Diyânet İşleri Başkanlığı tarafından hâzırlanıp 1381 [m. 1961] de neşr edilen, (Kur�ân-ı kerîmin türkçe meâli) adındaki tercemenin önsözünde de, yukarıda bildirdiklerimiz çok güzel dile getirilmişdir. Diyânet işleri reîsi muhterem H. Hüsnü Erdem imzâsını taşıyan bu önsözde diyor ki, (Kur�ân-ı kerîm gibi ilâhî belâgat ve îcâzı hâiz bir kitâb, yalnız türkçeye değil, hiçbir dile hakkıyle çevrilemez. Eski tefsîrlerin ışığı altında verilen ma�nâlara da terceme değil, meâl demek uygundur. Kur�ânın yalnız ma�nâsını ifâde eden sözleri, Kur�ân hükmünde tutmak, nemâzda okumak ve aslına hakkıyle vâkıf olunmadan ahkâm çıkarmak câiz olmaz. Hiçbir terceme, aslının yerini tutamaz. Kur�ân-ı kerîmde, muhtelif ma�nâlara gelen lafzlar vardır. Böyle bir lafzı terceme etmek, çeşidli ma�nâlarını bire indirmek olur ki, verilen tek ma�nânın, murâd-ı ilâhî olduğu bilinemez. Bunun için, Kur�ân tercemesi demeğe cesâret edilemez. Kur�ân-ı kerîmi terceme etmek başka, tercemeyi Kur�ân yerine koymağa kalkışmak başkadır). Önsözden sonra yapılan açıklamalarda diyor ki, (Bu ilâhî, beşer üstü ve mûciz kitâbın tam hakkını vererek aynen türkçeye çevrilmesi mümkin değildir. Bu i�tibârla, en isâbetli yol, âyetleri kelime kelime aynen terceme etmek yerine, arabca aslından anlaşılan ma�nâ ve meâli türkçe ile ifâde yolu olsa gerekdir. Kur�ân-ı kerîmin nazm-ı celîlini, aslındaki îcâz ve belâgatini muhâfaza ederek terceme etmek mümkin değildir. Fekat, meâl olarak tercemesi mümkindir. Bir dilden başka bir dile yapılan tercemelerde, her iki dilin husûsiyyetlerini hakkıyle belirtmeğe imkân yokdur. Avrupada ilk Kur�ân tercemesi 537 [m. 1141] de lâtinceye yapılmışdır. 919 [m. 1513] da italyancaya, 1025 [m. 1616] de almancaya, 1056 [m. 1647] da fransızcaya ve 1057 [m. 1648] de ingilizceye terceme edilmişdir. Bugün, bu dillerin herbirinde otuz kadar tercemeleri vardır. Ancak çeşidli eğilimli kimselerin yapdıkları tercemelerde, pek yanlış, hattâ garazkârâne olanlar vardır. Kur�ân-ı kerîmi başka dillere terceme etmek câizdir. Fekat, tercemeden islâm dîninin ahkâmının hepsi öğrenilemez. Hadîs-i şerîflerle, icmâ� ve kıyâs yolu ile sâbit olan hükmler de vardır. Bunlar, tafsîlâtı ile, fıkh kitâblarından öğrenilir).
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî �rahmetullahi aleyh� buyurdu ki, İstanbulda, Bâyezîd umûmî kütübhânesi, şeyhul-islâm Veliyyüddîn efendi kısmında, binyediyüzaltı numaralı kitâbın 224.cü sahîfesinde diyor ki, (Kur�ân tercemesi, Kur�ân değildir. Çünki Kur�ân, ma�lûm mûciz olan nazmdır. Terceme edilince, îcâzı zâil olmakdadır. Bir şi�r terceme edilince, şi�r olmakdan çıkar). Kitâb, imâm-ı Nevevînin (Ezkâr) kitâbının şerhidir. Müellifi, Ebû Abdüllah Muhammed Şemsüddîn Ukaylî Behnesî şâfi�î nakşî 1001 [m. 1592] de vefât etmişdir. Behnes, Mısr-ı vüstâda bir kasabadır.
Allahü teâlâ, Kur�ân-ı kerîmde, (Benim kitâbım arabîdir) diyor. (Muhammed aleyhisselâma, bu Kur�ânı arabî dil ile indirdim) buyuruyor. O hâlde, Allahü teâlânın melek ile indirdiği kelimelerin, harflerin ve ma�nâların toplamı Kur�ândır. Böyle olmıyan kitâblara, Kur�ân-ı kerîm denemez. Bu kitâblara Kur�ân diyen müslimânlıkdan çıkar. Kâfir olur. Başka dile, hattâ arabîye çevrilirse, Kur�ân açıklaması denir. Ma�nâsı bozulmadan da, bir harfi bile değişince, Kur�ân olmaz. Hattâ hiçbir harfi değişmeden, okunmasında ufak değişiklik yapılırsa, Kur�ân denmez.
(Rıyâd-ün-nâsıhîn)de diyor ki: Arabî gramer şartlarına uyan ve ma�nâyı değişdirmiyen, fekat ba�zı kelimeleri Osmân radıyallahü anhın topladığına benzemiyen Kur�ân-ı kerîme (Kırâet-i şâzze) denir. Bunu nemâzda da, başka yerde de okumak câiz değildir, günâhdır. Kırâet-i şâzzeyi, Eshâb-ı kirâmdan �radıyallahü teâlâ anhüm ecma�în� birkaçı okumuş, fekat sözbirliği olmamışdır. Eshâb-ı kirâmdan birinin okuduğu bildirilmiyen bir okumağa (Kırâet-i şâzze) denmez. Böyle okuyanı habs etmek, döğmek lâzımdır. Din âlimlerinden hiçbirinin okumadığı şeklde okumak, ma�nâyı ve kelimeleri bozmasa bile, küfrdür.
Kur�ân-ı kerîmin başka dillere yapılan çevirmelerine Kur�ân denmez. Bunlara, Kur�ân-ı kerîmin meâli, ya�nî açıklaması denir. Bunlar, mütehassıs olan ve iyi niyyetli, hâlis müslimânlar tarafından hâzırlanmış ise, Kur�ân-ı kerîmin ma�nâsını anlamak için okunabilir. Buna birşey denmez. Bunlar, Kur�ân diye okunamaz. Bunları, Kur�ân diye okumak, sevâb olmaz. Günâh olur. Müslimânlar, Kur�ân-ı kerîmi, Allahü teâlânın indirdiği gibi okumalıdır. Ma�nâsını bilmeden okumak da sevâbdır. Ma�nâsını anlıyarak okumak, elbette dahâ çok sevâb ve dahâ iyidir.
Mısr, Irâk, Hicâz, Fas arabcaları birbirine benzemiyor. Kur�ân-ı kerîm, bunlardan hangisinin dili ile açıklanacak? Kur�ân-ı kerîmi anlamak için, şimdiki arabcayı değil, Kureyş dilini bilmek lâzımdır. Kur�ân-ı kerîmi anlamak için, yıllarca dirsek çürütmek, çalışmak lâzımdır. Biz, böyle çalışıp anlıyan, islâm âlimlerinin yazmış oldukları tefsîrlerden, açıklamalardan okuyup anlamalıyız. Derme çatma tercemeleri okuyan gençler, Kur�ân-ı kerîmi, mitolojik hikâyeler, lüzûmsuz, fâidesiz düşünceler, bayağı sözler sanır. Kur�ândan, islâmdan soğuyup, kâfir olur. Demek ki, gençlerin önüne Kur�ân tercemelerini sürerek, öztürkçe Kur�ân okuyunuz, yabancı dil olan arabca Kur�ânı okumayınız demek, müslimân yavrularının, şehîd evlâdlarının dinsiz yetişmesini istiyen islâm düşmanlarının, zındıkların yeni bir taktiği, hîlesi olsa gerekdir.
İbni Hacer-i Mekkî hazretleri, (Fetâvâ-i fıkhiyye) kitâbının otuzyedinci sahîfesinde buyuruyor ki, (Kur�ân-ı kerîmi arabîden başka harf ile yazmak ve başka dile terceme edip, Kur�ân-ı kerîm yerine bunu okumak, sözbirliği ile harâmdır. Selmân-ı Fârisî �radıyallahü anh� Fâtihayı Îrânlılara fârisî harflerle yazmadı. Tercemesini de yazmadı. Fâtiha sûresinin fârisî tefsîrini yazdı. Arabîden başka harf ile yazmak ve böyle yazılmış Kur�ânı okumak harâmdır. Kur�ân-ı kerîmi arabî harflerle, okunduğu gibi yazmak sûreti ile değişdirmek bile, sözbirliği ile harâmdır. Böyle yapmak (Selef-i sâlihîn)in, ya�nî ilk yıllardaki müslimânların yapdıklarını beğenmemek, onları câhil bilmek olur. Meselâ, Kur�ân-ı kerîmde, (Ribû) yazılı ise de, (Ribâ) okunur. Bunu, okunduğu gibi (Ribâ) yazmak câiz değildir. Kur�ân-ı kerîmi böyle yazarken ve başka dile terceme ederken, Allah kelâmının îcâzı bozulmakda, nazm-ı ilâhî değişmekdedir. Herhangi bir sûrede bulunan âyetlerin yerlerini değişdirmek harâmdır. Çünki, âyetlerin sırası kat�î olarak doğrudur. Sûrelerin sıralarının doğruluğu ise zannîdir. Bunun için, sûrelerin yerini değişdirerek okumak, yazmak mekrûh olmuşdur. Kur�ân-ı kerîmi başka harflerle veyâ tercemesini yazmak, okumak, öğrenmesini kolaylaşdırır demek doğru değildir. Kolay olsa bile, câiz olmasına sebeb olamaz).
(Mevdû�ât-ül-ulûm)da diyor ki, (Kur�ân-ı kerîmdeki bilgiler üç kısmdır: Birincisini hiçbir kuluna bildirmemişdir. Kendisini, ismlerini ve sıfatlarını kendinden başka kimse bilemez. İkinci kısm bilgileri, yalnız Muhammed aleyhisselâma bildirmişdir. Bu yüce Peygamberden ve Onun vârisi olan râsih âlimlerden başka kimse bunları anlıyamaz. Müteşâbih âyetler böyledir. Üçüncü kısm bilgileri, Peygamberine bildirmiş ve ümmetine öğretmesini emr buyurmuşdur. Bu ilmler de ikiye ayrılır: Birinciler, geçmiş insanların hâllerini bildiren (Kısas) ve dünyâda, âhıretde yaratmış olduğu ve yaratacağı şeyleri bildiren haberler (Ahbâr)dır. Bunlar, ancak Resûlullahın bildirmesi ile anlaşılır. Akl ile, tecribe ile anlaşılamaz. Üçüncü kısm bilgilerin ikincileri, akl, tecribe ve arabî ilmler ile anlaşılabilir. Kur�ân-ı kerîmden ahkâm çıkarmak ve fen bilgilerini anlamak böyledir. İmâm-ı Nesefî �rahmetullahi teâlâ aleyh� (Akâid)de buyuruyor ki, arabî ilmlere göre ma�nâ verilir. İsmâilî sapıkları gibi, başka ma�nâlar vermek, ilhâd ve küfr olur.
Kendi aklı ve görüşleri ile bozuk tefsîrler yapanlar beş dürlüdür:
1 � Tefsîr için lâzım olan bilgileri bilmiyen câhillerdir.
2 � Müteşâbih âyetleri tefsîr edenlerdir.
3 � Sapık fırkalardakilerin, zındıkların ve dinde reformcuların, bozuk düşünce ve isteklerine uygun tefsîr yapanlardır.
4 � Delîl ve sened ile iyi anlamadan tefsîr yapanlardır.
5 � Nefse ve şeytâna uyarak yanlış tefsîr yapanlardır).
26 � Ahkâm-ı islâmiyyenin hepsi Kur�ân-ı kerîmden çıkmakdadır. Kur�ân-ı kerîm, bütün Peygamberlere �salevâtullahi aleyhim� gönderilmiş olan, bütün kitâblardaki ahkâmı ve dahâ fazlasını kendisinde toplamakdadır. Gözleri kör, ilmleri az, aklları kısa olanlar, bunu göremez. Kur�ân-ı kerîmdeki bu ahkâm üç kısmdır:
Birinci kısm ahkâmı, ilm ve akl sâhibi, (İbâret-i nass) ile ve (İşâret-i nass) ile ve (Delâlet-i nass) ile ve (Mazmûn-i nass) ile ve (İltizâm-i nass) ile ve (İktizâ-i nass) ile kolayca anlıyabilir. Ya�nî, her âyet-i kerîmede, ibâret, delâlet, işâret, iltizâm, iktizâ ve tazammün bakımından çeşidli ma�nâlar ve hükmler vardır. (Nass), ma�nâları açık ve meydânda olan âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere denir.
Kur�ân-ı kerîmdeki ahkâmdan ikinci kısmı açıkca anlaşılmaz. İctihâd ve istinbât yolu ile meydâna çıkarılabilir.
Ahkâm-ı ictihâdiyyede, Eshâb-ı kirâmdan biri, Peygamberimize �sallallahü aleyhi ve sellem� uymayabilirdi. Fekat bu ahkâm, Peygamberimiz �sallallahü aleyhi ve sellem� zemânında hatâlı ve şübheli olamazdı. Çünki, Cebrâîl �aleyhisselâm� gelerek, yanlış olan ictihâdlar, Allahü teâlâ tarafından hemen düzeltilir, hak ile bâtıl birbirinden hemen ayrılırdı. Peygamberimizin �sallallahü aleyhi ve sellem� âhırete teşrîfinden sonra meydâna çıkarılan ahkâm ise, böyle olmayıp, doğru ile yanlış ictihâdlar karışık kaldı. Bundan dolayıdır ki, vahy zemânında ictihâd olunan ahkâmı, hem yapmak, hem de inanmak lâzımdır. Peygamberimizden sonra ictihâd olunan ahkâmı da yapmak lâzım ise de, icmâ� hâsıl olmıyan ictihâdlarda şübhe etmek, îmânı gidermez. [Bu husûs (Mektûbât)ın ikinci cild, 36. cı mektûb sonunda da yazılıdır.]
Kur�ân-ı kerîmde bulunan ahkâmdan üçüncü kısmı, o kadar derin ve gizlidir ki, bunları anlayıp çıkarmağa insan gücü yetişemiyor. Bunlar, Allahü teâlâ tarafından bildirilmedikçe, anlaşılamaz. Bu da ancak Peygamberimize �sallallahü aleyhi ve sellem� gösterilmiş, bildirilmişdir. Başkasına bildirilmez. Bu ahkâm da, Kur�ân-ı kerîmden çıkarılıyor ise de, Peygamber �sallallahü aleyhi ve sellem� tarafından açıklanmış olduklarından, bunlara (Sünnet) denir. Birinci ve üçüncü kısm ahkâmda kimse, Peygamberden �sallallahü aleyhi ve sellem� ayrılamaz. Bütün müslimânların, bunlara inanması ve tâbi� olması lâzımdır. Ahkâm-ı ictihâdiyyede ise, her müctehidin kendi çıkardığı hükme tâbi� olması lâzımdır. Başka müctehidlerin ahkâmına tâbi� olamaz. Bir müctehid, başka müctehide, ictihâdından dolayı yanıldı, doğru yoldan ayrıldı diyemez. Zîrâ, her müctehide, kendi ictihâdı hakdır ve doğrudur. Peygamberimiz �sallallahü aleyhi ve sellem� uzak memleketlere gönderdiği Eshâb-ı kirâma, karşılaşacakları mes�elelerde, Kur�ân-ı kerîmin hükmü ile hareket etmelerini, Kur�ân-ı kerîmde bulamazlar ise, hadîs-i şerîflerde aramalarını, burada da bulamazlar ise, kendi re�y ve ictihâdları ile amel etmelerini emr buyururdu. Kendilerinden dahâ âlim, dahâ yüksek olsalar bile, başkalarının fikr ve ictihâdlarına tâbi� olmakdan men� ederdi. Hiçbir müctehid ve Eshâb-ı kirâmdan hiçbirisi �radıyallahü teâlâ anhüm ecma�în� başkalarının ictihâdlarına bozuk demedi. Kendilerine uymıyanlara, fâsık ve sapık gibi kötü şeyler söylemedi.
Eshâb-ı kirâmdan �radıyallahü teâlâ anhüm ecma�în� sonra gelen müctehidlerin en büyüğü, imâm-ı a�zam Ebû Hanîfedir �radıyallahü anh�. Bu büyük imâm, her hareketinde, vera� ve takvâ üzere idi. Her işinde Peygamberimize �sallallahü aleyhi ve sellem� tâm ma�nâsı ile tâbi� idi. İctihâd ve istinbâtda, öyle yüksek bir dereceye ulaşmışdı ki, buraya kimse varamadı.
[Kendisinden dahâ önceleri, dahâ âlim ve dahâ yüksek kimseler geldi ise de, onların zemânında sapıtmalar yayılmamış olduğundan, doğruyu ayıracak mi�yârlar hâzırlamamışlar, diğer dahâ kıymetli işlerle uğraşmışlardır.]
İmâm-ı Şâfi�î hazretleri, İmâm-ı a�zamın ictihâdının inceliğinden, az birşey anlıyabildiği içindir ki, (Bütün müctehidler, imâm-ı a�zam Ebû Hanîfenin çocuklarıdır) demişdir. Îsâ �aleyhisselâm�, kıyâmete yakın bir zemânda, gökden inerek, Muhammed aleyhisselâmın dînine göre hareket edecek ve Kur�ân-ı kerîmden ahkâm çıkaracakdır. İslâm büyüklerinden imâm-ı Muhammed Pârisâ hazretleri buyuruyor ki, (Îsâ �aleyhisselâm� gibi büyük bir Peygamberin, ictihâd ile çıkaracağı bütün ahkâm, Hanefî mezhebindeki ahkâma benziyecek, ya�nî, İmâm-ı a�zamın ictihâdına uygun olacakdır). Bu da, İmâm-ı a�zamın �radıyallahü anh� ictihâdının, ne kadar çok isâbetli ve doğru olduğunu bildiriyor. Evliyâ, kalb gözleriyle, Hanefî mezhebini, büyük deniz gibi, diğer mezhebleri, ufak dereler, ırmaklar gibi görmüş olduklarını söylemişlerdir. İmâm-ı a�zam Ebû Hanîfe hazretleri, ictihâdında da sünnete tâbi� olmakda, herkesden ileri gitmiş, Mürsel hadîsleri bile, Müsned hadîsler gibi, sened olarak almışdır ve Eshâb-ı kirâmın sözlerini, kendi görüşlerinin, buluşlarının üstünde tutmuşdur. Onların, Peygamberimizin �sallallahü aleyhi ve sellem� yanında, sohbetinde bulunmak şerefi ile kazandıkları derecelerin büyüklüğünü, herkesden dahâ iyi anlamışdır. Diğer hiç bir müctehid böyle yapamamışdır. İmâm-ı a�zam için, kendi görüşü ile ahkâm çıkarıp, Kur�ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere bağlı kalmamışdır diyenler, yeryüzünde asrlardan beri ibâdet etmekde olan milyonlarca müslimânı, yanlış ve uydurma yolda bulundurmakla ve hattâ müslimânlıkdan ayrı kalmakla lekelemiş oluyor. Bunu ise, yâ kendi cehllerini de bilmeyen kara kafalı câhiller, yâhud dîn-i islâmı yıkmak, bozguna uğratmak isteyen islâm düşmanları, zındıklar söyler. Birkaç câhil, birkaç zındık, birkaç hadîs ezberleyip, ahkâm-ı islâmiyyeyi bu kadarcık sanarak, işitmedikleri ve bilmedikleri hükmleri inkâr ediyor. Evet, bir kaya kovuğunda ilişmiş kalmış bir böcek, yerleri ve gökleri, bu delikden ibâret sanır.
Ehl-i sünnetin reîsi, fıkhın kurucusu, imâm-ı a�zam Ebû Hanîfedir �rahmetullahi teâlâ aleyh�. Bütün dünyâda tatbîk olunan ahkâm-ı islâmiyyenin dörtde üçü, onundur. Kalan dörtde birinde de, ortakdır. İslâmiyyetde ev sâhibi, âile reîsi odur. Bütün diğer müctehidler, onun çocuklarıdır.
[Bir müctehidin çıkardığı ahkâmın hepsine (Mezheb) denir. Ehl-i sünnetin yüzlerce mezhebinden, bugün dört imâmın mezhebi kitâblara geçmiş olup, diğerleri kısmen unutulmuşdur. Bu dört imâmın ismleri ve vefât târîhleri: Ebû Hanîfe 150, Mâlik bin Enes Esbahî 179, Muhammed Şâfi�î 204 ve Ahmed bin Hanbel 241 dir. Müctehid olmıyanların bütün hareketlerinde ve ibâdetlerinde, bu dört mezhebden birinde bulunması lâzımdır. Demek ki, Peygamberimizin �sallallahü aleyhi ve sellem� yolu, Kur�ân-ı kerîm ile ve hadîs-i şerîfler ile, ya�nî sünnet ile ve müctehidlerin ictihâdları ile gösterilen yoldur. Bu üç vesîkadan başka, bir de, (İcmâ�-ı ümmet) vardır ki, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi�înin sözbirliği olduğu, İbni Âbidînde (Habs) bahsinde yazılıdır. Ya�nî gördükleri ve işitdikleri zemân, hiçbirisinin red ve inkâr etmediği şeylerdir. Şî�îlerin (Minhâc-üs-sâlihîn) kitâbında, ölmüş olana tâbi� olmak câiz değildir demeleri doğru değildir.]
Dîn-i islâm, bu dört vesîka ile bizlere gelmişdir. Bu dört vesîkaya (Edille-i şer�ıyye) denir. Bunların dışında kalan herşey bid�atdir, zındıklıkdır ve dinsizlikdir. Tesavvuf büyüklerinin kalblerine gelen ilhâmlar, keşfler, ahkâm-ı islâmiyye için sened ve vesîka olamaz. Keşflerin, ilhâmların doğru olup olmadığı, islâmiyyete uygun olup olmamaları ile anlaşılır. Tesavvufun, vilâyetin yüksek tabakalarında bulunan Evliyâ da, ilmi olmıyan, aşağı derecelerdeki müslimânlar gibi, bir müctehide tâbi� olmak mecbûriyyetindedir. Bistâmî, Cüneyd, Celâleddîn-i Rûmî ve Muhyiddîn-i Arabî gibi Evliyâ, herkes gibi, bir mezhebe tâbi� olarak yükselmişlerdir. Ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmak, bir ağaç dikmek gibidir. Evliyâya hâsıl olan ilmler, ma�rifetler, keşfler, tecellîler, aşk-ı ilâhî ve muhabbet-i zâtiyye, bu ağacın meyveleri gibidir. Evet, ağaç dikmekden maksad, meyve elde etmekdir. Fekat, meyve kazanmak için, ağaç dikmek şartdır. Ya�nî, îmân olmazsa ve ahkâm-ı islâmiyye yapılmazsa, tesavvuf ve evliyâlık hâsıl olamaz. Böyle iddi�âda bulunanlar, zındıkdır, dinsizdir. Böyle kimselerden, arslandan kaçmakdan dahâ çok kaçmalıdır. Arslan, insanın yalnız canını alır. Bunlar ise, dînini ve îmânını alır. [(Merec-ül-bahreyn)de, Ahmed Zerrûkdan alarak diyor ki, imâm-ı Mâlik �rahmetullahi teâlâ aleyh�, (Fıkh öğrenmeyip, tesavvuf ile uğraşan, dinden çıkar. (Zındık) olur. Fıkh öğrenip tesavvufdan haberi olmıyan [(Bid�at sâhibi), ya�nî] sapık olur. Her ikisini edinen, hakîkate varır) buyurdu. Fıkhı doğru öğrenen ve tesavvufun zevkıni alan, kâmil insan olur. Tesavvuf büyüklerinin hepsi kemâle gelmeden önce bir fıkh âliminin mezhebinde idi. Tesavvufcunun mezhebi yokdur demek, mezheblerin hepsini bilir, hepsini gözetir, evlâ olanı, ihtiyâtlı olanı yapar demekdir. Cüneyd-i Bağdâdî, Süfyân-ı Sevrînin mezhebinde idi. Abdülkâdir-i Geylânî, hanbelî idi. Ebû Bekr-i Şiblî, mâlikî idi. İmâm-ı Rabbânî ve Cerîrî, hanefî idi. Hâris-i Muhâsibî, şâfi�î idi �Kaddesallahü teâlâ esrârehüm�.]
27 � Seyyid Abdülhakîm efendi �rahmetullahi aleyh� (Eshâb-ı kirâm) kitâbında buyuruyor ki, (İctihâd, insan gücünün yetdiği kadar, ya�nî cehd ile zahmet çekerek çalışmak demekdir. Ya�nî, Kur�ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde sarîh ve açık bildirilmemiş bulunan ahkâmı ve mes�eleleri, açık ve geniş anlatılmış mes�elelere benzeterek, meydâna çıkarmağa uğraşmakdır. Bunu ancak Peygamberimiz �sallallahü aleyhi ve sellem� ve Onun Eshâbının hepsi ve diğer müslimânlardan ictihâd makâmına yükselenler yapabilir ki, bu çok yüksek insanlara, (Müctehid) denir. Cenâb-ı Hak, Kur�ân-ı kerîmin birçok yerinde, ictihâd etmeği emr ediyor. O hâlde, ma�nâları açıkça anlaşılmayan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin derinliklerinde bulunan ahkâm-ı islâmiyyeyi ve mesâil-i dîniyyeyi, mefhûm ile ve delâlet ile anlıyabilen büyüklere, ya�nî mutlak müctehidlere, ictihâd etmek farzdır. Müctehid olmak için, arabî yüksek ilmleri temâmen bilip, Kur�ân-ı kerîmi ezber bilmek, her âyet-i kerîmenin ma�nây-ı murâdîsini, ma�nây-ı işârîsini ve ma�nây-ı zımnî ve iltizâmîsini bilmek ve âyet-i kerîmelerin geldikleri zemânları ve gelme sebeblerini ve ne hakkında geldiklerini, küllî ve cüz�î olduklarını, nâsih veyâ mensûh olduklarını, mukayyed veyâ mutlak olduklarını ve kırâet-i seb�a ve aşereden ve kırâet-i şâzzeden nasıl çıkarıldıklarını bilmek, Kütüb-i sittedeki ve diğer hadîs kitâblarındaki, yüzbinlerce hadîsi ezberden bilmek ve her hadîsin ne zemân ve ne için îrâd buyurulduğunu ve ma�nâsının ne kadar genişlediğini ve hangi hadîsin diğerinden önce veyâ sonra olduğunu ve bağlı bulunduğu hâdiseleri ve hangi vak�a ve hâdiseler üzerine buyurulduğunu ve kimler tarafından nakl ve rivâyet olunduğunu ve nakleden kimselerin ne hâlde ve ne ahlâkda olduklarını bilmek, fıkh ilminin üsûl ve kâ�idelerini tanımak, oniki ilmi ve Kur�ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin işâretlerini, rumûzlarını ve açık ve kapalı ma�nâlarını kavramak ve bu ma�nâlar kalbinde yer etmiş olmak, kuvvetli îmân sâhibi olmak ve itmînân ile dolu, nûrlu ve sâf bir kalbe ve vicdâna mâlik olmak lâzımdır. İctihâd ve tefsîr hakkında, fârisî (Redd-i Vehhâbî) kitâbında uzun bilgi vardır. (Redd-i Vehhâbî) kitâbı, 1264 h. de Delhîde ve 1415 de İstanbulda tab� edilmişdir.
Bütün bu üstünlükler, ancak Eshâb-ı kirâmda ve sonra, ikiyüz sene içinde yetişen, ba�zı büyüklerde bulunabildi. Dahâ sonraları, fikrler, re�yler dağılıp, bid�atler çıkıp yayıldı. Böyle üstün kimseler azala azala, dörtyüz sene sonra, bu şartları hâiz kimse, ya�nî mutlak müctehid olarak meşhûr olan görülmedi). Hicretden dörtyüz sene sonra, müctehide ihtiyâc da kalmadı. Çünki, Allahü teâlâ ve Onun Resûlü Muhammed aleyhisselâm, kıyâmete kadar hayât şekllerinde ve fen vâsıtalarında yapılacak değişikliklerin, yeniliklerin hepsine şâmil olan ahkâmın hepsini bildirdiler. Müctehidler de, bunların hepsini anlayıp, açıkladılar. Sonra gelen âlimler, bu ahkâmın, yeni hâdiselere nasıl tatbîk edileceklerini, tefsîr ve fıkh kitâblarında bildirirler. (Müceddid) denen bu âlimler kıyâmete kadar mevcûddur. (Fen vâsıtaları değişdi. Yeni hâdiselerle karşılaşıyoruz. Din adamları toplanarak yeni tefsîrler yazılmalı, yeni ictihâdlar yapılmalıdır) diyerek, nasslara ilâveler, değişiklikler yapmak lâzım olduğunu savunanların (Zındık) ve islâm düşmanı oldukları anlaşılır. İslâm düşmanlarının en zararlısı ingilizlerdir.
İslâm düşmanlığı, zulm, istibdât, hîle ve hıyânet üzerine kurulmuş olan İngiliz İmperatorluğu, Kanada ve Avustralya ile Asyada ve Afrikada kırk memleketi kültür emperyalizmi ve kuvvet yolu ile işgâl ederek, ingiliz sömürgesi yapdı. İğrenç ingiliz politikası gereği olarak önce bu ülkelerin dilleri, dinleri, örf ve âdetleri tahrib edildi. Sonra da yeraltı ve yerüstü zenginlikleri sömürüldü. Her dürlü direnme kanlı bir şeklde basdırıldı. İslâm dînini öğreten bütün medrese ve mektebleri de kapatdılar. Halka doğru yolu gösterebilecek bütün âlimleri ve din adamlarını, hattâ talebeleri bile öldürdüler. Yalnız Çanakkale harbinde ingilizlerin 274 bin müslimânı şehîd etdiği, 18.3.2000 târîhli Türkiye gazetesinde yazılıdır. Yeni nesillerin dinsiz yetişmesi için de İslâm dînini öğreten kitâbları imhâ etdiler.
1877 de Osmânlı-Rus harbi esnâsında, İngiltere, Hindistanın ilhâkını îlân ederken, Midhat Pâşanın desteğini dahâ önceden garantilemişdi. Çünki, Midhat Pâşa, meşhûr İskoç locasına kayıdlı olması sebebi ile ingiliz hükûmeti tarafından ingiliz ajanı gibi kullanılarak, Osmânlı Devletini harbe sokmuş ve Sultân Abdül�azîz Hânı da şehîd etdirmişdi.
Batıya şartlandırılan devlet adamları ile Batılı uzman olarak görevlendirilen ajanların işbirliği sâyesinde; �Fen bilgisi din adamına lâzım olmaz!� iftirâsında bulunarak, medreselerden fen dersleri kaldırıldı. Ondan sonra da, fen bilgilerinden mahrûm edilen din adamlarını, �Fen bilgilerinden anlamadıkları� gerekçesi ile, câhillik ile suçlayıp, horlamak sûretiyle gençleri dinden soğutdular.
28 � Resûlullahın �sallallahü aleyhi ve sellem� yapdığı ve kaçındığı şeyler iki kısmdır:
Birisi, ibâdet olarak yapdığı ve kaçındığı şeylerdir. Her müslimânın bunlara tâbi� olması lâzımdır. Bunlara uymayan şeyler bid�atdir. İkincisi, âdet olarak ya�nî, bulundukları şehrin ve o memleketlerdeki insanların yapmakda oldukları şeylerdir. Bunları da beğenmiyen, çirkin diyen, kâfir olur. Fekat, bunları yapmak, mecbûrî değildir. Bunlara uymayan şey, bid�at değildir. Bunları yapıp yapmamak, memleketlerin ve insanların âdetlerine bağlıdır. Mubâh kısmındandırlar. Din ile bağlılıkları yokdur. Her memleketin âdeti, başka başkadır. Hattâ, bir memleketin âdeti, zemânla değişir.
[İbni Âbidîn �rahmetullahi aleyh� abdestin sünnetlerini anlatırken, buyuruyor ki, (Meşrû�ât, ya�nî ibâdetler, ya�nî müslimânlara yapılması emr olunan şeyler, dört kısmdır: Farz, vâcib, sünnet, nâfile. Allahü teâlânın açık olarak bildirdiği emrlerine (Farz) denir. Açık olmayıp, zan ederek anlaşılan emrlerine (Vâcib) denir. Farz veyâ vâcib olmayıp, Resûlullahın �sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem� kendiliğinden emr etdiği veyâ yapdığı ibâdetlere (Sünnet) denir. Bunları devâmlı yaparak, nâdiren terk etmiş ve terk edenlere birşey dememiş ise, (Sünnet-i hüdâ) veyâ (Müekked sünnet) denir. Bunlar, islâm dîninin şi�ârıdır. [Ya�nî, bu dîne mahsûsdurlar. Başka dinlerde yokdurlar.] Vâcibleri terk edeni görünce, terk etmesine mâni� olurdu. Kendisi ara sıra terk etmiş ise, (Sünnet-i gayr-ı müekkede) denir. Müekked sünneti, özrsüz olarak devâmlı terk etmek mekrûh olur. Küçük günâh olur. Allahü teâlâ, bütün ibâdetlere sevâb vereceğini va�d etdi. Söz verdi. Fekat, ibâdete sevâb verilmesi için, niyyet etmek lâzımdır. Niyyet, emre itâat ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için yapdığını kalbinden geçirmek demekdir. [Bu üç kısm ibâdeti belli zemânlarda yapmağa (Edâ etmek) denir. Zemânında yapmayıp, zemân geçdikden sonra yapmağa (Kazâ etmek) denir. Edâ veyâ kazâ etdikden sonra, kendiliğinden tekrâr yapmağa (Nâfile ibâdet) denir.] Farzları ve vâcibleri nâfile olarak yapmak, müekked sünnetleri yapmakdan dahâ çok sevâb olur. Resûlullahın �sallallahü aleyhi ve sellem� ibâdet olarak değil de, âdet olarak, devâmlı yapdığı şeylere (Sünnet-i zevâid) denir. Elbiseleri, oturması, kalkması, iyi şeyleri yapmağa sağdan başlaması böyledir. Bunları yapanlara da sevâb verilir. Bunlara sevâb verilmesi için, niyyet etmek lâzım değildir. Niyyet edilirse, sevâbları çoğalır. Zevâid sünnetleri ve nâfile ibâdetleri terk etmek mekrûh olmaz.)]
Bunlarla berâber, âdete bağlı şeylerde de Resûlullaha �sallallahü aleyhi ve sellem� tâbi� olmak, dünyâda ve âhıretde, insana çok şey kazandırır ve çeşidli se�âdetlere yol açar.
29 � İbni Âbidîn �rahmetullahi teâlâ aleyh�, nemâzın mekrûhlarını anlatırken buyuruyor ki; (Kâfirlerin yapdıkları ve kullandıkları şeyler de iki kısmdır:
Birisi, âdet olarak, ya�nî her kavmin, her memleketin âdeti olarak yapdıkları şeylerdir. Bunlardan, harâm olmayıp, insanlara fâideli olanları yapmak ve kâfirlere benzemeği düşünmiyerek kullanmak hiç günâh değildir. [Pantalon, fes ve çeşidli ayakkabı, çatal, kaşık kullanmak, yemeği masada yimek ve herkesin önüne tabaklar içinde koymak ve ekmeği bıçak ile dilimlere ayırmak ve çeşidli eşyâ ve âletleri kullanmak, hep âdete bağlı şeyler olup mubâhdırlar. Bunları kullanmak, bid�at olmaz, günâh olmaz.] Resûlullah �sallallahü aleyhi ve sellem� papasların kullandığı ayakkabıyı kullanmışdır). Bunlardan, fâideli olmıyanları ve çirkin ve mezmûm olanları kullanmak ve yapmak harâm olur. Fekat, iki müslimân bunları kullanınca (Âdet-i islâm) olur ve üçüncü kullanan müslimâna harâm olmaz. Birinci ve ikinci müslimân günâhkâr olursa da, başkaları olmaz. (Kâmûs-ül-a�lâm)da, Timürtaş pâşada diyor ki, (Osmânlı sancağının rengini ve [bugünkü ay-yıldızlı Türk bayrağının] şeklini ta�yîn eden ve o zemâna kadar beyâz olan fesi kırmızıya boyayan, Timürtaş pâşadır). Abbâsî devletinin bayrağı siyâh idi. Halîfe Memûn zemânında yeşile çevrildi. Görülüyor ki, fes macarlardan alınmamışdır. Türk yapısıdır.
(Birgivî vasıyyetnâmesi)nde diyor ki, (Kâfirlerin kullandıkları şeylerin ikinci kısmı, ibâdet olarak yapdıkları ve kâfirlik alâmeti olan ve islâmiyyeti inkâr etmek ve inanmamak alâmeti olan ve tahkîr etmemiz vâcib olan şeylerdir ki, bunları yapan ve kullanan kâfir olur. Bunlar, ölümle veyâ bir uzvun kesilmesi ile veyâ bunlara sebeb olan, şiddetli dayak, habs, bütün malını almak ile tehdîd edilmedikce kullanılamaz. Bunlardan meşhûr olanlarını bilmiyerek veyâ şaka olarak veyâ herkesi güldürmek için yapan da, kâfir olur. Meselâ, papasların ibâdetlerine mahsûs şeyi kullanmak küfr olur. Buna (Küfr-i hükmî) denir. Onlara mahsûs olan şeyleri kullanmanın küfr olduğu, islâm âlimlerinin temel kitâblarında yazılıdır. (İbni Âbidîn) �rahmetullahi teâlâ aleyh� beşinci cild, dörtyüzseksenbirinci sahîfeyi okuyunuz! Din düşmanları, müslimânları aldatmak için, kâfirlerin âdetlerini, bayramlarını, müslimân âdeti, müslimânların mubârek günü diyerek, bunların gâvurluk ve kâfirlik olduğunu örtmeğe uğraşıyorlar. Büyük Kostantinin hıristiyanlık dînine karışdırdığı Noel gecesini ve Cemşîdin ortaya çıkardığı Nevruz günü mecûsî bayramını, millî bayram olarak tanıtıyorlar. Müslimânların bu günlerde bayram yapmalarını istiyorlar. Genç ve sâf müslimânlar bunlara aldanmamalıdır. Güvendikleri hâlis müslimânlara, nemâz kılan akrabâlarına, dînini bilen baba dostlarına sorup öğrenmelidir. Bugün bütün dünyâda, gerek îmânı ve küfrü tanımakda, gerekse ibâdetleri doğru yapmakda, câhillik özr değildir. Meşhûr olan din bilgilerini bilmediği için aldanan, Cehennemden kurtulamıyacakdır. Allahü teâlâ, bugün, dînini dünyânın her tarafına duyurmuş, îmânı, halâli, harâmı, farzları, güzel ahlâkı öğrenmek pek kolaylaşmışdır. Bunları, lüzûmu kadar öğrenmek farzdır. Öğrenmeyip câhil kalan farzı terk etmiş olur. Öğrenmeğe lüzûm görmiyen, ehemmiyyet vermiyen kâfir olur.
30 � Resûlullaha �sallallahü aleyhi ve sellem� tâbi� olmak yedi derecedir: Birincisi, ahkâm-ı islâmiyyeye inanarak, bunları öğrenmek ve yapmakdır. Bütün müslimânların ve âlimlerin ve zâhidlerin ve âbidlerin �rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma�în� tâbi� olması, bu derecededir. Bunların nefsleri îmân etmemişdir. Allahü teâlâ, merhamet ederek, yalnız kalbin îmânını kabûl etmekdedir.
İkincisi, emrleri yapmakla berâber, Resûlullahın �sallallahü aleyhi ve sellem� bütün sözlerini ve âdetlerini yapmak ve kalbi kötü huylardan temizlemekdir. Tesavvuf yolunda yürüyenler bu derecededir.
Üçüncüsü, Resûlullahda �sallallahü aleyhi ve sellem� bulunan hâllere, zevklere ve kalbe doğan şeylere de tâbi� olmakdır. Bu derece, tesavvufun (Vilâyet-i hâssa) dediği makâmda ele geçer. Burada, nefs de îmân ve itâ�at eder ve bütün ibâdetler, hakîkî ve kusûrsuz olur.
Dördüncüsü, ibâdetler gibi bütün hayrlı işler hakîkî ve kusûrsuz olmakdır. Bu derece, (Ulemâ-i râsihîn) denilen büyüklere mahsûsdur. Bu râsih ilmli âlimler, Kur�ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin derin ma�nâlarını ve işâretlerini anlar. Bütün Peygamberlerin Eshâbı �radıyallahü teâlâ anhüm ecma�în�, böyle idi. Hepsinin nefsleri îmân etmiş, mutmainne olmuşdur. Böyle tâbi� olmak, yâ tesavvuf ve vilâyet yolundan ilerleyenlere veyâ bütün sünnetlere yapışarak bütün bid�atlerden kaçanlara nasîb olur. Bugün, dünyâyı bid�at kaplamış, sünnetler gayb olmuşdur. Bugün, sünnetleri bulup yapışmak ve bid�at deryâsından kurtulmak, imkân hâricinde kalmışdır. Bid�atler, âdet hâlini almışdır. Hâlbuki, âdetler ne kadar yerleşmiş ve yayılmış olsalar ve ne kadar güzel görünseler de, din ve ahkâm-ı islâmiyye olamaz. Küfre sebeb olan ve harâm olan şeyler, âdet hâlini alsalar, halâl ve câiz olmazlar. [Demek ki, bu dereceye kavuşmak için, tesavvuf yolundan ilerlenir. Bu yola, tarîkat denir. İlk asrlarda, sünnetlerin hepsine uymak kolay idi. Tesavvufa lüzûm yokdu.]
Beşincisi, Resûlullaha �sallallahü aleyhi ve sellem� mahsûs kemâlâta, yüksekliklere tâbi� olmakdır. Bu kemâlât, ilm ve ibâdet ile ele geçemez. Ancak, Allahü teâlâdan, lutf ve ihsân ile gelir. Bu derecede olanlar, büyük Peygamberler �salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma�în� ve bu ümmetin pek az büyükleridir.
Altıncısı, Resûlullahın �sallallahü aleyhi ve sellem� mahbûbiyyet ve ma�şûkıyyet kemâlâtına tâbi� olmakdır ki, Allahü teâlânın çok sevdiklerine mahsûsdur ve lutf ile ele geçmez, muhabbet lâzımdır.
Yedinci derece, insan vücûdünün her zerresinin tâbi� olmasıdır. Tâbi� metbû�a o kadar benzer ki, tâbi� olmaklık aradan kalkar. Bunlar da, sanki Resûlullah �sallallahü aleyhi ve sellem� gibi, aynı kaynakdan, herşeyi alır.