu. Kimse kötülük yapmaz, herkes Cennete giderdi. İyi olmaz mı idi?
    Cevâb: Bu dünyâda, her mahlûkda, herşeyde, Allahü teâlânın hem rahmet sıfatı, hem de kahr, gadab sıfatı tecellî, zuhûr etmekdedir. Su, insanların, hayvanların ve nebâtâtın yaşamaları için, temizlik için, yemek, ilâc yapmak için lâzım olduğu gibi, denizde binlerce insan boğulmakda, sel suları evleri yıkmakdadır. Soğuk su içen, hasta olmakdadır. Ateş, ekmek, yemek pişirmek için, kışın ısınmak için lâzım olduğu gibi, içine düşeni yakmakdadır. Elektrik, çok yerde işimize yaradığı hâlde, yangına sebeb olmakda, insana çarpınca, hemen öldürmekdedir. Her ilâc, bir derde devâ olduğu hâlde, fazlası zararlı olmakdadır. Herşey de böyledir. Nefs de bunlar gibidir. Hem fâideli, hem zararlı tarafları vardır. Nefsin yaratılması, insanların yaşaması, üremesi ve dünyâ için çalışmaları ve âhıret için cihâd sevâbı kazanmaları içindir. Allahü teâlâ, nefsi böyle nice fâideler için yaratdı. Fekat, nefs, tegaddî ve tenâsül lezzetlerine doymaz. Allahü teâlâ bütün insanlara merhamet ederek, acıyarak, nefse hâkim olup, zararlı arzûlarını önlemeleri için, akl da yaratdı. Akl, insan dimâgı vâsıtası ile, his uzvlarından, şeytândan ve nefsden kalbe gelen arzûları inceliyerek, iyilerini kötülerinden ayıran bir kuvvetdir. Ayırırken yanılmazsa (Akl-ı selîm) denir. Allahü teâlâ, ayrıca Peygamberler göndererek, hangi şeylerin fâideli, iyi ve hangi şeylerin zararlı, fenâ olduklarını ve nefsin bütün arzûlarının kötü olduğunu bildirdi. Akl, nefsin isteklerini, Peygamberlerin iyi dedikleri şeylerden ayırıp, kalbe bildirir, kalb de, aklın bildirdiğini ihtiyâr ederse, ya�nî tercîh ederse, nefsin arzûlarını yapmağı irâde etmez. Ya�nî dimâg [beyin] vâsıtası ile, hareket uzvlarına bunu yapdırmaz. Kalb, islâmiyyetin iyi dediklerini, ihtiyâr ve irâde eder ve yapdırırsa, insan se�âdete kavuşur. Kalbin, iyiden, kötüden birini ihtiyâr ve irâde etmesine (Kesb) denir. İnsanın hareket organları, dimâgına, dimâg da kalbine tâbi�dir. Kalbin emrine uygun hareket ederler. Kalb, dimâg vâsıtası ile his organlarından ve rûh vâsıtası ile taraf-ı ilâhîden ve akldan, melekden, hâfızadan, nefsden ve şeytândan gelen te�sîrlerin toplandığı bir merkezdir. Kalb, akla uyunca, nefsin yaratılmış olması, insanların sonsuz ni�metlere kavuşmalarına mâni� olmaz. (Herkese Lâzım Olan Îmân) 64.cü sahîfeye bakınız! Kalbin nefse aldanmaması, ona uymaması, nefs ile (Cihâd-ı ekber) olur. Allahü teâlâ, cihâd edenlere, Cennetde yüksek dereceler vereceğini bildiriyor. Nefs, insanların cihâd sevâbına kavuşmalarına, meleklerden üstün olmalarına sebeb olmakdadır.]
    14 � Allahü teâlânın rahmeti, şefkati dünyâda mü�minlere ve kâfirlere, herkese birlikde yetişdiği ve herkesin çalışmasına ve iyiliklerine dünyâda karşılığını verdiği hâlde, âhıretde kâfirlere merhametin zerresi bile yokdur. Nitekim Hûd sûresi, onbeşinci âyetinde meâlen, (Görüşleri kısa, aklları eksik olanlar, âhıreti düşünmeyip her iyiliği, şöhret, mevkı� ve hurmet gibi dünyâ râhatlıklarını ve lezzetlerini kazanmak için yapıyor. Bu yapdıklarının karşılıklarını dünyâda kendilerine temâmen verir, umduklarından birini esirgemeyiz. Bunların âhıretdeki kazançları, yalnız Cehennem ateşidir. Çünki, iyiliklerinin karşılıklarını almışlardır. Alacakları yalnız, bozuk niyyetlerinin karşılığı olan, Cehennem ateşi kalmışdır. Hırs ve şehvetleri için, gösteriş için yapdıkları iyilikleri âhıretde kendilerine yaramıyacak, bunları Cehennemden kurtaramıyacakdır) buyuruldu.

  3. #3
    ACİZKUL
    ACİZKUL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Îmânın gitmesine sebeb olan şeyler

    İsrâ sûresinde, onsekizinci âyetinde meâlen, (Görüşleri ve aklları, bu dünyâ çerçevesine sıkışmış olanlar, âhıreti bırakarak dünyânın çabuk geçici zevklerinin arkasında koşuyor. Gece gündüz düşündükleri ve sıkıntılara katlanarak özledikleri bu ni�metlerden, dilediğimizi, istediklerimize kolaylıkla ve bol bol veririz. Fekat, bunlara böylece iyilik etmiyoruz. Cehennem azâbını hâzırlıyoruz. Bunlar âhıretde rahmetden uzaklaşdırılıp, kötü bir hâlde, Cehenneme sürükleneceklerdir. Herbiri çabuk biten ve arkasından sıkıntılar ve felâketler bırakan bu dünyâ lezzetlerine bağlanmayıp da, va�d etdiğim sonsuz ve hakîkî ve hiç değişmeyen âhıret ni�metlerini istiyerek, gösterdiğim ve beğendiğim iyilikleri yapanlara gelince, bunlar, Kur�ân-ı kerîmde bildirdiğim yolda yürüdükleri için, bütün iyiliklerini beğeniriz. Dünyâda, hem dünyânın âşıklarına, hem de sözlerime inanıp emrlerimi yapanlara istediklerini veririz. Kimseyi umduğundan mahrûm bırakmayız. Ni�metlerimizi hepsine serperiz. Senin Rabbinin ni�metlerinin yetişmediği kimse yokdur) buyuruldu.
    15 � Muhammed aleyhissalâtü vesselâma tâm ve kusûrsuz tâbi� olabilmek için, Onu tâm ve kusûrsuz sevmek lâzımdır. Bunun alâmeti de, Onun düşmanlarını düşman bilmek, Onu beğenmeyenleri sevmemekdir. Muhabbete müdâhene, ya�nî gevşeklik sığmaz. Âşıklar, sevgililerinin dîvânesi olup, onlara aykırı birşey yapamaz. Aykırı gidenlerle uyuşamaz. İki zıd şeyin muhabbeti bir kalbde, bir arada yerleşemez. İki zıddan birini sevmek, diğerine düşmanlığı îcâb eder.
    Bu dünyâ ni�metleri geçicidir ve aldatıcıdır. Bugün senin ise, yarın başkasınındır. Âhıretde ele girecekler ise sonsuzdur ve dünyâda iken kazanılır. Bu birkaç günlük hayât, eğer dünyâ ve âhıretin en kıymetli insanı olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi� olarak geçirilirse, se�âdet-i ebediyye, sonsuz necât, kurtuluş umulur. Yoksa Ona tâbi� olmadıkça, herşey, hiçdir. Ona uymadıkça, her yapılan hayr, iyilik, burada kalır, âhıretde ele birşey geçmez.
    16 � Muhammed Resûlullah �sallallahü aleyhi ve sellem�, mahbûb-i Rabbil�âlemîndir. Ya�nî Allahü teâlânın sevgilisidir. Her şeyin en iyisi, sevgiliye verilir.
    [Seyyid Abdülhakîm efendi buyurdu ki: (Her Peygamber, kendi zemânında, kendi mekânında, kendi kavminin hepsinden, her bakımdan üstündür. Muhammed �aleyhisselâm� ise, her zemânda, her memleketde, ya�nî dünyâ yaratıldığı günden, kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek, bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan Onun üstünde değildir. Bu güç birşey değildir. Dilediğini yapan, her istediğini yaratan, Onu böyle yaratmışdır. Hiçbir insanın Onu medh edecek gücü yokdur. Hiçbir insanın, Onu tenkîd edecek iktidârı yokdur). Allahü teâlânın, (Sen olmasaydın, gökleri yaratmazdım!) buyurduğu, (Ma�rifetnâme) önsözünde ve (Mevâhib-i ledünniyye)nin 6. cı ve 13. cü ve (Envâr-ı Muhammediyye)nin 13. cü ve 15. ci sahîfelerinde yazılıdır. İmâm-ı Rabbânînin (Mektûbât)ının üçüncü cildindeki, 122. ci ve 124. cü mektûblarında da yazılıdır.]
    17 � Allahü teâlâ, bir insanda bulunabilecek, görünür görünmez bütün iyilikleri, bütün üstünlükleri, bütün güzellikleri, sevgilisinde toplamışdır. Meselâ, insanların en güzel yüzlüsü ve gâyet nûrânî benizlisi idi. Mubârek yüzü, kırmızı ile karışık beyâz olup, ay gibi nûrlanırdı. Sözleri gâyet tatlı olup, gönülleri alır, rûhları cezb ederdi. Aklı o kadar çokdu ki, Arabistân yarım adasında, sert, inâdcı insanlar arasında gelip, çok güzel idâre ederek ve cefâlarına sabr ederek, onları yumuşaklığa ve itâ�ate getirdi. Çoğu dinlerini bırakıp müslimân oldu ve dîn-i islâm yolunda babalarına ve oğullarına karşı harb etdi. Onun uğrunda mallarını, yurtlarını fedâ edip, kanlarını akıtdı. Hâlbuki, böyle şeylere alışık değildiler. Güzel huyu, yumuşaklığı, afvı, sabrı, ihsânı, ikrâmı, o kadar çokdu ki, herkesi hayrân bırakırdı. Görenler ve işitenler seve seve müslimân olurdu. Hiçbir hareketinde, hiçbir işinde, hiçbir sözünde, hiçbir zemân, hiçbir çirkinlik, hiçbir kusûr görülmemişdir. Kendisi için kimseye gücenmediği hâlde, din düşmanlarına, dîne dil ve el uzatanlara karşı sert ve şiddetli idi. Herkese karşı yumuşak olmasaydı, Peygamberlik heybetinden, büyüklük hâllerinden, kimse yanında oturmağa ve sözünü dinlemeğe tâkat getiremezdi.
    Kimseden birşey okumamış, öğrenmemiş, hiç yazı yazmamış iken ve seyâhat etmeyen ve geçmişlerden ve etrafdakilerden haberi olmayan insanlar arasında hâsıl olmuş iken, Tevrâtda ve İncîlde ve bütün başka kitâblarda yazılı şeyleri bildirdi. Geçmişlerin hâllerinden haber verdi. Her dinden, her meslekden ileri gelenlerin hepsini huccet ve burhânlar söyliyerek susdurdu. En büyük mu�cize olarak Kur�ân-ı kerîmi ortaya koydu ki, altıbinikiyüzotuzaltı âyetinden biri gibi söyliyemezsiniz diye meydân okuduğu hâlde, kimse, bindörtyüz bu kadar seneden beri, dünyânın her tarafında bütün islâm düşmanları elele vererek, mallar, servetler dökerek uğraşdıkları hâlde, söyliyemedi. Şimdi de, milyonlar dökerek ve yehûdî, papas, mason güçlerini kullanarak, çalışdıkları hâlde söyliyemiyorlar. Hele o zemân, arablarda, şi�r, edebiyyât, fesâhat ve belâgat, herşeyden ileri gidip en güvendikleri başarıları olduğu hâlde, Kur�ân-ı kerîm karşısında, birşey söyliyemediler. Kur�ân-ı kerîme böyle galebe çalamayınca, çokları insâfa gelip müslimân oldu. Îmân etmeyenleri de, islâmiyyetin yayılmasını önlemek için, döğüşmeğe mecbûr oldu.
    Kur�ân-ı kerîmde kimsenin yapamıyacağı, söyliyemiyeceği şeyler sayılamıyacak kadar çokdur. Burada altısını bildirelim:
    Birincisi: Îcâz ve belâgatdır. Ya�nî az söz ile ve pürüzsüz ve kusûrsuz olarak, çok şey anlatmakdır.
    İkincisi: Harfleri ve kelimeleri, arab harflerine ve kelimelerine benzediği hâlde, âyetler, ya�nî sözler ve cümleler, onların sözlerine ve şi�rlerine ve hutbelerine hiç benzemiyor. Kur�ân-ı kerîm, insan sözü değildir. Allah kelâmıdır. Kur�ân-ı kerîmin yanında onların sözleri, cam parçalarının elmasa benzemesi gibidir. Dil mütehassısları bunu pek iyi görüyor ve teslîm ediyor.
    Üçüncüsü: Bir insan, Kur�ân-ı kerîmi ne kadar çok okursa okusun bıkmıyor, usanmıyor. Arzûsu, hevesi, sevgisi ve zevkı artıyor. Hâlbuki, Kur�ân-ı kerîmin tercemelerinin ve başka şekllerde yazmalarının ve diğer bütün kitâbların okunmasında, böyle arzû ve lezzet artması olmuyor. Usanç hâsıl oluyor. Yorulmak başkadır, usanmak başkadır.
    Dördüncüsü: Geçmiş insanların hâllerinden bilinen ve bilinmeyen birçok şey Kur�ân-ı kerîmde bildirilmekdedir.
    Beşincisi: İlerde olacak şeyleri bildirmekdedir ki, bunlardan çoğu zemânla meydâna çıkmış ve çıkmakdadır.
    Altıncısı: Kimsenin hiçbir zemânda, hiçbir sûretle bilemiyeceği ilmlerdir ki, Allahü teâlâ, ulûm-i evvelîni ve âhırîni Kur�ân-ı kerîmde bildirmişdir.
    Kur�ân-ı kerîmin mu�cize olduğu (Hakîkat Kitâbevi)nin türkçe ve ingilizce neşr etdiği (Herkese lâzım olan îmân) kitâbında çok güzel îzâh edilmekdedir.
    Demek oluyor ki, büyük bir şehrde, herkesin arasında doğup, yetişmiş, kırk sene birlikde yaşayıp, bir kitâb okumamış, seyâhat etmemiş, şi�r söylememiş ve nutk vermemiş iken, birdenbire, kimsenin söyliyemiyeceği ve altısını bildirdiğimiz incelikleri ile, her sözün ve her kitâbın üstünde bir kitâb getiren ve güzel huyları ve üstün hâlleri ile, bütün insanların ve Peygamberlerin �salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma�în�, her bakımdan en iyisi olan bir kimsenin, Allahü teâlânın sevgili Peygamberi olduğu, akl ve vicdân sâhibleri için, pek açık bir hakîkatdir.
    18 � Ona tâbi� olmak (Ahkâm-ı islâmiyye)yi beğenip, seve seve yapmak ve Onun emrlerini ve islâmiyyetin kıymet verdiği, üstün tutduğu şeyleri ve âlimlerini, sâlihlerini büyük bilip, hurmet etmekdir ve Onun dînini yaymağa uğraşmak demekdir ve Allahü teâlânın emrlerine uymak istemeyenleri sevmemekdir.
    [Peygamberimiz �sallallahü aleyhi ve sellem� buyuruyor ki, (Hepiniz bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evlerinizde ve emrleriniz altında olanları Cehennemden korumalısınız! Onlara müslimânlığı öğretmelisiniz! Öğretmez iseniz mes�ûl olacaksınız). Bir kerre de buyurdu ki, (Çok müslimân evlâdı, babaları yüzünden Veyl ismindeki Cehenneme gideceklerdir. Çünki, bunların babaları, yalnız para kazanmak ve keyf sürmek hırsına düşüp ve yalnız dünyâ işleri arkasında koşup, evlâdlarına müslimânlığı ve Kur�ân-ı kerîmi öğretmediler. Ben böyle babalardan uzağım. Onlar da, benden uzakdır. Çocuklarına dinlerini öğretmiyenler, Cehenneme gideceklerdir). Yine buyurdu ki, (Çocuklarına Kur�ân-ı kerîm öğretenlere veyâ Kur�ân-ı kerîm hocasına gönderenlere, öğretilen Kur�ânın her harfi için, on kerre Kâ�be-i mu�azzama ziyâreti sevâbı verilir ve kıyâmet günü, başına devlet tâcı konur. Bütün insanlar görüp imrenir). Yine buyurdu ki, (Çocuklarınıza nemâz kılmasını öğretiniz. Yedi yaşına gelince, nemâzı emr ediniz. On yaşına gelince kılmazlar ise, döverek kıldırınız). Yine buyurdu ki, (Bir müslimânın evlâdı ibâdet edince, kazandığı sevâb kadar, babasına da verilir. Bir kimse, çocuğuna fısk, günâh öğretirse, bu çocuk ne kadar günâh işlerse, babasına da o kadar günâh yazılır). İbni Âbidîn nemâzın mekrûhları sonunda buyuruyor ki, (Kendinin yapması harâm olan şeyi çocuğa yapdıran kimse, harâm işlemiş olur. Oğluna ipek elbise giydiren, altın takan ve içki içiren, kıbleye karşı abdest bozduran, kıbleye ayak uzatmasına sebeb olan kimse, günâh işlemiş olur). (Mürşid-ün-nisâ)daki hadîs-i şerîfde, (Zevcesinin ve çocuklarının haklarını îfâ etmiyenin nemâzları, orucları kabûl olmaz) buyuruldu.
    İmâm-ı Gazâlî �rahmetullahi aleyh�, (Kimyâ-i se�âdet) kitâbında buyuruyor ki, (Meselâ kızların, kadınların açık gezmeleri harâmdır. İnce, dar, süslü, renkli şeylerle örtünerek gezmeleri de harâmdır. Böyle gezenler, Allahü teâlâya âsî oldukları, günâha girdikleri gibi, bunların başında bulunan, baba, zevc, birâder ve amcadan hangisi, böyle gezmeğe rızâ verir ise, bu da, ısyân ve günâhda ortak olur).
    Dîn-i islâmın temeli, îmânı, farzları ve harâmları öğrenmek ve öğretmekdir. Allahü teâlâ, Peygamberleri �aleyhimüssalevâtü vetteslîmât� bunun için göndermişdir. Gençlere bunlar öğretilmediği zemân, islâmiyyet yıkılır, yok olur. Allahü teâlâ, müslimânlara (Emr-i ma�rûf) yapmağı emr ediyor. Ya�nî, benim emrlerimi, bildiriniz, öğretiniz diyor ve (Nehy-i anilmünker) emr ediyor. Ya�nî, yasak etdiğim harâmları bildiriniz ve yapılmasına râzı olmayınız, diyor.

  4. #4
    ACİZKUL
    ACİZKUL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Îmânın gitmesine sebeb olan şeyler

    Peygamberimiz �sallallahü aleyhi ve sellem� buyuruyor ki, (Birbirinize müslimânlığı öğretiniz. Emr-i ma�rûfu bırakır iseniz, Allahü teâlâ, en kötünüzü başınıza musallat eder ve düâlarınızı kabûl etmez). Ve buyurdu ki, (Bütün ibâdetlere verilen sevâb, Allah yolunda gazâya verilen sevâba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Gazânın sevâbı da, emr-i ma�rûf ve nehy-i anilmünker sevâbı yanında, denize nazaran bir damla su gibidir). İbni Âbidîn, beşinci cild sonunda (Fıkh âliminin müslimânlara sağladığı fâidenin sevâbı, cihâd sevâbından çokdur) diyor.
    Hülâsa evlâd, ana baba elinde bir emânetdir. Çocukların temiz kalbleri kıymetli bir cevher gibidir. Mum gibi, her şekli alabilir. Küçük iken, hiçbir şekle girmemişdir. Temiz bir toprak gibidir. Temiz toprağa hangi tohum ekilirse, onun meyvesi hâsıl olur. Çocuklara îmân, Kur�ân ve Allahü teâlânın emrleri öğretilir ve yapmağa alışdırılırsa, din ve dünyâ se�âdetine ererler. Bu se�âdetde anaları, babaları ve hocaları da ortak olur. Eğer bunlar öğretilmez ve alışdırılmaz ise, bedbaht olurlar. Yapacakları her fenâlığın günâhı, ana, baba ve hocalarına da verilir. Tahrîm sûresinde altıncı âyet-i kerîmenin meâl-i şerîfi, (Kendinizi ve evlerinizde ve emrlerinizde olanları ateşden koruyunuz!)dur. Bir babanın, evlâdını Cehennem ateşinden koruması, dünyâ ateşinden korumasından dahâ mühimdir. Cehennem ateşinden korumak da, îmânı ve farzları ve harâmları öğretmekle ve ibâdete alışdırmakla ve dinsiz, ahlâksız arkadaşlardan korumakla olur. Bütün fenâlıkların başı, fenâ arkadaşdır.
    Peygamberimiz �sallallahü aleyhi ve sellem� (Bütün çocuklar müslimânlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları, sonra anaları, babaları hıristiyan, yehûdî ve dinsiz yapar) sözü ile müslimânlığın yerleşdirilmesinde ve yok edilmesinde en mühim işin, gençlikde olduğunu bildiriyor. O hâlde, her müslimânın birinci vazîfesi, evlâdına islâmiyyeti ve Kur�ân-ı kerîmi öğretmekdir. Evlâd, büyük ni�metdir. Ni�metin kıymeti bilinmezse, elden gider. Bunun için (Pedagogie), ya�nî çocuk terbiyesi, islâm dîninde çok kıymetli bir ilmdir.
    İslâm dînine karşı olanlar da, bu mühim noktayı anladıkları içindir ki, asrımızın en tehlükeli dinsizlik ocağı olan mason ve komünistler, (Gençliğin ele alınması birinci hedefimizdir. Çocukları dinsiz olarak yetişdirmeliyiz) diyorlar. Masonlar, İslâmiyyeti yok etmek ve Allahü teâlânın emrlerinin öğretilmesini ve yapdırılmasını engellemek için (Gençlerin kafalarını yormamalıdır. Din bilgilerini büyüyünce kendileri öğrenirler) ve (Hepimiz bütün kudretimiz ile, îmân hürriyyeti fikrini dünyâya yaymağa sarılmalıyız ve localarımızda verdiğimiz kararları her memlekete yerleşdirmeliyiz. Din kardeşliğini yok edip, bunun yerine mason kardeşliği getirmeliyiz. Dinleri yok etmekden ibâret olan mukaddes gâyemize, bu sûretle kavuşacağız) diyorlar.
    O hâlde, müslimânlar din câhillerinin hîlelerine, yalanlarına aldanmamalı, onların okşayıcı, aldatıcı, yardımsever sözlerine inanmamalıdır. Müslimânlar, birbirlerine (Emr-i ma�rûf) eder ve (Nehy-i münker) eder.
    Bugün, her memleketde gençlere, kemiklerinin, adalelerinin, ellerinin, ayaklarının, hâsılı her uzvunun kuvvetlenmesi, güzelleşmesi ve âhenkli olması için, beden hareketleri, kültür-fizik öğretiliyor ve yapdırılıyor. Beyin çalışmalarının ve rûhî fe�âliyyetlerinin inkişâf etmesi ve tâzelenmesi için hesâb, hendese, psikoloji kâideleri ve tatbîkâtı ve kanlarını harekete getirerek hücrelerini temizletecek ekzersiz fizikler ezberletiliyor ve yapdırılıyor. Bütün bunlar ve dünyâ işlerinde lâzım olacak bilgiler, bir ders ve vazîfe hâline konup çalışdırılırken, dünyâ ve âhıretin hakîkî se�âdetini ve insanların râhat, huzûr ve her dürlü inkişâf ve terakkîlerini ve Allahü teâlânın rızâsını ve sevgisini kazandıracak olan îmânın, islâmın, farzların, vâciblerin ve sünnetlerin ve halâlin öğretilmesi ve yapdırılması ve harâmların ve kâfirliğe sebeb olan şeylerin öğretilip, bunlardan sakınılması bir kabâhat ve vicdânlara tecâvüz şeklinde gösterilir ise, doğru mu olur? Bugün, bütün hıristiyan memleketlerinde, bir çocuk dünyâya gelir gelmez, buna kendi dinlerinin îcâblarını yapıyorlar. Her yaşdaki insanlara, yehûdîliği ve hıristiyanlığı titizlikle aşılıyorlar. Müslimânların îmânlarını, dinlerini çalmak ve yok etmek ve onları da, hıristiyan yapmak için, sandık doluları kitâb, broşür ve sinema filmlerini islâm memleketlerine gönderiyorlar. Meselâ, hıristiyanlar, Îsâ aleyhisselâmı, Allahü teâlânın [hâşâ] oğlu sanıyor ve Allahü teâlâya (Baba), (Allah baba) diyorlar. Yazdıkları romanlarda ve filmlerde, (Allah baba bizi kurtarır) gibi şeyler söylüyorlar. Hâlbuki, Allahü teâlâya (Baba), (Allah baba) diyen kimsenin îmânı gider, kâfir olur. Müslimânlar, böyle hîleli filmlere gitmemeli, romanları okumamalıdır. İşte bunun gibi, dahâ nice yollarla, gençliğin îmânını, sinsice çalıyorlar. Bu uğraşmalarına, insanlığa hizmet, demokrasi rejiminin bahş etdiği bir hak ve hürriyyet diyorlar da, bir müslimânın, bir din kardeşine, Allahü teâlânın emrlerini hâtırlatmasına, din propagandası, gericilik ve vicdân hürriyyetine tecâvüz denirse, haksızlık olmaz mı?
    Müslimân olmıyanların, müslimânlığa karşı nazariyyeler, fikrler yürütmesi, gâyet tabî�î karşılanıp da, müslimânların, (Ehl-i sünnet) âlimlerinin bildirdikleri hakîkî, doğru müslimânlıkdan bahs etmesine ve Muhammed aleyhisselâmın ışıklı yolunu göstermesine irticâ�, te�assub, gericilik ve yobazlık gibi ismler takarak, cürm, bölücülük şeklini vermeğe, bu ma�sûmları, lekelemeğe kalkışmak, bir gericilik, bir yobazlık, bir te�assub değil midir? Bu temiz rûhlu, ileriyi görüşlü, ilme, ahlâka, fenne, fazîlete koşan fâideli insanlara ibtidâî, gayr-ı tabî�î adam demek ve müslimânlığı beğenmiyenlere asrî, aydın ve uyanık insan demek, bir kin ve bozgunculuk olmaz mı? Bir tarafdan, din serbestdir, Allah ile kul arasına girilmez, herkes vicdânının ilhâmına göre Allahını tanır ve tapar sözünü ileri sürerek, Emr-i ma�rûfu ve Nehy-i münkeri durdurup, ecdâdımızdan mîrâs kalan îmânımızı söndürmeğe çalışıp, diğer tarafdan, müslimânlığı bozmak, yok etmek için, (Yahova şâhidleri) denilen misyonerlerin, hîleler ve plânlar ile hâzırladıkları zehrli kitâb ve mecmû�alar, yaldızlı i�lânlarla, reklâmlarla gençliğin önüne sürülürse, müslimânlar incinmez mi?
    Kâfirler, müslimânlığı dünyâdan kaldırmağa uğraşıyor, bu çalışmalarında öncülüğü ingilizler yapıyor. Bütün gayretlerine rağmen, gençlerin, müslimânlığı merâk edip araşdırmağa başlamasına bile, tehammül edemiyerek, Ehl-i sünnet âlimlerinin �rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma�în� sözleri kulaklarına gelince, tepeden tırnağa kadar gayz, kin ve intikâm ateşi ile kızıyorlar. Mecmû�alarında, gazetelerinde, televizyonlarında sarık, tesbîh, sakal resmleri yaparak, hortlatılan kara kuvvet: İrticâ�, diyorlar. Îmânsızlıklarının cezâsı olarak, vücûdları ve rûhları, Cehennem ateşinde, sonsuz yanacağı gibi, habîs rûhları, dünyâda da, böyle kızıp yanmakdadır. Böyle gazete ve televizyon çok zararlıdır.
    Müslimânlar, birbirine hurmet eder, yardıma koşar. Din yolunda ve dünyâ işlerinde sıkıntıda görünce kurtarırlar. Ramezân-ı şerîfe, oruc tutanlara, câmi�lere, ezâna, nemâz kılanlara, Allah yolunda yürüyenlere sevgi ve saygı gösterir. Kur�ân-ı kerîm okunurken, sessizce ve saygı ile dinlerler. Kur�ân-ı kerîmi her kitâbın üstünde bulundurup, üstüne birşey koymazlar. Çalgı ve içki âlemlerinde, oyun arasında, eğlence yerlerinde okumazlar. Uygunsuz okunurken, susduramazlar ise, dinlemeyip uzaklaşırlar. Kur�ân-ı kerîmi veyâ yapraklarını veyâ satırlarını veyâ kelimelerini ve bütün muhterem ve mubârek ismleri ve yazıları, hakîr ve aşağı yerlerde görünce, kalbleri sızlayıp hemen kaldırırlar. Kul ve hayvan haklarını gözetirler. Kâfirlerin, turistlerin de mallarına, canlarına ve ırzlarına saldırmazlar. Vergilerini zemânında öderler. Kanûnlara karşı gelmezler. İslâmın güzel ahlâkı ile yaşıyarak herkesin sevgi ve saygısını toplarlar. Kâfirler ise, Kur�ân-ı kerîmi ve mevlidi ve bütün mubârek ismleri ve yazıları, hurmetden, kıymetden düşürmeğe çalışır. Bunları, Allahü teâlânın yasak etdiği yerlerde ve şekllerde okurlar ve okuturlar. Müslimânlığın aşağı gördüğü, pis dediği şeyler arasına yazarlar. Paketlerde, eğlence masalarında, örtü olarak kullanılmaları ve horlanılmaları ve yerlerde sürüklenmeleri için, mecmû�alara, kâğıd parçalarına ve gazetelere basarlar. Temsillerde, mizâhlarda, komedilerde, karikatürlerde, filmlerde, plâklarda, televizyonlarda ve radyolarda, müslimânlarla ve din büyükleri ile ve Allahü teâlânın emrleri ile alay ederler. Bütün buralarda müslimân olarak pis, gülünç bir serseriyi gösterirler. Ya�nî, müslimânları ve müslimânlığı tahkîr ederek, onu sevimsiz ve nefrete şâyân olarak tanıtırlar. Müslimân büyüklerine ve müslimânlığın büyük tanıdığı şeylere çirkin ismler takarlar. Müslimânlar, bu gibi gösterileri ve sözleri ve yazıları ve gazeteleri görmeğe, dinlemeğe gitmemeli ve almamalı ve okumamalıdır. Îmânlarını çaldırmamak için, çok uyanık olmalıdır. Bir din âlimini beğenmiyen veyâ bir din kitâbını kusûrlu, hatâlı bulan bir kimse, eğer nemâz kılıyor, oruc tutuyor, harâmlardan sakınıyor ise, bu kimsenin sözü veyâ yazısı incelenmeğe, o âlim veyâ kitâb üzerinde durulmağa değer. Din kitâbına, din adamına, dil uzatan kimse, ibâdet yapmıyor ve harâmdan sakınmıyor ise, onun sözünün bir iftirâ, bir din düşmanlığı olduğunu anlamalı ve inanmamalıdır. Din adamlarını �rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma�în�, din kitâblarını lekelemek, bugün din düşmanlarının âdeti ve silâhı olmuşdur. Âlimin kıymetini ancak âlim anlar. Gülün kıymetini bülbül, altının ayârını kuyumcu, incinin hâlisini de ancak kimyâger anlar.
    Müslimânlar, Allahü teâlânın yasak etdiği, zararlı şeyleri almaz, kullanmaz, dinlemez, okumaz ve bakmaz. Kimseye kötülük yapmaz. Kendine zarar verene karşılık yapmaz. Sabr eder. Ona tatlı dil ile, güler yüz ile nasîhat verir. Müslimânlar, Allahü teâlânın emr etdiği iyi şeyleri öğrenmek, öğretmek ve yapmak için uğraşır. Fen bilgilerini kâfirlerde de araşdırır. Târîh boyunca, insanlığın üstün bir varlık olduğunu düşünemiyenler, islâm dînine düşmanlık etmiş, gençleri aldatmağa uğraşmış ve hiç ummadıkları bir zemânda yıkılıp, o, sımsıkı sarıldıkları dünyâ zevklerini bırakmış, Cehenneme gitmişlerdir. Çoğunun ismi unutulmuş, nâm ve nişanları kalmamış, fekat islâm güneşi nûrunu dünyâya yaymağa devâm etmişdir.
    Kâfirler, dünyânın dışı tatlı, içi acı olan ve dışı yaldızlı, içi zehrli olan ve başlangıcı hoş, sonu boş olan râhatlığına ve güzelliğine sarılıyor. Müslimânlar, Kur�ân-ı kerîmin emrlerine, ya�nî Peygamberimizin �sallallahü aleyhi ve sellem� yoluna sarılmalı ve bu ışıklı yolda ilerlemeğe durmadan çalışmalıdır. Dinde sonradan meydâna çıkan, din düşmanları, (Dinde reformcular) tarafından ve câhil, ahmak kimseler tarafından uydurulan, bid�atlerden sakınmalıdır.]
    Peygamberimiz �sallallahü aleyhi ve sellem�, (Bid�at sâhibi olanlara, [ya�nî Peygamberimizin �sallallahü aleyhi ve sellem� zemânında ve onun dört halîfesi zemânlarında bulunmayıp da, dinde sonradan meydâna çıkarılan, uydurulan sözleri, yazıları, usûlleri ve işleri, ibâdet olarak, inananlara, yapanlara ve yapdıranlara] hurmet eden, dirilerini ve ölülerini medh eden, bunları büyük bilen, dîn-i islâmı yıkmağa, dünyâdan kaldırmağa yardım etmiş olur) buyuruyor.
    Her müslimân, hem îmânını korumağa, kapdırmamağa çalışmalı, hem de, Allahü teâlâya ve Onun Peygamberine inanmıyan kâfirleri sevmemelidir. [Fekat, sevmediklerine de, kötülük, zulm yapmamalı, kâfirlere ve bid�at sâhiblerine tatlı dil ve güler yüz ile nasîhat etmelidir. Onların felâketden kurtulmalarına, se�âdete kavuşmalarına çalışmalıdır.] Mazher-i Cân-ı Cânân buyuruyor ki, (Kâfirleri ve bid�at sâhiblerini ve açıkca günâh işlemeğe devâm eden fâsıkları sevmememiz emr olundu. Bunlarla konuşmamalı, evlerine, toplantılarına gitmemeli, selâm vermemeli, arkadaşlık yapmamalıdır. Zarûret ve ihtiyâc olduğu zemân, zarûret mikdârı kadar, bu yasaklara izn verilmişdir. Bu zemân, onlarla ihtilât câiz olur ise de, kalbin yine onları sevmemesi lâzımdır).
    Cihâd, câhil ana, babaların ve dünyâ çıkarları için uğraşan papasların ve keyfleri, zevkleri için zulm, işkence yapan şeflerin aldatdığı, inletdiği insanları küfrden, felâket yolundan kurtarmak, onları güç kullanarak, islâm ile şereflendirmekdir. Cihâd, küfr, işkence ve kötülük içinde yetişdirilmiş, karanlığa atılmış zevallıları, islâm ışığı ile aydınlanmalarına mâni� olan diktatörlerin, sömürücülerin zararlarını yok etmek için, cânını, malını fedâ etmekdir. İnsanları, sonsuz Cehennem azâbından kurtarmak, sonsuz Cennet ni�metlerine kavuşdurmak için, zor kullanmakdır. Cihâdı ferdler değil, devlet yapar. Ferdlerin başkalarına saldırmalarına cihâd değil, çapulculuk, barbarlık denir. Cihâda katılamıyanın, mücâhidlere düâ etmesi farzdır. Kâfirler, cihâd sâyesinde zâlimlerin işkencelerinden kurtularak îmân ile şereflenir. İslâmiyyeti duyup, anladıkdan sonra, îmân etmiyenlerden, islâm devletinin adâleti altında yaşamağı kabûl edenlerin dînine, cânına, mâlına dokunulmaz. Bunlar, islâmın adâleti, şefkati altında hür ve râhat yaşar. Cihâd sâyesinde, hiçbir kâfir, işitmedim, bilseydim inanırdım diyemiyecekdir. Müslimânların cihâd etmek için çalışması, kuvvetlenmesi farzdır. Çalışmaz, cihâd etmezse, bütün insanlığa büyük kötülük etmiş olur.
    19 � (Kimyâ-i se�âdet) kitâbı, beşinci aslında diyor ki: Resûlullah �sallallahü aleyhi ve sellem� buyurdu ki, (Îmânın temeli ve en kuvvetli alâmeti, müslimânları sevmek ve müslimânlara düşmanlık edenleri sevmemekdir). Cenâb-ı Hakkın Îsâ aleyhisselâma emr-i ilâhîsinin meâl-i şerîfi, (Eğer yerlerde ve göklerde bulunan bütün mahlûkların ibâdetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikce ve düşmanlarıma düşmanlık etmedikce, hiç fâidesi olmaz)dır. Her mü�min, Allahü teâlâya düşman olanları sevmemeli, islâmiyyete yapışanları sevmelidir. Bunu sözlerinde ve mümkin ise, hareketlerinde belli etmelidir. Âsî ve fâsıklarla arkadaşlık etmemeli, fıskı çok olanlardan, çok kaçınmalıdır. Zâlimlerden, müslimânlara eziyyet edenlerden dahâ ziyâde kaçınmalıdır. Fekat, yalnız kendisine zulm edenleri afv ve zulmlerine sabr etmek lâzımdır ve çok iyidir. Büyüklerimizden ba�zıları, fâsıklara ve zâlimlere çok sert davranırdı. Ba�zıları da, hepsine şefkat ve merhamet gösterip, nasîhat ederdi. Ya�nî her şeyin kazâ ve kader ile olduğunu düşünerek, fâsıklara ve zâlimlere acırlardı. Bu hâl, büyük ve kıymetli ise de, câhiller, ahmaklar, burada aldanır. Îmânları za�îf ve islâmiyyete uymakda gevşek olanlar, kendilerini Allahü teâlânın kazâ ve kaderine râzı sanır. Hâlbuki, bu rızâ ve bağlılığın alâmeti vardır: Bir kimseyi döverler, malını alırlar, hakâret ederler de, hiç kızmaz, bunları afv eder, acırsa, kazâya rızâsı olduğu anlaşılır. Fekat, kendine yapılanlara kızıp da, Allahü teâlâya karşı gelenlere acıyarak, kaderleri böyle imiş derse, dinde gevşeklik, münâfıklık ve ahmaklık etmiş olur. İşte, kazâ ve kaderi bilmiyenlerin, fâsıklara ve kâfirlere acımaları ve bunlara muhabbet etmeleri, îmânlarının sağlam olmadığına alâmetdir. İslâmiyyete karşı duranları ve müslimânlara düşman olanları sevmemek, bunları düşman bilmek farzdır. Cizye vermeği kabûl edenleri de, sevmemek farzdır. Mücâdele sûresinin son âyetinde meâlen, (Allahü teâlâya ve kıyâmet gününe îmân edenler, Allahü teâlânın ve resûlünün düşmanlarını sevmezler. O kâfirler ve münâfıklar, mü�minlerin anaları, babaları, oğulları, kardeşleri ve başka yakınları olsa da, bunları sevmezler. Böyle olan mü�minleri Cennete koyacağım) buyuruldu.
    Kâfirlere i�timâd ederek, bunları müslimânların başına ta�yîn etmek, müslimânlığı aşağılamak olup büyük günâhdır. Bid�at sâhiblerini, ya�nî müslimân görünüp, müslimânların îmânlarını bozmak istiyenleri sevmemek, selâmlarını bile almamak, bunların zararlarını müslimânlara duyurmak lâzımdır. Îmânı olup ve ibâdet edip ve günâhlardan kaçıp da, yalancı şâhidlik, haksız hâkimlik, yalan, dedikodu, iftirâ, alay gibi hareket ve söz ve yazıları ile müslimânları incitenlerle konuşmamak, sevişmemek lâzımdır. Îmânı olup da ibâdet etmiyenlere, fâiz almak ve vermek, alkollü içkileri içmek, kumar oynamak gibi harâm işliyen, fekat müslimânları incitmiyen fâsıklara karşı yumuşak davranıp, nasîhat etmeli, yola gelmezlerse, selâm vermemeli, görüşmemeli, fekat hasta olunca ziyâret etmeli ve selâmına cevâb vermelidir. [Söz ile, yazı ile ve kaba kuvvet ile müslimânlara saldırmayan kâfirlere tatlı söz, güler yüz göstermeli, kimseye kötülük yapmamalıdır.]
    20 � İslâmiyyet karşısında, kâfirler dürlü yollar tutmuş, kollara ayrılmış ise de, iki kısmda toplanırlar: Birinci kısmdakiler, dünyâ işlerini ve ibâdetlerini yapıp müslimânlara saldırmaz. Bunlar, islâmın kuvveti ve büyüklüğü karşısında, küçüklüklerini anlamış, cizye vermeği kabûl ederek islâmın hâkimiyyetine ve adâletine sığınmışdır. Bu kâfirlere (Ehl-i zimmet) veyâ (Zimmî) denir. Böyle kâfirleri sevmemek, düşman bilmek lâzım ise de, bunlara eziyyet etmek, kalblerini incitmek harâmdır. (Fetâvâ-i Hayriyye)de, (Siyer) kısmında diyor ki, (Müslimânın yapması yasak olan şeyi, zimmînin de yapması yasakdır. Zinâ, açıkda oruc yimek, oyun, çalgı, fâiz, açık gezmek onlara da yasakdır. Yalnız içki ve domuz onlara yasak değildir. Hastalarına, ziyâfetlerine gitmek, onlarla yolculuk etmek câizdir). (Mültekâ) ve (Dürr-ül-muhtâr)da ve diğer fıkh kitâblarında, ta�zîr bahsinde diyor ki, (Kâfirlere, sen zinâ yapıcısın veyâ bu ma�nâda fenâ söyliyen, onları da gîbet eden, bunlara kâfir diyerek inciten müslimân ta�zîr olunur. Ya�nî sopa ile döğülür. Çünki, bunları incitmek de günâhdır. Bunların malına dokunmak da günâhdır). (Dürr-ül-muhtâr), beşinci cildde diyor ki, (Zimmîye, ya�nî gayr-i müslim vatandaşa zulm etmek, müslimâna zulm etmekden dahâ fenâdır. Hayvana zulm, işkence etmek, zimmîye etmekden dahâ fenâdır. Zimmîyi eziyyetlendirmemek için selâm vermek ve müsâfeha etmek câiz olur. Açıkça günâh işliyen fâsıka selâm vermek de böyledir).
    (Berîka) kitâbı, el âfetlerini anlatırken diyor ki, (İnsana ve yemeklere zarar veren karıncaları, eziyyet etmeden ve suya atmadan öldürmek câizdir. İçinde karınca bulunan odunu, yere vurup silkeledikden sonra yakmak câizdir. Fâre, bit, pire, akreb ve çekirgeyi her zemân öldürmek câizdir. Biti diri olarak yere atmak ve her canlıyı yakmak mekrûhdur. Zarar veren kediyi, kuduz köpeği ve yırtıcı hayvanları keskin bıçakla kesmek ve vurmak, zehrlemek câizdir. Döğmek câiz değildir. Döğmek, terbiye için olur. Hayvanın aklı olmadığı için terbiye edilmez. Öldürülmesi vâcib olanı, başka çâre bulunmadığı zemân yakarak öldürmek câiz olur).
    Gangren gibi hastalığı tedâvî için insanın bu uzvunu kesmek câiz olur. Taş almak için mesâneyi [böbreği, safra kesesini] yarmak câizdir. Hiçbir sebeble, hiçbir canlının yüzüne vurmak câiz değildir.
    İkinci kısm kâfirlere gelince, bunlar, islâm güneşinin parlamasına dayanamaz. Bütün devlet kuvvetleri ile, propaganda vâsıtaları ile, yalan ve çirkin iftirâlar yaparak, islâm dînini yıkmağa çalışırlar. Bu zevallılar, anlıyamıyor ki, islâmiyyeti dünyâdan kaldırmak, insanları se�âdetden, râhatlıkdan ve kurtuluşdan mahrûm bırakmak demekdir ve kendilerini ve bütün beşeriyyeti, felâketlere, sıkıntılara sürüklemek, kısaca bindiği dalı kesmek demekdir. Enfâl sûresi, altmışıncı âyetinde meâlen, (Kâfirlerin hücûm ve işkencelerine uğramamak, onları da, se�âdet-i ebediyyeye kavuşdurmak için, insan gücünün yetdiği kadar durmadan çalışınız. En mükemmel harb vâsıtalarını yapınız!) buyurulmuşdur. Burada kâfirleri müslimân olmakla şereflendirmeği veyâ cizye kabûl ederek islâmiyyetin himâyesi altına girenlerin çalışmalarına, ibâdetlerine karışmayıp, canlarını, mallarını, nâmûslarını korumağı emr ediyor. Bu sûretle, bütün dünyânın islâm bayrağı altında birleşmesini, îmân etmesini, sevişmesini istiyor. İslâmiyyeti anladığı hâlde inâd edip, inanmıyanları da içine alan, umûmî bir adâlet ve se�âdet kurmağı, bütün insanlara, hayvanlara, dirilere, ölülere, ya�nî herşeye, bir râhatlık kazandırmağı emr ediyor.

  5. #5
    ACİZKUL
    ACİZKUL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Îmânın gitmesine sebeb olan şeyler

    21 � Âhıretde Cehennemden kurtulmak, yalnız Muhammed aleyhisselâma tâbi� olanlara mahsûsdur. Dünyâda yapılan hayrât ve hasenât, ya�nî bütün iyilikler, bütün keşfler, bütün hâller ve bütün ilmler Resûlullahın �sallallahü aleyhi ve sellem� yolunda bulunmak şartı ile, âhıretde işe yarar. Yoksa, Allahü teâlânın Peygamberine tâbi� olmıyanların yapdığı her iyilik, dünyâda kalır ve âhıretin harâb olmasına sebeb olur. Ya�nî, iyilik şeklinde görünen, birer istidrâcdan başka birşey olamaz.
    22 � Nitekim, dünyâdaki fâideli ve hayrlı işlerden cenâb-ı Hakkın, en çok beğendiği, câmi� yapmakdır. Câmi� yapmanın, çok sevâb olduğunu bildiren hadîs-i şerîfler vardır. Böyle olmakla beraber, Tevbe sûresi, onsekizinci âyetinde meâlen: (Kâfirlerin câmi� yapmaları câiz değildir. Yerinde ve yarar bir iş değildir. Onların câmi� yapmaları ve diğer bütün beğendikleri işleri, kıyâmetde kendilerine yaramıyacak ve Muhammed aleyhisselâma tâbi� olmadıkları için, Cehenneme girip, çok acı azâblarda sonsuz olarak cezâlandırılacaklardır) buyuruldu.
    Âl-i İmrân sûresi, seksenbeşinci âyetinde meâlen: (Muhammed aleyhisselâmın getirdiği İslâm dîninden başka din istiyenlerin, dinlerini Allahü teâlâ sevmez ve kabûl etmez. Dîn-i islâma arka çeviren, âhıretde ziyân edecek, Cehenneme girecekdir) buyuruldu.
    Bir kimse, binlerce sene ibâdet etse ve ömrünü, nefsini temizlemekle geçirse ve güzel huyları ile yanındakilere ve keşf etdiği âletler ile, bütün insanlara fâideli olsa, Muhammed aleyhisselâma tâbi� olmadıkça ebedî se�âdete kavuşamaz.
    Nisâ sûresi, onüçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen: (Allahü teâlânın ve Peygamberi Muhammed aleyhisselâmın emrlerine aldırış etmiyenler, beğenmiyenler, asra, fenne uygun değildir, modern ihtiyâclara kâfi değildir diyenler, kıyâmetde Cehennem ateşinden kurtulamıyacaklardır. Bunlara, Cehennemde, çok acı azâb vardır) buyuruldu.
    23 � Bu dünyâ, âhıretin tarlasıdır. Burada tohumlarını ekmeyip yiyenler, böylece bir tohumdan katkat meyve kazanmakdan mahrûm kalanlar, ne kadar tâli�siz ve ahmakdır. Kardeşin kardeşden kaçacağı, ananın evlâdını tanımıyacağı o gün için, hâzırlanmıyorlar. Böyle kimseler, dünyâda da, âhıretde de zarardadırlar ve sonunda pişmân olacaklardır. Aklı başında olan, bu dünyâyı fırsat bilir. Bu kısa zemânda, yalnız dünyâ lezzetleri ile zevklenmek için değil, belki bu fırsatda, tohum ekmek ve bir hayrlı iş, ya�nî Allahü teâlânın beğendiği işi yaparak, âyet-i kerîmede bildirilen katkat fazla meyveleri toplamak istemelidir. Cenâb-ı Hak, bu kısa zemânda yapılacak, hayrlı işlere ve ibâdetlere sonsuz ni�metler ihsân edecekdir. Peygamberine tâbi� olmıyan, islâmiyyeti beğenmiyenlere de, sonsuz azâb yapacakdır.
    [Nitekim, Nisâ sûresi yüzyetmişikinci âyet-i kerîmesinde meâlen: (Muhammed aleyhisselâma inanıp, âhırete yarayan işleri yapanlara [ya�nî ahkâm-ı islâmiyyeye uyanlara], Allahü teâlâ, va�d etdiklerini verecek ve ayrıca çok ihsân yapacakdır. Allahü teâlâya ibâdet etmeği, ya�nî Muhammed aleyhisselâma itâ�at etmeği, aşağılık, gericilik sanıp, kendilerine asrî ve münevver diyerek, büyüklük taslıyanlara, çok azâb edecekdir. Kendilerini herkesin üstünde sanan bu kâfirleri, Cehennemden kurtaracak bir yardımcı, Allahü teâlâdan başka bir kuvvet sâhibi bulunmıyacakdır) buyuruldu.]
    Niçin böyle sonsuz azâb yapacağını kendisi bilir. İnsanların kısa aklları, bunun sebebini kavrıyamaz. Meselâ, dünyâda yapılan cinâyetlere de, çeşidli cezâlar emr etmişdir. Bunların sebebini ve hikmetini hiçbir insan anlıyamaz. İşte, böyle geçici kısa bir zemândaki küfre, sonsuz azâb edecekdir.
    Kur�ân-ı kerîmdeki emrlerini ve islâmiyyetin hükmlerinin hepsini akla uydurmağa, akla beğendirmeğe kalkışan, Peygamberlik makâmının derecesini anlamamış ve inanmamış olur. Böyle, islâmiyyeti akl ile, felsefe ile îzâha ve inandırmağa çalışan kitâbları okumamalıdır.
    24 � (Elmünkızü-aniddalâl) kitâbında diyor ki: Akl ile anlaşılan şeyler, his uzvları ile anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı gibi, ya�nî his uzvlarımız, akl ile anlaşılan şeyleri anlıyamıyacağı gibi, akl da, Peygamberlik makâmında anlaşılan şeyleri kavramakdan âcizdir. İnanmakdan başka çâresi yokdur. Akl, anlıyamadığı şeyleri nasıl ölçebilir. Bunların doğru ve yanlış olduğuna nasıl karâr verebilir? (Gadâ-ül-mülâhazât) kitâbında akla uygun bir yazı bulunmadığı (Cevâb Veremedi) kitâbımızda uzun yazılıdır.
    Nakl yolu ile anlaşılan, ya�nî Peygamberlerin �aleyhimüsselâm� söyledikleri şeyleri, akl ile araşdırmağa uğraşmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamağa benzer. Yokuşa doğru at, kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, yâ yıkılıp canı çıkar. Yâhud, alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa, sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyâlar harâb olur. Akl da, yürüyemediği, anlıyamadığı âhıret bilgilerini çözmeğe zorlanırsa, yâ yıkılıp, insan aklını kaçırır veyâ bunları alışmış olduğu, dünyâ işlerine benzetmeğe kalkışarak, yanılır, aldanır ve herkesi aldatır. Akl, his kuvveti ile anlaşılabilen veyâ hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmağa yarayan, bir mi�yârdır, bir âletdir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara eremiyeceğinden, şaşırıp kalır. O hâlde, Peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmakdan başka çâre yokdur. Görülüyor ki, Peygamberlere �aleyhimüssalâtü vesselâm� tâbi� olmak, aklın gösterdiği bir lüzûmdur ve aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmağa kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmiyen yerlerde, pervâsızca yürümeğe ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her ân uçuruma, girdâba düşebilirler. Nitekim, felsefeciler ve tecribeleri hayâlleri ile îzâha kalkışan maddeciler, aklları dışında bulunan sözlerinin çoğunda yanılmış, bir yandan birçok hakîkatleri meydâna çıkarırken, bir tarafdan da, insanların se�âdet-i ebediyyeye kavuşmalarına mâni� olmuşlardır. Tecribelerin dışına taşmıyan akl sâhibleri, bu acıklı hâli, her zemân görmüş ve bildirmişdir. Misâlleri çokdur. Felsefecilerin üstâdlarından olan Aristo için meşhûr Alman kimyâgeri profesör (F.Arnd)ın da, İstanbulda çıkan, türkçe (Tecribî kimyâ) kitâbındaki (Fen ve ilm terakkîsinin, hemen hemen binbeşyüz sene içinde durmuş olması, kısmen Aristo felsefesinin kabâhatidir) yazısı, bu doğru sözlerden biridir.
    Dîn-i islâmda aklın ermediği şeyler çokdur. Fekat, akla uymayan birşey yokdur. Âhıret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şeklleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. İnsanlar, dünyâ ve âhıret se�âdetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ Peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu. Hiçbir akl, âhıret bilgilerini bulamıyacağı, çözemiyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asrda, dünyânın her tarafına, Peygamber göndermiş ve en son ve kıyâmete kadar değişdirmemek üzere ve bütün dünyâya, Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermişdir. Bütün Peygamberler, akl ile bulunacak dünyâ işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araşdırmak, bulup fâidelenmek için çalışmağı emr ve teşvîk buyurmuş, kendileri dünyâ işlerinden her birinin, insanları ebedî se�âdete ve felâkete nasıl sürükliyebileceklerini anlatmış ve Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmişlerdir. O hâlde, insâf etmeli ki, Allahü teâlânın sonsuz kudretinin inceliklerini meydâna çıkaran, bugünkü teknik bilgilerden ve tecribelerden haberi olmayan ve islâm büyüklerinin kitâblarını okuyup anlamak şöyle dursun, bunların ismlerini bile işitmemiş olduğu, sözlerinden anlaşılan, bir câhilin, felesof maskesi, profesör etiketi, gazete yazarı perdesi altında çalışan bir kâfirin, tâm olmayan aklı ile, ortaya atdığı bir düşünce, nasıl olur da, Allahın Peygamberinin �sallallahü aleyhi ve sellem� sözlerinden üstün tutulur? Peygamberimizin kitâblarımızda yazılı ilm, sıhhat, fen, ahlâk, hak, adâlet ve bütün se�âdet kollarını kavrayan ve bindörtyüz seneden beri dünyânın her tarafında gelmiş, ilm, tecribe ve akl sâhiblerini hurmet ve hayranlıkda bırakan ve hiç birisinde kimse tarafından bir kusûr ve hatâ bulunmamış olan, emrleri ve sözleri, bir câhil sözü ile nasıl lekelenebilir? Bundan dahâ büyük bedbahtlık ve zevallılık olabilir mi? Tâm akl, şaşmıyan, yanılmayan akldır. Etrâfa düşünceler savuran bu câhil, değil aklın erişemiyeceği şeylerde, belki kendi günlük işlerinde, hiç yanılmadığını iddi�â edebilir mi? Böyle bir iddi�âya, kimse inanır mı? Değil bir insan, bugün en akllı tanınan hıristiyanların, kendi aralarında, en akllıları olarak, seçdikleri meb�ûsları, bütün aklları ile, bütün ilmleri ile, başbaşa vererek, yapdıkları kanûnları, az zemân sonra, yine kendileri beğenmeyip değişdiriyor. Yeryüzünde hiç bozulmıyan ve değişdirilemiyecek birşey vardır ki, o da Allahü teâlânın Kur�ân-ı kerîmi ve Resûlullahın �sallallahü aleyhi ve sellem� hadîs-i şerîfleri, ya�nî mubârek sözleridir.
    Ahkâm-ı islâmiyyeyi iyice kavramış ve bugünkü medeniyyetin temelini teşkîl eden, fen kollarının târîhçesini incelemiş bir fen adamı, pek açık olarak görür ki, târîh boyunca hiçbir zemânda, hiçbir teknik başarı, hiçbir fennî hakîkat, islâmiyyete karşı durmamış, dâimâ ona uygun bulunmuşdur. Nasıl uygun olmasın ki, tabî�ati incelemek ve madde ile kuvvet üzerinde çalışmak ve fen bilgilerinde akla güvenmek, islâmiyyetin emr etdiği şeydir. Allahü teâlâ, Kur�ân-ı kerîmin birçok yerlerinde, (Sizden evvel gelip geçenlerin hayâtlarını, gitdikleri yolları ve başlarına gelenleri, gözden geçirip, onlardan ders alınız. Yerleri, gökleri, canlıları, cansızları ve kendinizi inceleyiniz! Gördüklerinizin içini, özünü araşdırınız. Bütün bunlarda yerleşdirmiş olduğum kuvvetimi, kudretimi, büyüklüğümü ve hâkimiyyetimi bulunuz, görünüz, anlayınız!) meâlinde emrler buyurmakdadır.
    Îmânın altı şartından birincisi, Allahü teâlânın var olduğuna inanmakdır. Fen bilgisi olan akllı bir kimse, bunu düşünerek kolayca anlayabilir. Îmânın diğer şartları ve bütün ibâdetler, bundan sonra öğrenilir. Allahü teâlâ, Kur�ân-ı kerîmin birçok yerinde, kâfirleri, neden akllarını kullanmadıkları için ve neden yerleri, gökleri ve kendilerini inceliyerek düşünmedikleri ve böylece îmâna kavuşmadıkları için, azarlamakda ve aşağılamakdadır. (Ma�rifetnâme)de diyor ki, (Büyük islâm âlimi Seyyid Şerîf Cürcânî, aklı olan, iyi düşünen bir kimse için, astronomi ilmi, Allahü teâlânın varlığını anlamağa, çok yardım eder diyor. İmâm-ı Gazâlî �rahmetullahi teâlâ aleyh� buyuruyor ki, astronomi ve anatomi bilmiyen, Allahü teâlânın varlığını ve kudretini anlıyamaz).
    Evet, Îsâ aleyhisselâmın hak olan dîni, az zemân sonra düşmanları tarafından sinsice değişdirilmişdi. Bolüs adındaki bir yehûdî, Îsâya inandığını söyliyerek ve Îsevîliği yaymaya çalışıyor görünerek, gökden inen İncîli yok etdi. Dört kişi ortaya çıkıp, oniki Havârîden işitdiklerini yazarak, İncîl adında dört kitâb meydâna geldi ise de, Bolüsün yalanları, bunlara da karışdı. Barnabas [Barnabée] adındaki bir Havârî, Îsâ aleyhisselâmdan işitdiklerini ve gördüklerini doğru olarak yazdı ise de, bu Barnabas İncîli de yok edildi. Uydurma İncîller zemânla çoğalarak, her yerde başka bir İncîl okunur oldu. [Kitâbın sonundaki ism cedvelinde (Barnabas) ismine bakınız!] Büyük Kostantin putperest iken, nasrâniyyeti kabûl etmiş ve İstanbul şehrini büyültüp i�mâr etmiş ve Kostantiniyye ismini vermişdi. Bütün İncîllerin birleşdirilmesini emr etmiş, mîlâdın 325. ci senesinde, İznikde 319 papazı toplayıp, yazdırdığı yeni İncîle eski dîni olan putperestlikden de birçok şey sokdurmuşdu. Noel gecesinin yılbaşı olmasını da kabûl etmiş, yeni bir hıristiyanlık dîni kurulmuşdu. Îsâ aleyhisselâmın İncîlinde ve Barnabasın yazdığı İncîlde Allahın bir olduğu bildirilmişdi. Eflâtunun ortaya atdığı teslîs [Trinite] fikri, ilk yazılan dört bozuk İncîlde yer almışdı. Kostantin, bu teslîs fikrini de yeni İncîle koydurdu. Aryüs ismindeki bir papaz, bu yeni İncîlin yanlış olduğunu, Allahın bir olup, Îsâ aleyhisselâmın, Onun oğlu değil, kulu olduğunu söyledi ise de, bunu dinlemediler, hattâ aforoz etdiler. Aryüs Mısra kaçdı ve orada tevhîdi neşr etdi ise de, öldürüldü.
    Kostantinden sonra gelen krallar, Aryüsün mezhebi ile, yeni hıristiyanlık arasında şaşkın oldu. İstanbulda ikinci ve sonra üçüncü, dahâ sonra, İzmir ile Aydın arasında bulunan Efes [Ephesus]de dördüncü ve Kadıköyde beşinci ve İstanbulda altıncı meclisler kurulup, yeni yeni İncîller meydâna çıkdı. Nihâyet, Alman papazı, Luther Martin ve Calvin [Kalven] 931 [m. 1524] senesinde son değişiklikleri yapdı. Bu yeni İncîle inanan hıristiyanlara (Protestan) denildi. Böylece, hıristiyanlık dîni, akl ve hakîkat dışında, acâib bir şekl aldı. Avrupada hıristiyanlığa karşı, yerinde olarak yapılmış olan hücûmlar, İslâmiyyete karşı nasıl tevcîh olunabilir?
    Âhıretde azâblardan kurtulmak, ancak Muhammed aleyhisselâma tâbi� olmağa bağlıdır. Onun gösterdiği yolda giden, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur. Ona tâbi� olan, Allahü teâlâya sâdık kul olmak se�âdetine erer. Dünyâya gelmiş olan yüzyirmidörtbinden ziyâde Peygamberin en büyükleri, Ona tâbi� olmağı istemişdir. Mûsâ �aleyhisselâm� Onun zemânında bulunsaydı, O büyüklüğü ile berâber, Ona tâbi� olmağı severdi. Îsâ aleyhisselâmın gökden inip, Onun dîni yolunda yürüyeceğini herkes bilir. Onun ümmeti olan müslimânlar, Ona tâbi� oldukları için, bütün insanların hayrlısı ve en iyileri oldu. Cennete gireceklerin çoğu bunlar oldu ve Cennete herkesden önce gireceklerdir.
    25 � Kur�ân-ı kerîm, nazm-ı ilâhîdir. Nazm, lügatda, incileri ipliğe dizmeğe denir. Kelimeleri de, inci gibi, yanyana dizmeğe nazm denilmişdir. Şi�rler birer nazmdır. Kur�ân-ı kerîmin kelimeleri arabîdir. Fekat, bu kelimeleri yanyana dizen, Allahü teâlâdır. Bu kelimeler, insan dizisi değildir. Muhammed �aleyhisselâm�, Allahü teâlâ tarafından, mubârek kalbine bildirilen şeyleri, arabca olarak anlatırsa, Kur�ân-ı kerîm olmaz. Bunlara (Hadîs-i kudsî) denir. Kur�ân-ı kerîmdeki arabî kelimeler, Allahü teâlâ tarafından dizilmiş olarak âyetler hâlinde gelmişdir. Cebrâîl ismindeki bir melek, bu âyetleri, bu kelimelerle ve bu harflerle okumuş, Muhammed �aleyhisselâm� da, mubârek kulakları ile işiterek, ezberlemiş ve hemen Eshâbına okumuşdur. Allahü teâlâ, Kur�ân-ı kerîmi Kureyş kabîlesinin lügatı ile, dili ile gönderdi. (Redd-ül-muhtâr) kitâbı, üçüncü cild, yemîn bahsinde buyuruyor ki, [(Feth-ul-kadîr) kitâbında da denildiği gibi, Allahü teâlâ, Kur�ân-ı kerîmi, harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahlûkdur. Bu harf ve kelimelerin ma�nâsı, kelâm-ı ilâhîyi taşımakdadır. Bu harflere, kelimelere Kur�ân denir. Kelâm-ı ilâhîyi gösteren ma�nâlar da Kur�ândır. Bu kelâm-ı ilâhî olan Kur�ân mahlûk değildir. Allahü teâlânın, başka sıfatları gibi, ezelî ve ebedîdir]. Kur�ân-ı kerîm, Kadr gecesinde inmeğe başlamış ve hepsinin inmesi yirmiüç sene sürmüşdür. Tevrât, İncîl ve bütün kitâblar ve sahîfeler ise, hepsi birden, bir def�ada inmişdi. Hepsi, insan sözüne benziyordu ve lafzları mu�cize değildiler. Onun için çabuk bozuldu, değişdirildiler. Kur�ân-ı kerîm ise, Muhammed aleyhisselâmın mu�cizelerinin en büyüğüdür ve insan sözüne benzememekdedir. Bunlar, imâm-ı Rabbânî (Mektûbât)ının, üçüncü cildi, yüzüncü mektûbunda ve (Huccet-ullahi alel�âlemîn)de ve Zerkânînin (Mevâhib) şerhı, beşinci cildinde uzun yazılıdır.
    Cebrâîl �aleyhisselâm� her sene bir kerre gelip, o âna kadar inmiş olan Kur�ân-ı kerîmi, Levh-il-mahfûzdaki sırasına göre okur, Peygamber �sallallahü aleyhi ve sellem� efendimiz dinler ve tekrâr ederdi. Âhırete teşrîf edeceği sene, iki kerre gelip, temâmını okudular. Muhammed �aleyhisselâm� ve Eshâb-ı kirâmdan çoğu, Kur�ân-ı kerîmi temâmen ezberlemişdi. Ba�zıları da, ba�zı kısmları ezberlemiş, birçok kısmlarını yazmışlardı. Muhammed �aleyhisselâm�, âhırete teşrîf etdiği sene, halîfe Ebû Bekr �radıyallahü anh�, ezber bilenleri toplayıp ve yazılı olanları getirtip bir hey�ete, bütün Kur�ân-ı kerîmi, kâğıd üzerine yazdırdı. Böylece, (Mushaf) veyâ (Mıshaf) denilen bir kitâb meydâna geldi. Otuzüçbin Sahâbî �radıyallahü teâlâ anhüm ecma�în� bu Mushafın her harfinin, tâm yerinde olduğuna söz birliği ile karâr verdi. Sûreler belli değildi. Üçüncü halîfe Osmân �radıyallahü anh�, hicretin yirmibeşinci [25] senesinde, sûreleri birbirinden ayırdı. Yerlerini sıraladı. Altı dâne dahâ Mushaf yazdırıp, Bahreyn, Şâm, Mısr, Bağdâd [Kûfe], Yemen, Mekke ve Medîneye verdi. Bugün, bütün dünyâda bulunan mushaflar, hep bu yedisinden yazılıp, çoğalmışdır. Aralarında bir nokta farkı bile yokdur.
    Kur�ân-ı kerîmde yüzondört sûre ve altıbinikiyüzotuzaltı âyet vardır. Âyetlerin sayısının 6236 dan az veyâ dahâ çok olduğu da bildirildi ise de, bu ayrılıklar, büyük bir âyetin, birkaç küçük âyet sayılmasından veyâ birkaç kısa âyetin, bir büyük âyet, yâhud sûrelerin evvelindeki Besmelelerin bir veyâ ayrı ayrı âyet sayılmasından ileri gelmişdir. Bu husûsda (Bostân-ül-ârifîn)de geniş bilgi vardır.

  6. #6
    ACİZKUL
    ACİZKUL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Îmânın gitmesine sebeb olan şeyler

    Her şâ�irin, nazm yapmak kâbiliyyeti başkadır. Meselâ, Mehmed Âkifin ve Nâbînin şi�rlerini iyi bilen usta bir edebiyyâtçıya, Mehmed Âkifin, son yazdığı bir şi�rini götürüp, bu, Nâbînin şi�ridir desek, bu şi�ri, hiç işitmemiş olduğu hâlde, okuyunca: (Yanılıyorsunuz! Ben Nâbî efendinin ve Mehmed Âkifin, tabî�at-ı şi�riyyelerini iyi bilirim. Bu şi�r Nâbînin değil, Mehmed Âkifindir) demez mi? Elbette der. İki Türk şâ�irinin türkçe kelimeleri nazm etmesi, dizmesi çok farklı olduğu gibi, Kur�ân-ı kerîm hiçbir insan sözüne benzemiyor. Kur�ân-ı kerîmin insan sözü olmadığı tecribe ile de isbât edilmişdir ve her zemân edilebilir. Şöyle ki, bir arab şâ�iri, bir sahîfede, edebî san�at inceliklerini göstererek, birşey yazmış, bunun arasına birkaç satır hadîs-i şerîf ve başka yerinde de, aynı şeyi anlatan bir âyet-i kerîme koyup, hepsi bir arada, islâmdan ve Kur�ândan haberi olmıyan, arabîsi kuvvetli birisine, bir adamın yazısı diye okutdurulmuşdur. Okurken, hadîs-i şerîfe gelince, durmuş ve (Burası, yukarısına benzemiyor. Buradaki san�at dahâ yüksek) demişdir. Sıra, âyet-i kerîmeye gelince, şaşkın bir hâlde (Burası hiçbir söze benzemiyor. Ma�nâ içinde, ma�nâ çıkıyor. Hepsini anlamağa imkân yok) demişdir.
    Kur�ân-ı kerîm, hiçbir dile, hattâ arabcaya da terceme edilemez. Herhangi bir şi�rin, kendi diline bile, tâm tercemesine imkân yokdur. Ancak meâli ve îzâhı olur. Kur�ân-ı kerîmin ma�nâsını anlamak için tercemesini okumamalıdır. Bir âyetin ma�nâsını anlamak demek, Allahü teâlânın, bu âyetde, ne demek istediğini anlamak demekdir. Bu âyetin herhangi bir tercemesini okuyan kimse, murâd-ı ilâhîyi öğrenemez. Terceme edenin, bilgi derecesine göre yapdığı meâlini öğrenir. Bir câhilin, bir dinsizin yapdığı tercemeyi okuyan da, Allahü teâlânın dediğini değil, terceme edenin, anladım sanarak, kendi kafasından anlatmak istediğini öğrenir.
    Köylüye âid bir kanûnu, hükûmet, doğruca köylüye göndermez. Çünki, köylü okuyabilse bile, anlıyamaz. Bu kanûn önce, vâlîlere gönderilir. Vâlîler, iyi anlayıp, îzâhını ekliyerek, kaymakamlara, bunlar da dahâ açıklayarak, muhtârlara anlatır. Muhtâr, yalnız okumakla anlıyamaz. Muhtâr da, ancak, köylü dili ile, köylüye söyler. İşte, Kur�ân-ı kerîm de, ahkâm-ı ilâhiyyedir. Kanûn-ı rabbânîdir. Allahü teâlâ, Kur�ân-ı kerîmde kullarına se�âdet yolunu göstermiş ve kendi kelâmını insanların en yükseğine göndermişdir. Kur�ân-ı kerîmin ma�nâsını, yalnız Muhammed �aleyhisselâm� anlar. Başka kimse, tâm anlıyamaz. Eshâb-ı kirâm �aleyhimürrıdvân�, ana dili olarak arabî bildikleri, edîb ve belîğ oldukları hâlde, ba�zı âyetleri anlıyamaz, Resûlullaha �sallallahü aleyhi ve sellem� sorarlardı.
    Meselâ Ömer �radıyallahü anh�, bir yerden geçerken, Resûlullahın �sallallahü aleyhi ve sellem�, Ebû Bekr-i Sıddîka �radıyallahü anh� birşey anlatdığını gördü. Yanlarına gidip dinledi. Sonra, başkaları da, gördü ise de, gelip dinlemeğe çekindiler. Ertesi gün, Ömeri �radıyallahü anh� görünce, (Yâ Ömer, Resûlullah �sallallahü aleyhi ve sellem�, dün size bir şey anlatıyordu. Bize de söyle, öğrenelim) dediler. Çünki, dâimâ, (Benden duyduklarınızı, din kardeşlerinize de anlatınız! Birbirinize duyurunuz!) buyururdu. Ömer �radıyallahü anh�, (Dün Ebû Bekr �radıyallahü anh�, Kur�ân-ı kerîmden anlıyamadığı bir âyetin ma�nâsını sormuş, Resûlullah �sallallahü aleyhi ve sellem�, ona anlatıyordu. Bir sâat dinledim, birşey anlıyamadım) dedi. Çünki, Ebû Bekrin yüksek derecesine göre anlatıyordu. Ömer �radıyallahü anhümâ�, o kadar yüksek idi ki, Resûlullah �sallallahü aleyhi ve sellem�, (Ben, Peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra Peygamber gelmiyecekdir. Eğer, benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu) buyurdu. Böyle yüksek olduğu hâlde ve arabîyi çok iyi bildiği hâlde, Kur�ân-ı kerîmin tefsîrini bile anlıyamadı. Çünki, Resûlullah �sallallahü aleyhi ve sellem�, herkese, derecesine göre anlatıyordu. Ebû Bekrin derecesi, ondan çok dahâ yüksekdi. Fekat, bu da, hattâ Cebrâîl �aleyhisselâm� dahî, Kur�ân-ı kerîmin ma�nâsını, esrârını, Resûlullaha sorardı. [(Hadîka)da, dil âfetlerini anlatırken buyuruyor ki, (... Resûlullahın, Kur�ân-ı kerîmin hepsinin tefsîrini Eshâbına bildirdiğini imâm-ı Süyûtî haber vermekdedir).]
    Hülâsa, Kur�ân-ı kerîmin ma�nâsını yalnız Muhammed �aleyhisselâm� anlamış ve hadîs-i şerîfleri ile bildirmişdir. Kur�ân-ı kerîmi tefsîr eden Odur. Doğru tefsîr kitâbı da, Onun hadîs-i şerîfleridir. Din âlimlerimiz, uyumıyarak, dinlenmiyerek, istirâhatlarını fedâ ederek, bu hadîs-i şerîfleri toplayıp, tefsîr kitâblarını yazmışlardır. (Beydâvî) tefsîri bunların en kıymetlilerindendir. Bu tefsîr kitâblarını da anlıyabilmek için, otuz sene durmadan çalışıp, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek lâzımdır. Bu yirmi ana ilmin kolları, seksen ilmdir. Ana ilmlerden biri, (Tefsîr) ilmidir. Bu ilmlerin ayrı ayrı âlimleri ve çok kitâbları vardır. Bugün kullanılan ba�zı arabî kelimeler, fıkh ilminde başka ma�nâya, tefsîr ilminde ise dahâ başka ma�nâya gelmekdedir. Hattâ aynı bir kelime, Kur�ân-ı kerîmdeki yerine, aldığı edâtlara göre, başka ma�nâlar bildirmekdedir. Bu geniş ilmleri bilmiyenlerin, bugünkü arabcaya göre, yapdıkları Kur�ân tercemeleri, Kur�ân-ı kerîmin ma�nâsından bambaşka birşey oluyor. Kur�ân-ı kerîmin ma�nâsından, mezâyâsından, rumûzundan, işâretlerinden, herkes îmânının kuvveti kadar, birşey anlıyabilir. Tefsîr, anlatmakla, yazmakla olmaz. Tefsîr, din büyüklerinin kalblerine doğan bir nûrdur. Tefsîr kitâbları, bu nûrun anahtarıdır. Çekmeceyi anahtarla açınca, mücevherler meydâna çıkdığı gibi, o tefsîrleri okumakla, kalbe bu nûr doğar. Seksen ilmi iyi bilenler, tefsîrleri anlayıp, bizim gibi din câhillerine bildirmek için, çeşidli derecedeki insanlara göre, binlerle kitâb yazmışlardır. (Mevâkib), (Tibyân) ve (Ebülleys) gibi, türkçe kıymetli tefsîrler, bu kitâblardandır. (Tibyân tefsîri), hicretin [1110] senesinde yapılmış bir tercemedir. Konyalı Vehbî efendinin tefsîri, bir va�z kitâbıdır. Yeni yazılan türkçe tefsîrlerin ve ilmihâllerin, en kıymetlisi sanılanlarında bile, şahsî düşünceler bulunmakda, okuyanlara zararı, fâidesinden çok olmakdadır. Hele islâm düşmanlarının, bid�at sâhiblerinin, Kur�ân-ı kerîmin ma�nâsını bozmak için yapdıkları tefsîr ve terceme kitâbları, birer zehrdir. Bunları okuyan genç zihnlerde, bir takım şübheler, i�tirâzlar hâsıl oluyor. Zâten, bizim gibi, din bilgisi az olanların, islâmiyyeti öğrenmek için, tefsîr ve hadîs-i şerîf okuması uygun değildir. Çünki, Kur�ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfi yanlış anlamak veyâ şübhe etmek insanın îmânını giderir. Yalnız arabca bilmekle, tefsîr ve hadîs anlaşılmaz. Arabca bilenleri, din âlimi sanan, aldanır. Beyrut ve başka yerlerde ana dili arabca olan, arab edebiyyâtını iyi bilen, çok papas var. Fekat, hiçbirinin islâmiyyetden haberi yok. Çıkardıkları, 1956 baskılı (El-müncid) ismindeki lügat kitâbında, islâm ismlerini, hattâ Medînenin Bakî� mezârlığının ismini ve hattâ, Resûlullah efendimizin vefât târîhini bile yanlış yazmışlardır.
    Kur�ân-ı kerîmin hakîkî ma�nâsını anlamak, öğrenmek istiyen bir kimse, din âlimlerinin kelâm ve fıkh ve ahlâk kitâblarını okumalıdır. Bu kitâbların hepsi, Kur�ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden alınmış ve yazılmışdır. Kur�ân tercemesi diye yazılan kitâblar, doğru ma�nâ veremez. Okuyanları, bunları yazanların fikrlerine, düşüncelerine ve maksadlarına esîr eder ve dinden ayrılmalarına sebeb olur.
    Kur�ân-ı kerîmin, latin harfleri ile yazılmasına da imkân olmuyor. Çünki bu harflerde, Kur�ân-ı kerîm harflerinin hepsinin karşılığı yokdur. Bunun için, ma�nâ bozuluyor. Okunan, Kur�ân olmayıp, ma�nâsız bir ses yığını olacağı 1986 baskılı (El-muallim) mecmû�asında da uzun yazılıdır. Meselâ, ehad yerine ehat derse, nemâz fâsid oluyor.
    Bugün, çok kimsenin, böyle bozuk tercemeleri ve latin harfi ile yazılmış, ne olduğu belirsiz kitâbları (türkçe Kur�ân) diye gençliğin önüne sürdükleri, köylere dağıtdıkları görülüyor. (Arabca Kur�ân, yabancı dildir. Onu okumayın! Öz dilimizle bunu okuyun) diyorlar. Böyle söyliyenlere dikkat edilirse, çoğunun nemâz kılmadığı, oruc tutmadığı, harâmlara, hattâ dinsizliğe dalmış bulunduğu, müslimânlığa, yalnız lâf ile bağlı olduğu anlaşılıyor. Bu kimseler, radyoda, barlarda Beethovenin 9 senphonisini, Mozartın Figarosunu ve Molyerin şi�rlerini niçin almanca, italyanca, fransızca söylüyorlar ve dinliyorlar? Bunlar yabancı dildir. Öztürkçe söylemek lâzımdır demiyorlar? Bu senfonileri, komedileri türkçeye terceme etmiyorlar. Çünki, türkçeye tâm çevrilemiyeceğini biliyorlar. Türkçesinden, nefsleri zevk alamıyor. Türkçelerine Beethovenin, Şopenin eseri denilemiyor. İşte müslimânlar da, bu tercemelerden Kur�ân-ı kerîmin zevkıni alamaz, rûhlarını besliyemez.
    Diyânet İşleri Başkanlığı tarafından hâzırlanıp 1381 [m. 1961] de neşr edilen, (Kur�ân-ı kerîmin türkçe meâli) adındaki tercemenin önsözünde de, yukarıda bildirdiklerimiz çok güzel dile getirilmişdir. Diyânet işleri reîsi muhterem H. Hüsnü Erdem imzâsını taşıyan bu önsözde diyor ki, (Kur�ân-ı kerîm gibi ilâhî belâgat ve îcâzı hâiz bir kitâb, yalnız türkçeye değil, hiçbir dile hakkıyle çevrilemez. Eski tefsîrlerin ışığı altında verilen ma�nâlara da terceme değil, meâl demek uygundur. Kur�ânın yalnız ma�nâsını ifâde eden sözleri, Kur�ân hükmünde tutmak, nemâzda okumak ve aslına hakkıyle vâkıf olunmadan ahkâm çıkarmak câiz olmaz. Hiçbir terceme, aslının yerini tutamaz. Kur�ân-ı kerîmde, muhtelif ma�nâlara gelen lafzlar vardır. Böyle bir lafzı terceme etmek, çeşidli ma�nâlarını bire indirmek olur ki, verilen tek ma�nânın, murâd-ı ilâhî olduğu bilinemez. Bunun için, Kur�ân tercemesi demeğe cesâret edilemez. Kur�ân-ı kerîmi terceme etmek başka, tercemeyi Kur�ân yerine koymağa kalkışmak başkadır). Önsözden sonra yapılan açıklamalarda diyor ki, (Bu ilâhî, beşer üstü ve mûciz kitâbın tam hakkını vererek aynen türkçeye çevrilmesi mümkin değildir. Bu i�tibârla, en isâbetli yol, âyetleri kelime kelime aynen terceme etmek yerine, arabca aslından anlaşılan ma�nâ ve meâli türkçe ile ifâde yolu olsa gerekdir. Kur�ân-ı kerîmin nazm-ı celîlini, aslındaki îcâz ve belâgatini muhâfaza ederek terceme etmek mümkin değildir. Fekat, meâl olarak tercemesi mümkindir. Bir dilden başka bir dile yapılan tercemelerde, her iki dilin husûsiyyetlerini hakkıyle belirtmeğe imkân yokdur. Avrupada ilk Kur�ân tercemesi 537 [m. 1141] de lâtinceye yapılmışdır. 919 [m. 1513] da italyancaya, 1025 [m. 1616] de almancaya, 1056 [m. 1647] da fransızcaya ve 1057 [m. 1648] de ingilizceye terceme edilmişdir. Bugün, bu dillerin herbirinde otuz kadar tercemeleri vardır. Ancak çeşidli eğilimli kimselerin yapdıkları tercemelerde, pek yanlış, hattâ garazkârâne olanlar vardır. Kur�ân-ı kerîmi başka dillere terceme etmek câizdir. Fekat, tercemeden islâm dîninin ahkâmının hepsi öğrenilemez. Hadîs-i şerîflerle, icmâ� ve kıyâs yolu ile sâbit olan hükmler de vardır. Bunlar, tafsîlâtı ile, fıkh kitâblarından öğrenilir).
    Seyyid Abdülhakîm Arvâsî �rahmetullahi aleyh� buyurdu ki, İstanbulda, Bâyezîd umûmî kütübhânesi, şeyhul-islâm Veliyyüddîn efendi kısmında, binyediyüzaltı numaralı kitâbın 224.cü sahîfesinde diyor ki, (Kur�ân tercemesi, Kur�ân değildir. Çünki Kur�ân, ma�lûm mûciz olan nazmdır. Terceme edilince, îcâzı zâil olmakdadır. Bir şi�r terceme edilince, şi�r olmakdan çıkar). Kitâb, imâm-ı Nevevînin (Ezkâr) kitâbının şerhidir. Müellifi, Ebû Abdüllah Muhammed Şemsüddîn Ukaylî Behnesî şâfi�î nakşî 1001 [m. 1592] de vefât etmişdir. Behnes, Mısr-ı vüstâda bir kasabadır.
    Allahü teâlâ, Kur�ân-ı kerîmde, (Benim kitâbım arabîdir) diyor. (Muhammed aleyhisselâma, bu Kur�ânı arabî dil ile indirdim) buyuruyor. O hâlde, Allahü teâlânın melek ile indirdiği kelimelerin, harflerin ve ma�nâların toplamı Kur�ândır. Böyle olmıyan kitâblara, Kur�ân-ı kerîm denemez. Bu kitâblara Kur�ân diyen müslimânlıkdan çıkar. Kâfir olur. Başka dile, hattâ arabîye çevrilirse, Kur�ân açıklaması denir. Ma�nâsı bozulmadan da, bir harfi bile değişince, Kur�ân olmaz. Hattâ hiçbir harfi değişmeden, okunmasında ufak değişiklik yapılırsa, Kur�ân denmez.
    (Rıyâd-ün-nâsıhîn)de diyor ki: Arabî gramer şartlarına uyan ve ma�nâyı değişdirmiyen, fekat ba�zı kelimeleri Osmân radıyallahü anhın topladığına benzemiyen Kur�ân-ı kerîme (Kırâet-i şâzze) denir. Bunu nemâzda da, başka yerde de okumak câiz değildir, günâhdır. Kırâet-i şâzzeyi, Eshâb-ı kirâmdan �radıyallahü teâlâ anhüm ecma�în� birkaçı okumuş, fekat sözbirliği olmamışdır. Eshâb-ı kirâmdan birinin okuduğu bildirilmiyen bir okumağa (Kırâet-i şâzze) denmez. Böyle okuyanı habs etmek, döğmek lâzımdır. Din âlimlerinden hiçbirinin okumadığı şeklde okumak, ma�nâyı ve kelimeleri bozmasa bile, küfrdür.
    Kur�ân-ı kerîmin başka dillere yapılan çevirmelerine Kur�ân denmez. Bunlara, Kur�ân-ı kerîmin meâli, ya�nî açıklaması denir. Bunlar, mütehassıs olan ve iyi niyyetli, hâlis müslimânlar tarafından hâzırlanmış ise, Kur�ân-ı kerîmin ma�nâsını anlamak için okunabilir. Buna birşey denmez. Bunlar, Kur�ân diye okunamaz. Bunları, Kur�ân diye okumak, sevâb olmaz. Günâh olur. Müslimânlar, Kur�ân-ı kerîmi, Allahü teâlânın indirdiği gibi okumalıdır. Ma�nâsını bilmeden okumak da sevâbdır. Ma�nâsını anlıyarak okumak, elbette dahâ çok sevâb ve dahâ iyidir.
    Mısr, Irâk, Hicâz, Fas arabcaları birbirine benzemiyor. Kur�ân-ı kerîm, bunlardan hangisinin dili ile açıklanacak? Kur�ân-ı kerîmi anlamak için, şimdiki arabcayı değil, Kureyş dilini bilmek lâzımdır. Kur�ân-ı kerîmi anlamak için, yıllarca dirsek çürütmek, çalışmak lâzımdır. Biz, böyle çalışıp anlıyan, islâm âlimlerinin yazmış oldukları tefsîrlerden, açıklamalardan okuyup anlamalıyız. Derme çatma tercemeleri okuyan gençler, Kur�ân-ı kerîmi, mitolojik hikâyeler, lüzûmsuz, fâidesiz düşünceler, bayağı sözler sanır. Kur�ândan, islâmdan soğuyup, kâfir olur. Demek ki, gençlerin önüne Kur�ân tercemelerini sürerek, öztürkçe Kur�ân okuyunuz, yabancı dil olan arabca Kur�ânı okumayınız demek, müslimân yavrularının, şehîd evlâdlarının dinsiz yetişmesini istiyen islâm düşmanlarının, zındıkların yeni bir taktiği, hîlesi olsa gerekdir.
    İbni Hacer-i Mekkî hazretleri, (Fetâvâ-i fıkhiyye) kitâbının otuzyedinci sahîfesinde buyuruyor ki, (Kur�ân-ı kerîmi arabîden başka harf ile yazmak ve başka dile terceme edip, Kur�ân-ı kerîm yerine bunu okumak, sözbirliği ile harâmdır. Selmân-ı Fârisî �radıyallahü anh� Fâtihayı Îrânlılara fârisî harflerle yazmadı. Tercemesini de yazmadı. Fâtiha sûresinin fârisî tefsîrini yazdı. Arabîden başka harf ile yazmak ve böyle yazılmış Kur�ânı okumak harâmdır. Kur�ân-ı kerîmi arabî harflerle, okunduğu gibi yazmak sûreti ile değişdirmek bile, sözbirliği ile harâmdır. Böyle yapmak (Selef-i sâlihîn)in, ya�nî ilk yıllardaki müslimânların yapdıklarını beğenmemek, onları câhil bilmek olur. Meselâ, Kur�ân-ı kerîmde, (Ribû) yazılı ise de, (Ribâ) okunur. Bunu, okunduğu gibi (Ribâ) yazmak câiz değildir. Kur�ân-ı kerîmi böyle yazarken ve başka dile terceme ederken, Allah kelâmının îcâzı bozulmakda, nazm-ı ilâhî değişmekdedir. Herhangi bir sûrede bulunan âyetlerin yerlerini değişdirmek harâmdır. Çünki, âyetlerin sırası kat�î olarak doğrudur. Sûrelerin sıralarının doğruluğu ise zannîdir. Bunun için, sûrelerin yerini değişdirerek okumak, yazmak mekrûh olmuşdur. Kur�ân-ı kerîmi başka harflerle veyâ tercemesini yazmak, okumak, öğrenmesini kolaylaşdırır demek doğru değildir. Kolay olsa bile, câiz olmasına sebeb olamaz).
    (Mevdû�ât-ül-ulûm)da diyor ki, (Kur�ân-ı kerîmdeki bilgiler üç kısmdır: Birincisini hiçbir kuluna bildirmemişdir. Kendisini, ismlerini ve sıfatlarını kendinden başka kimse bilemez. İkinci kısm bilgileri, yalnız Muhammed aleyhisselâma bildirmişdir. Bu yüce Peygamberden ve Onun vârisi olan râsih âlimlerden başka kimse bunları anlıyamaz. Müteşâbih âyetler böyledir. Üçüncü kısm bilgileri, Peygamberine bildirmiş ve ümmetine öğretmesini emr buyurmuşdur. Bu ilmler de ikiye ayrılır: Birinciler, geçmiş insanların hâllerini bildiren (Kısas) ve dünyâda, âhıretde yaratmış olduğu ve yaratacağı şeyleri bildiren haberler (Ahbâr)dır. Bunlar, ancak Resûlullahın bildirmesi ile anlaşılır. Akl ile, tecribe ile anlaşılamaz. Üçüncü kısm bilgilerin ikincileri, akl, tecribe ve arabî ilmler ile anlaşılabilir. Kur�ân-ı kerîmden ahkâm çıkarmak ve fen bilgilerini anlamak böyledir. İmâm-ı Nesefî �rahmetullahi teâlâ aleyh� (Akâid)de buyuruyor ki, arabî ilmlere göre ma�nâ verilir. İsmâilî sapıkları gibi, başka ma�nâlar vermek, ilhâd ve küfr olur.
    Kendi aklı ve görüşleri ile bozuk tefsîrler yapanlar beş dürlüdür:
    1 � Tefsîr için lâzım olan bilgileri bilmiyen câhillerdir.
    2 � Müteşâbih âyetleri tefsîr edenlerdir.
    3 � Sapık fırkalardakilerin, zındıkların ve dinde reformcuların, bozuk düşünce ve isteklerine uygun tefsîr yapanlardır.

  7. #7
    ACİZKUL
    ACİZKUL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Îmânın gitmesine sebeb olan şeyler

    4 � Delîl ve sened ile iyi anlamadan tefsîr yapanlardır.
    5 � Nefse ve şeytâna uyarak yanlış tefsîr yapanlardır).
    26 � Ahkâm-ı islâmiyyenin hepsi Kur�ân-ı kerîmden çıkmakdadır. Kur�ân-ı kerîm, bütün Peygamberlere �salevâtullahi aleyhim� gönderilmiş olan, bütün kitâblardaki ahkâmı ve dahâ fazlasını kendisinde toplamakdadır. Gözleri kör, ilmleri az, aklları kısa olanlar, bunu göremez. Kur�ân-ı kerîmdeki bu ahkâm üç kısmdır:
    Birinci kısm ahkâmı, ilm ve akl sâhibi, (İbâret-i nass) ile ve (İşâret-i nass) ile ve (Delâlet-i nass) ile ve (Mazmûn-i nass) ile ve (İltizâm-i nass) ile ve (İktizâ-i nass) ile kolayca anlıyabilir. Ya�nî, her âyet-i kerîmede, ibâret, delâlet, işâret, iltizâm, iktizâ ve tazammün bakımından çeşidli ma�nâlar ve hükmler vardır. (Nass), ma�nâları açık ve meydânda olan âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere denir.
    Kur�ân-ı kerîmdeki ahkâmdan ikinci kısmı açıkca anlaşılmaz. İctihâd ve istinbât yolu ile meydâna çıkarılabilir.
    Ahkâm-ı ictihâdiyyede, Eshâb-ı kirâmdan biri, Peygamberimize �sallallahü aleyhi ve sellem� uymayabilirdi. Fekat bu ahkâm, Peygamberimiz �sallallahü aleyhi ve sellem� zemânında hatâlı ve şübheli olamazdı. Çünki, Cebrâîl �aleyhisselâm� gelerek, yanlış olan ictihâdlar, Allahü teâlâ tarafından hemen düzeltilir, hak ile bâtıl birbirinden hemen ayrılırdı. Peygamberimizin �sallallahü aleyhi ve sellem� âhırete teşrîfinden sonra meydâna çıkarılan ahkâm ise, böyle olmayıp, doğru ile yanlış ictihâdlar karışık kaldı. Bundan dolayıdır ki, vahy zemânında ictihâd olunan ahkâmı, hem yapmak, hem de inanmak lâzımdır. Peygamberimizden sonra ictihâd olunan ahkâmı da yapmak lâzım ise de, icmâ� hâsıl olmıyan ictihâdlarda şübhe etmek, îmânı gidermez. [Bu husûs (Mektûbât)ın ikinci cild, 36. cı mektûb sonunda da yazılıdır.]
    Kur�ân-ı kerîmde bulunan ahkâmdan üçüncü kısmı, o kadar derin ve gizlidir ki, bunları anlayıp çıkarmağa insan gücü yetişemiyor. Bunlar, Allahü teâlâ tarafından bildirilmedikçe, anlaşılamaz. Bu da ancak Peygamberimize �sallallahü aleyhi ve sellem� gösterilmiş, bildirilmişdir. Başkasına bildirilmez. Bu ahkâm da, Kur�ân-ı kerîmden çıkarılıyor ise de, Peygamber �sallallahü aleyhi ve sellem� tarafından açıklanmış olduklarından, bunlara (Sünnet) denir. Birinci ve üçüncü kısm ahkâmda kimse, Peygamberden �sallallahü aleyhi ve sellem� ayrılamaz. Bütün müslimânların, bunlara inanması ve tâbi� olması lâzımdır. Ahkâm-ı ictihâdiyyede ise, her müctehidin kendi çıkardığı hükme tâbi� olması lâzımdır. Başka müctehidlerin ahkâmına tâbi� olamaz. Bir müctehid, başka müctehide, ictihâdından dolayı yanıldı, doğru yoldan ayrıldı diyemez. Zîrâ, her müctehide, kendi ictihâdı hakdır ve doğrudur. Peygamberimiz �sallallahü aleyhi ve sellem� uzak memleketlere gönderdiği Eshâb-ı kirâma, karşılaşacakları mes�elelerde, Kur�ân-ı kerîmin hükmü ile hareket etmelerini, Kur�ân-ı kerîmde bulamazlar ise, hadîs-i şerîflerde aramalarını, burada da bulamazlar ise, kendi re�y ve ictihâdları ile amel etmelerini emr buyururdu. Kendilerinden dahâ âlim, dahâ yüksek olsalar bile, başkalarının fikr ve ictihâdlarına tâbi� olmakdan men� ederdi. Hiçbir müctehid ve Eshâb-ı kirâmdan hiçbirisi �radıyallahü teâlâ anhüm ecma�în� başkalarının ictihâdlarına bozuk demedi. Kendilerine uymıyanlara, fâsık ve sapık gibi kötü şeyler söylemedi.
    Eshâb-ı kirâmdan �radıyallahü teâlâ anhüm ecma�în� sonra gelen müctehidlerin en büyüğü, imâm-ı a�zam Ebû Hanîfedir �radıyallahü anh�. Bu büyük imâm, her hareketinde, vera� ve takvâ üzere idi. Her işinde Peygamberimize �sallallahü aleyhi ve sellem� tâm ma�nâsı ile tâbi� idi. İctihâd ve istinbâtda, öyle yüksek bir dereceye ulaşmışdı ki, buraya kimse varamadı.
    [Kendisinden dahâ önceleri, dahâ âlim ve dahâ yüksek kimseler geldi ise de, onların zemânında sapıtmalar yayılmamış olduğundan, doğruyu ayıracak mi�yârlar hâzırlamamışlar, diğer dahâ kıymetli işlerle uğraşmışlardır.]
    İmâm-ı Şâfi�î hazretleri, İmâm-ı a�zamın ictihâdının inceliğinden, az birşey anlıyabildiği içindir ki, (Bütün müctehidler, imâm-ı a�zam Ebû Hanîfenin çocuklarıdır) demişdir. Îsâ �aleyhisselâm�, kıyâmete yakın bir zemânda, gökden inerek, Muhammed aleyhisselâmın dînine göre hareket edecek ve Kur�ân-ı kerîmden ahkâm çıkaracakdır. İslâm büyüklerinden imâm-ı Muhammed Pârisâ hazretleri buyuruyor ki, (Îsâ �aleyhisselâm� gibi büyük bir Peygamberin, ictihâd ile çıkaracağı bütün ahkâm, Hanefî mezhebindeki ahkâma benziyecek, ya�nî, İmâm-ı a�zamın ictihâdına uygun olacakdır). Bu da, İmâm-ı a�zamın �radıyallahü anh� ictihâdının, ne kadar çok isâbetli ve doğru olduğunu bildiriyor. Evliyâ, kalb gözleriyle, Hanefî mezhebini, büyük deniz gibi, diğer mezhebleri, ufak dereler, ırmaklar gibi görmüş olduklarını söylemişlerdir. İmâm-ı a�zam Ebû Hanîfe hazretleri, ictihâdında da sünnete tâbi� olmakda, herkesden ileri gitmiş, Mürsel hadîsleri bile, Müsned hadîsler gibi, sened olarak almışdır ve Eshâb-ı kirâmın sözlerini, kendi görüşlerinin, buluşlarının üstünde tutmuşdur. Onların, Peygamberimizin �sallallahü aleyhi ve sellem� yanında, sohbetinde bulunmak şerefi ile kazandıkları derecelerin büyüklüğünü, herkesden dahâ iyi anlamışdır. Diğer hiç bir müctehid böyle yapamamışdır. İmâm-ı a�zam için, kendi görüşü ile ahkâm çıkarıp, Kur�ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere bağlı kalmamışdır diyenler, yeryüzünde asrlardan beri ibâdet etmekde olan milyonlarca müslimânı, yanlış ve uydurma yolda bulundurmakla ve hattâ müslimânlıkdan ayrı kalmakla lekelemiş oluyor. Bunu ise, yâ kendi cehllerini de bilmeyen kara kafalı câhiller, yâhud dîn-i islâmı yıkmak, bozguna uğratmak isteyen islâm düşmanları, zındıklar söyler. Birkaç câhil, birkaç zındık, birkaç hadîs ezberleyip, ahkâm-ı islâmiyyeyi bu kadarcık sanarak, işitmedikleri ve bilmedikleri hükmleri inkâr ediyor. Evet, bir kaya kovuğunda ilişmiş kalmış bir böcek, yerleri ve gökleri, bu delikden ibâret sanır.
    Ehl-i sünnetin reîsi, fıkhın kurucusu, imâm-ı a�zam Ebû Hanîfedir �rahmetullahi teâlâ aleyh�. Bütün dünyâda tatbîk olunan ahkâm-ı islâmiyyenin dörtde üçü, onundur. Kalan dörtde birinde de, ortakdır. İslâmiyyetde ev sâhibi, âile reîsi odur. Bütün diğer müctehidler, onun çocuklarıdır.
    [Bir müctehidin çıkardığı ahkâmın hepsine (Mezheb) denir. Ehl-i sünnetin yüzlerce mezhebinden, bugün dört imâmın mezhebi kitâblara geçmiş olup, diğerleri kısmen unutulmuşdur. Bu dört imâmın ismleri ve vefât târîhleri: Ebû Hanîfe 150, Mâlik bin Enes Esbahî 179, Muhammed Şâfi�î 204 ve Ahmed bin Hanbel 241 dir. Müctehid olmıyanların bütün hareketlerinde ve ibâdetlerinde, bu dört mezhebden birinde bulunması lâzımdır. Demek ki, Peygamberimizin �sallallahü aleyhi ve sellem� yolu, Kur�ân-ı kerîm ile ve hadîs-i şerîfler ile, ya�nî sünnet ile ve müctehidlerin ictihâdları ile gösterilen yoldur. Bu üç vesîkadan başka, bir de, (İcmâ�-ı ümmet) vardır ki, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi�înin sözbirliği olduğu, İbni Âbidînde (Habs) bahsinde yazılıdır. Ya�nî gördükleri ve işitdikleri zemân, hiçbirisinin red ve inkâr etmediği şeylerdir. Şî�îlerin (Minhâc-üs-sâlihîn) kitâbında, ölmüş olana tâbi� olmak câiz değildir demeleri doğru değildir.]
    Dîn-i islâm, bu dört vesîka ile bizlere gelmişdir. Bu dört vesîkaya (Edille-i şer�ıyye) denir. Bunların dışında kalan herşey bid�atdir, zındıklıkdır ve dinsizlikdir. Tesavvuf büyüklerinin kalblerine gelen ilhâmlar, keşfler, ahkâm-ı islâmiyye için sened ve vesîka olamaz. Keşflerin, ilhâmların doğru olup olmadığı, islâmiyyete uygun olup olmamaları ile anlaşılır. Tesavvufun, vilâyetin yüksek tabakalarında bulunan Evliyâ da, ilmi olmıyan, aşağı derecelerdeki müslimânlar gibi, bir müctehide tâbi� olmak mecbûriyyetindedir. Bistâmî, Cüneyd, Celâleddîn-i Rûmî ve Muhyiddîn-i Arabî gibi Evliyâ, herkes gibi, bir mezhebe tâbi� olarak yükselmişlerdir. Ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmak, bir ağaç dikmek gibidir. Evliyâya hâsıl olan ilmler, ma�rifetler, keşfler, tecellîler, aşk-ı ilâhî ve muhabbet-i zâtiyye, bu ağacın meyveleri gibidir. Evet, ağaç dikmekden maksad, meyve elde etmekdir. Fekat, meyve kazanmak için, ağaç dikmek şartdır. Ya�nî, îmân olmazsa ve ahkâm-ı islâmiyye yapılmazsa, tesavvuf ve evliyâlık hâsıl olamaz. Böyle iddi�âda bulunanlar, zındıkdır, dinsizdir. Böyle kimselerden, arslandan kaçmakdan dahâ çok kaçmalıdır. Arslan, insanın yalnız canını alır. Bunlar ise, dînini ve îmânını alır. [(Merec-ül-bahreyn)de, Ahmed Zerrûkdan alarak diyor ki, imâm-ı Mâlik �rahmetullahi teâlâ aleyh�, (Fıkh öğrenmeyip, tesavvuf ile uğraşan, dinden çıkar. (Zındık) olur. Fıkh öğrenip tesavvufdan haberi olmıyan [(Bid�at sâhibi), ya�nî] sapık olur. Her ikisini edinen, hakîkate varır) buyurdu. Fıkhı doğru öğrenen ve tesavvufun zevkıni alan, kâmil insan olur. Tesavvuf büyüklerinin hepsi kemâle gelmeden önce bir fıkh âliminin mezhebinde idi. Tesavvufcunun mezhebi yokdur demek, mezheblerin hepsini bilir, hepsini gözetir, evlâ olanı, ihtiyâtlı olanı yapar demekdir. Cüneyd-i Bağdâdî, Süfyân-ı Sevrînin mezhebinde idi. Abdülkâdir-i Geylânî, hanbelî idi. Ebû Bekr-i Şiblî, mâlikî idi. İmâm-ı Rabbânî ve Cerîrî, hanefî idi. Hâris-i Muhâsibî, şâfi�î idi �Kaddesallahü teâlâ esrârehüm�.]
    27 � Seyyid Abdülhakîm efendi �rahmetullahi aleyh� (Eshâb-ı kirâm) kitâbında buyuruyor ki, (İctihâd, insan gücünün yetdiği kadar, ya�nî cehd ile zahmet çekerek çalışmak demekdir. Ya�nî, Kur�ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde sarîh ve açık bildirilmemiş bulunan ahkâmı ve mes�eleleri, açık ve geniş anlatılmış mes�elelere benzeterek, meydâna çıkarmağa uğraşmakdır. Bunu ancak Peygamberimiz �sallallahü aleyhi ve sellem� ve Onun Eshâbının hepsi ve diğer müslimânlardan ictihâd makâmına yükselenler yapabilir ki, bu çok yüksek insanlara, (Müctehid) denir. Cenâb-ı Hak, Kur�ân-ı kerîmin birçok yerinde, ictihâd etmeği emr ediyor. O hâlde, ma�nâları açıkça anlaşılmayan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin derinliklerinde bulunan ahkâm-ı islâmiyyeyi ve mesâil-i dîniyyeyi, mefhûm ile ve delâlet ile anlıyabilen büyüklere, ya�nî mutlak müctehidlere, ictihâd etmek farzdır. Müctehid olmak için, arabî yüksek ilmleri temâmen bilip, Kur�ân-ı kerîmi ezber bilmek, her âyet-i kerîmenin ma�nây-ı murâdîsini, ma�nây-ı işârîsini ve ma�nây-ı zımnî ve iltizâmîsini bilmek ve âyet-i kerîmelerin geldikleri zemânları ve gelme sebeblerini ve ne hakkında geldiklerini, küllî ve cüz�î olduklarını, nâsih veyâ mensûh olduklarını, mukayyed veyâ mutlak olduklarını ve kırâet-i seb�a ve aşereden ve kırâet-i şâzzeden nasıl çıkarıldıklarını bilmek, Kütüb-i sittedeki ve diğer hadîs kitâblarındaki, yüzbinlerce hadîsi ezberden bilmek ve her hadîsin ne zemân ve ne için îrâd buyurulduğunu ve ma�nâsının ne kadar genişlediğini ve hangi hadîsin diğerinden önce veyâ sonra olduğunu ve bağlı bulunduğu hâdiseleri ve hangi vak�a ve hâdiseler üzerine buyurulduğunu ve kimler tarafından nakl ve rivâyet olunduğunu ve nakleden kimselerin ne hâlde ve ne ahlâkda olduklarını bilmek, fıkh ilminin üsûl ve kâ�idelerini tanımak, oniki ilmi ve Kur�ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin işâretlerini, rumûzlarını ve açık ve kapalı ma�nâlarını kavramak ve bu ma�nâlar kalbinde yer etmiş olmak, kuvvetli îmân sâhibi olmak ve itmînân ile dolu, nûrlu ve sâf bir kalbe ve vicdâna mâlik olmak lâzımdır. İctihâd ve tefsîr hakkında, fârisî (Redd-i Vehhâbî) kitâbında uzun bilgi vardır. (Redd-i Vehhâbî) kitâbı, 1264 h. de Delhîde ve 1415 de İstanbulda tab� edilmişdir.
    Bütün bu üstünlükler, ancak Eshâb-ı kirâmda ve sonra, ikiyüz sene içinde yetişen, ba�zı büyüklerde bulunabildi. Dahâ sonraları, fikrler, re�yler dağılıp, bid�atler çıkıp yayıldı. Böyle üstün kimseler azala azala, dörtyüz sene sonra, bu şartları hâiz kimse, ya�nî mutlak müctehid olarak meşhûr olan görülmedi). Hicretden dörtyüz sene sonra, müctehide ihtiyâc da kalmadı. Çünki, Allahü teâlâ ve Onun Resûlü Muhammed aleyhisselâm, kıyâmete kadar hayât şekllerinde ve fen vâsıtalarında yapılacak değişikliklerin, yeniliklerin hepsine şâmil olan ahkâmın hepsini bildirdiler. Müctehidler de, bunların hepsini anlayıp, açıkladılar. Sonra gelen âlimler, bu ahkâmın, yeni hâdiselere nasıl tatbîk edileceklerini, tefsîr ve fıkh kitâblarında bildirirler. (Müceddid) denen bu âlimler kıyâmete kadar mevcûddur. (Fen vâsıtaları değişdi. Yeni hâdiselerle karşılaşıyoruz. Din adamları toplanarak yeni tefsîrler yazılmalı, yeni ictihâdlar yapılmalıdır) diyerek, nasslara ilâveler, değişiklikler yapmak lâzım olduğunu savunanların (Zındık) ve islâm düşmanı oldukları anlaşılır. İslâm düşmanlarının en zararlısı ingilizlerdir.
    İslâm düşmanlığı, zulm, istibdât, hîle ve hıyânet üzerine kurulmuş olan İngiliz İmperatorluğu, Kanada ve Avustralya ile Asyada ve Afrikada kırk memleketi kültür emperyalizmi ve kuvvet yolu ile işgâl ederek, ingiliz sömürgesi yapdı. İğrenç ingiliz politikası gereği olarak önce bu ülkelerin dilleri, dinleri, örf ve âdetleri tahrib edildi. Sonra da yeraltı ve yerüstü zenginlikleri sömürüldü. Her dürlü direnme kanlı bir şeklde basdırıldı. İslâm dînini öğreten bütün medrese ve mektebleri de kapatdılar. Halka doğru yolu gösterebilecek bütün âlimleri ve din adamlarını, hattâ talebeleri bile öldürdüler. Yalnız Çanakkale harbinde ingilizlerin 274 bin müslimânı şehîd etdiği, 18.3.2000 târîhli Türkiye gazetesinde yazılıdır. Yeni nesillerin dinsiz yetişmesi için de İslâm dînini öğreten kitâbları imhâ etdiler.
    1877 de Osmânlı-Rus harbi esnâsında, İngiltere, Hindistanın ilhâkını îlân ederken, Midhat Pâşanın desteğini dahâ önceden garantilemişdi. Çünki, Midhat Pâşa, meşhûr İskoç locasına kayıdlı olması sebebi ile ingiliz hükûmeti tarafından ingiliz ajanı gibi kullanılarak, Osmânlı Devletini harbe sokmuş ve Sultân Abdül�azîz Hânı da şehîd etdirmişdi.
    Batıya şartlandırılan devlet adamları ile Batılı uzman olarak görevlendirilen ajanların işbirliği sâyesinde; �Fen bilgisi din adamına lâzım olmaz!� iftirâsında bulunarak, medreselerden fen dersleri kaldırıldı. Ondan sonra da, fen bilgilerinden mahrûm edilen din adamlarını, �Fen bilgilerinden anlamadıkları� gerekçesi ile, câhillik ile suçlayıp, horlamak sûretiyle gençleri dinden soğutdular.
    28 � Resûlullahın �sallallahü aleyhi ve sellem� yapdığı ve kaçındığı şeyler iki kısmdır:
    Birisi, ibâdet olarak yapdığı ve kaçındığı şeylerdir. Her müslimânın bunlara tâbi� olması lâzımdır. Bunlara uymayan şeyler bid�atdir. İkincisi, âdet olarak ya�nî, bulundukları şehrin ve o memleketlerdeki insanların yapmakda oldukları şeylerdir. Bunları da beğenmiyen, çirkin diyen, kâfir olur. Fekat, bunları yapmak, mecbûrî değildir. Bunlara uymayan şey, bid�at değildir. Bunları yapıp yapmamak, memleketlerin ve insanların âdetlerine bağlıdır. Mubâh kısmındandırlar. Din ile bağlılıkları yokdur. Her memleketin âdeti, başka başkadır. Hattâ, bir memleketin âdeti, zemânla değişir.

  8. #8
    ACİZKUL
    ACİZKUL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Îmânın gitmesine sebeb olan şeyler

    [İbni Âbidîn �rahmetullahi aleyh� abdestin sünnetlerini anlatırken, buyuruyor ki, (Meşrû�ât, ya�nî ibâdetler, ya�nî müslimânlara yapılması emr olunan şeyler, dört kısmdır: Farz, vâcib, sünnet, nâfile. Allahü teâlânın açık olarak bildirdiği emrlerine (Farz) denir. Açık olmayıp, zan ederek anlaşılan emrlerine (Vâcib) denir. Farz veyâ vâcib olmayıp, Resûlullahın �sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem� kendiliğinden emr etdiği veyâ yapdığı ibâdetlere (Sünnet) denir. Bunları devâmlı yaparak, nâdiren terk etmiş ve terk edenlere birşey dememiş ise, (Sünnet-i hüdâ) veyâ (Müekked sünnet) denir. Bunlar, islâm dîninin şi�ârıdır. [Ya�nî, bu dîne mahsûsdurlar. Başka dinlerde yokdurlar.] Vâcibleri terk edeni görünce, terk etmesine mâni� olurdu. Kendisi ara sıra terk etmiş ise, (Sünnet-i gayr-ı müekkede) denir. Müekked sünneti, özrsüz olarak devâmlı terk etmek mekrûh olur. Küçük günâh olur. Allahü teâlâ, bütün ibâdetlere sevâb vereceğini va�d etdi. Söz verdi. Fekat, ibâdete sevâb verilmesi için, niyyet etmek lâzımdır. Niyyet, emre itâat ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için yapdığını kalbinden geçirmek demekdir. [Bu üç kısm ibâdeti belli zemânlarda yapmağa (Edâ etmek) denir. Zemânında yapmayıp, zemân geçdikden sonra yapmağa (Kazâ etmek) denir. Edâ veyâ kazâ etdikden sonra, kendiliğinden tekrâr yapmağa (Nâfile ibâdet) denir.] Farzları ve vâcibleri nâfile olarak yapmak, müekked sünnetleri yapmakdan dahâ çok sevâb olur. Resûlullahın �sallallahü aleyhi ve sellem� ibâdet olarak değil de, âdet olarak, devâmlı yapdığı şeylere (Sünnet-i zevâid) denir. Elbiseleri, oturması, kalkması, iyi şeyleri yapmağa sağdan başlaması böyledir. Bunları yapanlara da sevâb verilir. Bunlara sevâb verilmesi için, niyyet etmek lâzım değildir. Niyyet edilirse, sevâbları çoğalır. Zevâid sünnetleri ve nâfile ibâdetleri terk etmek mekrûh olmaz.)]
    Bunlarla berâber, âdete bağlı şeylerde de Resûlullaha �sallallahü aleyhi ve sellem� tâbi� olmak, dünyâda ve âhıretde, insana çok şey kazandırır ve çeşidli se�âdetlere yol açar.
    29 � İbni Âbidîn �rahmetullahi teâlâ aleyh�, nemâzın mekrûhlarını anlatırken buyuruyor ki; (Kâfirlerin yapdıkları ve kullandıkları şeyler de iki kısmdır:
    Birisi, âdet olarak, ya�nî her kavmin, her memleketin âdeti olarak yapdıkları şeylerdir. Bunlardan, harâm olmayıp, insanlara fâideli olanları yapmak ve kâfirlere benzemeği düşünmiyerek kullanmak hiç günâh değildir. [Pantalon, fes ve çeşidli ayakkabı, çatal, kaşık kullanmak, yemeği masada yimek ve herkesin önüne tabaklar içinde koymak ve ekmeği bıçak ile dilimlere ayırmak ve çeşidli eşyâ ve âletleri kullanmak, hep âdete bağlı şeyler olup mubâhdırlar. Bunları kullanmak, bid�at olmaz, günâh olmaz.] Resûlullah �sallallahü aleyhi ve sellem� papasların kullandığı ayakkabıyı kullanmışdır). Bunlardan, fâideli olmıyanları ve çirkin ve mezmûm olanları kullanmak ve yapmak harâm olur. Fekat, iki müslimân bunları kullanınca (Âdet-i islâm) olur ve üçüncü kullanan müslimâna harâm olmaz. Birinci ve ikinci müslimân günâhkâr olursa da, başkaları olmaz. (Kâmûs-ül-a�lâm)da, Timürtaş pâşada diyor ki, (Osmânlı sancağının rengini ve [bugünkü ay-yıldızlı Türk bayrağının] şeklini ta�yîn eden ve o zemâna kadar beyâz olan fesi kırmızıya boyayan, Timürtaş pâşadır). Abbâsî devletinin bayrağı siyâh idi. Halîfe Memûn zemânında yeşile çevrildi. Görülüyor ki, fes macarlardan alınmamışdır. Türk yapısıdır.
    (Birgivî vasıyyetnâmesi)nde diyor ki, (Kâfirlerin kullandıkları şeylerin ikinci kısmı, ibâdet olarak yapdıkları ve kâfirlik alâmeti olan ve islâmiyyeti inkâr etmek ve inanmamak alâmeti olan ve tahkîr etmemiz vâcib olan şeylerdir ki, bunları yapan ve kullanan kâfir olur. Bunlar, ölümle veyâ bir uzvun kesilmesi ile veyâ bunlara sebeb olan, şiddetli dayak, habs, bütün malını almak ile tehdîd edilmedikce kullanılamaz. Bunlardan meşhûr olanlarını bilmiyerek veyâ şaka olarak veyâ herkesi güldürmek için yapan da, kâfir olur. Meselâ, papasların ibâdetlerine mahsûs şeyi kullanmak küfr olur. Buna (Küfr-i hükmî) denir. Onlara mahsûs olan şeyleri kullanmanın küfr olduğu, islâm âlimlerinin temel kitâblarında yazılıdır. (İbni Âbidîn) �rahmetullahi teâlâ aleyh� beşinci cild, dörtyüzseksenbirinci sahîfeyi okuyunuz! Din düşmanları, müslimânları aldatmak için, kâfirlerin âdetlerini, bayramlarını, müslimân âdeti, müslimânların mubârek günü diyerek, bunların gâvurluk ve kâfirlik olduğunu örtmeğe uğraşıyorlar. Büyük Kostantinin hıristiyanlık dînine karışdırdığı Noel gecesini ve Cemşîdin ortaya çıkardığı Nevruz günü mecûsî bayramını, millî bayram olarak tanıtıyorlar. Müslimânların bu günlerde bayram yapmalarını istiyorlar. Genç ve sâf müslimânlar bunlara aldanmamalıdır. Güvendikleri hâlis müslimânlara, nemâz kılan akrabâlarına, dînini bilen baba dostlarına sorup öğrenmelidir. Bugün bütün dünyâda, gerek îmânı ve küfrü tanımakda, gerekse ibâdetleri doğru yapmakda, câhillik özr değildir. Meşhûr olan din bilgilerini bilmediği için aldanan, Cehennemden kurtulamıyacakdır. Allahü teâlâ, bugün, dînini dünyânın her tarafına duyurmuş, îmânı, halâli, harâmı, farzları, güzel ahlâkı öğrenmek pek kolaylaşmışdır. Bunları, lüzûmu kadar öğrenmek farzdır. Öğrenmeyip câhil kalan farzı terk etmiş olur. Öğrenmeğe lüzûm görmiyen, ehemmiyyet vermiyen kâfir olur.
    30 � Resûlullaha �sallallahü aleyhi ve sellem� tâbi� olmak yedi derecedir: Birincisi, ahkâm-ı islâmiyyeye inanarak, bunları öğrenmek ve yapmakdır. Bütün müslimânların ve âlimlerin ve zâhidlerin ve âbidlerin �rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma�în� tâbi� olması, bu derecededir. Bunların nefsleri îmân etmemişdir. Allahü teâlâ, merhamet ederek, yalnız kalbin îmânını kabûl etmekdedir.
    İkincisi, emrleri yapmakla berâber, Resûlullahın �sallallahü aleyhi ve sellem� bütün sözlerini ve âdetlerini yapmak ve kalbi kötü huylardan temizlemekdir. Tesavvuf yolunda yürüyenler bu derecededir.
    Üçüncüsü, Resûlullahda �sallallahü aleyhi ve sellem� bulunan hâllere, zevklere ve kalbe doğan şeylere de tâbi� olmakdır. Bu derece, tesavvufun (Vilâyet-i hâssa) dediği makâmda ele geçer. Burada, nefs de îmân ve itâ�at eder ve bütün ibâdetler, hakîkî ve kusûrsuz olur.
    Dördüncüsü, ibâdetler gibi bütün hayrlı işler hakîkî ve kusûrsuz olmakdır. Bu derece, (Ulemâ-i râsihîn) denilen büyüklere mahsûsdur. Bu râsih ilmli âlimler, Kur�ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin derin ma�nâlarını ve işâretlerini anlar. Bütün Peygamberlerin Eshâbı �radıyallahü teâlâ anhüm ecma�în�, böyle idi. Hepsinin nefsleri îmân etmiş, mutmainne olmuşdur. Böyle tâbi� olmak, yâ tesavvuf ve vilâyet yolundan ilerleyenlere veyâ bütün sünnetlere yapışarak bütün bid�atlerden kaçanlara nasîb olur. Bugün, dünyâyı bid�at kaplamış, sünnetler gayb olmuşdur. Bugün, sünnetleri bulup yapışmak ve bid�at deryâsından kurtulmak, imkân hâricinde kalmışdır. Bid�atler, âdet hâlini almışdır. Hâlbuki, âdetler ne kadar yerleşmiş ve yayılmış olsalar ve ne kadar güzel görünseler de, din ve ahkâm-ı islâmiyye olamaz. Küfre sebeb olan ve harâm olan şeyler, âdet hâlini alsalar, halâl ve câiz olmazlar. [Demek ki, bu dereceye kavuşmak için, tesavvuf yolundan ilerlenir. Bu yola, tarîkat denir. İlk asrlarda, sünnetlerin hepsine uymak kolay idi. Tesavvufa lüzûm yokdu.]
    Beşincisi, Resûlullaha �sallallahü aleyhi ve sellem� mahsûs kemâlâta, yüksekliklere tâbi� olmakdır. Bu kemâlât, ilm ve ibâdet ile ele geçemez. Ancak, Allahü teâlâdan, lutf ve ihsân ile gelir. Bu derecede olanlar, büyük Peygamberler �salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma�în� ve bu ümmetin pek az büyükleridir.
    Altıncısı, Resûlullahın �sallallahü aleyhi ve sellem� mahbûbiyyet ve ma�şûkıyyet kemâlâtına tâbi� olmakdır ki, Allahü teâlânın çok sevdiklerine mahsûsdur ve lutf ile ele geçmez, muhabbet lâzımdır.
    Yedinci derece, insan vücûdünün her zerresinin tâbi� olmasıdır. Tâbi� metbû�a o kadar benzer ki, tâbi� olmaklık aradan kalkar. Bunlar da, sanki Resûlullah �sallallahü aleyhi ve sellem� gibi, aynı kaynakdan, herşeyi alır.
    31 � İKİNCİ CİLD, 67. ci MEKTÛB
    Bu mektûb, Hân-ı Hânân-ı cihâna yazılmış olup, Ehl-i sünnet i�tikâdını ve islâmın beş şartını ve günâhlardan tevbe etmeği bildirmekdedir:
    Mektûbuma Besmele ile başlıyorum. [Ya�nî, dünyâda, bütün insanlara fâideli şeyleri yaratıp göndermekle merhamet eden ve âhıretde, Cehennemi hak etmiş olan mü�minleri, afv ve inâyet buyuran, mahlûkâtı yaratan ve her ân varlıkda durduran ve korku ve dehşetden muhâfaza buyuran Allahü teâlânın ism-i şerîfi ile, bu mektûbu yazmağa başlıyorum.] Onun seçdiği, beğendiği iyi insanlara selâmetler olsun!
    [İbni Âbidîn, birinci cild, altıncı sahîfede buyuruyor ki, (Hayvan keserken, av hayvanına ok atarken, ava ta�lîm edilmiş köpeği gönderirken, (Bismillâh) veyâ (Allahü ekber) demek vâcibdir. Besmeleyi temâm söylemek de olur. Her rek�atde, Fâtihadan önce, Besmele çekmek vâcib diyenler vardır. Fekat, sünnet olduğu dahâ doğrudur. Abdest almağa, yimeğe, içmeğe ve her fâideli işe başlarken, Besmele çekmek sünnetdir. Fâtiha ile sûre arasında Besmele çekmek, câiz veyâ müstehabdır. Yürümeğe, oturmağa, kalkmağa başlarken okumak mubâhdır. (Bismillâhillezî lâ-yedurru ma�asmihî şey�ün fil-erdı velâ fissemâi ve hüves-semî�ul�alim), ya�nî besmele okuyarak başlanan her şey, zarar vermez.
    Avret yerini açarken, necâset bulunan yere girerken ve Berâe sûresini, evvelki sûreye bitişik okurken ve sigara içmeğe ve bunun gibi, fenâ kokulu şeyleri, meselâ soğan, sarmısak gibi şeyleri yimeğe [ve sakal traşı olmağa başlarken], Besmele çekmek mekrûhdur. [Sigaranın, soğan ve sarmısak gibi fenâ kokulu şeylere benzetilmesi, tütünün, bu şeyler gibi, tab�an mekrûh olduğunu, şer�an mekrûh olmadığını göstermekdedir.] Harâm işlemeğe başlarken besmele çekmek, harâmdır. Hattâ, kat�î harâm olan şeye, bile bile, Besmele çeken kâfir olur dediler. Kur�ân-ı kerîm niyyeti ile, cünübün Kur�ân-ı kerîm okuması harâmdır.
    Hamd etmek, nemâzda vâcib, hutbede ve her düâdan önce ve yimekden, içmekden sonra sünnetdir. Her hâtırladıkca söylemek mubâhdır. Pis yerlerde söylemek mekrûh, harâm yidikden, içdikden sonra söylemek, harâmdır ve belki, küfre sebeb olur.)].
    Lutf ederek göndermiş olduğunuz kıymetli mektûbunuz geldi. Allahü teâlâya hamd ve şükrler olsun ki, şübhelerin artdığı şu zemânda, hiçbirşeye ihtiyâcı olmıyan sizin gibi bahtiyârlar, temiz mayalarının îcâbı olarak, hiçbir münâsebet olmadığı hâlde, bir köşede kalmış, unutulmuş olan bu fakîrleri düşünmekle, iltifât buyuruyor ve bu tâifeye îmân ediyorsunuz. Ne büyük ni�metdir ki, çeşidli meşgûliyyet ve bağlılıklarınız, sizleri bu devletden alıkoymamış ve dağınık işleriniz, onlara muhabbetinize mâni� olmamış. Bu büyük ni�metin şükrünü yerine getirmelisiniz ve (El mer�ü me�a men ehabbe), ya�nî, (Herkes, âhıretde, dünyâda iken sevmiş olduğu kimselerle berâber bulunacakdır) hadîs-i şerîfinden ümmîdli olmalısınız!
    Ey kıymetli ve bahtiyâr insan! Yetmişüç fırka içinde, Cehennemden kurtulan, yalnız (Ehl-i sünnet vel-cemâ�at) fırkasıdır. Her müslimân, Ehl-i sünnet i�tikâdını öğrenmeli, îmânını buna göre düzeltmelidir. Asrlardan beri dünyâya yayılmış olan müslimânların çoğu, Ehl-i sünnet idi. [Gelmiş olan yüzbinlerle Ehl-i sünnet âlimlerinin, milyonları aşan kitâbları, dünyânın her tarafına, islâmiyyeti yaymış, tanıtdırmışdır. Cehennemden kurtulmak istiyen, bu doğru kitâbları bulup, okuyup i�tikâdını düzeltmelidir.] Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarında yazılı olan i�tikâda uymıyan fenâ, bozuk i�tikâdlar, îmânlar, ya�nî bunlara gönül bağlamak, gönlü öldüren bir zehrdir. İnsanı sonsuz ölüme, ebedî azâba götürür. Amelde, ibâdetlerde tenbellik, gevşeklik olursa, afv olunabilir. Ammâ, i�tikâdda gevşek davranmak afv olunmaz. (Şirki, ya�nî küfrü, aslâ afv etmiyeceğim. Diğer bütün günâhları, istediğim kimselerden afv ederim!) meâlindeki âyet-i kerîme meşhûrdur.

  9. #9
    ACİZKUL
    ACİZKUL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Îmânın gitmesine sebeb olan şeyler

    Ehl-i sünnet i�tikâdını kısa ve öz olarak bildiriyorum. Buna göre i�tikâdı düzeltmelidir. Hak teâlâdan, yalvararak, bu i�tikâd üzere dâim olmayı istemelidir.
    [Herşeyin yokdan var olduğunu, bütün varlıkların yok olduğunu görüyoruz. Bu hâl sonsuzdan böyle gelmiş olamaz. Herşeyi yokdan var eden ve hiç yok olmıyan bir yaratıcı yaratmışdır. Bu yaratıcı, varlığını bildirmek için, Peygamberler ve kitâblar göndermişdir. Peygamberler ve kitâblar, meşhûrdur. İsmleri, dünyânın her yerindeki kütübhânelerde yazılıdır. Meydânda olan şey, inkâr olunamaz. Allahü teâlânın, varlığına inanmamak, meydânda olan şeyi inkâr etmek olur. Allahü teâlânın varlığına ve birliğine inanmamak, günlük hâdiseleri, kitâbda okuyup, inanmamak gibidir. Bu da, akllı bir kimsenin yapacağı birşey değildir.] Biliniz ki, Allahü teâlâ, kadîm olan Zâtı ile vardır. Ondan başka herşey, Onun var etmesi ile var olmuşdur. Onun yaratması ile yoklukdan varlığa gelmişdir. O, sonsuz olarak var idi. Kadîmdir, ezelîdir. Ya�nî hep var idi. Varlığından evvel yokluk olamaz. Ondan başka herşey yok idi. Bunların hepsini, O, sonradan yaratdı. Kadîm ve ezelî olan, bâkî ve ebedî olur. Hâdis ve mahlûk olan, fânî ve muvakkat olur, ya�nî yok olur. Allahü teâlâ birdir. Ya�nî, varlığı lâzım olan, yalnız Odur. İbâdete hakkı olan da, yalnız Odur. Ondan başka herşeyin var olmasına lüzûm yokdur. Olsalar da olur, olmasalar da. Ondan başka hiçbirşey, ibâdet olunmağa lâyık değildir.
    Allahü teâlânın kâmil sıfatları vardır. Bu sıfatları: Hayât, İlm, Sem�, Basar, Kudret, İrâde, Kelâm ve Tekvîndir. Bu sıfatları da, kadîmdir, ezelîdir. Varlıkları Zât-i ilâhî iledir. Mahlûkların sonradan yaratılması ve onlarda her ân meydâna gelen değişiklikler, bu sıfatların kadîm olmasını bozmaz. Sıfatların bağlandığı şeylerin sonradan var olması, sıfatların ezelî olmasına mâni� olmaz. Felsefeciler, yalnız akla güvendiklerinden, aklları da noksân olduğundan, müslimânlardan mu�tezile fırkası da, iyi göremediğinden, eşyâ hâdis olduğu için, bunları var eden ve idâre eden sıfatlar da hâdisdir deyip geçdiler. Bu sûretle kadîm olan (Sıfât-ı kâmile)yi, inkâr etdiler. İlm sıfatı, zerrelere kadar işlemez. Ya�nî, Allahü teâlâ, ufak tefek şeyleri bilmez. Çünki, eşyâdaki değişiklikler, ilm sıfatında değişiklik yapar. Kadîm olanda ise, değişiklik olamaz, dediler. Hâlbuki bilmediler ki, sıfatlar ezelîdir. Bunların eşyâya te�allukları, bağlantıları hâdisdir.
    Noksân sıfatlar, Onda yokdur. Allahü teâlâ, maddelerin, cismlerin, arazların, ya�nî hâllerin sıfatlarından ve bunlara lâzım olan şeylerden münezzehdir, uzakdır. Allahü teâlâ, zemânlı değildir, mekânlı değildir, cihetli değildir. Bir yerde, bir tarafda değildir. Zemânları, yerleri, cihetleri O yaratmışdır. Birşey bilmiyen bir kimse, Onu, Arşın üstünde sanır, yukarıda bilir. Arş da, yukarısı da, aşağısı da, Onun mahlûkudur. Bunların hepsini, sonradan yaratmışdır. Sonradan yaratılan birşey, kadîm olana, her zemân var olana, yer olabilir mi? Yalnız şu kadar var ki, Arş, mahlûkların en şereflisidir. Herşeyden dahâ sâf ve dahâ nûrludur. Bunun için, ayna gibidir. Allahü teâlânın büyüklüğü orada görünür. Bunun içindir ki, ona (Arşullah) denir. Yoksa, Allahü teâlâya göre, Arş da, diğer eşyâ gibidir. Hepsi, Onun mahlûkudur. Yalnız Arş, ayna gibidir. Diğer eşyâda bu kâbiliyyet yokdur. Aynada görünen bir insana, aynanın içindedir denilir mi? O insanın aynaya olan nisbeti, karşısında bulunan diğer eşyâya olan nisbeti gibidir. İnsanın, hepsine olan münâsebeti aynıdır. Yalnız, ayna ile diğer eşyâ arasında fark vardır. Ayna, insanın sûretini gösterebiliyor, diğer eşyâ ise, göstermiyor.
    Allahü teâlâ, madde değildir, cism değildir, araz, hâl değildir. Hudûdlu, boyutlu değildir. Uzun, kısa, geniş, dar değildir. Ona, (Vâsi�) ya�nî geniş deriz. Fekat; bu genişlik, bizim bildiğimiz, anladığımız gibi değildir. O, (Muhît)dir. Ya�nî herşeyi çevirmişdir. Fekat, bu ihâta, çevirmek, bizim anladığımız gibi değildir. O, (Karîb)dir. Yakındır ve bizimledir. Fekat, bizim anladığımız gibi değil! Onun vâsi�, muhît, karîb ve bizim ile berâber olduğuna inanırız. Fekat, bu sıfatların ne demek olduğunu bilemeyiz. Akla gelen herşey yanlışdır, deriz. Allahü teâlâ, hiçbirşeyle ittihâd etmez, birleşmez. Hiçbirşey de Onunla birleşmez. Ona hiçbirşey hulûl etmez. O da, birşeye hulûl etmez. Allahü teâlâ, ayrılmaz, parçalanmaz, tahlîl [analiz], terkîb [sentez] edilmez. Onun benzeri, eşi yokdur. Kadını, çocukları yokdur. O, bildiğimiz, düşünebileceğimiz şeyler gibi değildir. Nasıl olduğu anlaşılamaz, düşünülemez. Benzeri, nümûnesi, olamaz. Şu kadar biliriz ki, Allahü teâlâ vardır. Bildirdiği sıfatları da vardır. Fekat kendisinde, varlığında ve sıfatlarında akla gelen, hayâlimize gelen herşeyden münezzehdir, uzakdır. İnsanlar Onu anlıyamaz. Fârisî beyt tercemesi:
    Rabbiniz değil miyim? Sorulduğunda, Onu
    anlıyanlar, O vardır diyip kesdiler sözü.
    [İmâm-ı Rabbânî 266.cı mektûbda diyor ki, (Allahü teâlâ vardır, birdir. Hayydır, diridir. Her şeyi görür. Hareketleri, düşünceleri, dünyâ ve âhıretdeki şeyleri, ezelde, bir anda bilir. O ve sıfatları ve işleri, akl ile anlaşılamaz ve anlatılamaz. İnsan birşey yapmak irâde edince, O da isterse, hemen yaratır. İnsanın istemesine (Kesb) denir. Onun istemesine (Halk) denir. Onun söylemesi de, hep bir kelimedir.)]
    İslâm âlimlerinin, (Allahü teâlânın gönderdiği ni�metleri düşününüz. Allahü teâlânın nasıl olduğunu düşünmeyiniz), sözleri meşhûrdur. Allahü teâlânın ismleri, (Tevkîfî)dir. Ya�nî dînin sâhibinin bildirmesine mevkûfdur, bağlıdır. İslâmiyyetin söylediği ismi söylemelidir. İslâmiyyetin bildirmediği ism söylenemez. Ne kadar kâmil, güzel ism olsa da, söylenmemelidir. Cevâd denir. Çünki islâmiyyet, Cevâd demekdedir. Fekat, yine cömerd ma�nâsında olan (Sahî) ismi söylenemez. Çünki islâmiyyet, Ona sahî dememişdir. [Şu hâlde, tanrı da denemez. Hele ibâdet ederken, ezân okurken, Allah ismi yerine, tanrı demek, çok günâh olur.]
    Kur�ân-ı kerîm Allah kelâmıdır. Onun sözüdür. Sözünü, islâm harflerinin ve seslerinin içine sokarak, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma göndermişdir. Bununla kullarına emrlerini, nehy [ya�nî yasak]lerini bildirmişdir.
    Biz mahlûklar, [buğazımızdaki ses iplikcikleri], dil ve damağımız ile konuşuyor, arzûlarımızı harf ve ses şeklinde meydâna çıkarıyoruz. Allahü teâlâ da ses zarları, ağız dil olmaksızın, kendi kelâmını, büyük kudreti ile, harf ve ses içinde kullarına göndermişdir. Emrlerini, nehylerini harf ve ses içinde meydâna çıkarmışdır. Her iki kelâm da Onundur. Ya�nî harf ve ses içine sokulmadan evvelki (Kelâm-ı nefsî)si ve harf ve ses içinde bulunan (Kelâm-ı lafzî)si hep Onun kelâmıdır. Her ikisine de kelâm demek doğrudur. Nitekim bizim de, nefsî ve lafzî kelâmımızın ikisi de, sözümüzdür. Nefsîye hakîkî deyip, lafzîye mecâz demek, ya�nî kelâm gibi demek, yanlışdır. Çünki, mecâz olan şeyler red edilebilir. Allahü teâlânın kelâm-ı lafzîsini red edip, buna, Allah kelâmı değildir demek, küfrdür. Evvelce gelen Peygamberlere �alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât� gönderilen kitâblar ve sahîfeler de, hep Allah kelâmıdır. O kitâblarda ve sahîfelerde ve Kur�ân-ı kerîmde bulunanların hepsi, (Ahkâm-ı ilâhî)dir. Her vakte uygun olan hükmleri, o zemânın insanlarına göndermiş ve onları bunlardan mes�ûl tutmuşdur.
    Allahü teâlâyı mü�minler Cennetde, cihetsiz olarak ve karşısında bulunmıyarak ve nasıl olduğu anlaşılmıyarak ve ihâtasız, ya�nî bir şeklde olmıyarak görecekdir. Allahü teâlâyı âhıretde görmeğe inanırız. Nasıl görüleceğini düşünmeyiz. Çünki, Onu görmeği akl anlıyamaz. İnanmakdan başka çâre yokdur. Felsefecilere ve mu�tezile ismindeki müslimânlara ve Ehl-i sünnetden başka bütün fırkalara yazıklar olsun ki, kör olduklarından, buna inanmakdan mahrûm kaldılar. Görmedikleri, bilmedikleri şeyi gördükleri şeylere benzetmeğe kalkarak îmân şerefine kavuşamadılar. [Allahü teâlâ, dünyâda kendini göstermedi. His uzvları ile anlaşılamadı. Böyle olması, insanlara büyük rahmetdir. Görülseydi, kötü kimseler, Ona hakâret ederler, alay ederler, kahr ve gadab-ı ilâhîye sebeb olurlardı. Kötülerin yanı sıra, iyiler de azâb görürdü. Dünyâda râhat, huzûr kalmazdı.]
    Allahü teâlâ, insanları yaratdığı gibi, insanların işlerini de, O yaratıyor. İyi ve fenâ şeylerin hepsi Onun takdîri, dilemesi iledir. Fekat, iyi işlerden râzıdır, beğenir. Fenâlardan râzı değildir, beğenmez. İyi ve kötü her iş, Onun istemesi ve yaratması ile ise de, Onu yalnız, bir kötü şeyin yaratıcısı olarak adlandırmak edebsizlik olur. Kötülüklerin yaratıcısı dememelidir. İyi ve kötünün yaratıcısıdır demelidir. Meselâ, herşeyin hâlıkıdır demeli. Fekat, pisliklerin veyâ domuzların hâlıkı dememelidir. Ona karşı edeb, böyle olur. Mu�tezile fırkası [ve ba�zı sapık kimseler] ne kadar bayağı düşünüyor! İyi, kötü her işini, insan, kendi yaratır diyor. Akl da, din de bunun yanlış olduğunu gösteriyor. Doğru söyliyen âlimler, ya�nî Ehl-i sünnetin büyükleri �rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma�în� insanın, yapdığı işde, kendi kuvveti de te�sîr ediyor dedi ve bu te�sîre (Kesb) ismini verdiler. Çünki, elin titremesi ile, istekle kaldırılması arasında elbette fark vardır. Titremelere insan kudreti ve kesbi karışmıyor. İhtiyârî hareketlere ise karışıyor. İşte, bu kadar karışmaları, süâle ve cezâya sebeb olmakda, insan, sevâb veyâ günâh kazanmakdadır. İnsanların kudret ve ihtiyârına inanmıyan, insanları âciz ve mecbûr zan eden kimse, din âlimlerinin sözlerini anlamamışdır. Bu büyüklerin insanda kudret ve irâde var demeleri, insan her istediğini yapar ve istemediklerini yapmaz demek değildir. Böyle olmak kullukdan uzakdır. Büyüklerin sözü, insanlar, emr olunan şeyleri yapabilir demekdir. Meselâ, beş vakt nemâz kılabilir. Malın kırkda birini zekât verebilir. Oniki ayda, bir ay oruc tutabilir. Yol ve yiyecek parası olan, ömründe bir kerre hac yapabilir. Bunlar gibi, ahkâm-ı islâmiyyenin hepsini yapabilir. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, insanların za�îfliğine ve kuvvetlerinin azlığına göre, bütün ibâdetlerde en hafîf, en kolay olanları emr etmişdir. (Allahü teâlâ, sizlere kolaylık istiyor, güçlük istemiyor) ve (Allahü teâlâ sizlere hafîf, kolay emr etmek istiyor. İnsanlar, za�îf, kuvveti az yaratılmışdır) meâlindeki âyet-i kerîmeler meşhûrdur.
    [Dinde harac, zorluk yokdur, demenin ma�nâsı da budur. Ya�nî, Allahü teâlâ kolaylık emr etmişdir, demekdir. Yoksa, herkes, hoşuna giden şeyleri yapsın, nefsine zor gelen şeyleri yapmasın, ibâdetleri râhat ve kolay ve keyfine göre değişdirsin demek değildir. Dinde ufak bir değişiklik yapmak, küfrdür, dinsizlikdir.]
    Peygamberler �aleyhimüssalevâtü vetteslîmât� Allahü teâlâ tarafından kullarına gönderilmiş insanlardır. Ümmetlerini Allahü teâlâya çağırmak, azgın, yanlış yoldan, doğru, se�âdet yoluna çekmek için gönderilmişlerdir. Dâ�vetlerini kabûl edenlere, Cenneti müjdelemişler, inanmıyanları ve inanıp da yapmıyanları Cehennem azâbı ile korkutmuşlardır. Onların Allahü teâlâdan getirdikleri her haber doğrudur, yanlışlık yokdur. Peygamberlerin sonuncusu, Muhammed aleyhisselâmdır �sallallahü aleyhi ve selleme aleyhi ve aleyhim ecma�în�. Onun dîni bütün dinleri nesh etmiş, yürürlükden kaldırmışdır. Onun kitâbı, geçmiş kitâbların en iyisidir. Onun dîni kıyâmete kadar bâkîdir. Kimse tarafından değişdirilmiyecekdir. Îsâ �aleyhisselâm� gökden inecek, Onun dîni ile amel edecek, ya�nî Onun ümmeti olacakdır.
    [Ba�zı kimseler, din, zemâna göre değişir, islâm ahkâmı tefessüh etmiş, eskimişdir. Asrımızın îcâblarını karşılayacak bir din lâzımdır diyor. Evet, din, zemânla değişir. Fekat bunu, sâhibi, ya�nî Allahü teâlâ değişdirir. Nitekim Âdem aleyhisselâmdan beri, çok kerre değişdirmiş ve en son olarak ve kıyâmete kadar bütün îcâbları, ihtiyâcları karşılayacak, en mükemmel, en üstün bir din olarak, Muhammed aleyhisselâmın dînini göndermişdir. Zevallı insanlar, Allahü teâlânın mükemmel dediği dinden dahâ iyisini mi yapabilecek? Evet milletlerin kanûnları da, zemânla değişir. Fekat, bunu ancak millet meclisleri değişdirebilir. Her bekçi ve çoban değil! (Mecelle)nin otuzdokuzuncu maddesinde ve şerhinde diyor ki, (Ahkâm zemânla değişir. Örf ve âdete tâbi� olan ahkâm değişir. Nass ile anlaşılan ahkâm zemânla değişmez.)]
    Muhammed aleyhisselâmın kıyâmetden haber verdiği şeylerin hepsi doğrudur. Kabr azâbı, kabrin ölüyü sıkması, kae Münker ve Nekîr denilen iki meleğin süâl sorması, kıyâmetde herşeyin yok olacağı, göklerin yarılacağı, yıldızların yollarından çıkıp dağılacakları, küre-i Erdın, dağların parçalanması ve herkesin mezârdan çıkması, mahşer yerine toplanması, ya�nî rûhların cesedlere gelmesi, kıyâmet gününün zelzelesi, o günün dehşeti, korkusu ve kıyâmetde süâl ve hesâb ve dünyâda yapılmış olan şeylere orada, ellerin, ayakların ve her a�zânın şehâdet etmesi ve iyilik ve kötülük defterlerinin uçarak sağ veyâ sol tarafdan verilmesi ve iyiliklerin ve günâhların, oraya mahsûs bir terâzîde dartılması hakdır, doğrudur. Orada sevâbı ağır gelen, Cehennemden kurtulacak, az gelen, ziyân edecekdir. Oradaki terâzî, bilinmiyen bir terâzî olup, ağır ve hafîf gelmesi dünyâ terâzîsinin aksinedir. Yukarı çıkan kefe ağırdır, aşağı inen hafîfdir. [Orada yer çekimi kuvveti yokdur.]
    Orada önce Peygamberler �aleyhimüssalevâtü vetteslîmât�, sonra sâlih kullar ya�nî Evliyâ-i kirâm �kaddesallahü teâlâ esrârehümül�azîz�, Allahü teâlânın izni ile, günâhı çok olan mü�minlere şefâ�at edecekdir. Peygamberimiz �sallallahü aleyhi ve sellem� buyurdu ki: (Ümmetimden büyük günâhları olanlara şefâ�at edeceğim). Cehennemin üzerinde sırât köprüsü vardır. Mü�minler, bu köprüden geçip, Cennete gidecekdir. Kâfirlerin ayakları kayarak, Cehenneme düşeceklerdir.
    [Sırât köprüsü deyince, bildiğimiz köprüler gibi sanmamalıdır. Nitekim, sınıf geçmek için, imtihân köprüsünden geçilir diyoruz. Her talebe imtihân köprüsünden geçer. Hepsi buradan geçdiği için köprü diyoruz. Hâlbuki, imtihânın, köprüye benziyen hiçbir tarafı yokdur. İmtihân köprüsünden geçenler olduğu gibi, geçemeyip, yuvarlananlar da olur. Fekat bu, köprüden denize yuvarlanmağa benzemez. İmtihân köprüsünün nasıl olduğunu, buradan geçenler bilir. Sırât köprüsünden de herkes geçecek, ba�zıları da geçemeyip Cehenneme yuvarlanacakdır. Fekat, bu köprü ve buradan geçmek ve Cehenneme düşmek, dünyâ köprüleri gibi ve imtihân köprüsü gibi değildir. Bunlara hiç benzemez.]
    Mü�minlere mükâfât ve ni�met için hâzırlanmış olan Cennet ve kâfirlere azâb için hâzırlanmış olan Cehennem [şimdi] vardır. Her ikisini de, Allahü teâlâ, yokdan var etmişdir. [Kıyâmetde herşey yok edilip, tekrâr yaratıldıkdan sonra] ebedî olarak varlıkda kalacaklar, hiç yok olmıyacaklardır. Süâl ve hesâbdan sonra, mü�minler Cennete girince, burada sonsuz kalacaklar, Cennetden hiç çıkmıyacaklardır. Bunun gibi, kâfirler de, Cehenneme girince, Cehennemde sonsuz kalacaklar, ebedî olarak azâb çekeceklerdir. Bunların azâblarının azaltılması câiz değildir. [İbni Teymiyye, kâfirlerin Cehennemde sonsuz kalacaklarını inkâr etmekdedir.] (Onların azâbları hafîfletilmiyecek, onlara hiç yardım olunmıyacakdır) meâlindeki âyet-i kerîme meşhûrdur. Kalbinde zerre kadar îmânı bulunanı, günâhlarının çokluğu sebebi ile Cehenneme soksalar da, günâhları kadar azâb edip, sonunda, Cehennemden çıkarılır ve onun yüzünü siyâh yapmazlar. Kâfirlerin yüzleri ise, siyâh yapılır. Mü�minleri Cehennemde zincirlere bağlamazlar. Boyunlarına tasma takmazlar. Böylece kalblerindeki zerre îmânın hurmeti, kıymeti belli olur. Kâfirleri ise, kelepçe ve zincirlere bağlarlar.
    Melekler, Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. Allahü teâlânın emrlerine ısyân etmeleri câiz değildir. Emr olunduklarını yaparlar. Evlenmeleri yokdur. Doğurmazlar, çoğalmazlar. Allahü teâlâ, bunlardan ba�zılarını peygamber olarak seçmişdir. [Diğer meleklere] Vahy [haber] götürmek vazîfesi ile şereflendirmişdir. Peygamberlerin �aleyhimüssalevâtü vetteslîmat� kitâblarını ve sahîfelerini getiren bunlardır. [Meselâ En�âm sûresini Cebrâîl �aleyhisselâm� ile birlikde yetmişbin melek getirmişdir.] Bunlar hatâ etmez, unutmaz. Hîle yapmaz, aldatmazlar. Bunların Allahü teâlâdan getirdikleri hep doğrudur. Şübheli, ihtimâlli değildir. Melekler, Allahü teâlânın azameti, celâli, büyüklüğünden korkudadır. Kendilerine verilen emrleri yapmakdan başka işleri yokdur.

  10. #10
    ACİZKUL
    ACİZKUL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Îmânın gitmesine sebeb olan şeyler

    ÎMÂN: Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarında yazılı olan, Peygamberimizden �sallallahü aleyhi ve sellem� gelen haberlere inanmak ve inandığını söylemek demekdir. [Her lisan ile söylemenin câiz olduğu, (Dürr-i yektâ)da yazılıdır.] İbâdetler, îmândan değildir. Fekat, îmânın kemâlini artdırır ve güzelleşdirirler. İmâm-ı a�zam Ebû Hanîfe �aleyhirrahme�, îmân artmaz ve azalmaz, buyuruyor. Çünki îmân, kalbin tasdîk etmesi, kabûl etmesi, inanması demekdir. İnanmanın azı, çoğu olmaz. Azalan ve çoğalan bir inanışa, inanmak değil, zan ve vehm denir. Îmânın kâmil veyâ noksan olması, ibâdetlerin çok ve az olması demekdir. İbâdet çok olunca, îmânın kemâli çok denir. O hâlde, mü�minlerin îmânları, Peygamberlerin �aleyhimüssalevâtü vetteslîmât� îmânları gibi olmaz. Çünki, bunların îmânları ibâdetler sebebi ile kemâlin tepesine varmışdır. Diğer mü�minlerin îmânları oraya yaklaşamaz. Her ne kadar, her iki îmân, îmân olmakda ortak iseler de, birincisi, ibâdetler vâsıtası ile, başka dürlü olmuşdur. Sanki aralarında benzerlik yokdur. Mü�minlerin hepsi, insan olmakda, Peygamberler �aleyhimüssalevâtü vetteslîmât� ile ortakdır. Fekat, başka kıymetler, üstünlükler bunları yüksek derecelere çıkarmışdır. İnsanlıkları, sanki başka dürlü olmuşdur. Sanki, müşterek olan insanlıkdan dahâ yüksek insandırlar. Belki, insan bunlardır. Başkaları sanki insan değildir.
    İmâm-ı a�zam Ebû Hanîfe �aleyhirrahme� (Ben elbette mü�minim) demelidir, diyor. İmâm-ı Şâfi�î �aleyhirrahme� ise (Ben inşâallah mü�minim) demelidir, buyuruyor. Bunun ikisi de doğrudur. İnsan şimdiki îmânını söylerken (Ben elbette mü�minim) demelidir. Son nefesdeki îmânını söylerken (Ben inşâallah mü�minim) der. Fekat, burada da, şübheli söylemekdense, elbette demek dahâ iyidir.
    Mü�minin, büyük dahî olsa, günâh işlemekle îmânı gitmez. Kâfir olmaz. İşitdiğime göre, İmâm-ı a�zam, Bağdâdın büyük âlimleri ile, bir yerde oturmuşlardı. Biri gelip dedi ki: (Bir mü�min, babasını haksız olarak öldürse, (ve sonra şerâb içerek) serhoş olsa ve zinâ etse, îmânı gider mi?). İşiten âlimlerin hepsi, o mü�mine kızdı. Bunu sormağa lüzûm yok! Îmânı elbet gider. Kâfir olur dediler. İmâm-ı a�zam �aleyhirrahme� buyurdu ki, (O kimse yine mü�mindir. Günâh işlemekle, îmânı gitmez). Âlimler, bu cevâbı beğenmeyip, İmâm-ı a�zama dil uzatdılar. Sonra, İmâm sözünü isbât edince, hepsi kabûl etdi. Günâhı çok olan bir mü�min, son nefesi buğazına gelmeden evvel, tevbe ederse, kurtulması çok umulur. Çünki, Allahü teâlâ, tevbeyi kabûl edeceğini va�d buyurmuşdur. Eğer tevbe etmek şerefine kavuşamadı ise, onun işi, Allahü teâlânın irâdesine kalmışdır. İsterse günâhlarının hepsini afv ederek Cennete sokar. İsterse Cehennem ateşi ile veyâ sıkıntılar ile günâhları kadar, azâb yapar. Fekat sonunda kurtularak, yine Cennete girer. Çünki, âhıretde merhamete kavuşamıyan, yalnız kâfirlerdir. Zerre kadar îmânı olan, rahmete kavuşacakdır. Eğer günâhlarından dolayı önceleri rahmete kavuşamazsa, sonunda Allahü teâlânın lutfü, inâyeti ile kavuşacakdır. [Onbirinci maddeye bakınız!] Yâ Rabbî! Sen bizlere hidâyet verdikden sonra, doğru yolu gösterdikden sonra, kalbimizin, mürtedler tarafına kaymasından, bizleri koru! Bizlere merhamet et! Şu hâlimize acı! Bizleri bu küfr ve irtidât karanlığından ancak sen koruyabilirsin!
    Ehl-i sünnet âlimlerine �Allahü teâlâ onların çalışmasına bol bol mükâfât versin!� göre halîfelikden konuşmak, dînin esâs bilgilerinden değildir. Ya�nî îmâna bağlı birşey değildir. Fekat, ba�zıları bunda taşkınlık yapdığından, [hoca şekline giren, çenesi kuvvetli birkaç zındık, kendilerine âlim deyip, sözleri ile, kitâb ve mecmû�aları ile, iftirâ ederek, müslimânları zehrlediklerinden], doğru müslimânların âlimleri, halîfeliğe âid bilgileri, kelâm ilmine, ya�nî îmân bilgisine sokmuş, işin doğrusunu bildirmişlerdir. Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Mustafâdan sonra �aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât� müslimânların halîfesi, ya�nî Peygamber efendimizin �aleyhisselâm� vekîli ve müslimânların reîsi, Ebû Bekr-i Sıddîkdır �radıyallahü anh�. Ondan sonra, halîfe Ömer-ül-Fârûkdur �radıyallahü anh�. Ondan sonra, Osmân-ı Zinnûreyn �radıyallahü anh�, ondan sonra, Alî ibni Ebî Tâlibdir �radıyallahü anh�. Bu dördünün üstünlük sıraları, halîfelikleri sırası gibidir. Bunlardan Şeyhaynın [ya�nî ilk ikisinin], diğer ikisinden dahâ üstün olduğunu, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi�în-i ızâmın hepsi söylemişdir. Bu sözbirliğini, din imâmlarımız bildirmekdedir. Meselâ imâm-ı Şâfi�înin �aleyhirrahme� sözü meşhûrdur. Ehl-i sünnetin reîslerinden olan Ebül-Hasen-i Eş�ârî buyuruyor ki, (Şeyhaynın, diğer bütün ümmetden üstün olduğu muhakkakdır. Buna inanmıyan, yâ câhildir veyâ zındıkdır). İmâm-ı Alî �radıyallahü anh� buyuruyor ki, (Beni, Ebû Bekr ile Ömerden �radıyallahü anhümâ� üstün tutan, iftirâ etmiş olur. İftirâ edenleri dövdükleri gibi, onu döverim). Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, (Gunye-tüt-tâlibîn) kitâbında buyuruyor ki: Peygamberimiz �sallallahü aleyhi ve sellem� buyurdu ki, (Allahü teâlâdan istedim ki, benden sonra Alî �radıyallahü anh� halîfe olsun. Melekler dedi ki: Yâ Muhammed �sallallahü aleyhi ve sellem�! Allahü teâlânın dilediği olur. Senden sonra halîfe, Ebû Bekr-i Sıddîkdır.) Abdülkâdir-i Geylânî �kuddise sirruh� yine buyurdu ki, Alî �radıyallahü anh� dedi ki, Peygamber �sallallahü aleyhi ve sellem� bana buyurdu ki: (Benden sonra halîfe Ebû Bekr olacakdır. Ondan sonra Ömer, ondan sonra Osmân, ondan sonra da sen �radıyallahü anhüm� olacaksın!).
    İmâm-ı Hasen, İmâm-ı Hüseynden dahâ üstündür �radıyallahü anhümâ�. Ehl-i sünnet âlimleri �rahmetullahi aleyhim ecma�în� buyurdu ki: İlmde ve ictihâdda Âişe �radıyallahü anhâ�, Fâtımadan �radıyallahü anhâ� üstündür. Abdülkâdir-i Geylânî �radıyallahü anh�, (Gunye) kitâbında diyor ki, (Âişe �radıyallahü anhâ� dahâ üstündür). Bu fakîre göre ise, ilmde ve ictihâdda Âişe, zühd ve dünyâdan kesilmekde ise, Fâtıma dahâ ileridir. Bunun içindir ki, hazret-i Fâtımaya (Betûl) [ya�nî çok temiz] demişlerdir �radıyallahü anhümâ�. Âişe �radıyallahü anhâ� ise, Eshâb-ı kirâma islâmiyyeti öğretirdi. Eshâb-ı kirâm, bütün müşkillerini, ondan sorup öğrenirdi.
    Eshâb-ı kirâm �aleyhimürrıdvân� arasındaki muhârebeler, meselâ Deve vak�ası ve Sıffîn vak�ası, iyi niyyetlerle, güzel sebeblerle yapılmış olup, nefsin arzûları ile, inâd ve düşmanlık ile değildi. Çünki, onların hepsi büyük idi. Kalbleri Peygamber efendimizin �sallallahü aleyhi ve sellem� sohbetinde ve mubârek nazarları karşısında temizlenmiş, hırs, kin ve düşmanlık gibi şeyler kalmamışdı. Bunların sulhları da, ayrılık ve muhârebeleri de, Hak için idi. Herbiri, kendi ictihâdına göre hareket etmişdir. İctihâdlarına uymıyanlara inâd ve düşmanlık etmiyerek, onlardan ayrılmışdır. İctihâdı doğru olanlara iki veyâ on sevâb, isâbet etmiyenlere de, bir sevâb vardır. O hâlde, doğruyu bulmağa çalışıp da bulamayıp yanılanlarına da, doğru olanlar gibi, dil uzatmamak lâzımdır. Çünki, bunlar da, sevâb kazanmışdır. Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki, bu muhârebelerde Emîr [ya�nî Alî] �radıyallahü anh� haklı idi. Ona uymıyan ictihâdlar doğru değildi. Fekat, hiçbirine dil uzatılamaz. Nerde kaldı ki, kâfir ve fâsık denilebilsin! Bu muhârebelerde Alî �radıyallahü anh� buyurdu ki, (Kardeşlerimiz bizden ayrıldı. Onlar kâfir, fâsık değildir. Çünki, ictihâdlarına göre hareket ediyorlar). Peygamberimiz �sallallahü aleyhi ve sellem� buyurdu ki, (Eshâbıma dil uzatmakdan sakınınız!). Görülüyor ki, Peygamberimizin �sallallahü aleyhi ve sellem� Eshâb-ı kirâmının hepsini büyük bilmemiz ve hepsini hurmetle, iyilikle söylememiz lâzımdır. Bu büyüklerden hiçbirini fenâ bilmemeli, kötü sanmamalıyız! Onların birbirleri ile olan muhârebelerini, başkalarının sulhlarından dahâ iyi bilmelidir. Kurtuluş yolu budur. Çünki, Eshâb-ı kirâmı sevmek, Peygamber efendimizi �sallallahü aleyhi ve sellem� sevmekden ileri gelir. Onlara düşmanlık, Ona düşmanlık olur. Büyük âlim, Ebû Bekr-i Şiblî �kuddise sirruh� buyurdu ki: (Eshâb-ı kirâma hurmet etmiyen bir kimse, Muhammed aleyhisselâma îmân etmiş olmaz �radıyallahü teâlâ anhüm ecma�în�.)].
    [Âlûsî, (Gâliyye) kitâbında diyor ki, (Allahü teâlâ, Kur�ân-ı kerîmde Eshâb-ı kirâmı övmekdedir. İlk hicret edenlerden ve Ensârdan ve iyilikde bunların izinde olanlardan râzı olduğunu bildirmekdedir. Allahü teâlâ, ancak mü�min olarak öleceğini bildiği kulundan râzı olur. Kâfir olarak öleceğini bildiği kulundan râzı olduğunu bildirmesine imkân yokdur. Bunun için, Eshâb-ı kirâmı öven âyet-i kerîmeler, onların âdil olmadıklarını ve Resûlullahın vefâtından sonra mürted olduklarını söyliyenleri red etmekde, böyle söyliyenlerin kötü niyyetli, zındık olduklarını bildirmekdedir. Eshâb-ı kirâmın hepsini öven hadîs-i şerîfler pek çokdur. Bunların meşhûrlarından biri, Dârimînin ve İbni Adînin bildirdikleri (Eshâbım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidâyete kavuşursunuz!) hadîs-i şerîfidir). Ahmed Nâmıkî Câmînin �rahmetullahi aleyh� (Üns-üt-tâibîn) kitâbı fârisîdir. Rızâ şâh zemânında Tahranda basılmış olanın kırkdördüncü sahîfesinde, dört halîfe ismleri ile yazılarak herbiri ve Eshâb-ı kirâmın hepsi çok övülmekde ve hepsini sevmemiz lâzımdır demekdedir. Eshâb-ı kirâmın �aleyhimürrıdvân� kıymetini, büyüklüğünü bilemiyen, bu büyükleri kendileri gibi sanıp, kötüleyen sapıklara çok şaşılır. Cehenneme gidecekleri bildirilen, yetmişiki bid�at fırkasının en kötüsü bunlardır. Bunlar, hazret-i Alînin �radıyallahü anh� izinde gidiyoruz diyerek, müslimânların çok sevdiği, mubârek (Alevî) ismini kendilerine takıyorlar. İslâm düşmanlığını bu mubârek ismin maskesi altında yapıyorlar. Şunu iyi bilmelidir ki, (Alevî) ismini taşıyan kimseler iki kısmdır. Biri, müslimân ismini taşıyan sinsi islâm düşmanları, ya�nî zındıklardır. Bunların ismine aldanmamalıdır. İkinci kısm (Alevîler), hazret-i Alîyi seven hakîkî müslimânlardır. Yalancı alevîler, temiz gençleri aldatıyorlar. [m. 1958] de, İstanbulda türkçe basdırdıkları (Hüsniyye) ismli bir kitâbdaki, uydurma hikâyeleri, câhiller ve en çok köylü kadınlar arasına yayarak, islâm büyüklerini kötüliyorlar. Bu kitâbın, Mürtezâ adındaki bir yehûdî tarafından arabî olarak yazıldığı, (Tuhfe) kitâbında bildirilmekdedir. Sonra, İbrâhîm Esterâbâdî isminde bir hurûfînin fârisîye terceme etdiği ve 958 [m. 1551] de öldüğü (Esmâ-ül müellifîn)de yazılıdır. (Eshâb-ı Kirâm)da ve (Hak Sözün Vesîkaları) kitâbındaki (Tezkiye-i Ehl-i beyt) risâlesinde o bozuk yazılar, çirkin iftirâlar, vesîkalarla çürütülmüş, Mürtedâ, 436 [m. 1044] de, kardeşi Radî bin Tâhir de, [406] da Bağdâdda ölmüşdür. Türkçe (Menâkıb-i Çihâr yâr-ı güzîn) kitâbında, Eshâb-ı kirâmın üstünlükleri uzun yazılıdır. Bu kitâb, 1998 de İstanbulda (Hakîkat Kitâbevi) tarafından basdırılmışdır.
    Hurûfî denilen zındıkların i�tikâdda ve amelde birçok noktaları, Ehl-i sünnetden ayrılıyor ise de, bunların taşkınlık yapanları, kâfir olmakdadır. Bunlar, yok olmak üzere iken, içlerinden, şâh İsmâ�îlin devlet kurması ile, çoğaldılar. Memleketimize de sokularak, hemen hemen bütün tekkelere bulaşmış ve birçok ma�sûmlar bu sârî hastalığa yakalanarak, ebedî ölüme sürüklenmişdir. Cenâb-ı Hak, bizleri, Ehl-i sünnetin doğru, temiz i�tikâdından ayırmasın. Müslimânlar arasında bölücülük yapan vehhâbîlik ve kızılbaşlık tehlükesinden muhâfaza buyursun! Âmîn. (Tuhfe-i isnâ aşeriyye) başında diyor ki: Bu sapık inanışı kuran, Abdüllah bin Sebe� adında Yemenli bir yehûdîdir. Sen tanrısın dediği için hazret-i Alî bunu Medâyine sürdü. [Bunun yehûdî olduğu, 34 [m. 654] senesinde Mısrdan Medîneye gelip, müslimân olduğunu söylediği, (Müncid)de yazılıdır.] Bu dalâlet fırkası, her asrda başka bir hâl almış, şâh İsmâ�îl zemânında, belli bir şekle sokularak, kitâblar yazılmışdır. Şî�îlik, hazret-i Alî zemânında kuruldu. İnsanlar arasında yayılması dahâ sonra başladı. Hicretin altmış senesinde (Kîsâniyye), altmışaltı senesinde (Muhtâriyye) ve yüzdokuz senesinde (Hişâmiyye) fırkaları ortaya çıkdı ise de, tutunamadılar, yok oldular. Asrlar boyunca müslimânları doğru yoldan ayıran (Zeydiyye) fırkası, yüzoniki senesinde ve öteki fırkaların hepsi dahâ sonra meydâna çıkdı. Müslimânlar arasında bölücülük yapan bid�at fırkalarının birkaçı Eshâb-ı kirâm zemânında ortaya çıkmış, diğerlerinin ortaya çıkması ve hepsinin kuvvetlenerek müslimânlar arasına yayılması, Eshâb-ı kirâmın hepsinin ölümünden sonra olmuşdur. Eshâb-ı kirâma iftirâ edenler, üç grubda toplanmakdadır:
    1) (Tafdîliyye), hazret-i Alî, Eshâbın en üstünüdür, diyorlar.
    2) (Sebbiyye), Eshâb-ı kirâmdan birkaçından başkası, zâlim, kâfir oldular, diyorlar. Bunları sebb ediyorlar. Ya�nî kötülüyorlar.
    3) (Gulât), hazret-i Alî �kerremallahü teâlâ vecheh� tanrıdır diyorlar. (Sebeiyye) ve (Nusayriyye) fırkaları böyledir. İbâdet etmezler. Bu fırkayı, Abdüllah bin Sebe� ismindeki bir yehûdî kurmuşdur.
    Bunlar, her zemân, hazret-i Alînin ve hazret-i Abbâsın �radıyallahü anhümâ� torunlarından birinin etrâfına toplanıp çeşidli fırkalara ayrıldılar. İmâm-ı Zeynel�âbidîn vefât edince, çoğu bunun oğlu Zeydin yanında toplandı. Emevî hükümdârı Hişâm bin Abdülmelik tarafından Irâk vâlîsi olan Yûsüf-i Sekafî ile harb etmeğe giderlerken, bir kısmı Zeydden ayrıldı. Zeyd bunlara (Râfizî) dedi. Kendileri ise (İmâmiyye) adını aldılar. Zeydin yanında kalanlara (Zeydî) denildi. Her ikisi de, (Resûlullahdan sonra hilâfet oniki imâmdadır) dediler.
    (Oniki imâm): Alî bin Ebî Tâlib, Hasen, Hüseyn, Zeynel�âbidîn, Muhammed Bâkır, Ca�fer-i Sâdık, Mûsâ Kâzım, Alî Rızâ, Muhammed Cevâd Takıy, Alî Nakıy, Hasen Askerî Zekiy ve Muhammed Mehdîdir. Bu oniki imâmın çeşidli oğullarına bağlanarak başka başka fırka oldular. Bugün, çoğu imâmiyye olup üç ana inançdan birincisinde iseler de, inançlarında, zemânla çeşidli değişiklikler olmuşdur. Bunlar, şimdi kendilerine (Ca�ferî) diyorlar. Ca�ferîler hakkında, kitâbın sonundaki ism cedvelinde, (Ca�fer-i Sâdık) kelimesinde uzun bilgi vardır].
    Muhbir-i sâdık [ya�nî hep doğru haber verici] �sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem� kıyâmet alâmetlerinden her ne haber verdi ise, hepsi doğrudur. Yanlışlık olamaz. O zemân güneş, âdet dışı olarak garbdan doğacakdır. Hazret-i Mehdî �aleyhirrıdvân� çıkacak, Îsâ �aleyhisselâm� gökden inecek, Deccâl çıkacak, (Ye�cûc ve Me�cûc) denilen insanlar yeryüzüne yayılacakdır.
    [(Huccet-ullahi alel�âlemîn)de diyor ki, (Ye�cûc ve Me�cûc denilen kimseler, Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfesin soyundandırlar. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır. Herbirinin bin çocuğu olur. Cin ve insanların adedlerinin onda dokuzu Ye�cûc ve Me�cûcdur. Arkasında kaldıkları seddi hergün oyarlar. Gece eskisi gibi olur. Kâfirdirler. Sed arkasından çıkınca insanlara saldırırlar. İnsanlar şehrlere, binâlara saklanırlar. Hayvanları bitirirler. Nehrleri içip kuruturlar. Îsâ aleyhisselâm ve Eshâbı bunlara karşı düâ ederler. Boyunlarında yara hâsıl olup, bir gecede hepsi ölür. Hayvanlar bunları yiyerek çoğalırlar. Pis kokularından yer yüzü yaşanamıyacak bir hâl alır). (Ye�cûc) ve (Me�cûc) çok eski zemânda, bir dıvâr arkasına bırakılmış, kıyâmete yakın, yeryüzüne yayılacak, iki kötü millet olduğu, Kur�ân-ı kerîmde haber verilmişdir. Arkeolojik araşdırmalar, yer altında kalmış şehrleri, dağ tepelerindeki deniz fosillerini bulduğuna göre, o dıvârın bugün meydânda bulunması ve bu insanların çok sayıda olmaları lâzım gelmez. Nitekim, bugünkü milyarlarca insan nasıl iki kişiden meydâna geldi ise, o iki milletin de, bugün nerde oldukları bilinemiyen birkaç kişiden üreyerek yeryüzünü kaplıyacakları düşünülebilir].
    (Dabbetülerd) denilen hayvân çıkacak, gökleri bir duman kaplayıp, bütün insanlara gelip, cânlarını yakacak, herkes bunun acısından düâ edip, (Yâ Rabbî! Bu azâbı üzerimizden kaldır. Sana îmân ediyoruz!) diyecekdir. Alâmetlerin sonuncusu, bir ateşdir ki, Adenden çıkacakdır. [Aden, Yemendedir.] Hindistânda birisi, Mehdî olduğunu iddi�â etmişdi. Mezârı da Fere şehrinde imiş. Meşhûr, hattâ ma�nâsı tevâtür derecesine varmış birçok hadîs-i şerîfler böylelerinin bu i�tikâd ve sözlerini yalanlamakdadır. [Memleketimizde de, ba�zı câhiller, tesavvuf kitâblarından terceme ederek söyliyen ve yazan kimselere Mehdî diyor. Bunları, kendisi yazıyor sanıyorlar.] Hâlbuki birçok hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki, (Mehdînin başı hizâsında bir bulut olacakdır. Bulutdan bir melek: Bu Mehdîdir, sözünü dinleyiniz! diyecekdir.) Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: (İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne [ya�nî, o zemân bilinen memleketlerin çoğuna] dört kişi mâlik oldu. İkisi mü�min, ikisi de kâfir idi. Mü�min olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleymân �aleyhimesselâm� idi. Kâfir olan ikisi de, Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak, yeryüzüne, benim evlâdımdan biri, ya�nî Mehdî de, mâlik olacakdır).
    Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: (Kıyâmet kopmadan önce, Allahü teâlâ, benim evlâdımdan birini yaratır ki, ismi benim ismim gibi, babasının ismi, benim babamın ismi gibi olur ve dünyâyı adâletle doldurur. Ondan önce dünyâ zulmle dolu iken, onun zemânında adl ile dolar). Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: (Eshâb-ı Kehf, hazret-i Mehdînin yardımcıları olacakdır ve Îsâ �aleyhisselâm� bunun zemânında gökden inecekdir. Îsâ �aleyhisselâm�, Deccâl ile harb ederken, hazret-i Mehdî, onunla berâber olacakdır. Bunun hükümdârlığı zemânında, her zemânkinin aksine olarak ve hesâbların tersine olarak, Ramezân-ı şerîfin ondördüncü günü güneş tutulacakdır ve birinci gecesinde ay tutulacakdır). O hâlde, insâf etsinler ki, bu alâmetler, [câhillerin, Mehdî zan etdikleri kimselerde ve] o ölen adamda var mıdır, yok mudur. Hazret-i Mehdînin dahâ birçok alâmetlerini, Muhbir-i sâdık �aleyhissalâtü vesselâm� haber vermişdir. Ahmed ibni Hacer-i Mekkî hazretleri (Elkavlülmuhtasar fî alâmâtil-Mehdî) ismindeki kitâbında, hazret-i Mehdînin ikiyüze yakın alâmetlerini yazmışdır. Geleceği bildirilen Mehdînin alâmetleri meydânda iken, başkalarını Mehdî sananlar, ne kadar câhildir. Allahü teâlâ, onlara, doğruyu görmek nasîb eylesin! [Celâleddîn-i Süyûtînin (Cüz�ün minel-ehâdis vel-âsâr-il-vâride-ti fî hakk-ıl-Mehdî) kitâbında da hazret-i Mehdînin alâmetleri bildirilmekdedir].
    Peygamberimiz �sallallahü aleyhi ve sellem� buyurdu ki: (Benî İsrâîl, yetmişbir fırkaya ayrılmışdı. Bunlardan yetmişi Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtulmuşdur. Nasârâ da, yetmişiki fırkaya ayrılmışdı. Yetmişbiri Cehenneme gitmişdir. Bir zemân sonra, benim ümmetim de yetmişüç kısma ayrılır. Bunlardan yetmişikisi, Cehenneme gidip, yalnız bir fırkası kurtulur). Eshâb-ı kirâm, bu bir fırkanın kimler olduğunu sordukda, (Cehennemden kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın gitdiği yolda gidenlerdir) buyurdu. [Bu hadîs-i şerîfin dört (Sünen) kitâbında bulunduğu (Milel-Nihâl) tercemesinde yazılıdır.] O kurtulan fırka, Ehl-i sünnet velcemâ�atdir ki, insanların en iyisinin �sallallahü aleyhi ve sellem� yoluna sarılmışlardır. Yâ Rabbî! Bizleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin �rahmetullahi aleyhim ecma�în� bildirdiği îmândan, i�tikâddan ayırma! Onlarla birlik olduğumuz hâlde, bu dünyâdan çıkar! Bizi onlarla haşr eyle, yâ Rabbî! Bize hidâyet verdikden sonra, kalblerimizi doğrudan kaydırma ve bize yüce katından rahmet ver. Sen ihsân edenlerin en büyüğüsün!
    İslâmın birinci şartı, Allahü teâlâya ve Peygamberine �sallallahü aleyhi ve sellem� îmândır. Ya�nî onları sevmek ve sözlerini beğenip, kabûl etmekdir.
    İ�tikâdı düzeltdikden sonra, islâmiyyetin emrlerini yapmak ve yasak etdiği şeylerden kaçınmak, ya�nî ahkâm-ı islâmiyyeyi yapmak, elbette lâzımdır. Beş vakt nemâzı, gevşek ve tenbel olmaksızın, kılmalıdır. Ta�dîl-i erkân ile kılmalıdır ve cemâ�at ile kılmalıdır. (Müslimân ile kâfiri birbirinden ayıran nemâzdır). [Nemâzı doğru ve iyi kılan bir kimse müslimândır. Nemâzı doğru kılmıyan veyâ hiç kılmıyan kimsenin müslimânlığı şübhelidir.] Bir kimse, nemâzı doğru ve iyi kılınca, islâm ipine yapışmış olur. Çünki, nemâz, islâmın beş şartından ikincisidir.

Sayfa 1/2 12 SonSon

Benzer Konular

  1. Fakirliğe sebep olan Şeyler
    By ArzuNur in forum İslami Konular Ve Kaynaklar
    Cevaplar: 4
    Son Mesaj: 24.05.09, 21:03
  2. CÜnÜp olan kİmseye yasak olan Şeyler
    By ACİZKUL in forum Fıkıh ve Akaid
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 18.05.09, 07:33
  3. Cünüp olan kimseye yasak olan şeyler nelerdir?
    By SiLa in forum İslam'da Aile hayatı,
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 03.09.08, 08:15
  4. KÜfre Sebep Olan Şeyler
    By Konyevi Nisa in forum Fıkıh ve Akaid
    Cevaplar: 3
    Son Mesaj: 09.07.08, 11:38
  5. Hayvan kesilirken mekruh olan şeyler
    By Kartal__13 in forum Kurban ve Av
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 16.06.08, 21:05

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •