Sayfa 5/5 İlkİlk ... 345
50 sonuçtan 41 ile 50 arası

Konu: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

  1. #41
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    YAKAZA

    Kelime olarak uyanıklık demek olan yakaza; tasavvuf erba*bınca, mebde itibarıyla Hakk’ın emir ve yasakları karşısında u*yanık, titiz ve duyarlı olmak; bir kısım ilâhî ihsanlara mazhari*yet mânâsında müntehâ itibarıyla da değişik makam ve mertebe*lerin bazı vâridleri karşısında her zaman fikrî, ruhî isti*kametini koruyup iltibaslara düşmemek ve hep basiret üzere bulunmak demektir.

    Yakazayı; mübtedîler için, zecr ve men’ vukuunda bunlar*daki maksad-ı ilâhîyi kavrama; müntehîler için de “kıyam bil*lah” mânâsına gelen “seyr ilallah–seyr billah–seyr fillâh” gibi menzillerin hemen bütününde, her zaman Hakk’ın huzuru mü*lâhazası içinde bulunup hep temkin u istikameti kollama.. ya da konumunun gerektirdiği mârifet ve şuurla “Ben bir hakir ku*lum, her nefes muhtaç olduğum Mevlâ’dan nasıl gaflet ederim.” di*yerek, hep uyanık, hep mahviyet içinde, hep gözü Hakk’ın ka*pısının aralığında, mevsimi gelince de iltifat göreceği düşün*ce*siyle sürekli ümitli; herhangi bir itaba uğrayacağı endişesiyle de, kalbi güvercinlerin kalbi gibi tir tir ve her zaman İbrahim Hakkı gibi:

    “Gafletle uyumak ne revâdır abd-i hakîre

    Şefkatle nidâ eyleye Rahmân gecelerde”

    deyip muttasıl teyakkuzda bu*lunma olarak yorumlayanlar da olmuştur.

    Yakaza ehli, seyr u sülûk-i ruhânînin hemen her mertebe*sinde basiret üzere hareket eder ve her davranışıyla:

    قُلْ هذِه سَبيلي أَدْعُوا إِلَى اللهِ عَلى بَصيرَةٍ أَنَا وَمَنِ اتَّبَعَني

    “De ki: İşte benim yolum budur! Ben basiret ve idraklerine seslenerek insanları Allah’a çağırıyorum.” hakikatini temsil e*der.. duyup işittiği her şeyden kendine göre bir nasihat çıkarır.. gördüğü her nesne ve her hâdiseyi farklı bir ibret levhası gibi değerlendirir ve sürekli tezekkür, tefekkür ve tedebbür ufukla*rın*da dolaşır. Sözlerinde hikmet, sükûtunda ibret, tavırlarında da mehâbet vardır.. karşılaştığı her çehrede Hakk’ı hatırlar ve ürpe*rir, onun sîmâsının müşahedesinde de hep Hak hatırlanır.

    Bu mânâdaki yakazaya, basiret üstü istibsar demek de müm*kündür ki, bu aynı zamanda sâlikin “akl-ı meâd” itibarıyla diriliş ufku sayılır –bazıları bunu kalbin bir buudu olarak da yo*rumla*mışlardır– bu ufku ihraz etmenin önemli bir vesilesi

    يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ لا إِلهَ إِلاَّ أَنْتَ hakikatinin tekrarı, diğer bir yolu da لا إِلهَ إِلاَّ أَنْتَ بِرَحْمَتِكَ أَسْتَغِيثُ nûrânî cümlesinin vird-i zeban edil*mesidir.

    Bu ufku ihraz etmede, “eyyâmullahın mârifeti” sözcüğüyle ifade edeceğimiz, Allah’ın geçmişte mutî kullarına iltifat ve te*vec*cühlerinin, nankörlere de itap ve cezalarının hatırlanmasının da, bir müeyyide olarak tesiri büyük olsa gerek.

    Niyet ve nazar sağlamlığı, bakış zaviyesinin sıhhat ve istika*meti ve şartlanmışlıktan uzak kalabilme mânâlarına gelen “ağ*razdan selâmet” de bu ufku koruyabilmenin ehemmiyetli kâidelerindendir.

    Aklı hevâsına teslim, gözleri “eyyâmullah”a kapalı ve ba*kış*larında inhiraf bulunanların istibsarı söz konusu olamayacağı gi*bi, böylelerinin teyakkuzu da bahis mevzuu değildir. Şâyet te*yakkuz, görme, gözetme; görüldüğünün ve gözetildiğinin far*kın*da olmak ise bu, teyakkuz erinin sürekli istibsar yolunda bu*lun*masına ve hayatını da her zaman hukukullahı görüp gözetmeye, ayrıca Hak tarafından da görülüp gözetildiğine bağlama*sına vâbestedir. Gözlerini ağyar rüsûmundan, gönlünü de ya*bancı hatıralardan sıyânet edemeyen uyanık sayılmaz ve böyle birinin hangi mertebede olursa olsun güvende olduğu da söyle*nemez. Aslında güven, güven telâşı içinde ömürlerini geçi*ren*lere Hakk’ın hususî bir atıyyesidir; dolayısıyla da kendini mut*lak güvende sa*yanların emniyeti söz konusu değildir. Göz ve gön*lün yakazası, Hakk’ın her ân, her hâlimize nigehbân bu*lunması şuuruyla, his, idrak, irade ve kalblerimizle O’na tahsis-i nazar ederek ömrü*müzü hep O’nun huzurunda bulunma âdâ*bıyla sürdürmektir.

    Nazmu’l-makamât Sahibi bu mülâhazayı şöyle resmeder:

    تَوَجَّهْ إِلَـى الذَّاتِ الْعَلِيَّةِ دَائِمًا بِـغَـايَـةِ فَـقْرٍ وَابْـتِـهَالٍ تَـذَلُّلاَ

    إِلَى أَنْ غَدَا هَذَا التَّوَجُّهُ لاَزِمًا لِقَلْبِـكَ لَـوْ تَنْفِيهِ لَـنْ يَتَزَيَّـلاَ

    وَهَذَا يُسَمَّى بِالْحُضُورِ لِعُرْفِهِمْ وَهَذَا هُوَ الْمَقْصُودُ مِنْ ذِكْرِهِ الْعُلاَ

    “Her zaman Yüceler Yücesi O Zât’a tezellül göstererek iki büklüm ol; ol ve fevkalâde bir fakr u ibtihalle O’na yönel!. Hem öyle bir yönel ki, bir gün sen o teveccühten vazgeçsen bile, kalbin kat’iyen sarsılmamalı ve yerinde kalakalmalıdır. İşte, hakikat erlerinin kendi aralarında huzur dedikleri de budur.. ve o Yüce Zât’ı zikirden maksat da bu olsa gerek.”

    Evet, dikkatleri belli bir noktaya toplayarak “Hak, benim bütün davranışlarıma nigehbân bulunuyor” şuuru ve idraki için*de bulunma, “O her zaman beni gördüğüne göre –bir öl*çüde “ihsan” mânâsıyla da irtibatlı görünüyor– ben de her za*man temkinli ve tetikte olmalıyım” mülâhazasıyla, avını bekle*yen bir avcı gibi, göz kırpmadan, sürekli O’ndan gelecek vâri*datı bekle*me; dahası (Buhari, Müslim) لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ hakikatine tam itimatla, O’ndan başkasına kat’iyen arz-ı hâcette bulunmama; her yerde ve her zaman O’nu arama, O’nu sorma ve O’na ulaştıra*cak yolları kollama, müteyakkız bir sâlikin her zamanki hâlidir ve böyle bir hak yolcusu ömür boyu Cenâb-ı Hakk’ın riayet ve inâyeti altın*dadır.

    Bu mansıbın en büyük kahramanı Hazreti Sultanu’l-müte*yakkızîn: “Benim gözlerim uyur kalbim uyumaz” buyura*rak böyle bir yakaza-i dâimîye işaret buyururlar. Dünyada bu ha*ki*kate kapalı yaşayanlara tembih sadedinde, o nûr medrese*nin en mümtaz talebelerinden biri sayılan Hazreti Ali de: “İnsan*lar uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar.”(Keşfu’l-Hafa) sözleriyle yakazanın ayrı bir buuduna dikkatleri çeker.


    اَللَّهُمَّ عَفْوَكَ وَعَافِيَتَكَ وَرِضَاكَ وَتَوَجُّهَكَ وَنَفَحَاتِكَ وَأُنْسَكَ وَقُرْبَكَ،

    وَصَلِّ اللَّهُمَّ عَلَى سَيِّدِ الْمُقَرَّبِينَ مُحَمَّدٍ حَبِيبِكَ وَرَسُولِكَ وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ الْمُشْتَاقِينَ إِلَيْكَ.


  2. #42
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    MÜCÂHEDE

    İnsanın teşebbüslerinde ciddî olması, güç ve tâkatını tam o*larak ortaya koyması diyebileceğimiz mücâhede; gönül erba*bın*ca, iradenin hakkını vermek, nefis ile savaşmak, onu yene*bilme yollarını araştırmak, bedenin istekleriyle dinin emirleri –velev müs*tehab ve âdâb olsun– çakıştığında tercihlerini her za*man din is*tikametinde gerçekleştirmek; yemede, içmede, uyu*mada, ko*nuşmada zarurî olanla iktifâ edip, ibadet ü taat ve hay*rât u hasenâtta iyiliğe doymamak demektir.

    Öteden beri erbab-ı mârifetin; maddî mücâhede, mânevî mücâhede; diğer bir tasnifle “cihad-ı asğar”, “cihad-ı ekber” di*ye tahlil edegeldiği mücâhede, nefis ve şeytana karşı, mesâvi-i ahlâk diyebileceğimiz fena huy ve fena davranışlara karşı ve kendi şartları içinde zarurî hâle gelince, düşmana karşı savaşın, direnmenin, tetikte olmanın, teyakkuzun ve hazırlıklı bulunma*nın unvanı olmuştur. Nefis, şeytan ve mesâvi-i ahlâka karşı; hatta iman, ibadet ve güzel ahlâk duygusunu yerleştirme istika*metin*deki gayretlerin bütünü “cihad-ı ekber”, diğerleri de “cihad-ı as*ğar” olarak mütalâa edilmek suretiyle konu iki ana bölüme ircâ edilmiştir. İlim ve fikir yoluyla insanlara hizmet et*memiz, söz ve*ya davranışlarımızla iman, İslâm hakikatlerini ve Muhammedî ahlâkı içimize sindirerek, vicdanlarımızda duyarak önce temsil sonra da tebliğ etmemiz, her iki cihad ruhunun da halitası ol*ması itibarıyla, her iki mücâhedeye ait hususî mezi*yetlerin bütü*nünü birden ihtiva eder.

    Riyâzet, irşad, tebliğ veya maddî cihadla alâkalı yazılmış he*men her eserde وَجَاهِدُوا فِي اللهِ حَقَّ جِهَادِهِ “Allah uğrunda tam hakkını vererek cihad edin!” gibi âyetler serlevha yapılarak, mücâhede bu umumî espri içinde ele alınmıştır. Ne var ki, bu*rada biz daha çok cihad-ı ekber üzerinde durmak istiyoruz:

    Cihad-ı ekber veya sofiyece mücâhede –başta da işaret et*ti*ğimiz gibi– nefs-i hayvanînin çirkin ve sevimsiz isteklerine, şey*tanın sinsi vesveselerine, cismaniyet ve bedenin aşırı arzu ve “dayatma”larına karşı birer iradeli varlık olduğumuzu ortaya koymak, his, şuur, idrak ve kalb-i insanînin bir diğer unvanı sa*yı*lan “latife-i Rabbaniye”ye karşı da saygılı olma savaşını ver*mektir. Evet, işte bu mânâda bir cihad, cihadların en büyüğü*dür; böyle bir büyüklüğü ihraz eden insan da Allah nezdinde, kadri yüce, O’nun maiyetine mazhar olma mânâsına çok büyük sayılabilir. Zira, nefis ve bedenin arzularına bu öl*çüde baş kal*dırıp ömrünü, rızâ hedefli, ihlâs yörüngeli, ibadet ü taat, zühd ü takvâ dairesi içinde devam ettirebilmek, düşman hattında, gülle, bomba altında hasımlarla yaka-paça olmaktan daha zor olsa gerek... İşte böyle bir zorluktan ötürüdür ki, Allah Rasûlü (sallal*lahü aleyhi ve sellem), bir gazâdan avdet ederken:

    رَجَعْتُمْ مِنَ الْجِهَادِ اْلأَصْغَرِ إِلَى الْجِهَادِ اْلأَكْبَرِ “Küçük cihaddan bü*yük cihada döndünüz.”(Keşfu’l-Hafa) buyurarak, ashabını böyle çok önemli bir meselede irşad etmek istemiştir. Bir başka defa da;

    اَلْمُجَاهِدُ مَنْ جَاهَدَ نَفْسَهُ فِي اللهِ “Gerçek mücâhid, Allah rızâsı yolun*da kendi nef*siyle mücâhede eden kimsedir.”(Tirmizi, Müsned) tembihiyle, cihad-ı ekberin, şeytan ve hevâ-i nefisle mücâdele etmekten ibaret ol*duğuna dik*katleri çekmiştir.

    Ayrıca, cihad-ı asğarın, ara sıra vacib olmasına karşılık, ci*had-ı ekberde bir süreklilik söz konusudur. Dahası, cihad-ı as*ğardaki muvaffakiyet, büyük ölçüde cihad-ı ekberdeki başa*rıya bağlıdır. Bu itibarla her fert evvelâ, kendi içini temizleyip orada enfüsî âhengi tesis etmelidir ki, oturması, kalkması, düşün*mesi, konuşması, işlemesi, başlaması da Allah için olsun; olsun da tesirin gerçek kaynağı bulunan ilâhî meşieti yanına alabilsin. Za*ten, böyle bir maiyete mazhar olmaksızın başarı elde etmek de mümkün değildir.

    Evet, imanla belli bir hedefe doğru yönlendirilmeyen, İslâ*mî ruhla disipline edilmeyen, ihsanla derinleşip Hak mura*kabe*sine açılmayan kimselerin ne hakikat eri olmaları, ne ihkâk-ı hak etmeleri ne de beşerî münasebetlerde tutarlı bir tavır sergi*lemeleri mümkündür. Evet, hayatlarını, yeme-içme-uyuma üç*genine bağlamış beden insanları, cismaniyetlerine söz geçiremedikleri gibi ruhlarını yükseltip ona zaferler yaşatmaları, Hak’la hemhâl olup O’na karşı vicdan menfezlerini açık tutabil*meleri de imkânsızdır.. ve hele bunların kinden, nefretten, iğbirardan bü**tün bütün sıyrılarak, Allah’tan ötürü topyekün varlığı kucak*lamaları kat’iyen söz konusu değildir.

    Kusursuz bir toplum ancak kusursuz fertlerden meydana gelir; böyle fertler de bugüne kadar hep, iyi bir ruhî terbiye eseri olagelmişlerdir. Bu itibarla da biz, fikrî, ruhî, zihnî bir sürü te*şevvüş ve problemi olan insanlardan sağlam bir millet inşâ etme gayretlerini beyhûde buluyoruz. Kâmil topluma gitmenin yolu kâmil fertlerden geçer; kâmil fertlerin ise ancak, yukarıdaki ta*rifler çerçevesinde, mücâhede potasında kaynaya kaynaya şe*kil*lenebileceğini düşünüyoruz.

    Böyle bir mücâhedenin en önemli esası da hiç şüphesiz cis*manî ve nefsânî arzuları zabt u rabt altına alıp vicdan mekâ*niz*masının manevra kâbiliyetini artırmaktır. Kendi esasları içinde “seyr u sülûk-i ruhanî” bu ehemmiyetli işin bilinen en se*lametli yoludur. Şimdilik bu hususların tahlilini tayyederek, nef*sin ne can alıcı bir hasım olduğunu Hakim Busayrî’nin:

    كَمْ حَسَّنَتْ لَذَّةً لِلْمَرْءِ قَاتِلَةً مِنْ حَيْثُ لَمْ يَدْرِ أَنَّ السَّمَّ فِي الدَّسَمِ

    “Nefis insana, nice öldürücü lezzetleri şirin göstermiştir ki, kimse (onun) yağın içinde zehir (sunduğunu) bilememiştir.” söz*le*riyle hatırlatıp, konuyu, Hüdâî’nin, seyr u sülûke köprü sayı*lan bir manzumesiyle noktalayalım:



    Ey nefs yeter sehv ü zelel,

    İnsafa gel, insafa gel!

    Terk et gitsin tûl-i emel!

    İnsafa gel, insafa gel!



    Bu adet ü bid’at nedir?

    Bu şöhret-i ziynet nedir?

    Bu kuru kermiyet nedir?

    İnsafa gel, insafa gel!



    Bir gün eser bâd-ı ecel,

    Ten bağına verir halel,

    İhlas ile eyle amel!

    İnsafa gel, insafa gel!



    Etme Hüdâîyâ inâd!

    Fermana eyle inkiyâd!

    Gel eyle kıl Mevlâ’yı yâd!

    İnsafa gel, insafa gel!


    اَللَّهُمَّ عَفْوَكَ وَعَافِيَتَكَ وَرِضَاكَ وَتَوَجُّهَكَ وَنَفَحَاتِكَ وَأُنْسَكَ وَقُرْبَكَ،

    وَصَلِّ اللَّهُمَّ عَلَى سَيِّدِ الْمُقَرَّبِينَ مُحَمَّدٍ حَبِيبِكَ وَرَسُولِكَ وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ الْمُشْتَاقِينَ إِلَيْكَ.


  3. #43
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    ÇİLE

    Zevk u sefadan bütün bütün el çekerek, beden ve cismani*yeti aşma istikametinde katlanılan sıkıntı, eziyet mânâla*rına ge*len çile; hak yolcusunun, nefis tezkiyesi ve ruh terbiyesi adına, asgarî kırk gün olmak üzere, çetin bir perhiz ve disiplin içinde yaşamasına denir ki, bu süre zarfında derviş, yeme-içme, uyu*ma-konuşma.. gibi hususlarda zaruret sınırları içinde kalarak, vaktinin büyük bir bölümünde ibadet, zikir, fikir, murakabe ve muhâsebe ile meşgul olur ve âdeta ölmeden evvel ölmüş gibi davranarak, sürekli ölüm temrinleriyle nefsânîliği açısından fenâ bulur ve ruhunun bütün menfezleriyle Hakk’a açık bir haki*kat eri donanımıyla yeniden hayata “bismillah” der ve Rabbine yü*rür.

    Daha çok dervişlerin, tekye ve zâviyelerinin tenha bir köşe*sinde veya evlerinin âsûde bir hücresinde çekmeğe çalıştıkları çile; riyâzet mülâhazasının hatırlattığı hususları çağrıştıran, hatta bazı yanları itibarıyla onun fonksiyonlarını edaya vesîle olan bir Hakk’a kurbet hamlesi veya aktif bir vuslat beklentisidir. Asga*rîsi kırk gün olması itibarıyla, kelimeyi Farsça aslına ircâ ederek “çile” dedikleri gibi, bazen de o kelimenin Arapça karşılığıyla “er*baîn” de demişlerdir. Kırk demek olan erbaîn, tam kırk gün de*mek değildir; bu süre bazen gün, bazen hafta, bazen ay, ba*zen de senelerce sürebilir.. bazen derviş, bütün bütün cismaniyetten sıyrılıp çıkmak ve nefs-i hayvânîsini aşabilmek için ömür boyu bile çile çıkarabilir; çile ile oturur-kalkar.. kapıla*rını sürekli ızdıraba açık tutar.. dahası, Hak yolunda katlanılan şeyleri sevgili*nin armağanı olarak kabul eder.. dertler, sıkıntılar, kederler ağır*laştıkça o, hayatı daha bir sever.. yaşadığını duyu*yor olma neşvesi içinde musibetleri hoşâmedî ile karşılar ve Al*lah için başa gelen her şeyi aziz bir misafir gibi selâmlar; hatta bazı gönül er*leri, onu belâ şeklinde insana ihsan edilmiş bir ni*met kabul ederek, “hel min mezîd” deyip, artırılmasını bile iste*dikleri olmuş*tur. Fuzûlî, Mecnûn’u konuşturma sadedinde bu ko*nudaki dü*şüncelerini şöyle ifade eder:

    “Az eyleme inâyetini ehl-i derdden,

    Yani ki, çok belâlara kıl müptelâ beni.”

    Mevlânâ, ızdırap ve çileleri, her sabah kapımızı çalan bir mi*safire benzetir ve bu aziz misafirin i’zaz edilmesi gerektiğini vurgular:

    هَر دَمِى فِكرى چو مهمَانِ عَزِيز، آيَـد اندَر سِينَه هَر رُوز نِيز

    رَسُـولِ غَم اگـر آيَـد بَر تُو، كَنَارَش گِير هَمچُون آشنَايِى

    “Her an aziz bir misafir gibi gönlüne bir tasa, bir keder gelir çatar... Eğer sana bir gam elçisi gelirse, onu bir dost gibi karşıla, kucakla; zaten o da sana yabancı değil; yani, arada bir âşinalık var.”

    Mevlânâ’nın bu düşüncelerini İbrahim Hakkı, çağının ifade urbasını giydirerek, şöyle seslendirir:

    “Gelir çûn kalbine hüzün, elem, gam;

    Çek onu sen, sana bil âşina hoş.

    Nüzûl eyler kalbe havâtır Hak’dan,

    Kabul et cümleyi, de: Merhaba hoş!

    Müsafirdir gam, et izzet ona kim,

    Gide senden Hudâ’ya her belâ hoş..

    .............................. .............................. .

    Cefâdan kaçma, nâmerd olma Hakkı,

    Cefâdan merd-i Hak bulmuş safâ hoş.”

    Eşrefoğlu Rûmî ise, zehirin şeker-şerbet kabul edilmesini sa*lıklar ve:

    “Eşrefoğlu Rûmî, yari sevenlerin budur kârı,

    Ol dost için ağuları şeker gibi yutmak gerek.” der.

    Bu yolda, belâ ve musîbetlerle içli-dışlı olmak, hiç olmazsa celâli-cemali bir bilmek, safâyı-cefâyı aynı görmek önemli bir e*sas kabul edilmekle beraber, halvethâne veya çilehâne hücre*le*rinde geçirilen “erbaîn”lerin kendine göre bazı usûl ve âdâbı vardır:

    Dervişler dünyasında ana çizgileriyle çile; kırk gün veya bir*kaç tane kırk gün, meâlîye müştak hak yolcusunun duygu ve düşüncelerinin bulanmayacağı, kalb ufkunun kirlenmeyeceği mü*sait bir yerde, tamamen uhrevîliğe kilitlenerek, öteler ve öte*ler ötesi mülâhazalarıyla saflaşıp derinleşmesinin, kalb ve ru*hun hayat seviyesine yükselerek ruhânîlerle aynı atmosferi paylaşmanın en kestirme yoludur ve bütün semâvî olan-olmayan ya da semâvî olduğu bilinmeyen din şeklindeki organizasyon*larda, ruha kendi gücünü kazandırma veya ruhun gücünü or*taya çıkarma mülâhazalarıyla başvurulagelen bir yöntemdir. Hem mis*tisizmi hem yogizmi hem de parapsikolojiyi alâkadar eden böy*le bir konunun yeri Kalbin Zümrüt Tepeleri olmasa ge*rek.

    Sofîler, Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Mûsâ’nın, Rabbiyle mülâkat ha*zırlığı adına kırk günlük tasfiye faslını, “erbaîn” de diyebile*ce*ğimiz “çile”ye bir me’haz ve mesnet kabul ettikleri gibi, İsra*iloğulları’nın bir yerde zaaf gösterip, savaştan geri dur*malarına karşılık, hem bir ceza hem de daha sonraki mücadele*leri adına bir hazırlık olması açısından, kırk yıllık “Tîh” hayatla*rını da ö*nemli bir kaynak kabul ederler. Hristiyanlık’ta da Pas*kalya ön*cesi kırk günlük bir perhiz dönemi vardır ki, işte bu, on*larda da farklı bir “erbaîn”in var olduğunu gösterir. Her din ve sistem taraftarı, erbaîn’i farklı yorumlayıp farklı yaşasa da, se*mâvî dinler ve gayri semâvî organizasyonların hemen hepsinde çilenin var olduğu söylenebilir. Hatta tam kırk gün olmasa da, Kitap ve Sünnet’le müeyyed bulunan itikâfı da böyle bir tecrid ve tecer*rüd hamlesi içinde zikretmek mümkündür.

    Ayrıca, bu konuda hem İslâm dünyasında hem Yahudilik ve Hristiyanlık âleminde, hem de Müslümanlar arasındaki farklı mezhep ve düşünce sistemlerinde ister çile unvanıyla, ister er*baîn nâmıyla, hem nefislerin tezkiyesi hem de ruhların terbiyesi adına, belli bir süre için bir tecrid ve tecerrüdden, bir halvet ve inzivadan hep bahsedilegelmiştir. Bizim dünyamızda böyle bir tasfiye ve tezkiye şimdiye kadar hep çilehâne veya halvethâne*lerde gerçekleştirilmiştir; başkalarınınki de, kendile*rine mahsus mâbedlerin bir köşesinde...

    Derviş, bağlı bulunduğu mürşidin rehberliğinde bu çilehâne veya halvethâneye girer.. orada tam bir inziva hayatı yaşar.. az yer, az uyur, az konuşur.. günlerini tamamen ibadetle geçirir.. her gününü, her gecesini farklı bir muhâsebe ile değerlendirir, farklı bir murakabe ile derinleştirir.. sürekli zikirle kalbine hayat üfler, fikirle enfüs-âfâk arası seyahatten seyahate koşar.. kalbî ve ruhî hayata sıkı tutunarak bütün benliğinde Rabbini duy*maya çalışır ve her zaman gönlünün bir yanından kendine ara*lanan kapının arkasını, halvette halveti, uzlette de vahdeti gör*meğe, duymaya çalışır.. bu yolda en küçük şafak emarelerini bile, kalbinin ya*maçlarında gerçek birer tülû gibi müşahede etme, rasat etme nok*talarını araştırır.. imkânlarının sınırlılığını, iradesinin yetmez*liğini acz u fakr iniltileriyle dile getirir; getirir ve Hakk’ın sonsuz kudretiyle ümidini şahlandırır.. nâçâr kaldığı yerde kendisine sürpriz bir şekilde bir kapı aralanacağı recâsıyla, sık sık:

    “Kerem kıl, kesme sultanım keremin bînevâlerden

    Keremkâne yakışır mı kerem kesmek gedâlerden”

    (M. Lütfi)

    der ve en miskin bir dilenci gibi hâlini, o her şeye nigehbân Rabbine arz eder. Mârifeti, muhabbeti arttıkça, o da Rabbiyle münasebetlerini daha bir derinleştirerek, sadece O’nu görüp, O’nu duyup, O’nu düşünmeğe himmetini hasreder.. ve en zarûrî ihtiyaçlarını dahi asgarîye indirerek, âdeta ruhânîler gibi, bütün bütün cismaniyetin üstüne çıkarak, evvelâ ahvâl ve evsafında, sonra da zâtında semâvîlere mahrem-i râz olur ve kurb-i sultanda üns esintileri teneffüs etmeğe başlar.

    * * *

    Çile hep aynı olsa da, dervişler onu, biraz istidatları biraz da mukavemetlerine göre farklı farklı çıkarırlar. Kimileri, dünye*vîlikten tamamen sıyrılarak, gece-gündüz demeden, yemez-içmez-uyumaz; bunlara ciddî ihtiyaç hissedince de, “def-i belâ” ka*bîlinden hepsini geçiştirir ve sürekli zikir, fikir ve ibadetle dop*dolu yaşar.. kimileri, bedenî ve cismanî ihtiyaçlarını ölmeme çizgisinde götürür ve ötesini israf sayar.. kimileri, hayatın her sa*niye, salise ve âşiresini duyma gayreti gösterir ve zamanın en küçük bir parçasının bile kurbet yolunun dışında geçip gitme*sine fırsat vermez. Saatler gelip geçer, haftalar birbirini takip eder, elemler ve ızdıraplar içinde mahrumiyetler uzar gider de, çileyi artık bir yaşam biçimi olarak duymaya başlamış derviş, “erbaîn”lerin bitmesini kat’iyen istemez. Gerçi Sofiye usûlüne göre, kırk gün tamam olunca rüya ya da daha başka müşahe*delere binaen dervişin halvet durumu gözden geçirilir; iç dünyasının atlasına kalbî, ruhî hayat seviyesini aksettiren biri*nin, belli merasimlerle “erbaîn”leri sona erdirilir ve çileye bir nokta konur ama, tezkiye ve arınmanın tamamlanmamış olması mülâhazasıyla da, yeni erbaîn fasılları her zaman söz konusu olabilir.

    Çile ile alâkalı Mevlevîlerin upuzun merasimleri olduğu gi*bi, Farsların, Azerîlerin, hatta bir kısım Bektaşîlerin de kendile*ri*ne göre bir hayli renkli merasim ve şölenlerinin olduğunu ki*tap*lar yazıyor. Derviş, hangi yol ve hangi sisteme mensup olursa olsun, çileden maksad; nefsin tezkiyesi, ruhun tasfiyesi, ve onun kendi iç dünyasını keşfedip tanıması; tanıyıp nefis veya ruh mertebeleri itibarıyla her gün yeni yeni seyahatlerle daha farklı buudlara açılması ve kalbî hayat öne çıkarılarak bu rampa*dan sırra, hafîye, ahfâya yürünmesi, mürid-mürşid arası münasebet*lerin teessüsü, emre itaatteki inceliklerin anlaşılması; ruha tevâ*zu, mahviyet ve hacalet ahlâkı kazandırılarak, كُنْ عِنْدَ النَّاسِ فَرْدًا مِنَ النَّاسِ “İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol!” düstu*runun gönüllere yerleştirilmesi.. gibi esaslardır. Çile orta*mında, ister mürşid tarafından, ister sâlikin kendi iç mülâhazala*rından almak istediği ruh ve mânâ işte budur. Bütün bunlarla ulaşılmak iste*nen hedef de insan-ı kâmil olmaktır.

    Ancak, böyle uzun merasimlere girmeden, iç dünyamızla bü*tünleşmiş acz u fakr, şevk ü şükür mülâhazasıyla, vilâyet-i kübrâ varisi bir rehberin gözetiminde; meşru dairedeki zevk ve lezzet*lerden istifade ederek; ama şüpheli şeylerden de kaçınarak fev*kalâde bir takvâ, fevkalâde bir zühd ve fevkalâde bir ihlâsla da aynı neticelere ulaşmak mümkündür. Elverir ki, haramlara giril*mesin, şüpheli şeylere karşı hassas davranılsın ve helâl olan nes*nelerde de ihtiyaç ölçüsüne bağlı kalınsın.

    Aslında, davâ-yı Nübüvvet’in varisleri için çile, halvethâne ve çilehânelerdeki uzlet-ibadet.. halvet-evrâd ü ezkâr.. terk-i râ*hat–ihtiyar-ı azap.. mâsivâdan kat-ı alâka–mânevî füyûzât his*leri.. gibi, biraz da meşakkatli temrinât yerine, halk içinde Hakla beraber olma.. İslâmî duygu, düşünce ve tavırlarla çev*rede iba*det iştiyakı uyarma.. açıktan açığa dini en iyi şekilde temsil ede*rek, başkalarında da dinî hisleri harekete geçirme.. şahsî füyûzât arzu ve isteklerine karşılık, herkeste inanma duy*gularını geliştir*mekten ibarettir ki, bu, aynı zamanda Sahabî mesleğidir.

    Bu mânâda çile, şahsî hayatımızın tekâmülü kadar, hatta onun da ötesinde ömrümüzü başkalarının elem ve lezzetlerine bağlayıp, tamamen onlar için yaşamanın adı ve ülü’l-azmâne diğergâmlığın da başka bir unvanıdır. Evet çile, hakikat erinin her gün birkaç kere ölüp ölüp dirilmesi, her zaman hayatı ve memâtı iç içe yaşaması, alâkadar olduğu daire içinde nereye a*teş düşerse düşsün, yangını kendi sinesinde hissetmesi, maddî-mânevî her muzdaribin ızdırabını ruhunda duyması, “ızdırabı çekmeyen bilmez” bencilce mülâhazasına karşılık, uzak ve yakın çevrede yaşanan elem ve acıların hepsini kendi yaşıyormuşça*sına iki büklüm olup kıvranması demektir.

    İnkâr ve ilhad fırtınaları karşısında dişini sıkıp aktif bekle*yişe geçmek en büyük çile.. cahiller arasında yaşamaya katla*nıp, onları aydınlatmaya çalışmak muzaaf bir çile.. insanî ve İslâmî değerleri tanımayıp, dini, imanı hafife alan nâdanlarla uğ*raşmak mürekkep bir çile.. bütün bu çile vesilelerinin birden ya*şandığı ve

    “Dostun bî-vefâ, feleğin bî-rahm, devrânın bî-sükûn

    Derdin çok, dermanın yok, düşmanın kavi, talihin de zebûn”

    olduğu bir atmosferde sürekli Hakk’ı soluklayıp durmak, hayatı zehir gibi yudumlayarak yaşamak mük’ab bir çile ve hak yolcu*sunu amûdî (dikey) olarak semâvîleştirecek bir hamledir.

    Bu mânâdaki çile kahramanlarının merkezini enbiya-yı izâm tutar; sağ ve sol cenahlarda ise evliyâ asfiyâ yerlerini alır.

    (Tirmizi)أَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً اْلأَنْبِيَاءُ ثُمَّ اْلأَمْثَلُ فَاْلأَمْثَلُ bunu ifade eder ve musibetlerin şiddetiyle, çilekeşlerin salâbeti arasında tam bir müna*sebetin bulunduğunu hatırlatır.

    Çilenin çile olması, biraz da onu çekenlerin azlığına bağlı*dır. Herkesin, her zaman maruz kaldığı, biraz da ayağa düşmüş ızdırap ve sıkıntılara çile denmez. Ona çile demek çileye saygı*sızlıktır. Çile, yalnız duyulur, yalnız yaşanır; ve o, ancak çilekeş*le*rin azlığı ölçüsünde kendini tam hissettirir. Kuyuya atılmakla çilesi başlayan Hz. Yusuf aleyhisselâm, hâlinden, yo*lundan ve dilinden anlamayan firavunlar ülkesinde onun muzaafını yaşa*mıştı; yaşamış, derken peygamberlik çerçevesi ve mukarrebîn ölçüsünde, müstakbel pâyesi adına birkaç defa te*peden tırnağa arınmıştı. Âdem Nebî (s.a.s.) ağlayarak çile at*maya çalışmış; Nuh Peygamber, kıyamet ölçüsündeki hâdiseleri göğüsleyerek.. Haz*reti Halil, farklı buudlarda hep bir ateş çem*beri içinde dola*şa*rak.. Hazreti Kelîm, gücün, kuvvetin tuğya*nına karşı savaşa*rak.. Hazreti Rûhullah, darağaçlarının ölüm edalı gölgeleri altın*da in*sanları Allah’a çağırarak.. ve Hazreti Rûhu Seyyidi’l-Enâm, bun*ların bütününe denk musibetler ağında ağlayarak, inleyerek ve başkalarını kurtarma adına ocaklar gibi yanarak, fakat gam iz*har etmeyerek hep çilenin mük’abıyla içli dışlı olmuştu.

    Dünden bugüne daha yüzlerce çilekeş, çektiklerini düşün-meyecek kadar teslimiyet içinde, belki de sermest oldukların*dan, en korkunç musibet ve ızdıraplarla yaka-paça olurken da*hi, sadece yaşatmanın zevkini duymuş, belâları “eyvallah”la se*lâmlamış ve yollarına devam etmişlerdi. Çile ve ızdırabın en büyüğü fikir çilesi ve ızdırabıdır. Düşünme, düşündürme ve koskoca kâinatlar ağırlığındaki muammaların altına girerek, varlık bilmecesinin sırrını çözmeğe çalışmak, en sarp uçurumlardan daha derin ve daha sarp meseleler karşısında pes etmeden sürekli uğraşmak ve düşünceyi vahyin semeresiyle buluşturmaya çalışmak; sonra da bu büyük terkibi, aç ve susuz gönüllerin haz*medebilecekleri ölçüde hulâsalandırarak, onlara da duyurup tat*tırmak, duyurup tattırmak ve bıkmadan, usanmadan bunu tek*rar edip durmak.. evet işte, gözleri nebîler ufkunda, melekler kadar içten ve derin bu ızdırap süvarileri, zehirde panzehiri bulmuş, ateşte “berd ü selâm”a ermiş öyle bahtiyarlardır ki, onla*rın ne erbaînlerinin sonu gelir ne de sonu gelen çileye onlar razı olur. Aslında onları bu çile cennetlerinden uzaklaştırmaya kalkışsanız da, uzaklaştıramazsınız; şayet uzaklaştırırsanız, ateş*lerini söndür*müş ve onları da öldürmüş olursunuz.

    Evet, işte hakikî dervişin ruhunu besleyen en temiz kaynak bu ölçüdeki çiledir.. ve o, hak erini sonsuza ulaştırmada en güç*lü vesiledir.


    رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ، رَبَّنَا أَفْرِغ عَلَيْنَا صَبْرًا وَثبِّتْ أَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ، وَصَلِّ اللَّهُمَّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ قُدْوَةِ الْغُرِّ الْمُحَجَّلِينَ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ الصَّابِرِينَ الصَّادِقِينَ.


  4. #44
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    SOHBET ve MUSÂHABE

    Sohbet; Cenâb-ı Hakk’a yönlendiren yararlı konuşmalarda bulunma, söz ve düşünce ile başkalarının ufkunu açma, bir in*sanın kendisine karşı duyulan hüsnüzannı, gönülleri sonsuza yönlendirmede bir kredi gibi kullanma ve hep hayırhahlık mü*lâhazasıyla oturup-kalkmaya denir ki; zannediyorum Yunus da, “Asayiş kılan cânı evliyâ sohbetidir.” diyerek, işte böyle yüksek hedefli musahabenin hayatiyetini vurgulamak istemişti..

    Sofîyece, hakikate ulaştıran iki önemli yol vardır; bunlar*dan biri sohbet, diğeri de hizmettir. Hizmet, himmete mazhari*yetin bir vesilesi ve yolu; sohbet de, zâhir ve bâtın duygularla hakikatı duyma, hissetme, yaşama hâlidir ki, öteden beri hep e*hemmiyetli bir “insibağ” sebebi addedilegelmiştir. Ne var ki, her insibağ, sohbetin merkez noktasını tutan zâtın mertebe*siyle mebsuten mütenasip (doğru orantılı) olduğundan, tezahür ve tesirlerinde de bir kısım farklılıklar söz konusudur. İnsanlığın İfti*har Tablosu’nun, câmiiyyeti itibarıyla hak sohbeti sayesinde maz*har olduğu insibağ, en kâmil mânâdadır ve صِبْغَةَ اللهِ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللهِ صِبْغَةً “Sen, Allah’ın boyasıyla boyan ve O’nun ver*diği rengi tam al; (zaten) o ilâhî boyadan boyası daha güzel olan kimdir ki?” hakikatının aşkın bir remzidir. Ondan sonra, O’nun met*bûiyyetine bağlı bir tâbiiyyet içinde ve asliyetine nisbeten bir zıl*liyet mahiyetinde diğer bütün dava-i nübüvvet ve dava-i vilâyet vârislerinin insibağları gelir ki, verenin ve alanın istidadına göre çok farklı ve mütefâvittir ve bu konudaki ahz ü atâ da tamamen kabiliyetlere göre cereyan etmektedir.

    “Herkesin istidadına vabestedir asar-ı feyzi,

    Ebr-i nisandan ef’’i sem, sadef dürdane kapar.” (Mîrî)

    Hizmet, ihlâs ve samimiyet içinde Hak rızâsını aramak ve Hakk’ın hoşnut olduğu kimselerin terbiye ve vesayetinde bulun*mak; sohbet ise, gönül kapılarını ardına kadar ilâhî vâridat ve mevhibelere açık tutarak, bir hak dostuna mülâzemette bulu*nup, onun Hak tecellîlerine açık o zengin atmosferini paylaş*mak demektir. Sahabe, hizmette zirveleri tuttuğu gibi, sohbette de en yüksek şâhikaların üveyki olma pâyesiyle serfirazdır ki, bu, o toplumun musâhabesinde merkez noktayı tutan zâtın bir tek nazarı –bu konu, Nazar başlığıyla ayrıca tahlil edilecektir– müstaid ruhları bir hamlede evc-i kemale çıkarmasında aran*malıdır. Tabiî, kalblerini, iradelerini, hislerini, şuurlarını o Kutup Yıldızı’nın çevresinde dönmeye bağlamış bu aktif sabır kahra*manlarının istidat ve performanslarının da nazardan dûr edil*me*mesi gerekir..

    Her hak dostu, “Sıbğatullah”dan belli bir tasarruf mevhibe*siyle şereflendirilmiştir; bu mevhibenin sınırları da, mum ışığı ölçüsündeki bir ziyâ ile himmet örfânesine iştirak eden herhangi bir hak erinden, kehkeşanların ışık kaynağı sa*yılan “Şemsü’ş-Şümûs”lara kadar olabildiğine geniştir. Ayrıca, daha önce de işaret edildiği gibi, bunda istidat ve kabiliyetlerin istifade ve isti*fazasının sınırlayıcılığı da söz konusudur ki, bu da, evliyâ ve as*fiyâ adedince “Sıbğatullah tecellîsi ve insibağ keyfiye*tinin var olduğunu gösterir.” Evet, Hazreti “Nûru’l-Envâr”a bir mir’ât-ı mücellâ olan zâttan, zılliyet ve cüz’iyet plâ*nında ona düz bir ay*na olmaya çalışan en küçük bir sâlike ka*dar, birbirinden farklı pek çok sıbğ u insibağ mertebesi söz ko*nusudur. Asliyet ve kül*liyet plânında bu mazhariyetin ferd-i ferîdi olan zâtın sohbet ve musâhabesi, umumî fazilette erişilme*yen öyle bir pâyedir ki, hiçbir kimse, hiçbir zaman, hiçbir “seyr u sülûk” helezonuyla kat’iyen o mertebeye ulaşamaz. Düşünün ki, أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ نُورِي “Allah’ın haricî vucûd nokta-i nazarından varlık olarak en önce ortaya koyduğu, be*nim nûrumdur.”(Keşfu’l-Hafa) di*yen Hazreti Mazhar-ı “Nûru’l-Envâr”ın soh*betiyle şereflenmiş o bahtiyar kimseler, hakkın en birinci talip*leri, Hak yolunun en müştak sâlikleri, Al*lah rızâsının da en ku*sursuz müridleri olduk*ları hâlde, bu husus*lardan herhangi bi*riyle değil de, sohbet pâ*yesiyle öne çıkarıla*rak, bu güzîde top*luluğa, “musâhabe kah*ramanları” mânâsına, “Ashâb” denmiş*tir.

    Her sohbet eri, musâhabe merkezinde bulunan zâtın, Haz*reti Ehad ü Samed’e imanını, irfanını, O’na muhabbetini ve O’nunla münasebetini –şuuru taalluk etsin, etmesin– onun her tavrında müşahede ederek, asliyetteki bu aşkınlığı zılliyet plâ*nında duyup yaşaması açısından, hemen her zaman âsârı gö*rülen, fakat yakalanıp değerlendirilemeyen, tarifi, teşhisi zor sırlı bir lâhûtî atmosfer içinde bulunur. Nisbet farklılığı mahfuz, bu durum, hemen her hâlis hakikat eri için de söz konusudur ki, Mevlânâ’nın ifadesiyle; merkez noktayı tutan zâtın ilelmerkez (merkezçek) câzibe-i kudsiyesi etrafında pervaz ederek “Şem*su’ş-Şümûs”a yürüyenler, hem onun irfan deryasından is*tifade eder, hem de onun zincirinin halkaları olmaları itibarıyla, tebaiyyetin gerektirdiği edep içinde, onun uğradığı hemen her nok*taya uğrayabilirler.

    Bana göre, bazı feyiz kaynakları çevresinde halkalar teşkil ederek, belli yol ve yöntemlere bağlılık içinde değişik ad ve un*vanlarla müesseseleşmeye gitmenin arkasında da bu espri olsa gerek.. evet, işte bu mânâ ve bu esasa binaen çok erken dö*nemde sofiye, Cenab-ı Feyyaz’la ferdî plândaki münasebetini, ötelere açık olduğuna inandığı bir heyet içinde daha da pekiş*tirmek niyetiyle hep tekye ve zâviyelere ya da o türden “bîkem u keyf” Hakk’ın rasat edilebileceği nûrefşân evlere koşmuş ve “Mescid-i Nebevî’deki “Suffe”nin birer gölgesi kabûl ettiği bu ışık komplekslerinde damlayı deryaya, zerreyi güneşe, cismanî zulmetleri de nûra dönüştürme yollarını araştırmışlardır. İşin te*mel esprisi bu olduğuna göre, böyle bir telâkkînin dinin ru*huna ters düştüğünü söylemek mümkün değildir. Bu şekildeki bir anlayışın dinin ruhuna münâfî olması şöyle dursun, böyle bir yorum ve hamlede, ferdî plândaki zaaf ve boşluklara karşı, ce*maat referansıyla Hak sıyanetine sığınma söz konusudur ki, böyle bir şeyi gerçekleştiren herhangi bir fert, artık bir kafa ile değil, pek çok akılla düşünür; mensubu olduğu o heyetin gön*lüyle Allah’a yönelir, sesini-soluğunu onların ah u efganıyla bes*leyerek, ferdî nâğmelerini bir yüce koronun gür sadâsı hâline getirebilir ve Bediüzzaman’ın ifadesiyle, o insan, “iştirak-i a’mâl-i uhreviye”ye ait tasavvurlarıyla, ibadet ü taatında bir aş*kınlığa ulaşabilir.

    Evet, aynı ruh, aynı duygu, aynı düşünce, aynı mefkûre et*ra*fında kenetlenmiş kimselerin birlik içinde Hakk’a yönelişle*rinde öyle bir derinlik, his ve şuurlarında öyle bir zenginlik, zikr ü fikirlerinde öyle bir enginlik vardır ki, en istidatlı fertler ve en kâ*mil insanlar bile, böyle bir heyet içindeki vâridlerin en küçü*ğü*nü dahi tek başlarına elde etmeleri mümkün değildir. Evet, soh*betin nûrânî atmosferinde ifade de istifade de, ifaza da istifaza da, hissettirme de hissetme de, hep farklı buudlarda ce*reyan e*der ve her şey, ferdîlikteki riyâzîliğe mukabil, hendesî açılıma bağlı bir keyfiyette gerçekleşir.

    Aslında bu sohbetlerde en önemli gaye, imanın mârifet uf*kuna ulaştırılması, mârifetin “yakîn”in değişik mertebeleri süre*cine bağlanması, Hakikat-ı Ahmediye vesayetinde kalb ve ruhun hayat mertebelerinde seyahatler gerçekleştirilmesi ve bu se*yahatlerin de şuurlu temâşâ ile değerlendirilmesidir. Böyle bir seyahat ve temâşâda gönül erlerinin en önemli sermaye ve a*zıkları da, zikr ü fikir gibi kalb ve lisan amelleriyle letâifi hare*kete geçirmek, şevk ü şükürle de ilâhî mevhibelere karşı liyaka*tını ortaya koymaktır. Bu türlü mevhibelere mazhariyet umûmi*yet itibarıyla Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın risâlet ve siyâdeti*ne baktığından, dahası, bu siyâdet ve risâletin şâhitleri ve bür*hanları olduklarından, zılliyet plânındaki memerri ol*maktan da*ha çok, asliyyet çerçevesindeki mazharı bulunan Hazreti Sahib-i Kur’ân’ın hakkaniyetine birer hüccet sayılırlar. Bu, biraz da, mu*vakkat mümessillerin mahviyet ve tevâzularına, ayrıca “nefs-i emmâre”den sıyrılmalarına bağlıdır. Aksine, soh*bet erleri, tabir-i diğerle, hakikat yolcuları eğer nefs-i emmârelerinden bütün bü*tün sıyrılamamış; sıyrılıp, hevâ ve he*veslerinin yerine Hak rızâsı*nı tam ikame edememiş iseler, deği*şik mevhibelere mazhariyeti veya bazı letâifin inkişafını kendile*rinden bilme gafletine düşe*rek, şükür makamında fahre girebilir ve gölgeyi asıl zannederek iltibaslar yaşayabilirler. Hele bir de, bazı ikram veya cezb ü inci*zâblara memer iseler –bilhassa mazhar demiyorum– şatahat vâ*dîlerine yuvarlanarak; aslında bu kabîl başarı kulvarlarında iç içe kazançlar söz konusu olduğu hâlde onlar üst üste hasaretler yaşayabilirler.

    Evet, seyahat ve musâhabeleri Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-E*nâm’ın mişkât-ı nübüvveti altında gerçekleştiremeyenler, dinin ruhundaki muvazeneyi her zaman tam koruyamayacakların*dan, yer yer lâubalîliklere girebilir, zaman zaman söz ve davra*nışlarıyla, seviyesinin huzuru sayılan makama saygısızlıkta bu*lunabilir; hatta bazen, vilâyeti nübüvvete tercih etme gibi küs*tahlıklara düşebilir; dolayısıyla da, pîrlerinin, pîr-i müganlarının söz, sistem ve vaz’ ettikleri esasları peygamber yolunun esas, er*kân ve âdâbına tercih ederek, güneşi bırakıp mum ışığına sı*ğın*ma gibi hatalar irtikâp edebilirler. Vilâyeti nübüvvete tercih e*den nâdânların, efendilerini, hakikî ve aslî sohbetin mümtaz ta*lebeleri sayılan Sahâbe’den üstün görme tavırlarından söz et*meyi zâid görüyorum... Eğer durum yukarıda arz etmeye ça*lıştığımız çerçevede –daha doğrusu, tam bir çerçevesizlikte– ce*reyan ediyorsa –ki, günümüzde bu çarpık anlayışın pek çok ör*nekleriyle karşılaşmak mümkündür– sohbetin yerini, onun de*dikodusu almış.. mânâ kendi vizyonunda karartılmış.. lâhûtîliğe bağlı esaslar, yerlerini havâîliğe ve nefsânîliğe bırakmış.. câzibe-i kudsiye uçup gitmiş; gelip, onun o nûr ufkuna nefsânî incizâblar oturmuş..

    “Er olan erimiş, yağ gibi gitmiş;

    Şirin erler, zîr u türaba yatmış;

    Sümbüller yerinde muğeylan bitmiş;

    Petekler sönmüş, ballar kalmamış..!”

    (M. Lütfi)

    demektir ki, böyle bir ortamdaki musâhabenin insibağından da, hakikata ve Hakikat-ı Ahmediye (s.a.s.)’ye ulaştırmasından da asla söz edilemez. Doğrusu, düşünülen konuşulan şeyler itiba*rıyla kahvehânelerdeki sohbetleri hatırlatan tekye, zâviye ve halvethânelerdeki musâhabelerde ilâhî vâridattan bahsetmek şöyle dursun, şeytânî şerârelerden endişe duyulmalıdır. Dolayı*sıyla da, ihsan ve ihlâs ufkundan uzaklaşmış bu mekânlardaki fe*yiz alış verişine benzeyen her muamele bir aldanma veya istidraç, buralarda Allah’ın hususî iltifatına mazhariyet beklentisi bir vehim ve bu yerlerin cemaat görünümündeki müdâvimleri de birer yığının ruhsuz parçalarından ibarettir. Hele bir de mes*leklerinin revacı adına başkalarıyla uğraşıyor; gıybetlere, iftira*lara giriyor ve suizan gibi bir küfür silahını kullanıyorlarsa, böy*lelerinin oturup kalktıkları yerler tekye değil, birer mahall-i takiy*ye, zâviye değil birer hâviye ve bu meclislerin merkez nok*tasını tutanlar da sofî değil, birer softadır. Her zamanki erbab-ı kemali tenzihle beraber itiraf etmeliyim ki, sohbet ve mu*sâhabe meclis*leri gibi, dünden bugüne en müteâl mazhari*yetlerin meş*cereliği veya helezonları sayılan müesseselerin, hiç olmazsa bunlardan bazılarının, yukarıdaki çerçeve içinde mü*talâaya alınma*ları çok acı ve şâyân-ı teessüftür. İhtimal, bu me*kânlara uzayan yolların perişan olup, köprülerin göçmesinde ve bu eğilimi en*gin tavır*ların şiddetlenip bir kısım aşılmaz zorlukla*rın ortaya çıkmasında kaderin tembih ve tenkil ifade eden gizli bir fetvası oldu ki,

    “Bâd-i hazân esti, bağlar bozuldu;

    Gülistanda katmer güller kalmadı...”

    (M. Lütfi)



    اَللَّهُمَّ أَحْسِنْ عَاقِبَتَنَا فِي اْلأُمُورِ كُلِّهَا، وَأَجِرْنَا مِنْ خِزْيِ الْدُّنْيَا وَعَذَابِ اْلآخِرَةِ،

    وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِ اْلأَنَامِ مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ الْكِرَامِ الْبَرَرَة.ِ





  5. #45
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    SEYR U SÜLÛK

    Gezme, gezinme, temâşâ etme mânâlarına gelen “seyr” ke*limesiyle; bir yola girme, bir kimseyi veya bir yönü takip etme, bir düşünce ve bir sisteme bağlanma anlamındaki “sülûk” söz*cüğünden mürekkep olan “seyr u sülûk” ifadesi, belli bir usûl dairesinde hayvanî ve cismanî arzulardan uzaklaşıp kalb ve ru*hun hayat çizgisinde gönül ayağıyla Allah’a yürümenin, O’na vâ*sıl olma yollarını araştırmanın ve böyle bir vuslata erebilmek için “mesâvi-i ahlâk” da diyebileceğimiz fena huylardan uzak*laş*manın ve Kur’ânî ahlâkla ittisaf etmenin unvanı olagelmiş*tir.

    Ayrıca, “seyr u sülûk”la doğrudan doğruya alâkalı olmasa da, ilâhî tecellîler açısından ihtiva ettiği mânâlar itibarıyla, bu ruhânî yolculuğun değişik buudları sayılan şu hususu hatırlat*makta da yarar görüyoruz:

    İlâhî tecellîler ve sâlikin bu tecellîlere mazhariyeti açısından “seyr” iki şekilde mütâlaa edilegelmiştir; seyr-i nüzûlî ve seyr-i urûcî.

    Seyr u nüzûlî: Mukayyet ve mümkün olan varlığın zuhûr et*mesi için, mutlak ve vacib olan vücûdun tecellî ve feyiz ifazası mânâsına bir seyirdir ki, küllî dairede Vâhidiyet-i Hakk’ın, cüz’î dairede de Hazreti Ehadiyet’in “bî kem u keyf” kesret ufkuna nü*zûlünden ibarettir. Buna, Vacib’in imkan mertebelerine, Mut*lak’ın mukayyet dairelerine doğru bir inbisât-ı tecellî ile inki*şaf ve zuhûru da diyebiliriz. Bu seyir, taayyün-i evvelden, أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ نُورِي “Allah’ın ilk yarattığı Benim nûrumdur.” mertebe*sine, ondan da topyekün kâinat ve insan mertebelerine kadar temâdî eden bir tecellîdir.

    Seyr u urûcî ise; varlık ağacının en câmi meyvesi olan insa*nın, upuzun bir seyr u sülûk-i ruhaniyle yeniden irade, his, şuur ve latife-i Rabbaniye uğrunda mebdeine ve merciine yönelerek, Hazreti Vacibü’l-Vücûd’un ziyâ-yı vücûdunda beden ve cismanî arzuları itibarıyla tamamen muzmahil olmasıdır ki; işte biz bu*rada, mebdeden müntehâya, “seyr” unvanıyla dört mertebede bu ruhânî yolculuğu tahlil etmeye çalışacağız:

    Birinci mertebe; “seyr ilallah” mertebesidir ve Hakk’a yürü*menin başlangıcı olması itibarıyla buna “sefer-i evvel” de denir ki, Müsemmâ-yı Akdes de diyebileceğimiz Hazreti Zât mülâha*zası mahfuz, ef’âl âleminden isimler ufkuna, sonra da bu isimle*rin gölgesinde mebde-i taayyün olan isme ulaşmakla nihayet bulan bir yolculuktur; sâliki çok, müdâvimi ona nisbeten az, herkese açık bir seyahat-ı kalbiye ve ruhiyedir. Bu seyahat ister “sülûk” unvanıyla “seyr-i afakî” olsun, ister “cezbe” namıyla “seyr-i enfüsî“ şeklinde tecellî etsin, yolculuk sona erince sâlikin kalbinden “mâsivâ” alâkası büyük ölçüde silinir-gider ve hak yol*cusu kendini “fenâ fillâh” gel-gitleri içinde bulur ki, erbabı bu mazhariyete “vilâyet-i suğrâ” diyegelmişlerdir.

    İkinci mertebe; “seyr fillâh” mertebesidir ve yine bir hamle hazırlığı ihtiva ettiğinden dolayı da buna, ikinci yolculuk mânâ*sına “sefer-i sânî” dendiği gibi “cem” de denmiştir ki, –fâni, bâ*ki gerçeği mahfuz– sâlikin beşerî sıfatlardan tecerrütle ilâhî sıfat*larla ittisaf etmesi, istidadı ölçüsünde esmâ-i ilâhiyeyi temsilen Kur’ân ahlâkıyla tahalluk ederek –buna Allah ahlâkı da diyebi*liriz– “ufk-i a’lâ”ya ulaşmasıdır ki, bu yolculuğun son ko*nağına erenlere büyük ölçüde varlığın perde arkası inkişaf eder ve onların gönüllerine “ilm-i ledün” akmaya başlar; başlar ve hak yolcuları isimler, sıfatlar, zâtî şe’nler âlemlerine ait mârifet şu*âları karşısında eriye eriye nisbet-i tâmmenin zuhûruna erer*ler ki, böyle bir mazhariyete de “bekâ billâh” denegelmiştir.

    Üçüncü mertebe; “seyr maallah” ve diğer namıyla “sefer-i sâlis” veya “fark maa’l-cem “ mertebesidir ki, bir “vâsıl” için bu mertebede “bî kem u keyf” sadece O görülür, O bilinir, O du*yulur; her yanı O’nun mârifet nûrları sarar ve âdeta sübühât-ı vech her şeyi siler-süpürür-götürür de her tarafta

    كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ وَيَبْقَى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ

    “Artık yeryüzünde olan her nesne fenâ bulmuş ve sadece se*nin Rabbinin zâtı bekâsını devam ettirmektedir.” hakikatı nümâyan olmaya yüz tutar; yüz tutar da başka varlıklar, başka bilmeler, başka görmeler, başka duymalar sâlikin mârifet engin*liği ve zevk çağlayanının debisi ölçüsünde itibarîleşmeye başlar, hatta mâsivâ hissedildiği nisbette kalbe sıklet verir ve zaman ge*lir, hak yolcusu zevk ve hâl enginlğine karşı bütün bütün kapıla*rını kapar, sürmeler ve zaten dava-yı nübüvvetin vârislerinden de değilse halvet ve inzivalarla hep kendi sübjektif enginliklerinde yaşar. İşte bu ölçüde, hak erinin nazarında bütün zıtların yok olduğu böyle bir mertebenin nihayeti de “aynü’l-cem “ un*vanıyla yâd edilir. Nesîmî bütün rüsûmun silinip gittiği bu zevkî ve ruhî hâli, derin bir istiğrak neşvesiyle şöyle ifade eder:

    “Mekânım lâ mekân oldu

    Bu cismim cümle cân oldu

    Nazar-ı Hak ayân oldu

    Özüm mest-i likâ gördüm.



    Bana Hak’tan nidâ geldi

    Gel ey âşık ki mahremsin

    Bura mahrem makamıdır

    Seni ehl-i vefâ gördüm.”

    Bu makam aynı zamanda, kadehler gibi O’nun aşkıyla do*lup boşalma, O’nu çılgınca sevme ve sevdirme makamıdır. Bu mertebenin vâridatıyla şahlanmış bir gönül, O’ndan bahsetme*yen her sözü israf sayar, her mülâhazayı da saygısızlık. İster ki her sözün dibâce konusu O olsun, her meclisin hitamı O’ndan bahislerle noktalansın ve herkes âşıkâne sadece ve sadece O’ndan söz etsin. Bir âşık-ı meçhul bu hissi ne hoş seslendirir:

    “Keşke sevdiğimi sevse kamu halk u cihan;

    Sözümüz cümle hemân kıssa-i cânân olsa..!”

    Dördüncü mertebe; “seyr anillah” mertebesidir; bu seviye*deki “seyr”e “sefer-i râbi’ “ dendiği gibi “telvin ba’de’t-temkin” de denegelmiştir. Bu pâyeyi ihraz eden bir vuslat eri, vahdetten sonra, yine vahdet yolunda, yeni yorumlarla kesrete yönelir. Ta*bir-i diğerle, vahdet ve izâfî vuslatta duyup zevkettiği mânevî hazlarını, başkalarına da duyurmak, miraç nüzûlünün gölge*sin*de tenezzül üstüne tenezzül kendi hayatını, başkalarını kur*tar*maya, “Hazîratü’l-Kuds”e yükseltmeye, erdiklerine erdir*me*ye, gördüklerini gördürmeye bağlar ve binlercenin ruhunda tutuştu*racağı vuslat arzusuyla oturur-kalkar. Mütehayyirleri ufuk ötesi*ne irşad etme; tâlipleri terbiye; râğipleri itminana ulaştırma; yol*dakilere rehberlikte bulunma; zulmette bocalayıp duranlara nûr gösterme; nûra ermişleri mârifetle şahlandırma; mârifet şeh*su*varlarını da zevk-i ruhânî yamaçlarında koşturma mefkûre*siy*le gerçekleşebilen böyle bir Hak’tan halka rücû, peygamberlerin has çıraklarına mahsus bir hâldir ve ilk donanımla teklif ara*sındaki tenasübe de iyi bir örnektir. Bu yüce pâyeyi, bazı tasav*vuf erbabı “bekâ billâh maallah” veya “fark ba’de’l-cem” şek*linde isimlendirmişlerdir.

    Bu ufka erenler, vahdeti kesrette, kesreti de vahdette görür, tek yüzlü iki derinliği birden yaşar, kendi maiyetiyle beraber, maiyete taşıdıklarının haz ve hazz-ı ruhanîsiyle her lâhza ayrı bir vuslata “bismillah” der.. ne iltibas, ne şatahat ne de naz; niyazla oturur-kalkar ve sürekli temkin soluklar.. “ilallah”ta “fillâh” esin*tilerini duyar; “maallah”ta “minallah” veya “anillâh” gerçeğini müşahede eder.. hem vâcid yaşar, hem fâkid bulunur; hem mehcûr görünür, hem vâsıl bulunur ve kurb-bu’du bir arada du*yar.

    َ

    Böyle bir hak yolcusu, yolcuların en kâmili, mürşidlerin en mütekâmili, tam bir terbiye üstadı ve irşad halifesidir. Kendisine teveccüh edenlerin sinelerinde iman, mârifet ve muhabbet duy*gularını coşturur; semtine uğrayan herkese sevdiğini sevdirir..

    َ

    حَبِّبُوا الله إِلَى عِبَادِهِ يُحْببْكُمُ اللهُ “Allah’ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin.” fehvâsınca böyle bir vâsıl, zılliyet plânında hem muhibtir hem de mahbub.. duygularındaki safvet, düşüncelerin*deki derinlik, temsilindeki ciddiyet, hâl ve davranışlarındaki du*ruluk onu, hemen herkesin her hâlükârda başvuracağı öyle bir âb-ı hayat kaynağı, bir ümit meşalesi hâline getirmiştir ki her tâ*lib-i feyz-i Hudâ ona koşar, her âşık-ı nûr-i Hudâ O’nun rehber*liğine sığınır; sığınır zira:

    “Menşe-i hüsn-ü ameldir hüsn-ü hâl,

    Hüsn-ü hâlde oldu âsâr-ı kemâl.” (Anonim)

    * * *

    Sülûk; vuslata istidat kazanmak, vuslat temâdisinin önemli bir vesilesi sayılan sürekli yolculuk mülâhazasıyla yaşamak, fena huylara karşı her zaman ciddî bir tavır içinde bulunmak, yaşaya yaşaya ahlâk-ı haseneyi tabiatının bir derinliği hâline getirmek, Hakk’ın kenzen bilindiği kalb evini, O’nun teveccühlerini konuk etmek için ağyar duygu ve endişelerinden temizlemek ve iç âle*minde her an, azizlerden aziz bir misafiri ağırlamaya hazır bu*lunmak demektir ki, İbrahim Hakkı bu mülâhazaları şöyle ses*len*dirir:

    “Dil beyt-i Hudâ’dır ânı pâk eyle sivâdan,

    Kasrına nüzûl eyleye Rahmân gecelerde.”

    Başta da işaret edildiği gibi “sülûk” tabiri, böyle tek başına kullanıldığı gibi, “seyr u sülûk” şeklinde de kullanılagelmiştir. Ba*zen buna bir de “ruhânî” kelimesi ilave edilerek “seyr u sü*lûk-i ruhânî” denmiştir ki, bunların hemen hepsiyle anlatıl*mak istenen şey, Hakk’a vasıl olmak için, O’ndan gayrı her şeyden –tabiî bu şeylerden kendi nefislerine ve bizim hevesleri*mize bakan yönleri itibarıyla– yüz çevirerek sadece ve sadece O’na yönelmek; O’na tahsis-i nazar etmek; yolunu sarpa uğ*ratmaya*cak Kur’ân ve Sünnet mümessili zahidlerin vesâyetinde bulun*mak; vesvese, şüphe, tereddüt ve hayret hâllerinde onla*rın ir*şadlarına başvurmak; acz, fakr ve ihtiyaçlarının şuurunda olarak her hâlinde O’na muhtaç olduğunun idrakiyle yaşamak; gönlü*nü, aşk u şevkle; hissini, ilâhî tecellîlerin müşahedesiyle; irade ve bütün lâtifelerini istiğfarla –yani şer meyelanlarının kökle*rini kurutmak ve dua ile hayır temayüllerinin sürgünlerini güçlendir*mekle– şahlandırmak, beslemek ve takviye etmek... gibi husus*lardır.

    İhlâs ve ihsan şer’î mânâlarıyla, seyr u sülûkün en önemli ayağı ve kuvvet kaynağıdırlar. Sâlikin gönlü, ihlâs hissi ve ihsan şuuruyla atarken, bazen sadece “Lâ ilâhe illallah” der, Esmâ-i Hüsnâ’dan birini veya birkaçını isbat makamında birden mülâ*ha*zaya alır ve “Lâ Hâlika, lâ Râzıka, lâ Musavvira... illal*lah” is*batıyla soluklar; bazen de tafsile açılarak her ismi ayrı bir mih*râb-ı teveccüh kabul etmek suretiyle, Hazreti Vâhibu’l-Ha*yat’ın güzel isimleri adedince kalbinden menfezler açar ve ihsan şuu*runun araladığı kapı arkasını temâşâya yönelir; yönelir, ba*zen eşyada tecellî eden renk, tat, koku, şive, âhenk, nağme ve hik*metlerin çehresinde; bazen de, kalbin vüs’atine göre, وُجُوهٌ يَومَئِذٍ نَاضِرَةٌ إِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ “Yüzler vardır o gün pırıl pırıl (O Güzeller Gü*zeli) Rabbi’lerine bakakalmış...” ufkunda seyahat üzere seya*hatler tertip ederek vuslat iştiyakıyla yanar-tutuşur; yanar-tu*tu*şur ve hissin, aklın, fikrin aciz kaldığı sırlı ve derin bir müşa*hede arzusuyla iman rampasına dayanarak irfan semâlarına yük*sel*meye çalışır; muhabbetini aşka çevirir.. aşkını şevkle besler.. cezb ü incizâbın kanatlarıyla sonsuzun enginliklerine açı*lır.. me*lekler burcuna yükselir, ruhânîlerden hoşâmedîler alır.. erilmez*lere erer.. görünmezleri görür; görür ama, aradığı*nın şekil ve su*retlerden münezzeh olduğu mülâhazasıyla gözüne ilişen ve hatı*rına dalaşan her fotoğrafı da şeytanî birer resim sa*yar ve

    “Ne cism u ne arazdır, ne cevher ne mütehayyiz,

    Yemez, içmez, zaman geçmez, berîdir cümleden Allah.

    Tebeddülden, tağayyürden dahi elvân u eşkâlden

    Muhakkak ol müberrâdır, budur selbî sıfâtullah.”

    hakikatlerine sımsıkı bağlı kalarak, mârifette hangi seviyeye ula*şırsa ulaşsın مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ mülâhazasıyla eğilir ve künh-i Bârî’nin nâkâbil-i idrak olduğunu haykırır; ne ölçüde kullukta bulunursa bulunsun مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ يَا مَعْبُودُ itirafla*rıyla inler aczini seslendirir; ne kadar çok ve içten O’nu anarsa ansın مَا ذَكَرْنَاكَ حَقَّ ذِكْرِكَ يَا مَذْكُورُ sözleriyle zikirdeki yetersizliğini mırıldanır ve sürekli yüzü yerde yaşar.

    Dinin emirlerine saygıyı Allah’a yaklaşmanın en birinci ve*silesi sayar; takvâyı da en bereketli bir yol azığı. Bu çerçevede bir yandan nefsini terbiyeye tâbi tutarken diğer yandan da ru*hunu tasfiyede asla kusur etmez. Terbiyeyi de, tasfiyeyi de din kurallarına bağlılık içinde gerçekleştirmeye çalışır; Şer’-i şerîfe uymayan her tezkiye ve temrin gayretini dinden uzaklaşma sa*yar ve böyle bir yolla elde edilmiş harikulâde hâlleri de istidraç kabul eder. Seyr u sülûkün her kademe ve derecesinde yol selâ*metine fevkalâde ihtimam gösterir; yol selâmetini dinî esaslara bağlılıkta görür ve Allah indindeki kadr u kıymetini de takvâ de*rinliğinde bilir. Ona göre Allah’ı ancak müttakîler bulur; “Mütta*kînin makamı Cennet, içtiği de kâfûr olur” (Anonim).

    Gülşen-i Tevhid Sahibi bu mülâhazayı:

    گَر اَمَان خَواهِي هَمَان تَقوى و دِين شُد زِهَر خَوفُ وخَطَر حِصنِ حَصِين

    “Eğer eman istiyorsan din u takvâ bütün korku ve tehlike*lere karşı en metin bir kaledir.” sözleriyle ne hoş ifade eder!

    Nefis terbiyesi, bütün dinî sistemlerde çok önemli bir esas kabul edilegelmiştir. Buradaki nefisten maksat, eskilerin ifade*siyle “nefs-i nâtıka” veya “nefs-i insanî”dir ki, Kur’ân’ın bir kı*sım işaretlerine dayandırılarak yedi ayrı mertebede ele alınmış*tır:

    Eğer nefs-i nâtıka sadece hayvanî ve cismanî arzularını ya*şı*yorsa, buna “nefs-i emmâre” veya “nefs-i hayvanî”, din u tak*vâ yolunda yürümekle beraber, sık sık düşüp-kalkıyor ve her defasında kendini sorgulayarak Rabbine yöneliyorsa, buna da “nefs-i levvâme”, fenalıklara karşı bütün bütün tavır alıp yüzü hep Rabb’ine müteveccih bulunuyor ve safveti ölçüsünde ilâhî mevhibelere de mazhariyet kazanıyorsa ona “nefs-i mülheme”, ihlâs-ı etem ve ubudiyet-i kâmile içinde Rabb’i ile münasebet ve muamelesi açısından vicdanı tam oturaklaşmış ise böylesi bir nefse “nefs-i mutmainne”, kendi murâdâtından vazgeçip Hakk’ın muradının itirazsız mümessili hâline gelmiş ise artık bu da bir “nefs-i râziye” ve Hak hoşnutluğunu en büyük bir gaye hâ*line getirmiş ve her zaman o istikamette davranıyor, o hedefi gözetliyor رَضِيتُ وَارْضَ عَنِّي “Ben razı oldum Sen de razı ol!” mü*lâhazalarıyla dolup boşalıyorsa bu da bir “nefs-i marziyye”dir. Bunun ötesinde, istidadı elveren ve ilâhî sıfatlarla ittisafa açık peygamberâne azim sahibi bir nefse de “nefs-i kâ*mile” veya “nefs-i sâfiye” denegelmiştir.

    Nefs-i emmâre mertebesinde bir mü’min, çok defa işlediği günahların ya farkında değildir ya da hayatını hesapsız yaşa*maktadır. Hatta namazında, niyazında, evrâd u ezkârında olsa da, henüz kendi kendini kontrol etme ve iç murâkabe düşüncesi gelişmediği için, ne tam taatin şuurunda, ne de masiyetin idra*kindedir. Böyle birinin, her zaman elinden tutulmaya, havf u re*câ dengesine uyarılmaya, mârifet, muhabbet ve mehâfet his*leri açısından derinleştirilmeye ihtiyacı vardır. Sâlikin, bu ilk merte*bede nasihat dinlemesi, kusurlarını hafızasına nakşedip sık sık kendini sorgulaması, ibadet u taatte kararlı davranıp günah*lara karşı da dişini sıkarak dayanması “cihad-ı ekber”in mebdei sa*yılır. Böyle bir mebde yolcusu mübtedî sâlikin, mücâhedesini devam ettirdiği ölçüde, duygu ve düşüncelerinde bazı farklılaş*malar hissedilmeye başlar; bunların başında da, yaptığı en güzel amelleri dahi yeterli bulmama ve olumsuz davranışlarının en küçüğünü bile ciddî ciddî sorgulama hususları gelir ki; işte bu mertebe “nefs-i levvâme” mertebesidir.

    Nefs-i levvâme mertebesindeki bir sâlik, limandan açılmış, rıhtımdan fırlamış ve O’na doğru yürümeye –bu yürüme kalbî*dir ve tamamen sâlike ait bir keyfiyet sayılır– başlamıştır ama; o, yine de yer yer sapmalar yaşar.. kaymalara mâruz kalır.. bazen hatalar gelir sevapların çehresini karartır ve hayatında güzellik*leri çirkinlikler takip eder.. sık sık sürçer ve düşer; sonra da her defasında nedâmetle toparlanır.. istiğfarla hem günahla*rından arınır hem de şer temayüllerinin kökünü kesmeye çalışır ve ü*mitle yoluna devam eder. Sadece bunları yapmakla da kal*maz; sürekli nefsini kınar.. vicdan azabıyla kıvranır.. zaman gelir iç ız*dıraplarını gizli iniltilerle seslendirir ve zaman gelir hal*vet koyla*rına koşar, duygularını gözyaşlarıyla münâcâtlaştırır ve hep inler durur. Nefs-i levvâme erbabı berzah yolcusu sayılır ve kalb ibre*leri mihrâb-ı tâmmı tespit heyecanıyla tir tir titrer, fikir*leri afak ve enfüs arası gel-gitler yaşar, dilleri de ya “Lâ ilâhe il*lallah” der, “Lâ maksûde illallah” mülâhazasıyla O’na teveccüh ve işti*yakını ortaya koyar veya doğrudan doğruya O’nun “Maksûd-u bil hak” ve “Ma’bûd-u bil istihkak” olduğunu mırılda*nır durur.

    Hâlin iç mülâhazalara ulaştığı, kadem ve nazarın aynı ufku paylaştığı seviyeye ulaşan nefs-i levvâme yolcusunun gözünde en küçük hatalar zamanla en büyük günahlar gibi görünmeye, en küçük sürçmeler en büyük masiyetler gibi hissedilmeye baş*lar ki, o andan itibaren onun nazarında ak-kara daha bir belir*ginleşir, iyi-kötü kendi renkleriyle birbirlerinden tam ayrılır ve o, günahların çirkin yüzünü tahayyül ettikçe hep tiksinti duyar; se*vapları düşündükçe de, onlara gönlünce ulaşamamanın hacâle*tiyle kıvranır; ama her zaman ümitli, azimli ve kararlıdır. İşte böyle bir nefse Allah, وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَإِنَّ اللهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ “Biz, yolumuzda gayret gösterip mücâhede edenleri, Bize ulaş*tıran yollara hidâyet ederiz; şüphesiz Allah ehl-i ihsanla beraber*dir.” fehvasınca, iyiyi, güzeli, marziyâtını ve marziyâtına ulaştı*ra*cak esasları ilham eder ki, mebdeden uzaklığı itibarıyla bu açı*daki bir nefis de “nefs-i mülheme” pâyesiyle şereflendiril*miş sa*yılır.

    Nefs-i mülheme mertebesinde bir hak yolcusu, bütün etvâr ve ahvâliyle “Hû” der O’na yönelir.. her şeyde ve her yerde O*nun sun-u bediînin temâşâsıyla soluklanır.. her nesneyi bir hayret levhası gibi müşahede eder.. ve her tabloda yeni bir hiss-i takdirle şahlanır.. dili “Lâ ilâhe illallah” derken, kalbi ve bütün letâifi “Lâ ma’bûde illallah” hakikatini mırıldanır.. sürekli “Hû” zamirinin ıtlâkındaki derinlikle nefes alır-verir.. ve her nefes alış-verişiyle âdeta, kalbinde bir kor, bir kıvılcım gibi uyuyan aşk u şevki körüklemeye başlar.. ruhu “ataş” der inler; dili,

    “Ey sâki aşkın nârına yandıkça yandım bir su ver

    Düşeli dilber derdine yandıkça yandım bir su ver”

    (Gedâî)

    nağmeleriyle arzuhâl eder.. ve artık, dünyevî matlupları, zâtları itibarıyla talepten vazgeçtiği gibi, ukbâyı da Hazreti Zât’a bak*mayan yönleriyle ikinci derece mülâhazaya alır.. düşüncele*rin*de, tahayyüllerinde sürekli O’nun konukluğuna koşar.. sözle*rini O’nun iştiyakıyla süsler ve O’na iştiyak uyarmakla derinleşti*rir. Dolarken O’nun vâridatıyla dolar ve her doluşuyla ruhunda pe*tekleştirdiği ballar balını müştak gönüllere sunmaya koşar.. sık sık Lâmekânî Hüseyin Efendi gibi:

    “Pâk eyle gönül çeşmesini ta dolunca!

    Dik tut gözünü, gönlüne gönlün göz olunca!

    İnkârı kov, dil testisini ol çeşmeye tuttur.!

    Ol âb-ı safâbahşile bu testi dolunca...”

    der ve dolma istikametinde azmini kamçılar. Dolunca da:

    “Ey tâlib-i feyz-i Hudâ gel halkaya, gir halkaya.!

    Ey âşık-ı nûr-i Hudâ gel halkaya, gir halkaya!”

    (M.Lütfî)

    çığlıklarıyla bir velvele olur ve çevresine boşalır.

    Bu noktaya eren bir sâlik, az yer, az içer, az uyur, hep hay*ret içinde bulunur ve dünya umuruyla da, sırf esbab dairesi i*çinde bulunduğundan ötürü meşgul olur. Bu pâyeye ait so*rum*luluklarını yerine getiren ve Hakk’ın mevhibelerine karşı şükrü*nü eda eden bir sülûk eri, bazen tecellî-i esmâ, bazen de te*cellî-i ef’âl ile nefes alır verir. Ne var ki o, seyr u sülûk-i ruhânî*sini, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın vesâyetinde ve Sünnet rehber*liğinde sürdüremez ya da Kitap ve Sünnet mümes*silleri rehber*liğine sığınmazsa, ubudiyetinde şatahata gi*rebilir ve bazen de niyaz makamında nazlanma inhirafına düşebi*lir. Bu ise apaçık bir sukûttur.

    Nefs-i mülhemenin nihayeti, aynı zamanda “ilme’l-yakîn”in zirvesi “ayne’l-yakîn”in de matlaı sayılır. Sâlik, bu noktaya ula*şa*cağı âna kadar, nazarî olarak öyle düşünmesi ve öyle de*mesi gerektiği için her şeyin Hak’tan olduğunu ifade eder; bu mertebenin zirvesine erdiği andan itibaren ise, bütün benliği ile: قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ “De ki: Hepsi Allah’tan.” mazmununu telaffuz etmeye başlar.. o, her telaffuzunda yepyeni itminan esintileri duyar.. ve dinin emredip Allah’ın da sevdiği her şeyi tabiatının bir buudu gibi zevketmeye başlar ki, böyle bir mazhariyeti de ancak, nefsinde itminana erenler hissedebilirler. Bunu duyan nefis bir “nefs-i mutmainne” ve bu makam da nefs-i mutmain*ne makamıdır.

    Nefs-i mutmainne zirvesine ulaşan bir müntehî nazarında, kendi hususiyetleriyle bütün eşya, bütün elvân u eşkâl eriyip gi*der ve o, sürekli “Lâ ilâhe illallah” hakikatini düşünür, onu söyler; söylerken de hakikî ve aslî vücûd olarak sadece O’nu du*yar.. O’nun nûr-u vücûduyla iç içe yaşar.. ve bütün varlığı, ilim ve vücûdun birer tecellîsinden ibaret olarak zevkeder.. ve böyle bir ruh hâlinin gereği olarak da bütün varlığın, O’nun feyz-i vü*cû*duyla meydana geldiğini ilân mânâsına لاَ مَوْجُودَ فِي الْحَقِيقَةِ إِلاَّ اللهُ der. Bu mülâhaza ne bir vücûd ne de şuhûd telâkkisi*dir; bu öyle bir zevk ve duyuş hâletidir ki, tatmayan bil*mez, bilenler de tam ifade edemez. Bu makama eren bir hak yolcusunun sine*sinde O’ndan gayrı her şey, yine O’nun ziyâ-yı vücûduyla silinir gider ve her yanda sadece ve sadece Hazreti Ef’âl, Hazreti Es*mâ ve Hazreti Sıfât nümâyân olmaya başlar; başlar da, gözler ve gönüller sürekli onlarla dolar-taşar. Böyle bir sermesti içinde her an ayrı bir vuslat bişaretiyle yol alan haki*kat eri, biraz da, “ayne’l-yakîn” derecesinde her şeyin O’na ait olduğunu duy*ması sonucu “Ballar balını buldum varlığım yağma olsun.” di*yerek, sırtında âriye bir gömlek gibi gördüğü bütün varlığını in*fak etmeye koşar.

    Artık böyle biri, kendinden “can” istendiğini hissetse, he*men kurbanlık koyun gibi boynunu uzatır. –Bu makamda, o asliyete göre bir zılliyet, o külliyete göre bir cüz’iyet şeklinde فَلَمَّا أَسْلَمَا وَتَلَّهُ لِلْجَبينِ hakikatinin kahramanlarını hatırlayabiliriz.– Rikkat-i kalb bu pâyenin en bâriz özelliğidir; sâlik her zaman: “Ağla ey gözlerim, hiç durma ağla!” der, gözyaşlarıyla nefes alır verir.. her şeyi sever, her şeyi koklar ve okşar ve hususiyle her biri birer mücellâ ayna olması itibarıyla insanlara karşı gönül*den alâka duyar.. her renkte, her tatta, her kokuda, her seste, her şivede O’ndan tecellîlerle selâmlaşır.. her selâmlayışta çok farklı hislerle farklı düşüncelere girer; ama her defasında zevk u şevkini teyakkuz ve temkinle frenler.. hatta bazen bu ciddî te*yakkuz ve temkin sayesinde, ruhunda köpüren ve dalga dalga bütün benliğini saran neş’elerin, sevinçlerin ve hazların kendine ait olması mülâhazasıyla, herkesin uğrunda canlar feda ettikleri topyekün ruhânî zevklerden de sıyrılarak, “lillah”, “livechillah”, “lieclillah” sözleriyle ifade edilen çerçeveye koşar ve Yunus di*liyle “Bana Seni gerek Seni” der inler.

    Bu esnada, bazı istidatlara sağanak sağanak ikramlar yağ*maya başlar; başlar ve bu aynı zamanda keşiflerle, kerametlerle imtihana tâbi tutulma faslı demektir. Böyle bir makamda lutfedilen bütün keşifler, kerametler, muhlis bir sâlik nazarında –istidraç endişesi mahfuz– bir ilâhî armağan olmanın ötesinde herhangi bir kıymeti de haiz değildir. Basiretli bir sâlik, işte böyle kendisinde ikinci bir tabiat âsârının belirmeye başladığı ve onun gönül dünyasında her gün ayrı bir “feth-i mübin”in ya*şandığı, pinhânların ayân olduğu, gözden hicâbın kaldırılıp, eş*yanın perde arkası kendi renk ve çizgileriyle zuhûr ettiği ve ba*zıları için başların dönüp bakışların bulandığı durumlarda o hep, Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın vesâyetine koşar.. düşünce ve ta*savvurlarını Sünnet mihengine vurur.. beyanlarını “usûlüddin” mizanlarıyla çerçeveler.. ve yoluna: (Tirmizi)مَا أَنَا عَلَيْهِ وَأَصْحَابِي reflektör*leri arasında devam eder. Hazreti Üstad-ı Küll ve Muktedâ-yı Ek*mel’den sonra yoldakilere rehberlik vazifesini, Kitap ve Sün*net’in aydınlık temsilcileri mürşid-i kâmiller yaparlardı. Onların olmadığı dönemlerde ise çokların yolu sarpa sardı ve yol müte*hayyirleri, takılıp yollarda kaldı...

    Evet, bu makam aynı zamanda; “seyr maallah” makamı ol*ması itibarıyla, hususî bazı vâridleri de vardır ve bazen de bu vâridler ifade yetersizliğinden “hulûl” ve “ittihad”a çekilebilecek biçimde seslendirilebilir. İşte böyle bir durumda sâlik, tam ka*zanma kuşağının zirvelerinde iken kaybetme çukurlarına yu*varlanabilir; yuvarlanabilir zira, zirvelerle çukurlar birbirlerine zıt oldukları hâlde hep yan yana bulunurlar. İhlâs kulesinin tepe*sin*den düşecek birinin düz bir zemine değil de, derin bir çukura yuvarlanacağının hatırlatılması, değişik bir zaviyeden, zirvelerle çukurların bu beraberliğini vurgular. Onun içindir ki, seyr u sü*lûkta yolculuk ilerledikçe temkine, teyakkuza daha fazla ihtiyaç duyulagelmiştir. Öyle ki ufuk sezilip de her yanda kurbet esinti*leri duyulmaya başlayınca, hak yolcusu, daha derin murakabe*lere dalagelmiş ve sık sık kendini sıfırlamış.. üzerin*deki mevhi*belerin gelip geçiciliğini düşünerek mahiyetinin bir mazhar değil de bir ayna olduğunu görmeye çalışmış ve “Yâ Hû” soluklarıyla o vâridat ve lutufların kaynağına yönelip üveysî bir eda ile: “İlâ*hi Sen Rab’sın bense abd; Sen Hâlık’sın bense mahlûk; Sen Rezzak’sın bense merzuk; Sen Malik’sin bense memlûk; Sen Aziz’sin bense zelil; Sen Ganî’sin bense fa*kir...” demiş ve en bü*yük pâyenin kulluk pâyesi olduğunu hem de derin bir acz, fakr ve ihtiyaç hissiyle dile getirmiştir.

    Bazı ehl-i hakikate göre, seyr u sülûkta en son mertebe “mut*mainne” zirvesidir. Bu mertebeden sonra sözü edilen “râ*ziye”, “marziyye”, “kâmile” veya “sâfiye” makamları, itmi*nan mertebesinin değişik buutlarda zuhûr ve inkişâfından iba*rettir ki, bunlara birer mertebe ve derece demekten daha ziyâde “cezebât-ı Hak” tezahürleri demek daha uygun olsa gerek.

    İster bir makam sayılsın, ister mutmainne mertebesinin in*ki*şâfı, bu noktadan sonra, “Yâ Hayy” ism-i şerifinin bir mazhar-ı tâmmı ve şeffaf bir aynası sayılan sâlik-i müntehî, Hak’tan hoş*nut olmayı kendi tabiî derinliği gibi duyar ki, bu zirve “râziye” zirvesidir. Kahr u lutfun bir bilindiği bu ledünnî derinliğe eren hakikat kahramanında, beşeriyet sıfatları bütü*nüyle muzmahil olur gider ve her yanda yepyeni televvünlerle yepyeni bir var oluş başlar; “mahv”dan sonraki “sahv”, “fenâ”dan sonraki “be*kâ”, “ilme’l-yakîn”den sonra ki “ayne’l-yakîn”le gelen bir farklı var oluş. Böyle bir müntehînin naza*rında her zerre bir lisan kesilir ve her hâliyle O’nu zikreder.. her ses O’ndan farklı şekil*de akseden birer nağme gibi duyulur.. her renk “lâhut” iklimi*nin tebessümleri gibi gözlere gönüllere ya*ğar.. ve o, gezip dolaş*tığı her yerde “Lâ maksûde illallah”, “Lâ ma’bûde illallah” haki*katleriyle nefeslenir.. durumunun ve ko*numunun müsaadesi nisbetinde, kalbî ve ruhî hayatı adına bu mübarek cümleleri oksijen gibi yudumlar; tabiat-ı beşeriye ge*reği cismaniyetinde oluşmaya yüz tutan her hevâîliği de karbon*dioksit gibi dışarı atar.. ve hevâ-i nefsin artıkları sayılan âsâb ve hassasiyeti yatış*tırır.. mücadelenin kızıştığı yer ve zamanlarda iâne talebi ve isti*gâse gözyaşlarıyla ebedî mihrabına yönelir ve sızlar.. muvaffaki*yet ve zaferlerini de birer Hak ihsanı olarak duyar ve

    “Değildir bu bana layık bu bende

    Bana bu lutf ile ihsan nedendir?”

    (M. Lütfi)

    sözleriyle mırıldanır.. hep içten ve derin, hep Hak’tan hoşnut ve memnuniyet içinde bulunduğunu ihsas eder.. kim bilir her gün kaç defa:

    “Gelse celâlinden cefâ, yahut cemâlinden vefâ

    İkisi de câna safâ, senden hem o hoş, hem bu hoş”

    (İ. Hakkı)

    der, rızâ düşüncesini yeniler.. hatta bazen o, gönül gözlerine cezb ü incizâb semâlarından akıp gelen bu güzelliklerin farkında bile olamaz.

    İşte böyle bir anlayış ve duygu dünyasına otağını kuran bir hakikat eri –buna Hakk’ın kulu demek daha uygun olur zanne*diyorum– tecellî-i ef’âl ötesinde, tecellî-i esmâ ve sıfâta açılarak “ilme’l-yakîn”in en üst mertebelerine yürür ki, bunun ötesi, Hak hoşnutluğunun kendine has emareleriyle duyulup hissedildiği ve selim vicdanların şehadetiyle bilindiği “marziyye” şâhikasıdır. Muhakkikînce, bu pâyeye, “hakka’l-yakîn” televvünlü “ilme’l-yakîn” dendiği gibi “ehadiyet” mertebesi, “cem’u’l-cem” ma*ka*mı da denegelmiştir. Bu makam erbabı, seyrini daha çok “seyr anillah” şâhikalarında sürdürür.. hâl-hayret-temkin uf*kunda do*laşır durur; dolaşır durur ve artık Hak, onun gören gözü, işi*ten kulağı olur; hep doğruyu görür, doğruyu duyar ve insanlar ara*sında ilâhî ahlâkın mübarek bir temsilcisi gibi oturur kalkar.. başkalarında gördüğü kusurları affeder, ayıplara göz yu*mar, mü’minlere hüsnüzanda bulunur, herkesi şefkatle kucaklar ve Hak’tan ötürü her milletle barışık yaşar.. vicdanında duy*duğu Hak hoşnutluğunu kalb imbiklerinden geçirerek kendi hoş*nut*luğu hâline getirir; gönül tezgâhlarında her şeyi şekere-şerbete çevirir ve bu ballar balını avuç avuç herkese tattırır.. ve hemen her yerde, her zaman “Hazreti Râzı”ya gönülleri yön*lendiren bir rıdvan kıblenümâsı gibi hareket eder; Allah için se*ver, Allah için kucaklar, Allah için koklar ve sürekli Hakikat-i Muhammediye makamının mebdei sayılan böyle bir pâyenin hakkını eda etme*ye, O’nunla nisbetini derinleştirmeye çalışır.

    İtminan mevhibesinin idrak edilme sınırlarını aşkın münte*hâsını “nefs-i kâmile” mertebesi teşkil eder. Dört bir yanda ilâhî tecellîlerin bütün mâsivâyı kendi rengine boyadığı, renklerin, şekillerin, keyfiyetlerin kendi çerçevelerinde silinip gittiği zevkî ve nazarî iç içe istihâlelerin yaşandığı ve “seyr”in, “seyr billah” ufkunda sürdürüldüğü bu şâhika, vahdette kesretin, kesrette de vahdetin yaşandığı ilâhî sırlara açık öyle bir zirveler zirvesidir ki, asalet ve külliyet plânında orada sadece enbiyanın sesi-soluğu duyulur; zılliyet ve cüz’iyet dairesinde de dava-yı nübüvvet vâ*ris*lerinin.. bu vârislerin en önemli hususiyetleri, yakazadır; bun*lar nerede, niçin, hangi misyonla vazifeli bulunduklarının şuu*rundadırlar. Küllü cüzden, küllîyi cüz’îden, aslî olanı zıllîden, met*buu da tâbîden tefrik eder ve kat’iyen iltibasa düşmezler. Ne şatahat, ne naz, ne fâikiyet ne de imtiyaz; mazhar oldukları her şeyi O’ndan bilir ve bu mazhariyetlerini koruma istikametinde ortaya koyacakları her cehdi, netice-i nimet-i sâbıka olarak bir şükür esprisi içinde, fevkalâde bir tevâzu ve mahviyetle ortaya koyar, mükâfat adına değil de, vazife ve sorumluluk hesabına “hel min mezîd” der dolaşırlar. Bu ölçüde safvete eren mut*main bir ruh, bütün mesûliyetlerini bir ibadet neşvesi içinde ye*rine getirir ve benliğinin derinliklerinde her lâhza ayrı bir vuslat zevkiyle coşar. Onun, “nefehâtü’l-üns” esintilerinin aks-i sadâsı sayılan solukları, okşayıp geçtiği her yere sekîne aşılar geçer.. onun sükûtu, varlığı hallaç etme ölçüsünde mük’ab bir tefekkür, sözleri de Mezâmir’den akan hikmet kristalleridir. Gözler her yerde onu görme uğrunda açılır kapanır ve onun tavırları, dav*ranışları Hakk’ı hatırlatır.. hatırlandığı her yerde gönüllere bir mu*rakabe kıvılcımı düşer ve tutuşan her gönül:

    “Ey bülbül-ü şeydâ yine efgâna mı geldin.?

    Azm-i gül edip zâr ile giryâna mı geldin?

    Pervâne gibi ateşe dâim cân atarsın,

    Yoksa bu aşk oduna sen yana mı geldin...”

    der, mağmalar gibi köpürür, ocaklar gibi yanar ve giryâna ge*lenlere yanıp kül olmayı meşkeder.

    Bundan başka sofîye, ruh için de bazı mertebelerden söz edegelmişlerdir. Ruhun iç yüzü diyebileceğimiz bâtınına “sır” de*nir. Sırrın bâtını ise “sırru’s-sır” kabul edilir. Sırru’s-sırın en önemli bir buudu “hafî”, en engin bir derinliği de “ahfâ”dır. Bâ*tından maksat, bir nesnenin özü, esası ve mayası demektir. Bu lâtifelerden sadece biri âlem-i halktan, diğerleri âlem-i emirdendir.. ve âlem-i emirden olan lâtifelerin en derini, en zor erişileni ahfâdır. Ahfâ, diğer lâtifeler itibarıyla merkezi tutuyor gibi bir hususiyet arzetmektedir. Hafî, âlem-i emre ait hususiyetleriyle tıpkı bir mahfaza gibi onu kuşatır; sırru’s-sır, bir sur gibi bunların hepsini ihata eder ve ruh bir atmosfer gibi bü*tün lâtifeleri ku*caklar ve kalbe bağlar. Bu lâtifelerin inkişâf etti*rilmesi, kalbî ve ruhî hayatın, hayata hayat olmasına bağlıdır. Bu itibarla da, henüz cismaniyetten kurtulamamış, letâif-i insa*niye ufkuna ulaşamamış bahtsızların, belli seviyedeki ruhlara akıp gelen bu mevhibeleri duymaları mümkün değildir. Bunları duyabilmenin asgarî şartları, evvelâ istidat, sonra o istidadı inki*şâf ettirme adı*na sa’y u gayret ve daha sonra da usulüne göre çile çekmek ve “erbaîn”lerle beden hakimiyetinden kurtulabil*mektir.



    هَدَانَا اللهُ وَإِيَّاكُمْ إِلَى الطَّرِيقِ الْقَوِيمِ، وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الرَّؤُفِ الرَّحِيمِ وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ الْكِرَامِ الْبَرَرَةِ.





  6. #46
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    SÂLİK

    Bir hedefi takip eden, bir yolda yürüyen ve Allah’a ulaşma gayreti içinde bulunan hak yolcusu diyeceğimiz sâlik; usulünce, Hakk’a ulaşma cehdi içinde bulunan herkese denir ki; her fer*din, istidat, kabiliyet ve mazhar olduğu/olacağı mevhibeler açı*sın*dan farklı farklıdır: Kimileri, fevkalâdeden bir ihsan-ı ilâhî ile, seyr u sülûk-i ruhânîde gözetilmesi esas sayılan disiplinleri gö*rüp gözetmeseler dahi, bir hamlede, bir nefhada Allah tara*fın*dan çekilip rızâ ve muhabbet mertebesine ulaştırılırlar ki, bun*la*ra cezbedilen (meczûbîn-i ilâhî) sâlikler denir. Bunlar baş*kaları*nın pek çok “erbaîn”lerle ulaşacakları hâl veya makamları, mi*racın gölgesinde birkaç dakika, birkaç saat veya birkaç günde elde edebilir, çarçabuk nefsânî kirlerden arınır, en hızlı şekilde kalb tasfiyesinden geçer ve hiçbir zaman sa’y u gayretlerle ölçü*lemeyecek bir süratle Matlûb, Maksûd ve Mahbub’larına ulaşa*rak, maiyyete mazhariyetin bütün ruhânî ezvâkını birden duyar ve zâhir u bâtının birleşik noktası sayılan “insan-ı kâmil” ufkunu ihraz etmiş olurlar. Bu mânâdaki “meczûbîn-i ilâhî” insanlar ara*sında Hak sırlarının gizli defineleri, ziyâ-yı ilim ve vücûdun yeryüzündeki nokta-i mihrakiyeleri ve mü’minlerin gönül ha*yatları adına, ebedî susuzluklarını giderecekleri Hızır çeşmesinin de sâkîleri sayılırlar. Sözleriyle ölü kalbleri ihya eder, nazar ve teveccühleriyle kör gözleri açar, atmosferlerine girenlerin de kal*bî ve ruhî yaralarını iyileştirirler. Bunlar yer yer, ayrı bir mevhi*be ve ayrı bir vâridatla hep mest u mahmur yaşar, iç içe girmiş zâhir ve bâtınlarının alâim-i semâsıyla çevrelerindeki ta*liplere temâşâların en baş döndürücülerini yaşatır.. gözleri basi*retleri*nin emrinde, dilleri gönüllerine bağlı; bakıp gördükleri her şey*de O’na ait renk ve çizgilerle kendilerinden geçer.. ağızlarını a*çıp konuştuklarında hep inci-mercan saçarlar.. ve tabiî her za*man O’nun “nîm-u nigâh”ıyla olsun başları dönmüş mestler gi*bi yaşarlar ki, hâlden anlamayanlar onları mecnun veya sar*hoş sanırlar. Bu türden sâliklerin hâlini Bağdatlı Rûhî:

    “Sanman bizi kim şîre-i engür ile mestiz,

    Biz ehl-i harâbattanız mest-i elestiz.”

    diyerek ne hoş dile getirir!

    َ

    1

    Kimileri, ilk işaret ve işaretçilerle muvakkaten cezbeye gelip kendilerinden geçseler de, mahiyetlerindeki programın gereği he*men kendilerine gelir, yakazanın temkin zeminine sığınır ve göz*leri açık olarak Hakk’a vuslat yolculuğunu sürdürürler ki; bunla*rın duygu, düşünce, söz ve davranışlarında insanları ilti*basa sevk edecek hiçbir şeye rastlanmaz; ne şatahat, ne naz ne de lâu*balîlik, hep مَا زَاغ الْبَصَرُ وَمَا طَغى “O’nun gözü ne kaydı ne de şaş*tı.” atmosferinde veya serasında yürürler O’na güvene*rek rızâ ufkuna doğru…

    Kimileri, seyr u sülûk-i ruhânîlerini, bu ulvî seyahatın disip*linlerine riayet ederek tamamlar; inâyet televvünlü cezbe uf*ku*na ulaşır ve iradelerinin kudsî bir incizâb merkezine bağlandı*ğı*nı hisseder gibi olur ve daha sonraki hayatlarını da, âdeta ken*dilerini bir akıntıya salmışçasına hep o câzibe-i kudsiyeye bağlı sürdürürler. Artık nefisleri adına yokluğa kanat açmış bu kim*selerde ne telâş, ne endişe, ne gam ne de keder; “Dost” der, Dost’la hemdem olur ve O’nun huzuruyla bütün huzursuzluk*lardan azade yaşarlar.

    Niyazi Mısrî’nin şu meşhur mısraları, bir zaviyeden işte bu ufku işaretlemektedir:

    “Dünya gamından geçip,

    Yokluğa kanat açıp,

    Şevk ile her dem uçup,

    Çağırırım Dost Dost.”

    Kimileri de mebdeden müntehaya kadar her zaman sa’y u gayret içinde bulunur.. herhangi bir beklentiye girmeden hâli*sâ*ne bir kulluk sergiler.. ne cezbe görür ne incizâb duyar.. ne naz bilir ne gider kuruntulara yaslanır. Dişini sıkar ve iradesinin hak*kını vererek Hakk’a kulluğun en ince âdâbına riayetle, gös*teriş*siz, âlâyişsiz tam bir sebat ve ikdam kahramanı olduğunu or*taya koyar. İşte böyle biri, inanıp Müslümanca yaşamayı bü*tün ez*vâk ve kerâmâta tercih ettiği/edeceği gibi Cennet ve öte*sini de kat’iyen Hakk’a kulluğunun hedefi saymaz. İmanı ve ubudiyeti Rabb’in en büyük ihsanı bilerek bu büyük ihsana mazhariyetin şükran hisleriyle her zaman iki büklüm yaşar. Mevlânâ kendi üslubuyla, böyle bir mazhariyeti şöyle resmeder:

    بَازِ سَعَادَت رَسِيد دَامَنِ مَارَاكَشِيد

    بَر سَرِى گَردُونِ رِديم خَيمَه وَ اَيوَان خِوِيش

    دَروِيش مَرَاگُفت يَارچُون اَز اِين رُوزگار

    چُون بُوَد آنكَس كِه دِيدَ دَولَتِ خَندَان خِوِيش

    آن شَكَرِى رَاكِه هِيچ مِصر نَدِيدَش بَخَواب

    شُكر كِه مَن يَا فتَم دَرِين دِندَان خِوِيش

    “Mutluluk ve saadet gelip eteğimizi çekti ve götürüp çadı*rımızı gökyüzüne kurdu. Dün de o sevgili bana: “Bu vefasız dünyanın elinden ne hâldesin?” diye sordu. (Ben de) gülen devletin gülen bahtını gören nasıl olur (dedim). Mısır’ın, rüya*sında bile göremediği şekeri, şükürler olsun ben dişimin dibinde buldum.” Sâlikin ilk işi, sağlam bir niyetle, istidat, kabiliyet ve se*viyesine göre, “tevbe”, “inâbe”, “evbe” unvanlarıyla yad edi*len, Allah’ın sevmediklerinden sevdiklerine, istemediklerinden is*tediklerine, hayvanî ve cismanî hayattan kalbî ve ruhî hayata hicrete azmetmesidir. Böyle ciddî bir niyet, nefis tezkiyesi, kalb tasfiyesi ve ahlâk tehzibiyle desteklendiği sürece, sâlikin za*man*la zâhiri de bâtını da farklılaşır ve daha bir mâmur hâle ge*lir; gelirde ufukları bir bir aydınlanır.. ihlâs ve samimiyetinin de*rin*liği ölçüsünde vicdan mekanizması itibarıyla bir nûrânîleşme ve davranışları açısından da apaçık bir istikamet örneği sergile*me*ye başlar. İmanın, tam bir iz’ana inkılâp etmesi, iz’anın mâ*rifetle derinleşmesi, mârifetin muhabbete dönüşmesi, muhab*betin a*lev alev aşk hâlini alması, aşkın gidip ta hayrete ulaşması yoluy*la, topraktan, balçıktan yaratılan insan âdeta semâ ehlinin mat*mah-ı nazarı hâline gelir ve melekûttaki “sâcidîn”, “râkiîn” es*nafına bir kıblenümâ olur. Artık ona teveccüh eden doğruya yö*nelmiş, ona tutunan da sağlam bir ipe sarılmış sayılır.

    Mevsimi gelince, iç derinlikleri itibarıyla bir “menba-ı feyz” hâline gelen bu “nüsha-i kübrâ”, bir mevhibeler merkezi ve bir vâridat mahzenine dönüşerek herkese âb-ı hayat sunan bir mü*ba*rek sâkî durumuna yükselir; yükselir ve kâse kâse semtine uğrayanlara kevserler sunar. Böyle hâlden hâle intikal ederek yürüyen ve yükselen sâlikin, birbirinden farklı uğradığı her men*zile “hâl”, kendi istidat ve kabiliyetinin nihaî inkişaf noktası sa*yılan, bizim hak yolcusunun “arş-ı kemalât”ı diyeceğimiz ha*kikî ve izafî müntehaya da “makam” denir. “Herkesin istidadına vâ*bestedir âsâr-ı feyzi.” Her Hak yolcusu yolculuğunu belli bir zir*ve ile noktalar ve ulaştığı bu burç veya şerefeden bütün mülk ve melekûtu temâşâ eder. Umum ehl-i kemalâtın, kendine göre u*laşacağı son nokta onun için bir zirvedir ve bütün bu zirvelerin hepsi de izafîdir. Fânileri Bâkî’den ayıran imkân-vücûb arası ve “ev ednâ” sözcüğüyle işaretlenen hakikî bir zirve de vardır ki, o da Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’a (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) mahsustur. O’nun dışındaki bütün “ebrâr” ve “mukarrabîn”le alâkalı, “daha yüksek”, “daha âlî”, “daha büyük”… gibi söz*cükler tamamen izafîdir ve herkesin istidat sermayesi ve mazhar olduğu ilâhî mevhibeler itibarıyladır.

    Ne olursa olsun, bir sâlik, kendi kemal ufkuna kadem basıp da kalbini “feyz-i akdes” ve “feyz-i mukaddes”lere mücellâ bir ayna hâline getirince, ona nazar-ı Hak ayân olur.. gönlü üfül üfül ilham esintileriyle tanışır ve seviyesine göre varlığı daha de*ği*şik duyup yorumlamaya başlar. Her şeyi farklı görür, farklı duyar.. ve görüp duyduklarını gösterip duyurmanın heyecanıyla –istidadı el veriyorsa– yanar-tutuşur..

    Ve oturur kalkar “el-Ma’bûdu Hüvallah” der.. gerilir, koşar “el-Maksûdu Hüvallah” hakikatını soluklar.. afakı, enfüsü didik didik ederek düşünür “el-Ma’rûfu Hüvallah” sözcükleriyle nefes alır-verir.. ve her şeyi esmâ ve sıfât yörüngesinde “Zât” hakika*tına bağlayarak gaybî imanın enginliğini zevkî ve hâlî bir çerçe*vede kalben şuhûdî hâle getirir ve Hâkânî’nin dediği gibi:

    “Lâyık oldur ki hemen sâlik-i râh,

    Diye “lâ na’büdü illâ iyyâh”

    der, hâlî ve kâlî Hakk’a kulluğu, Cennet ve rü’yet-i Cemâlullah neşvesi içinde duyar.. ve O’nun istek, dilek ve rızâsına tam uy*gun olmadığı kanaatinde bulunduğu –bunların bir kısmı bazı uhrevî mülâhazalar da olabilir– her şeyi geriye çeker, sadece ve sadece O’nu düşünür ve O’nun, düşünülmesine geçit verdiği a*lanlarda –gerek duymaya göre– tefekkühte bulunur. Müntehî bir sâlik için, “hüve” unvanıyla sadece ve sadece O söz konusu*dur. O’nun söz konusu olması “evvelen ve bizzat”, “mâsivâ” mü*lâhazası ise, O’nun izni dairesinde “sâniyen ve bil-araz”dır. Böyle bir mülâhazada dünya ve ukbânın birbirinden farkı da yoktur; tevhîd-i kıble ufkuna ulaşmış bir sâlik için, biricik Matlûb ve Maksûd, O ve O’nun rızâsıdır.

    Burada bir kere daha Mevlânâ’yı konuşturalım:

    اَي طَــالِـــبِ دُنــــيـَـــا مـــز دُورِي وَي عَاشِقِ خُلدِ اَز اِين حَقِيقَت دُورِي

    وَي شَاد بَهَر دُو عَالَم اَز بِيخَبَرِي شَــادِئِـي غَـمَـش نَـدِيَـدَه ئـي مَعذُورِي

    “Ey dünya talibi, sen bu âlemde bir gündelikçi gibisin.! Ey Cennet aşığı, sen de hakikattan çok uzaksın.! Ey hakikattan bî*ha*ber ve iki âlemle sevinen kimse, sen de Dost uğrundaki gam zevkini duymamışsın; sen de mazur sayılırsın…”

    Hâsılı, hedefini iyi belirlemiş ve bulunduğu ufkun farkında olan bir sâlik; dert kaynağı sayılan canı da, teni de teneşir tahta*sına bırakır ve bütün varlık sermayesini gönül kapısının önüne saçar. Yol kesen her türlü ağyar düşüncesinden sıyrılarak kal*bi*ne yönelir ve onun dilini anlamaya çalışır. Göz ve kulaklarını basiretinin emrine vererek, fizik ötesi saf mülâhazalar âlemine dalar. Böyle bir mazhariyetle bazen bir hamlede lâmekânîliğe yükselir ve ikinci hamlede de sesini bütün semâvât ehline duyu*rur.

    Gönlün bütünüyle cân hâtifine çevrildiği bu nokta, bir sıç*rayışla insanı sonsuzluk kapısına fırlatacak bir rampa gibidir. Böyle bir rampada çevkâna dönen boyunlar, bir adım sonra baş ve ayağın aynı noktada bir araya gelmesiyle bu arşiye ve ferşiye kahramanını bir halkaya dönüştürür ki, işte böyle bir an dilek kuşunun uçurulması gerektiği andır.. evet böyle bir du*rumda sadece kalbin ılık nefesleri duyulur.. bütün dilin-dudağın sesi kesilir.. baş daha bir bükülme gayreti göstererek, sırtını kalbe verir.. ve kendi kendine وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ “Sana ölüm, yakîn âvâzıyla gelip çatıncaya kadar Rabbi’ne ibadete de**vam et!” duygularını mırıldanır.



    اَللَّهُمَّ أَسْأَلُكَ حُبَّكَ وَحُبَّ مَنْ يُحِبُّكَ وَحُبَّ عَمَلٍ يُقَرِّبُنِي إِلَى حُبِّكَ،

    وَصَلِّ اللَّهُمَّ وَسَلِّمْ عَلَى حَبِيبِكَ وَرَسُولِكَ الْمُصْطَفَى وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ ذَوِي الْقَدْرِ وَالْوَفَاءِ.





  7. #47
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    SEYR U SÜLÛKTE BİR BAŞKA ÇİZGİ


    Seyr u sülûk-i ruhanîde; letâif-i aşere (on lâtife) veya yedi nefis mertebesine bağlı olarak kalbî ve ruhî hayat derecesini elde etme, erbabınca müteâref bir yöntemdir ve çile disiplini da*hil bugüne kadar insan-ı kâmil olmanın biricik yolu kabul e*dilegelmiştir. Ancak, hem seyr-i ruhânî hem de onun içinde ö*nemli bir yer işgal eden çile vasıtasıyla kazanılmış mertebe, de*rece, mevhibe ve vâridata ulaşmanın başka alternatiflerinin bulunduğu da bir gerçek. Bilhassa bu alternatifler arasında, bir mânâda, peygamberlik hakikatinin tecellîsi ve sahabî mesleği*nin inkişaf ettirilmesi yolu da diyebileceğimiz farklı yöntemler de vardır:

    Esbab açısından, çok şeye güç yetirememe şuurunda olma mânâsında acz; her nesne ve her varlığın hakikî sahibi, maliki Al*lah olduğu gerçeğini kavrama anlamında fakr; herkesi ve her nesneyi O’ndan ötürü kucaklama şeklinde yorumlayacağımız şefkat; her gün yepyeni bir heyecanla afak ve enfüsü hallaç etme vüs’atinde, disiplinli düşünme diyeceğimiz tefekkür; ayrıca bu çerçevede sürdürülen hizmette hiç sönmeyen bir aşk u işti*yak, sonra da bu mazhariyetlerin şuurunda olarak, bütün bun*lara, söz, tavır ve davranışlarla mukabelede bulunma mânâsına gelen kesintisiz şükür böyle bir alternatif yöntemin temel esasları*dırlar.

    Bediüzzaman Hazretleri’ne göre bu yol, daha kestirme, da*ha selâmetli ve daha emindir; acz; aşkın yanında, hatta önünde mahbubiyet ufkuna uzanan öyle ışıktan bir helezondur ki, acizliğin kavranılması ölçüsünde insan bu yöntemle her yol*dan da*ha sür’atli matlubuna ulaşabilir. Fakr; şuurdaki derinliği ölçü*sünde, en disiplinli cehd u gayretlerin bile önünde öyle tü*ken*mez bir sermayedir ki, hak yolcusu onunla bir hamlede rahmâ*niyetin vesayetine sığınır ve Kudreti Sonsuz’un her şeye yeten gücüne ulaşır ve dayanır. Şefkat; aşktan daha derin, daha içten öyle bir duygudur ki; rahîmiyetin tezahürü böyle bir duy*guyu taşıyan hiçbir yolcu şimdiye kadar yolda kalmamıştır. Te*fekkür; afak ve enfüsün tetkik u temâşâsıyla her şeyi hikmete bağlayan aydınlık ruhların yolu.. şevk; her zaman nokta-i istinad ve nok*ta-i istimdadının şuurunda olan, dolayısıyla da hiçbir zaman ümitsizlik ve inkisara düşmeyenlerin hâli.. şükür de; iç içe hiçle*re terettüp eden bunca nimete karşı şuurlu mu*kabelenin ayrı bir unvanıdır.

    Mevzû, temel esprisi itibarıyla: “Ben acizim, Sen Muktedir; ben fakirim, Sen Gani; ben muhtac u muztarrım Sen Rahîm; ben bir mütehayyir ve müteharriyim, Sen ise her yerde aranan, her şeyden sorulan Biricik Hedef ve Gayesin.” esasları üzerine cereyan ettiğinden, herhangi bir aciz u fakir, muhtaç u müte*hay*yirin kendi nefsini müzekkâ görmesi ve ona bir paye ver*mesi ya da daha bugünden unutulma damgasını yiyeceğini bile bile Allah’a karşı belli ölçüde de olsa, nisyân yaşaması; sa’y u gayretine terettüb eden başarıları kendinden bilmesi, fenalık*ları kadere mâletmeye çalışması ve kendini, bir çeşit müstakil bir mevcut telakki etmesi kat’iyen söz konusu değildir.

    Konuyu bu şekilde temellendirince; Bediüzzaman Hazret*leri’nin tasnifi çerçevesinde şu dört ana hususdan –iç içeliği ile beraber– birbirinden farklı dört ayrı hareket noktası ve dört te*mel disiplin ortaya çıkar.

    Bunları:

    1- Nefsin mahiyet ve cibilliyetinde bulunan kendini müzek*kâ görme temayüllerine rağmen onu tezkiye etmeme ve akla*mama gayreti.

    2- Kendini unutması gereken hususlarda unutma azmi, ha*tırlaması icap eden yerlerde de hatırlama cehdi.

    3- İyiliklerin ve kötülüklerin gerçek kaynakları belirlenerek her başarı ve hezimetin onlara bağlanması ve mazhariyetlerde, fahirlenme yerine hamd u şükür soluklanması, fenalıklarda da teessür ve nedametlerin yaşanması.

    4- Hak yolcusunun hemen her menzil, her hâl ve her ma*kamda kendini ve meziyetlerini Hakk’ın ziyâ-yı vücûdunun bir gölgesi veya gölgesinin gölgesi bilip varlığını, varlığıyla alâkalı hususiyetlerini Hazreti ilm u Vücûd’un bir ayine-i tecellîsi gör*mesi şeklinde hulâsa etmek mümkündür.

    Şimdi bu hususları, Hazreti Pir’in temel düşüncesine sadık kalarak biraz daha açalım:

    Birinci durum ve hareket noktası açısından konu şöyle ö*zetlenebilir; nefis, mahiyet ve cibilliyeti itibarıyla fevkalâde ken*dine tutkundur. O her şeyden önce kendini sever; başkaları ile olan irtibatını da yine kendine bağlar: Öyle ki o bazen, inanmış bir gönlün, Mabud-u Mutlak ve Maksûd-u Bilistihkak’a tevec*cüh etmesi ölçüsünde kendine yönelir, kendine perestiş eder; dolayısıyla da hiçbir kusuru, hiçbir kabahati kabule ya*naşmaz; yanaşmaz ve kendini hep müzekkâ görür. Onun bu olumsuz ta*vırlarına karşı “cihad-ı ekber” çerçevesinde, kararlı bir mücâhe*de ile nefsin sürekli sorgulanması, murakabe ve muhâsebe izâ*behânelerinde eritilip yumuşatılması, yoğrulup şekil*lendirilmesi ve ne pahasına olursa olsun kat’iyen onun aklan*masına gidil*memesi; aklanmasına gidilmemesi bir yana, tezkiye edilmeme azim ve kararlılığının bir aklanma kurnası kabul edil*mesi gerekir ki, özündeki insanî derinlikler inkişaf ettirilebilsin.. evet eğer biz, sürekli tezkiye-i nefs etmemek suretiyle bir temiz*lenme arayışına bağlı kalabilirsek, melekler de, ruhânîler de nezafet ve nezaheti*mize gıptalar yağdıracak ve bir hadisin işa*retiyle, dört bir yan*dan bu yolun yolcularıyla musafahaya koşa*caklardır (Müslim, Tirmizi, İbni Mace); aksine, onu hep paka çıkarma ve müzekkâ görme gaf*letine düşersek, cinleri de, şeytanları da ürkütecek menfur bir mahiyetin mü*messilleri hâline gelmemiz kaçınılmaz olacaktır. Evet –Mevlânâ’ nın da dediği gibi– bazen insan, şeytânî duygula*rın tesirinde â*deta bir iblis olur; bazen de, kalbî ve ruhî hayatın zirvelerinde meleklerle atbaşı hâle gelir..

    İkinci durum ve disiplin açısından şunlar söylenebilir; tezki*yesiz “nefs-i emmâre”si bulunması itibarıyla insan, bir lâhza bile gönlünden çıkarmaması gereken en hayatî mevzûları sık sık unutabilir, hatta bazen onları hatırlamak dahi istemez; buna mukabil, hiç hatırlanmaması gerekli olan hususları da bir türlü gönlünden söküp atamaz. Halbuki o, her zaman, Allah rızâsı isti*kametinde hizmeti, amelde ciddiyeti, çevresindeki kimselere karşı sorumluluğunu, ölümü ve ölüm ötesini düşünmeli; buna mukabil, her türlü kini, nefreti, ihtirası, nefsanî haz ve arzuları ruhundan söküp atmalıdır ki; içindeki ruhânîliği söndürmesin, şeytânîliği de hortlatmasın.

    Evet, yoldakiler olarak bizim için her zaman, Allah’a iman ve O’nun rızâsı çizgisinde yaşamayı ganimet bilmemiz; bütün duygu, düşünce ve davranışlarımızla O’nu memnun etmeye yönelmemiz; her yerde ve her zaman hayatımızı O’nun maiy*yetine bağlamamız ve bu sırlı maiyyet sayesinde –ki اينجَاكَسِست پنهَان، خوددلا مَگِيرتَنهَا “Burada gizli biri var, ey gönül ken*dini yalnız sanma.” (Mevlânâ) fehvasınca– her lâhza ayrı bir mü*nasebet bulup O’nunla gönül irtibatımızı sıkı tutarak, sınırlılı*ğımızı aşıp sınırsızlığa yürümemiz, damlayı deryaya döndürüp cüz’de kül*lün esrarına talip olmamız bizim için birer esastır. Ha*yatımızı bu esaslar dairesinde sürdürebildiğimiz ölçüde, olmaz gibi görünen şeyler zamanla birer birer aşılır, cüzler küllün aks-i sedası ve ay*nası hâline gelir; yoklar varlık rengine bürünür; reşha kamerin önüne geçer; toprak semâlar kadar ulvileşir ve zerre gibi çok kü*çük mahiyetler kâinatlar kadar genişler.

    Âşıklar Sultanı Mevlânâ bu mülâhazayı ifade sadedinde:

    خُم كِه اَز دَريَا رَاهِي شَوَد رودها پيش او به سجده رود

    “Denizin yolunu bulmuş bir küpün önünde, ırmaklar sec*deye varırlar.” der ve bize kendi varlık hendesemizi aşmamızı, ruhumuzun o sırlı potansiyel vüs’atine ulaşmamızı salıklar.

    Üçüncü durum ve disiplin açısından şu mülâhazalar zikre*dilebilir:

    Seyr-i afakî ve seyr-i enfüsî ile henüz tam inkişaf etme yo*luna girememiş bir nefis, iyilikleri kendinden, fenalıkları da ya esbab ya da çarpıttığı o yanlış kader telâkkisinden bilir; mazha*riyetleriyle coşup şükürle gürleyeceğine, ucup, gurur, fahir gibi iç çöküntü ve çözülmelere girerek hamd ü sena hisle*rini öldür*menin yanında ufkunu da bu fena huyların isiyle-pa*sıyla kirletip varlık yolunda her zaman yokluğa düşebilir. Ama eğer o, bütün iyilikleri Allah’tan birer mevhibe, fenalıkları da kendi iradesinin ürünü görebilirse, en olumsuz durumlarda dahi iç içe vâridlere mazhar olup çok değişik güzellikleri birden du*yabilir. Elverir ki o, hemen her zaman kemalini kemalsizliğe bağlayıp, sürekli Hak karşısında iki büklüm bulunsun; kudretini acizliğinin seme*resi, servetini de fakirliğinin lâzımı bilerek şevk u şükürle gürle*yebilsin.

    Evet, bir mü’min olarak her zaman, bütün meziyetlerimizin Allah’tan, bütün rezilelerimizin de nefisten kaynaklandığını bil*memiz, bu mülâhazaya bağlı iç kontrol sistemimizi sürekli hare*ket hâlinde bulundurmamız çok önemlidir. Hak yolcusu, bu di*siplinlere bağlı kalarak iç dünyasını canlı ve hareketli tutabildiği takdirde, en verimsiz ortamlarda bile hep meyve verir ve hep ye*şile yürür. Aksine onun ruh dünyasında değişik erozyonlarla çoraklaşma başladığı andan itibaren de, en münbit zeminlerde dahi o, sadece dikenlere dâyelik eder ve viranelerin yascısı bay*kuşlar gibi inler durur.

    Eğer insan, sırf bir bedenden ibaret olsaydı, cismanî dün*yasıyla alâkalı kaygılarının da bir anlamı olabilirdi. Aslında bu mükerrem varlığı sırf bir beden ve cesetten ibaret görmek, onu çürüyen, kokuşan, mikro varlıklara yem olan bir mevcut dere*kesine düşürmek demektir ki bu da, en eşref bir varlığa karşı hakaretlerin en büyüğü sayılır. Oysaki insan, yaratılışı, dona*nı*mı, ilk mevhibeleri itibarıyla meleklerden de ulvidir.. evet o, be*den ve cismaniyetin çok çok üstünde ve ötesinde kalbi, ruhu, sırrı, şuuru, idraki, aklı, zekâsı ve daha değişik zâhirî-bâtınî de*rinlikleriyle, görülen çerçevesini çok aşkın bir değerler enmuze*cidir. O, bu ölçüdeki enginlik ve zenginliğiyle kâh ka*natlanır, meleklerin kıvanç duyacağı semâlarda pervaz eder; eder ve gi*der fanileri sonsuzluktan ayıran zirvelere ulaşır. Kâh akıl, mantık ve muhakemesini sonuna kadar kullanarak aya, gü*neşe, yıldız*lara seyahatler düzenler; radyo, televizyon, inter*net vasıtasıyla en uzak mesafelerdeki ses, görüntü ve deği*şik bilgi malzemeleri*ni yatak odalarımıza kadar getirir ve sesi aşkın, ışığa yakın bir süratin diliyle bize “tekârub-i zaman”, “tekârub-i mekan”dan ne besteler ne besteler sunar.

    Ne var ki, bu engin istidat ve mahiyetine rağmen bazen o*nun; kinlerin, nefretlerin, hırsların, şehvetlerin ağına düşerek en sefil varlıklardan daha sefil hâle geldiği de bir gerçek. İşte bu yanıyla da o, efendiliği içinde bir köle, sultanlığı yanında bir di*lenci, semâvîliğe namzet olmasına karşılık da âdeta yerlerde sü*rüm sürüm bir solucandır. Bu ölçüde esnek ve her şey olmaya müsait insanoğlu, bütün iç dinamizmiyle Allah’a yönelerek iyi*likleri ve güzellikleri Ondan bilip şükürle şahlanabildiği, fena*lıkları da nefsine bağlayıp her zaman ciddî bir teyakkuzla onu kontrol altına alabildiği, her gün birkaç defa muhâsebe ve mura*kabe kurnaları altında arınarak fıtrî safvetine ulaşabildiği ölçüde her akşam, her sabah birkaç kez kötü duygu ve tutkula*rın enkazı üzerinde hakikî insan olma otağlarını kurabilir; mü*tevâziâne fakat içten, üst üste başarılarıyla, ama mahviyet için*de kendini ifade edebilir. Bu, aynı zamanda onun her ham*lede yeniden bir kere daha kendini keşfetmesi, kendi derinlikle*riyle kendini duyması ve her lâhza yeni bir “ba’sü ba’de’l-mevt”e er*mesidir ki, biz buna, Mevlânâ’nın ifadesiyle: “Can aya*ğının ten prangasından kurtulması ve ruhun semâvîliğe yö*nelmesi.” diyo*ruz. Aslında bu ölçüde semâvîleşmiş bir ruh, aynı zamanda bü*tün şuur ve idrak gücüyle kendi iç derinliklerine yö*nelir.. sık sık kendini ikmal eder.. her dakika ayrı bir üslûpla nefsinin eksik ve gediklerini sorgular.. hayatını tamamiyete bağlı götürmeye çalı*şır.. yer yer varlığın perde önünde, zaman zaman da her şeyin ötesinde dolaşır.. gönlünün enginliklerini her temâşâ edişinde kendinden geçer.. her temâşâ onda yeniden bir şahlanma ar*zusu uyarır.. her arzu onun ruhunda kendini yeni*leme iştiyakına dönüşür.. derken gönlünü bir “Beyt-i Hudâ” gibi görür ve du*daklarından

    “Dil Beyt-i Hudâ’dır, ânı pâk eyle sivâdan

    Kasrına nüzûl eyleye Rahman gecelerde”

    sözleri dökülmeye başlar; başlar da yönelir kalbine ve onu, de*ğişik kirli tasavvur ve kirli hayâllerden temizlemeye koyulur.. sır*rını mârifetle süsler, hafîsini aşk u şevk çerağıyla aydınlatır, ahfâsını sadâkat iniltileriyle seslendirir.. ve oturur-kalkar Ebedî Sevgilinin dertlisi olduğunu, O’nun kurbanı olmaya âmâde bu*lunduğunu mırıldanır –ah o ne tatlı derttir ki, anılınca bütün dermanlar unutulur! O ne enfes heyecan ve yorgunluktur ki, gerçek rahatın derinliği de ancak onun atmosferinde duyulur.– bîkarar gezer çölden çöle, dert peşinde ve O’nunla dertleşecek koy arar. Kimbilir şimdiye kadar bu yolda niceleri:

    Derd-i derûnuma derman arardım,

    Dediler derttir dermanın senin.

    Dergâh-ı dildâra kurban arardım,

    Dediler ki kurbandır cânın senin.

    (M. Lütfi)

    deyip inlemiş.. ve niceleri:

    Derman arardım derdime,

    Derdim bana derman imiş.

    Pinhân arardım aslıma,

    Aslım bana pinhânmış.

    (Niyazi)

    hisleriyle boşalmış; boşalmış ve bize, benliklerinin her parçası, bir ney gibi O’nun derdi, O’nun tutkusu ve O’nun iştiyakıyla iç içe ne hasret ve vuslat fasılları sunmuşlardır...

    Mevlânâ, bu ince faslı:

    “Ey gönül bir sen, bir de O’nun derdi var; ah O’nun dertlisi olmak ne hoştur! Aslında o dert, senin dermanındır. Bundan ötürü de sen, O’ndan gelen ızdırap ve sıkıntıları çek de sakın şi*kayet etme; zira O’nun fermanı budur. Eğer cismanî arzularını ayaklar altına alabilmişsen, o zaman nefis kelbini öldürmüş olur*sun ki, işte asıl öldürülecek de odur” sözleriyle seslendirir ve mevzua kendi ufkunun rengini katar.

    Dördüncü disiplin ve hareket noktası olarak konuyu şöyle açmak mümkündür: Nefis kendini bizzat müstakil bir mevcut gibi görür veya öyle görme istidadındadır. Bu konuda bazen o, öylesine temerrüde girer ve bayağılaşır ki, her hâli, Mâbuduna karşı isyan buudlu bir düşmanlığa dönüşür, halbuki hiçbir varlı*ğın kendi kendine ve bizzat mevcudiyeti söz konusu değildir. Aksine, canlı-cansız her varlık, mazhar olduğu hayat mertebesi itibarıyla, sadece ve sadece Yüce Yaratıcı’nın isimlerine şöyle-böyle ayinedarlık etmektedir. Gerçi o, belli bir keyfiyeti haiz, belli bir derinliğe sahiptir ama, varlığı O’ndan, çerçevesi O’ndan; hususiyetleri O’ndan, muhtevası da O’ndandır.. ve her hâlükâr*da her zaman O’nunla kaimdir. Bu açıdan da nefsine bakan yönleriyle o, sonsuz karşısında bir sıfır, hakikî mevcut yanında bir hiç, asla nisbeten de bir gölgeden ibarettir. Onun kendini böyle yorumlaması, hakikî varlığa erme adına olumlu bir ham*le, aksi ise ölüm ürperticiliğinde bir tökezlemedir. Evet in*san gaflet edip kendini, dinamikleri kendinden bir varlık gör*dü*ğünde, yu*varlanır başaşağı yokluğa gider; benliğinden vazgeçip Hakk’ın mücellâ bir aynası olduğunu düşündüğü tak*dirde de, sonsuzlu*ğun üveyki hâline gelir; gelir, kendi dar çer*çevesini yokluğa fır*latarak, Hakikî Mevcudun ziyâ-yı vücûduna erer ve bütün dar*lıklardan kurtulur.

    Merhum İkbâl bu mülâhazayı:

    “Senin özünde Hakk’ın varlığından bir cevher ve O’nun te*cellîsinden bir şule var. Bilmiyorum ki, elde edilen bu inci Onun deryası olmasaydı nerede bulunurdu.” Sözleriyle seslendirir ki, bir meçhul beyan üstadı da:

    “Bil kendini sen, Allah’ı bilmekse muradın,

    Kim nefsine ârifse odur ârif-i billah”

    diyerek, getirir konuyu مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ “Kendi benliği*nin sırlarına vâkıf olan Rabbinin esrarına da vâkıftır.”(Keşfu’l-Hafa) özlü sö*züne bağlar..

    Hazreti Mevlânâ ise mevzuu şöyle özetler:

    تَـا بَندَه زِخُـود فَانِـئِ نَشَـوَد تَـوحِيد بَنـزَد او محقق نَشَوَد

    تَوحِيد حلول نِيست نَابُودَنِ تُست وَرني بگزاف باطِلِي حق نَشَوَد

    “Kul benlik ve enâniyet cihetiyle yok olmadıkça, onun için hakikî tevhid ve Hakk’a ulaşmak imkânsızdır. Tevhid hulûl de*ğil*dir; o, benlikten kurtulmak, (cismanî ve nefsânî arzular iti*ba*rıyla) yok olmak demektir. (Bu böyledir) başka türlü boş söz*lerle de bâtıl hak olamaz.”

    Netice itibarıyla diyebiliriz ki; seyr u sulûk-i ruhânî de, aşk, çile ve emsali yol erkanının yanında, takip edilecek kestirme bir yol varsa o da, acz u fakr, şefkat ve tefekkür yoludur. Aczinin şuu*runda olan her hak yolcusu: “Tut beni elimden tut ki ede*mem sensiz.” der, bütün benliğiyle Kudreti Sonsuz’a yönelir.. fakrını her düşündükçe daha bir içten Hakk’ın servet ve gına*sı*na teveccüh eder; teveccüh eder ve üzerindeki bütün mevhibe*leri O’ndan bilir; âlemin fahr ve şatahatla tökezlediği aynı nok*talarda hamd ü senalarla oturur kalkar, şükr ü şevkle so*luk*lanır.. evet hayatını acz u fakre bağlamış mütefekkir bir hakikat eri, ne iyilikleri kendinden bilmenin fahrini yaşar, ne de fenalık*ları kader ya da esbaba havale ederek fikrî ve ruhî teşev*vüşe düşer. Aksine bütün mazhariyetlerini Hak’tan bilir, O’na daya*nır ve O’na nisbetin hazlarını duyar; her zaman fenalıkları da nefsine bağlayarak tevbe, inâbe ve evbe atmosferinde, diğer bir ifade ile sürekli hasretin son sınırında ve vuslatın serhadlerinde dolaşır. Varlığını, Hakk’ın ziyâ-yı vücûdunun bir gölgesi saydı*ğından, ne şahsî vücûd mülâhazalarına girer ne de şuhûd arayı*şı ihtiyacını duyar. “Varlığım O’ndan, hususiyetle*rim O’ndan, varsa mevhibelerim O’ndan” der, her zaman ayrı bir maiyyet huzuruyla, hiç olmazsa böyle bir huzur ümidiyle ya*şar ve bu yolda bulunuyor olmanın şevk u şükrüyle oturur kal*kar; ama kat’iyen lâubaliliğe, şatahata ve bâlâpervâzâne iddia*lara girmez.

    Fakir, bu alternatif yolun temel esaslarını biraz da sulandı*ra*rak, şiir şeklindeki bir manzumede şöyle ifade etmeye çalış*mıştım:

    Arkadaşlar, arkadaşlar,

    Şevk mezhebi yoldur bize!

    İmana doymuş yoldaşlar,

    Dikenler hep güldür bize!



    Şükür, gördük Hak yüzünü,

    Bulduk özlerin özünü,

    Minhâc ettik her sözünü,

    Beyanı bürhandır bize.



    Kuvvet O’nun biz güçlüyüz;

    O’nun namıyla ünlüyüz..

    Zirveler aşar yürürüz;

    Zorluklar âsândır bize.



    Malımız yok pek ganiyiz;

    O’nun ile olduk aziz.

    Tefekkürdür mesleğimiz;

    Yaş-kuru irfandır bize.



    Ova-oba, bütün çöller,

    Her yanda zikreden diller,

    Rengârenk açılmış güller,

    Herbiri beyandır bize!



    Şevkle hizmet şiârımız,

    O’nu düşünmek kârımız,

    Evvel-âhir âvâzımız:

    Kitabı imamdır bize!



    O’nu bilip onu bulduk,

    Hüzn ü yeisten kurtulduk;

    Bulanıktık.. ve durulduk,

    Rahmeti ummandır bize.



    رَبِّ تَقَبَّلْ تَوْبَتِي وَاغْسِلْ حَوْبَتِي وَأَجِبْ دَعْوَتِي وَثَبِّتْ حُجَّتِي وَاهْدِ قَلْبِي وَسَدِّدْ لِسَانِي وَاسْلُلْ سَخِيمَةَ صَدْرِي، وَصَلِّ وَسَلِّمِ اللَّهُمَّ عَلَى سَيِّدِي وَسَنَدِي مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ.





  8. #48
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    KÂB-I KAVSEYNİ ev EDNÂ


    İki yay aralığı kadar ya da daha yakın” demek olan bu ta*bir; esasında Efendimiz’in Mirac münasebetiyle Allah’a yakınlı*ğının derecesini ifade için şerefnüzûl olmuştur. Tasavvufî yakla*şımla, daire-i ef’âl ve esmâ ufkunu aşarak, sıfatlar zirvesi veya daha ötesine ulaşma demektir ki, birinci mülâhaza itiba*rıyla bu*na “Kurb-u Sıfatî”, son kayıt itibarıyla da “Kurb-u Zâtî” de*miş*lerdir. Tabiî, bu kurb, her şeye her şeyden daha yakın Zât’a kar*şı bizimle alâkalı bir kurbdur ve sâlikte zevkî ve hâlî olarak ikilik zâil olup –hakikat-i eşyanın sübut ve temyizi mah*fuz– istiğrak buudlu bir izmihlâldir ki, Hz. Vücûd’un şuaâtı karşı*sında müs*tağrak bulunan hak yolcusu O’ndan başka bir şey gö*remez, du*yamaz ve bilemez. Veya, gördüklerini Hakk’ın gördür*mesi, duy*duklarını Hakk’ın duyurması, tuttuklarını Hakk’ın tutturması ve elde ettiklerini de Hakk’ın atâsı şeklinde duyar; vücûdunun bü*tün zerrâtıyla O’nun beliğ bir lisanı hâline gelir ve hep O’nu haykırır.

    Bu, bir urûc semeresidir; asliyet ve külliyet plânında varlığı hilkatin gayesi Zât’a (s.a.s.) ait bir hususiyet; zılliyet ve cüz’iyet plânında da, derecelerine göre O’nun mişkât-i nübüvveti al*tında yolculuk yapan seyr-i ruhânî erbabına bir fazl-ı ilâhîdir. Urûc; madde-i asliyesi taş, toprak, çamur, balçık, hava, su.. ve*ya daha küçük element ve parçacıklardan ibaret olan insanın, “insan-ı kâmil” olma yolunda iman, amel-i salih, ihlâs ve Hakk’a tahsîs-i nazar etme gibi hususlarla, varlığını teşkil eden cevherle*rin kesif hususiyetlerinden sıyrılarak; diğer bir ifade ile, beden ve cismaniyet mahbesinden çıkıp, kalb ve ruhun hayat ufukla*rında ısrarlı seyahatlerde bulunmak suretiyle, ayrılığı ve uzaklığı kendisine ait bir vahşet ve yalnızlıktan kurtulup, “üns billâh” uf*kuna ulaşması demektir ki, daha önce O’ndan geldiği gibi –bu*na ‘mebde de denir– yeniden O’na rücû etmesinin –buna da ‘mead’ denir– unvanıdır. Mebde’den meada böyle bir hareket-i devriyede iki kavsin bir noktada birleşmesi gibi bir re*sim söz konusu olduğundan ve bu hareket aynı zamanda bir daireye benzediğinden, nihayeti itibarıyla buna “kâb-ı kavseyn” den*miştir.

    İmkân-vücub arası bir nokta sözcüğüyle ifade edebileceği*miz “ev ednâ”ya gelince o, tamamen Hz. Rûh-u Seyyidi’l-E*nâm’a mahsus bir payedir. Aslında potansiyel olarak her in*sanda biri iniş, diğeri de çıkış olmak üzere iki hareket söz konu*sudur. İniş, tasavvuf erbabınca “kavs-i nüzûl”, çıkış veya yükse*liş de “kavs-i urûc” olarak adlandırılmıştır. Felsefeciler bunları “sudûr” ve “zuhûr” nazariyelerine bağlı birer devir gibi görmüş iseler de, aksine bu tamamen, bir nefha-i ilâhî olan insan ruhu*nun, iman, amel-i salih, ihlâs ve nefis mücâhedesi, nefis tezki*yesi ile inkişaf ettirilip, Hakk’a bir mir’at-ı mücellâ hâline getiril*mesinden başka bir şey değildir.. ve insan-ı kâmil olmanın da ayrı bir unvanıdır. Nâdirî, bu hususu enfes mütalâalarıyla:

    “Matla-yı a’lâyı ev ednâyı cây etsek n’ola

    Tir veş ettik makam-ı ‘kâb-ı kavseyn’i güzâr”

    şeklinde seslendirir ki, bu yolun herkese açık olmasını ifade ba*kımından fevkalâde güzeldir.





  9. #49
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    İNSAN-I KÂMİL

    Yetkin insan demek olan insan-ı kâmil; Allah’ın ef’âl, esmâ, sıfât, hatta şuûnât-ı zâtiyesinin en parlak aynası demektir. “Mut*lak zikir kemaline masruftur.” esprisi açısından, insan-ı kâmil denince, ilk akla gelen Hakikat-ı Muhammediye (s.a.s.)’dir. Sonra da diğer enbiya, gavs, kutup ve derecelerine göre evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrebîn.. bu konuda böyle bir farklılığı ka*bullenmek, Kur’ân ve Sünnet-i Sahiha açısından mah*zursuz ol*duğu gibi, akla, mantığa, hiss-i selime de aykırı değildir.

    Bir kısım mülâhazalara bağlayarak bazı felsefeci ve kelâm*cılar insan-ı kâmili, “akl-ı evvel”, “akl-ı küll”, “kelime-i câmia”, “nokta-i câmia”, “nokta-i vahdet”, “sırr-ı ilâhî”, “âyine-i sırr-ı ilâhî”, “vesile-i uzmâ”; bazı sofiler de pîşuva, hâdî, mehdî, dâ*nâ-ı kâmil, mükemmil, bâliğ, tiryak-ı ekber, iksir-i a’zam.. şek*linde birbirinden farklı kelime ve tabirlerle yorumlamış iseler de, bütün bu mülâhazaların hepsini câmî bir hususa irca etmek de mümkündür; o da, insan-ı kâmilin âyine-i vücûd-u Hak ve “dû kevn” olması gerçeğidir. Evet o, varlığın özü, usâresi, dili, ter*cü*manı olarak bütün kevn ü mekânlardaki “kenz-i mahfî”yi ifa*denin yanında, her şeyi Zât-ı Hakk’a bağlar; bağlar ve O Zât’ı hem vicdanın enginliği, hem de muhtevalı mahiyetinin diliyle seslendirir.

    Aslında insan-ı kâmil, öyle bir mir’ât-ı mücellâdır ki, her da*kika kim bilir kaç defa, şuûnât-ı zâtiye onda “bî kem u keyf” te*cellî eder, tecellî eder de, işte böyle bir arzlıdan ötürü yerküre se*mâların önüne geçer. Zira insan-ı kâmil, âdeta bütün varlığın aklı, kalbi ve ruhu mesabesindedir; onsuz hiçbir şey doğru anla*şılamaz, hiçbir ilim mârifete dönüşemez ve hiçbir şeyin hayat es*rarı tam hissedilemez. Onun bakış zâviyesine bağlanamamış bütün bir fizik âlemi ruhsuz, ve onunla şöyle-böyle aydınlana*ma*mış bütün zaman parçaları da nûrsuzdur.. tabiî böyle bir boşlukta yaşayan insanlar da kalbî ve ruhî ufukları iti*barıyla fet*ret insanı sayılırlar. Muahezeye maruz kalmayacakları mânâsına fetret insanı değil, mahiyet-i insaniyelerini inkişaf etti*rememiş olma anlamında fetret insanı.

    Bugüne kadar insanların arızasız Hakk’a yönelmeleri hep insan-ı kâmillerce gerçekleştirilegelmiştir; kitleler onların rehber*liğinde ebedî mihraplarını bulmuş, Hakk’a yönelmiş ve onların neşrettiği nûrlar sayesinde varlık ve hadiseleri isabetli yorumla*yabilmişlerdir. Bu itibarla da denebilir ki, onları bulan dolayısıy*la da hakkı hakikati bulmuş ve onları iç dünyalarıyla müşahede eden de, mazhar ve tecellîgâhın şeffafiyeti, vüs’ati ölçüsünde Hak cemalini temâşâ etmiş sayılır.

    İnsan-ı kâmil, din ve diyanet adına örnek bir tiptir. İman, İs*lâm, ihsan onun yol ve yörüngesi, Allah rızâsı hedefi, Hakk’ı se*vip sevdirmek vazifesi, Cennet ve Cemalullah da –kulluğunu onlara bağlamama kaydıyla– bu mübarek düşünce ve aksiyo*nun sürpriz semeresidir.

    İnsan-ı kâmil, her zaman başkalarına yararlı olma emelinde ve mârifet ufkunu yükseltecek bilgi peşindedir. Ahlâk-ı hasene*ye bağlı yaşadığından, hep güzellik sergiler durur.. güzel görür, güzel düşünür, güzel ve faydalı sözler söyler.. güzel işler yapar, güzelliklere ve güzellere peyrev olur.. her davranışını Hak hoş*nutluğuyla irtibatlandırarak, hep O’nunla oturur-kalkar.. O’nu düşünür.. O’nu konuşur.. her tavrı ve her beyanıyla O’nu hatırlatır ve hakkın-hakikatin en talâkatli bir lisanı olarak yaşar. Kâ*mil insanların en kâmili İnsanlığın İftihar Tablosu, bu yüce ev*safın birinci kahramanıydı. İslâmiyet’in özündeki ilâhî sırrı göre*bilmek için, onu bir kerecik olsun –önyargısız ve insaflı olmak şartıyla– temâşâ yetiyordu. Cîlî’nin de dediği gibi; varlık âlemin*de, Hazreti Muhammed Mustafa (s.a.s.) ölçüsünde kemalât-ı insaniye ile tanınmış bir ikinci şahsı göstermek müm*kün de*ğildir.

    Eğer kemalden maksat; Hakk’ın hiçbir zaman yanıltmayan vahiy ve ilhamlarıyla ruhların tasfiye edilmesi, nefislerin tezkiyesi, insânî lâtifelerin inkişafı; ve bunların yanında cismanî is*teklerin, bedenî arzuların aşılması, derken Hak’la tam mukayyet hâle gelinmesi ve bekâ-yı Ehadiyet’le bekâ bulup, bütün esmâ, sıfât ve şuûnât-ı ilâhiye adına mücellâ bir mir’ât seviyesine ula*şılması ise, –ki öyledir– bu yüce evsafı mahiyetinde cem etmiş bulunan ve kulluğunu “kâb-ı kavseyni ev ednâ” ufkunda sürdü*ren Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ), ke*mal ehlinin en kâmili ve Bediüzzaman’ın ifadesiyle, şeref-i nev-i insanın ve divan-ı nübüvvetin de hâtemidir.. evet O Zât, kema*liyle ferid-i kevn ü zaman ve bihakkın fahr-ı kâinattır. So*fîye ıstılahında insan-ı kâmil; ilâhî ve kevnî, aslî ve zıllî, cüz’î ve küllî, cevherî ve arazî, maddî ve manevî bütün âlemleri özünde cem etmiş bulunan bir asıl cevher, bir hulâsa, bir usâre ve bir fih*rist*tir. Seyyid Şerif’e göre, beşerin medâr-ı fahri olan Zât; “kadri, kıymeti fevkalâde yüksek sırlı bir kitap ve ilâhî, kevnî hakikatleri câmi öyle bir risaledir ki, bedenî ve cismanî kirlerden arınmış olan talihlilerden başkası O’nu tam idrak edemez.” Ak*lın zâhirî nazarında âlem-i kebir kâinattır; hakikatte ve Allah ka*tında ise kebir olan insandır. Hazreti Ali’nin yaklaşımıyla, onun mahiyeti meleklerden de ulvîdir; avâlim onda pinhândır, ci*hanlar onda matvîdir. (Türkçesi Âkif’e aittir.) İnsan-ı kâmil, Cenâb-ı Hakk’ın, zâtî şuûnâtının tam bir mazharı ve O’nun varlı*ğının da câmi bir aynası olması itibarıyla, bâtını esmâ, sıfât ve şuûnât-ı zâtiyenin nokta-i mihrakiyesi, zâhiri de kelime ke*lime, satır satır, paragraf paragraf bütün varlık ve eşyanın kıs*men sarahaten, kısmen de remzen ve işareten tam bir hulâsası, bir fihristi, hiç olmazsa ana başlıklarıyla eşya ve hadiselerin câmi bir indeksidir. Hazreti Vücûd, onda küllî ve tafsilî bir şe*kilde tecellî ettiğinden, yani ic*malen de olsa o her şey ve her nes*neden bir çizgi, bir kelime, bir satır taşıdığından, bir mânâda her varlık onun âyine-i vücû*dunda mündemiç, Zât-ı Hak da kal*binde kenzen mütecellîdir. Her hâlde ilk insan-ı kâmile me*leklerin secde ile emredilmesinin hikmetlerinden biri de, işte onun bu zâhirî-batınî donanımı ve potansiyel zenginliğiydi! Böyle bir zenginlik, aynı zamanda bu ölçüdeki hususî teveccühe ciddî bir teveccühle mukabeleyi gerektiriyordu ki, o da din şek*linde sistemleştirilen ilâhî ahlâk ve kevnî kanunların temsilinden ibaret olan diyanetti. Evet, eğer Hakk’ın gözü bizim üzerimizde ise –ki öyle olduğu açıktır– bizim gözümüz de dini, hayata hayat kılma cehdiyle hep O’nda olma*lıydı..!

    Varlık ve hadiselerle münasebet ve müdahalesi açısından insan-ı kâmil, yeryüzünde Allah’ın tam halifesidir. Bu itibarla da o, ilâhî icraatı temâşâ, herkes ve her şeye nezaret etme konu*muyla Hakk’ın gören gözü, işiten kulağı, tutup destekleyen eli olmakla şereflendirilmiştir. O, şefkatle görülüp gözetilme, hi*ma*ye edilip korunma durumunda bulunan herkesi, bir anne gibi kucaklayıp bağrına basan tam bir merhamet insanıdır. Evet o, her zaman çevresini şefkatle süzer.. damarlar içinde dolaşan kan gibi, içtimaî bünyenin her yanında bulunur.. zararlılara karşı o bünyeyi korur.. ihtiyaca göre onu görür-gözetir ve bes*ler.. bir ruh gibi onun bütün faaliyetlerini kontrol eder.. ve her hâ*liyle onun varlığının en sağlam teminatı olduğunu gösterir. وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلاَّ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ “Başka değil, Biz seni bütün âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” mazmununca insan-ı kâmil, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm itibarıyla bil-âsale, diğerleri açı*sından da bittebeiye, ins-cin, canlı-cansız her şeye ve herkese rahmettir.

    وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلاَّ كَافَّةً لِلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا

    “Biz seni bütün insanlara rahmetimizin müjdecisi, azabı*mıza karşı da uyarıcı olarak irsal ettik.” işaretiyle de bütün in*san*lığa rehber, rehnümâ, hâdî, mehdî, nezîr ve beşîrdir.

    İnsan-ı kâmilin bütün varlık ve eşyaya tekvinî emirler açı*sın*dan nezareti, onların ruhlarına feyiz ifazası, mahiyetlerinin şerh u izahı ve beyanı uygun burhanlarla değerlendirip irfana bağlamak; şuurlu varlıklar zâviyesinden görüp gözeticiliği de, irşad, pişdarlık, onların ruhlarının tasfiyesi, nefislerinin tezkiyesi ve insanî lâtifelerinin Hakk’a uyarılması şeklindedir. Evet o, halk içinde, tesbit-i kıble, tevhid-i kıble adına bir pusula ve ol*gunlaşmaya açık ruhları da insanî kemalâta yönlendirip yük*selten bir mürebbîdir. O’nu tanıyıp atmosferine girebilen her*kes, istidâdı ölçüsünde Hakk’a ulaşmış ve O’nu bulma yoluna girmiş sayılır. Gerçi Hak, cisim, cevher, araz olmadığı gibi, za*mandan, mekândan, mesafeden, hayyizden de münezzehtir; “ulaşma”, “bulma” gibi kelimeler O’nun hakkında birer mecaz*dır. Bunlarla kastedilen şey ise, bize her şeyden yakın O Zât’a karşı mahiyetimizdeki uzaklığı aşmak, kalben, hissen, zevken O’nun yakınlığını duymaktır.. evet, hayvâniyetten sıyrılıp cisma*niyeti aşan hemen herkes, kabiliyeti ölçüsünde, “bî kem u keyf” kalben O’nun yakınlığını duyar, basiretiyle temâşâsı zev*kine e*rer ve ruhuyla da her zaman üns yudumlayabilir. Bu mev*zûda, herkesin belli şeyler duyup hissetmesi söz konusu olsa da, tam mazhariyet, sürekli aynadarlık ve kusursuz akset*tirme, O’nun küllî tecellîsinin mazhar-ı tâmmı olan insan-ı kâ*mile mahsustur.

    Bütün varlık, esrar-ı ulûhiyeti insan-ı kâmilde duyup hisset*tikleri gibi, Hazreti Zât da, başka aynalardaki tecellî ve zuhûru, has bir mânâda bu mir’ât-ı mücellâda temâşâ buyurur. Bu iti*barla da insan-ı kâmil, fâniler arasında Bâkî’yi gösteren câmi öyle bir aynadır ki, onu gören Hakk’ı görmüş, onu seven Hakk’ı sevmiş, ona uyan Hakk’a ubûdiyet neşvesine ermiş olur. Aslın*da bütün bunlar, asliyet plânında ve külliyet çerçevesinde hakikî insan-ı kâmille alâkalı hususlardır. Zılliyet dairesinde ve cüz’iyet çizgisinde kemal sahiplerine gelince onlar, bittebeiye bu payeyi ihraz ederler. Bunlar, ilim, irfan, muhabbet, aşk u şevk, cezb u incizâb hususunda hakikî insan-ı kâmilin mirasçılarıdırlar ve mevhibeleri, misyonları itibarıyla da aynı sofranın davetçileri ve davet edilenleri sayılırlar.

    Hak, her zaman değişik aynalarda kendini temâşâ edip et*tirmesi ve insan-ı kâmilin de bu temâşâ edilen şeyler arasında en şeffaf, en berrak ve Rahmaniyet şuûnâtını tam aksettiren câ*mi bir ayna olması itibarıyla o, yeryüzünde görme ve gös*terme vazifesi açısından çok önemli bir unsurdur ve ondan hâlî bulu*nan mekânlar, zamanlar da min vechin yetimdirler. Bu itibarla da her mekân parçasının, her zaman diliminin su kadar, hava kadar insan-ı kâmile ihtiyacı vardır. Evet eğer Hak, insan-ı kâmilde, câmi ve tafsilî bir plânla mütecellî ise –ki öyle oldu*ğunda şüphe yoktu– bu mazhariyetteki kimselerin her zaman ve her mekânda bulunmaları bütün bir varlık için çok önemlidir; zira böyle birinin zâtı, Hazreti Zât’ın aynası; ilmi, ilminin lem’ası ve o da, varlık içinde Hak sırlarının sırlı bir anahtarıdır.

    Onu bulup onunla aynı atmosferi paylaşan biri, başkaları*nın hiçbir zaman ulaşamayacağı pek çok esrara, envâra ulaşır ve bir feyiz kaynağı hâline gelir. İnsan-ı kâmil, her zaman kendi konumunun farkındadır. O, kendini bir meclâ, bir memer ve en fazla da bir mazhar telâkki eder; eder de ne kendini, ne sıfatla*rını, ne de zâtî gibi görülen kabiliyetlerini kat’iyen kendinden bilmez; aksine, nefsini فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلَكِنَّ اللهَ قَتَلَهُمْ “Siz onları kendi*niz olarak öldürmediniz; onları Allah öldürdü.” mazmununa bağlı görür ve her zaman وَمَا رَمَيْتَ إِذ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللهَ رَمى“Attı*ğın*da da sen atmadın; onu Allah attı.” hakikatini vicdanında du*yarak, hep memerriyet ve mazhariyet mülâhazalarıyla oturur-kalkar; ne ittihad ne hulûl; her şeyi O’ndan bilir ve üzerindeki fev*kalâdelikleri de O’nun ekstradan tecellîleri sayarak,

    “Değildir bu bana lâyık bu bende

    Bana bu lutf ile ihsan nedendir.?”

    (M.Lütfi)

    der; sevinç ve sorumluluklarını değişik taaccüblerle daha bir de*rince duyar. Aslında hulûl ve ittihad, bizzat mevcut iki şey ara*sında cereyan eder. Hak karşısında insan-ı kâmil müstakil bir mevcut değildir ki, hulûl ve ittihad söz konusu olabilsin. Zât-ı Hak, bi’l-asâle bir mevcud, insan ise, O’nun ziyâ-yı vücûduyla kâimdir. İster insan-ı kâmil isterse bir başkası, vücûdu mümkün ve yaratılmış olan muhtaç birini büyütme adına böyle bir tasav*vur, dalâletten başka bir şey değildir.

    İnsan-ı kâmil, her şeyin Hak’tan geldiği şuuruyla kendi mah*lûkiyet ve kulluk sınırlarını korumada fevkalâde hassas hareket eder ve ne mazhariyetlerini şatahat vesilesi yapar, ne de âyinedarlığında ayniyet iltibasına düşer. Kendisindeki mevhibeleri kâ*milâne aynadarlık yapma ölçüsünde, ilâhî sıfât ve zâtî şe’nlerin bir tecellîsi ve ehadiyet-i ilâhiyenin de bir mazhar-ı tâmmı ola*rak duyar, zevk eder ve mehâbetle iki bük*lüm olur. İnsan-ı kâ*milde böyle bir hâl, onun nefis ve enâniyeti açısından yok olup, kalbî ve ruhî hayatı itibarıyla yeni bir mevcudiyete ermesi hâli*dir ki; buna, bizzat var olmayan birinin, O’nun vücûduyla haki*kî var olmayı zevk etmesi de diyebiliriz. Mevlânâ, Divan-ı Ke*bîr’inde, bu mazhariyet ve bu payenin kah*ramanlarıyla alâkalı olarak şöyle der:

    هَست محو و محوست آنجا پديد آمد مرا

    تا بديدم از ورايى آن جهان جان صفت

    ذَرّه ها اندر هوايش از وفاو از صفا

    “O makamda var olan bana yok göründü, yok olan da var. Bir câna benzeyen dünyanın ötesinde, O’nun sevdasıyla başları dönmüş varlıklar gördüm. Hepsi de, tertemiz vefa ve safâ için*deydiler.”

    İnsan-ı kâmil, Zât-ı Hak adına bir mücellâ ayna ve başka*ları hesabına da, çevresinde peyklerin dönüp durduğu bir Kutup Yıldızı’dır. O, kendi etrafında döndüğü aynı anda, bir yan*dan sürekli olarak kendi yörüngesinde O’na merbûtiyetini so*luklayarak pervaz ederken, diğer yandan da وَعَلاَمَاتٍ وَبِالنَّجْمِ هُمْ يَهْتَدُونَ “Yol bulmada Allah size ne emareler ne emareler vaz’ et*ti.. ve o yıldızla da onlar, dosdoğru yollarını bulurlar.” işare*tiy*le, âleme yolunu, yönünü gösterir ve hep bir işaretçi gibi ha*re*ket eder. Aslında o, her zaman bir mihrab, bir kapı, bir köprü vazifesi görür; doğruya yönelmeyi sağlar, doğruyu görmeye men*fezler açar ve insanları, kendi dünyalarının darlığından son*suzluk ikliminin genişliğine ulaştırır. İnsanlar, onun atmosferine girince üns esintileri duymaya başlar; o kapının önüne varınca öteden çağrılarla ürperir ve o köprüden geçince de, Hazreti Zât-ı Ehad ü Samed’le, en kâmil mânâda bir abd-Mabud münase*beti ufkuna yükselirler. Bu ufuk, külliyet plânında ve vâhidiyet çizgisi itibarıyla istivâ-i arş televvünlü, cüz’iyet dairesinde ve ehadiyet yörüngesi açısından da lâtife-i rabbâniye buudludur. Bu ufkun yolcularının en önemli yol azıkları ve bir mânâda zâd u rahîlele*ri ise, kalbin her zaman lebriz edilerek pak ve temiz tutulması, başkalarının, ahvâlimize muttalî olamayacağı kutlu vakitler sayı*lan gecelerin o sihirli dünyasında da, secdelerle pu*suya yatıp te*cellî avlamaktır. İbrahim Hakkı:

    Dil beyt-i Hudâ’dır, ânı pak eyle sivâdan,

    Kasrına nüzul eyleye Rahman gecelerde.

    diyerek, yol alma adına gecelerin o serin ve ufku açık iklimini salıklar bizlere. Kenz-i Mahfî’ye uzanan gece koridoru veya helezonuyla alâkalı şu hoş söz de Mevlânâ’ya ait:

    نيك اختريت باشد گر چون قمر نخسيى گر شهريار خواهي اندر سفر نخسيى

    در سـايهء خدا خســبند نيكبختان زنهار اي برادر جـاي دگر نخسيى

    “Eğer sen O Eşsiz Padişah’ı istiyorsan ve eğer O’nun yo*lunda sefere çıkmış isen, bu yolculukta uyumamak gerekir. İyi ve bahtiyar kimseler, Allah’ın sevgi ve merhamet gölgesinde uyurlar. Kardeşim, sakın başka yerde uyuma!” Uyuma ve insanı engin düşüncelere, lâhutî mülâhazalara çeken geceleri, ya kı*yam edebi, ya rükû tâzimi, ya secde mahviyeti ya da evrad u ezkâr tazarruu ile geçir.

    Bazı mutasavvifîne göre, her şeyin bir açık olan yanı vardır ki; ona zâhir denir; bütünüyle bu âlem, işte o zâhirdir. Bir de ka*palı yanı vardır ki, ona da bâtın denir; o da mânevî, uhrevî ve bütün metafizik dünyalardan ibarettir. Bunlardan başka bir de, bu iki cepheyi câmi ve âlem ile esmâ arasında, zuhûrun bu*tûndan, butûnun da zuhûrdan ayrılma noktasında berzahî bir âlem vardır ki, o da insan-ı kâmil âlemidir. Hakk’ın kendi zâtına ilmi, bi’l-asale kendisine aynadır. Zât-ı Hak da, tasavvurlarımızı aşkın bir mânâ ile o aynada müteayyindir. İnsan-ı kâmilin ilmi de, bittebeiye ve zılliyet plânında kendi aynasıdır. O da, bu ilim aynasında müteayyindir. Ne var ki, onun bütün sermayesi mev*hibedir ve vâhid-i kıyasî zâviyesinden Hazreti Zât’ta bulu*nan şeylere birer delil ve birer emare mesâbesindedir..

    Evet, insanın zâtı, Zât-ı Hakk’a, sıfatları da sıfât-ı Sübhani*ye’ye dayandığı gibi, bunlardaki izafîlik ve sınırılılık ya da zılliyet ve cüz’iyet de tamamen, Cenâb-ı Hakk’ın evsafındaki hakikîli*ğe, nâmütenâhîliğe, asliyet ve külliyete delâlet etmekte*dir veya delâlet etmek içindir.

    Zât-ı Hak’la bu çerçevedeki münasebet açısındandır ki, in*san-ı kâmil mertebesine ulaşan müstaid bir müntehî, aynı za*manda hilâfet-i tâmme mertebesine de yükselmiş sayılır. Bunun üstünde ise, vücub-imkân arası bir nokta diyebileceğimiz “ev ednâ” payesi vardır. Ve o payenin de, gelmiş-gelecek bütün in*san-ı kâmiller arasında bir tek mümessili olmuştur; o da mer*tebe-i ekmel veya Hazreti Ehadiyet’in tecellî-i etemmine mazhar bulunan Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm (s.a.s.)’dır. O’nun bu öl*çüde “aksa’l-merâtib”i ihraz buyurması, yüksek ahlâkı; davra*nışlarındaki istikameti; Rabbiyle münasebetlerindeki derinliği; dünyevî-uhrevî konulardaki dengesi; ilâhî ve kevnî hakikatlerin esrarına nüfuzdaki ısrar ve kararlılığına lutfedilmiş peşin bir teveccüh-ü Rahmânîdir. Bu itibarla da, O’nun dışındaki bütün kâ*millerin kemalâtı O’na nisbeten izafî, tâlî ve O’na tebaiyete bağlıdır. Evet, semâ-i risâletin ayları ve güneşleri sayılan başımı*zın tâcı bütün o büyük insanların nûr ve ziyâsı, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın içinde bulunmadığı zaman itibarıyladır. Bu*sayrî:

    فَإِنَّهُ شَمْسُ فَضْلٍ هُمْ كَوَاكِبُهَا يُظْهِرْنَ أَنْوَارَهَا لِلنَّاسِ فِي الظُّلَمِ

    diyerek, O Zât’ın, güneşin üstünlüğünü hâiz olduğunu, diğerle*rinin ise, O’na nispette peykler mesâbesinde bulunduğunu ve O’nun olmadığı dönemlerde çevrelerine nûrlar saçıp etraflarını aydınlattıklarını söyler ki, yerinde bir tesbittir.

    Her şeyden evvel, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi ek*melü’t-tehâyâ), varlığın hem çekirdeği hem de meyvesi ol*ması itibarıyla, hilkat ağacı mebdeden müntehâya hemen her fas*lında sürekli O’nunla münasebet içinde olmuş ve O’na bağlı gelişmiştir. Aslında O, meyvenin de ötesinde, hilkat ağacının özü, usâresi ve ruhudur. İsterseniz, O’na (aleyhi salavâtullahi ve selâmuhû) varlık bulamacının en temel unsuru da diyebilirsiniz.

    “Hilkat-i âlemden maksad-ı a’lâ

    Dünyaya gelmiş ol mihr-i muallâ..”

    Evet, Cenâb-ı Hakk’ın esmâsının bütününden ibaret olan mahiyet-i mücerrede-i vücûdun âyinedarlığından arz ve semâ*nın ictinab etmeleri, taayyünlerinin bunu aksettirmeye tam mü*sait olmayışındandı. İnsanın taayyünü ise, bilkuvve bunu akset*tirecek donanımda idi. İşte, insanoğlu, böyle önemli bir gayeyi gerçekleştirmek için vücûd-u hâricî ile şereflendirildi. İnsanların bazıları itibarıyla, böyle önemli bir âyinedarlık vazifesini tam temsil edememeden ötürü bir zulüm ve cehalet söz konusu olsa da, o potansiyel cehalet ve zulme düşmeme de, yine böyle bir âyinedarlığa terettüb eden duyarlılık, sorumluluk ve temsilden geçiyordu. Yani insan, mahiyetindeki zulüm ve cehalet açığını vahy-i semâviyle harekete geçireceği vicdan mekanizmasıyla ka*patacak ve kaybetme alanını kazanma pazarı hâline getire*cektir. İnsanların bir bölümü itibarıyla da bu, böyle oldu. İşte

    َ

    إِنَّا عَرَضْنَا اْلأمَانََةَ عَلَى السَّموَاتِ وَاْلأرْضِ وَالْجبَالِ فَأبَيْنَ أَنْ يَحْمِلْنَهَا وَأَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا اْلإِنْسَانُ إِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً

    “Biz, emaneti (teşriî açıdan değil, tekvinî zâviyeden) gök*lere, yere, dağlara teklif ettik de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler ve böyle bir sorumluluktan korktular. (Mahiyet ve do*nanımı itibarıyla) bu emaneti insan üzerine aldı. Doğrusu (pek çoğu itibarıyla) insanoğlu, (bu emanetin hakkını gözetemedi*ğinden), çok zalim ve çok cahil bir duruma düştü.” âyeti, bu umumî serencamenin esrarlı bir tercümanıdır. Arz, semâ ve bü*tün eşyanın hakikat-ı uzmâyı görme, gösterme ve aksettirmede zarurî birer eleman olan kalb, irade, şuur, his ve bunların “lâti*fe*ler” unvanıyla diğer fakülteleri bulunmadığından, o yüce haki*kat adına ne tam temessül kabiliyetleri, ne de temsil akti*viteleri vardır; zira, taayyünleri fevkalâde dardır. Dolayısıyla da, ayna olacakları şeyi mahiyet-i insaniye ölçüsünde zengince ifa*de ede*bilmeleri mümkün değildir. Ancak insandı ki, tekvinî do*nanımı teşriî emirlerin temsiliyle derinleştirerek bu misyonu eda*ya ye*terli olduğunu ortaya koyuyordu.. ve bu misyonu or*taya koyabilenler de, zulümden ve cehaletten kurtuluyordu.

    Evet her insanın bu vazifeyi yerine getirmediği veya geti*remediği gerçekti ama; yaratılış gayesinin şuurunda olan ve insan-ı kâmil olma yolunda teşriî dairede rehabiliteden rehabilite*ye koşan bir kısım müstesna fertler de bulunacaktı. Ki bunlar, istidatlarını inkişaf ettirme ve bilkuvve kemallerini bilfiile çevir*me istikametinde her zaman insanoğlunun yaratılmasına gaye teşkil eden “iman-ı billah”, “mârifetullah”, “muhabbetullah”, “aşk u şevk”, “cezb u incizâb”, “zevk-i ru*hânî”.. gibi dairelerde ebediyetlerin dantelasını örecek ve bu ilâhî maksadı gerçekleşti*receklerdi. İşte, dünya ve ukbâ âlemleri*nin birleşik noktasına taht kurmuş bu gönül sultanları, mahiyetleri mahiyet-i beşeriye*yi aşkın, canları Cân’ın nefahâtıyla dipdiri, ufukları üns esintileriyle üfül üfül hep kemal yolunda kemal soluklamada ve berzahî vücûdlarıyla her an yeni bir çerçeveye oturmaktadırlar. Mevlânâ, her zamanki o sehhâr ifadesiyle, kemal semâsının bu üveyk*lerini şöyle resmeder:

    مردان رهش زنـده بجان دگرنـد مرغـان هواش ز آشـيان دگرند

    منگر تو بدين ديده بدشان كايشان بيرون ز دو كون درجهان دگرند

    “Hak yolunun erleri, bu candan başka bir can ile diridirler. Onun havasından kanat çırpıp uçan kuşların ayrı bir yuvası var*dır. Beyhude bu gözle bakma, onları göremezsin; onlar, iki dün*ya ötesinde başka bir âlemdedirler.”

    Allah, ef’âl ve esmâsıyla mâlûmdur; esmânın tecellî alanı da, varlık ve hâdiselerdir. İnsan ise, varlığın hem nüvesi, hem de meyvesidir. İnsan-ı kâmile gelince o, her şeyin özü, usâresi ve ruhudur. Öyle ise, mebde itibarıyla varlığı mülâhazaya al*madan, insanı düşünmeden, insan-ı kâmil ufkuna yönelmeden, Allah’ı kâmil mânâda bilmek de mümkün değildir. Zira insan-ı kâmil, Zât, sıfât, esmâ ve ef’âl dairesiyle alâkalı câmi bir lisan*dır.. ve vücûd mertebesinin en son halkasını teşkil etmesi açısın*dan, bütün vücûd mertebelerinin enmûzeci mahiyetindedir. Bu itibarla da diyebiliriz ki, Cenâb-ı Hakk, kendi azamet ve celâline uygun şekilde ancak insan-ı kâmille bilinir.. onunla görülür, onunla işitilir ve onunla duyulur. Diğer taraftan, insan-ı kâmil de, her şeyi O’nunla görür, O’nunla bilir, O’nunla tutar ve O’na bağlayarak münasebete geçer. Ne var ki, bu görmelerin, duy*maların, işitmelerin, işlemelerin, başlamaların ve münasebette bulunmaların asliyet plânında bir tek mümessil ve kahramanı vardır; o da, Hakikat-ı Muhammediye (s.a.s.)’dir. Zira O’nun ha*kikati, bütün hakikatlerin câmii bulunan vâhidiyet hakikatine da*yanmaktadır. “Allah” ism-i zâtı, O’nun –mürebbisi mânâ*sı*na– Rabb-i hâssıdır. Ve bu ism-i şerif, bilmutabaka, bililtizam ve bid*delâle bütün esmâ-i hüsnâ ve sıfât-ı Sübhaniye’yi de tazammun ettiğinden, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi ekmelü-t te*hâyâ), hem esmâ-i İlâhiye’ye, hem sıfât-ı Sübhani*ye’ye, hem de şuûnât-ı Zâtiye’ye mücellâ bir ayna ol*duğu ken*diliğinden or*taya çıkar. Bu itibarla da, “Mir’ât-ı Muhammediye’ den Allah görünür dâim.” sözü mübalâğa değil, vâkıa tam mu*vafıktır. Di*ğer bütün büyükler bu ölçüde bir maz*hariyete sahip olamadık*larından ذلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ“Bu Al*lah’ın bir fazlıdır, o’nu dilediğine verir.” Onların mir’âtiyetleri de izafîdir.

    Evet, bu büyüklerden her biri, birkaç ism-i şerifin ya da sı*fat-ı Sübhaniye’nin mazhar u meclâsı ise de, her isimden nasibi aynı ölçüde değildir. “Herkesin kabiliyetine vâbestedir âsâr-ı feyzi.” fehvâsınca, semâ-i risalet ve vilâyetin ayları, güneşleri sa*yılan bu insanlar, ne ölçüde büyük olurlarsa olsunlar, yine de kendi istidat ve kabiliyetleriyle mukayyettirler. Bunlar, kendi arş-ı kemalâtları itibarıyla müntehî, Hazreti Ekmel-i Kümmelîn (Kâ*miller Kâmili)’e nisbetle mütevassıt ve mübtedîdirler; vazife ve misyon açısından değil, mir’âtiyet ve meclâiyet açısından müb*tedîdirler. Ârifler, iman-ı billah, mârifetullah, muhabbetul*lah ve zevk-i ruhânîde derece derece birbirlerinden farklı olduk*ları gibi, esmâ-i İlâhiyenin mütefavit derecedeki te*cellîlerine mazhariyet açısından da insan-ı kâmil mertebeleri hep farklı farklı olagel*miştir. evliyâ, asfiyâ, ebrâr, mukarrebînin, dinin yoruma açık yan*larıyla alâkalı, yani fürûâtta ortaya koy*dukları teviller, tef*sir*ler de, o kâmil insanlara dair böyle bir farklı*lığın tezahürüdür.

    Enbiya ve mürselîn arasındaki farklılık ise:

    تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ “Biz, bilinen bu peygamberle*rin kimini kiminden üstün kıldık” mazmununca, ilâhî takdire bağlı olmak üzere, yine esmâ-i ilâhiyenin farklı dalga boyundaki tecellîlerinden kaynaklanmaktadır. Hz. Âdem’in mazhar olduğu icmalî “ilim”, Hz. İbrahim ve İsmail’deki “ilim”le beraber “hilm”, Hz. Mesih’deki “kudret”, başkalarına nisbeten ileri sevi*yededir ve bu yüce kâmetlerin hususiyeti gibidir. Hazreti Rûh-u Sey*yidi’l-Enâm (aleyhi ekmelü’s-salâti ve etemmü’t-teslîmât)’da ise, bütün enbiya ve mürselînde icmal edilen esmâ ve sıfât-ı Sübha*niye’nin tafsilî bir şekilde ve a’zam derecede tecellîsi söz konu*sudur.

    Herkes kendi çerçevesinde kâmildir ve kemali de onun isti*dat ve mârifet gayretiyle mebsuten mütenasip (doğru oran*tılı)’tir. Evet, bütün kâmil insanlarda beyan ve burhanın ya*nında irfan da önemli bir derinlik ve zenginliği teşkil etmektedir. Bu hususlardan herhangi birindeki bir kusur, kemal adına da ciddî bir eksiklik sayılır. Kur’ân ve Sünnet temel yörünge; man*tık ve akılla istidlâl, beyana bağlı bu konunun bir burhan ayağı; irfan ise, böyle bir istikametin semeresidir.

    Son söz:

    “Savm u salât u hac ile zahid işin biter sanma

    İnsan-ı kâmil olmaya lâzım olan irfan imiş.”

    (Niyazi)



    يَا رَبَّنَا يَا سَيِّدَنَا وَيَا غَايَةَ رَغْبَتِنَا، أَسْأَلُكَ يَا اَللهُ أَنْ لاَ تُشْوِيَ خَلْقِي بِالنَّارِ، نَعُوذُ بِاللهِ مِنْ عَذَابِ النَّارِ، نَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الْفِتَنِ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ، وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا وَشَفِيعِ ذُنُوبِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ كُلَّ مَا اخْتَلَفَ الْمَلَوَانِ وَتَعَاقَبَ الْعَصْرَانِ وَكَرَّرَ الْجَدِيدَانِ وَاسْتَقْبَلَ الْفَرْقَدَانِ.





  10. #50
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    BİBLİYOGRAFYA
    el-Aclûnî,

    İsmâil b. Muhammed el-Aclûnî, Keşfu’l-hafâ ve müzîlü’l-ilbâs amme’ş-tehera mine’l-ehâdis alâ elsineti’n-nâs, Beyrut, 1408/1988, 3. baskı.

    Ahmed b. Hanbel

    Ebû Abdillah Ahmed b. Muhammed b. Hanbel, el-Müs*ned, I-VI, Beyrut, ts.

    Aliyyülkârî

    Alî b. Muhammed b. Sultân, el-Esrâru’l-merfûa fi’l-ah*bâril-mevdûa, (Muhammed b. Lutfi Sebbağ) el-Mektebe*tü’l-islâmî, Beyrut, 1406 h.

    el-Bağdâdî

    Ebû Bekr Ahmed b. Ali, Tarihu Bağdad, Beyrut, trs

    Bediüzzaman

    Said Nursî, Sunuhât-Tuluât-İşârat, Envar Neşriyat, İstan*bul, 1997

    el-Beyhakî

    Ebû Bekr Ahmed b. el-Hüseyn el-Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, I-X, Haydarâbâd, 1344-1355.

    el-Buhârî

    Ebû Abdillah Muhammed b. İsmâil, el-Câmiu's-sahîh, I-VIII, (İstanbul, 1315'den ofset.)

    el-Cürcânî

    Seyyid Şerîf Ali b. Muhammed el-Curcânî, et-Ta'rifât, baskı yeri yok, ts.



    ed-Dârimî

    Ebû Muhammed Abdullah b. Abdirrahman b. Fadl b. Beh*râm, Sünenü'd-Dârimî, I-II, Dımaşk, 1349.

    Ebû Dâvûd

    Süleyman b. Eş'as b. İshak el-Ezdî es-Sicistânî, es-Sünen, I-II, Mısır, 1371/1952.

    Ebû Ya’lâ

    Ahmed b. Ali b. el-Müsennâ, el-Müsned, I-XIII, Dâru’l-me’mûn li’t-türâs, Dımaşk, 1984

    el-Hâkim

    Ebû Abdillah Muhammed b. Abdillah en-Nisâbûrî, el-Müs*tedrek ale's-Sahîhayn, I-IV, Haydarâbâd, 1334-1342.

    el-Hâkim et-Tirmizî

    Ebû Abdullah Muhammed b. Ali b. el-Hasen, en-Nevâdi*ru’l-usûl fî ehâdîsi’r-Rasûl, (thk: Abdurrahman Amîra), I-IV, Dâru’l-cîl, Beyrut, 1992

    el-Heysemî

    Nureddin Ali b. Ebî Bekr, Mecmeu'z-zevâid ve menbeu'l-fevâid, I-X, Kahire, 1352.

    İbn Hacer

    Ahmed b. Ali b. Hacer el-Askalânî, Fethu'l-Bârî bi şerhi Sahîhi'l-Buhârî, I-XV, Beyrut, 1414/1993.

    Ebu’l-Kasım el-Cürcânî

    Hamza b. Yusuf, Tarihu Cürcân, Alemü’l-kütüb, Beyrut, 1981

    İbnü'l-Kayyim

    Ebû Abdullah Şemsuddin Muhammed b. Ebû Bekr, Medâ*ricu’s-Salikîn, Dâru ibn Zeydûn, Beyrut, 1410 h.

    İbn Kesîr

    Ebu'l-fidâ İsmail b. el-Hatîb Ebû Hafs Amr b. Kesîr, Tefsî*ru'l-Kur'âni'l-azîm, thk. Muhammed İbrahim el-Benna, Mu*ham*med Ahmed Âşûr, Abdülaziz Ğuneym, I-VIII, İstanbul, 1984.

    İbn Mâce

    Ebû Abdillah Muhammed b. Yezid el-Kazvînî, es-Sünen, I-II- Mısır, ts.

    Ebû Nuaym

    İsmail b. Muhammed b. Fadl et-Teymî, ed-Delâilü’n-nü*büvve, (thk: Muhammed Muhammed el-Haddâd)Dâru Tay*be, Riyad, 1409

    İbn Receb el-Hanbelî,

    Zeynuddin Ebû'l-Ferec Abdurrahman b. Şihâbuddin b. Ah*med b. Receb el-Han*belî, Câmiu'l-ulûm ve'l-hikem fi şe*rhi hamsîne hadîsen min cevâmi'l-kelim, Mısır, 1393/ 1973, 4. baskı.

    İbn Sa’d

    Ebû Abdullah Muhammed b. Sa‘d b. Meni‘ ez-Zuhrî, et-Ta*bâkâtü’l-kübrâ, (nşr. Muhammed Abdülkâdir Atâ), I-IX, Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut, 1410/1990

    el-Münavî

    Muhammed Abdurraûf, et-Tevkîf alâ muhimmaâti’-teâ*rîf, (thk: Muhammed Rıdvan ed-Dâye) Dâru’l-fikri’l-muâsır-Dâru’l-fikr, Beyrut, 1410 h

    Müslim

    Ebu'l-Hüseyn Müslim b. Haccâc el-Kuşeyrî en-Nisâburî, Sa*hîhu Müslim, I-IV, thk. Muhammed Fuad Abdülbâkî, Mısır, 1374/1955.

    en-Nesâî

    Ebû Abdirrahman Ahmed b. Şuayb b. Ali b. Bahr b. Sinan b. Dinâr en-Nesâî, es-Sünen, I-VIII, İstanbul, 1992.

    es-Sehâvî

    Ebu’l-Hayr Şemseddin Muhammed b. Abdurrahman, el-Makâsıdü’l-hasene, Daru’l-kütübü’l-ilmiyye, Beyrut, 1339



    et-Taberî

    Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr, Târîhu’l-ümemi ve’l-mülûk, (nşr. Muhammed Ebu’l-fazl İbrâhîm), Beyrut, 1387/1967

    et-Taberânî

    Ebu'l-Kâsım Süleyman b. Ahmed, el-Mu'cemu'l-kebîr, I-XXV, Bağdad. ts.

    et-Tayâlisî

    Ebû Dâvûd Süleyman b. Dâvûd b. el-Cârûd, el-Müsned, Beyrut, ts.

    et-Tirmizî

    Ebû İsâ Muhammed b. İsâ b. Sevre et-Tirmizî, el-Câmiu's-sahîh, thk. Abdülvehhâb Ubeyd el-Latîf, I-V, Kahire, 1384/ 1964.

    ez-Zehebî, Siyer

    Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed b. Osman b. Kaymaz, Siyeru a'lâmi'n-nübelâ, thk. Şu'ayb Arnavut ve dğr. I-XXV, Beyrut, 1401/1981-1405/1988.

Sayfa 5/5 İlkİlk ... 345

Benzer Konular

  1. Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
    By BaRLa in forum Risale-i Nur'u Yeni Tanıyanlara
    Cevaplar: 46
    Son Mesaj: 16.06.09, 18:56
  2. Göz, kalbin elçisidir.
    By SiLa in forum Nasihatlar
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 16.01.09, 19:57
  3. Kalbin askerleri...
    By Reyhani in forum Tasavvuf
    Cevaplar: 5
    Son Mesaj: 09.01.09, 22:18
  4. kalbin mi KIRIK...?
    By HiRaNuR in forum Hayata Dair
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 22.12.08, 18:48
  5. KaLbİm zÜmRüT tEpElErİnDe...
    By ArzuNur in forum Mübarek Gün Ve Geceler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 22.09.08, 22:31

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •