FENÂ FİLLÂH
Fenâ; yok olma, zeval bulma mânâlarında “bekâ”nın mu*ka*bili bir kelimedir ve bir kısım farklı mefhumlarla izâfî mü*nase*beti de söz konusudur. Meselâ; tevbe-i nasûhun lâzımına “fenâ-yı muhalefet”, zühd hakikatinin nihâî gereğine “fenâ-yı huzûz”, sadâkat ve muhabbetin zirvesine “fenâ-yı huzûz-i dâreyn” ve sekrin neticesindeki “gaybet”e “fenâ-yı zahirî” denir ki, bunların hemen hepsi, hak yolcusuna bakan yanları itiba*rıyla birer tavır, birer duyuş ve birer zevk hâli olmalarına karşı*lık, Hazreti Zât, sıfât ve esmâ-i ilâhiyeye bakan yönleri açısın*dan vahdet nûrları*nın kesret ahkâmı içinde tecellî etmesi; tecellî edip sâlikin, var*lık-yokluk gel-gitleri arasında yaşaması demek olan “sahk”; kezâ onun vücûd-u Hak karşısında eriyip gitmesi di*yebileceği*miz “mahk” ve davranışlarının, Hazreti “Fa’âlün Limâ Yürîd”in işlerinin gölgesi olduğunu duyup zevketmesi şek*linde yorumla*yacağımız “tams” fenânın birer buudlarıdırlar ve bir yandan, gerçek “Vücûd” ve “İlim”in ziyâsının birer gölgesi ola*rak mâsi*vânın zâtî bir kıymeti olamayacağını hatırlatırken, diğer yandan da, insan idrakinin, duyuş, seziş ve yorum izâfîli*ğiyle de, hakikat ve nisbet arasında birer köprü vazifesi görürler.
Hakikatte her şey ne ise, her zaman odur. Ne hulûl, ne itti*hat, ne keynûnet ne de fenâ-yı mutlak; eşya eşyadır, hâdiseler onun bir buudu.. kul kuldur, Allah da mutlak vücûd ve ilim sa*hibi.. her varlık O’nun vücûd ve ilminin bir lem’a-i tecellîsi; in*san da bu tecellîlerin duyan, hisseden, yorumlayan, değerlendi*ren; ama aynı zamanda yanılabilen, insaf ve iz’ân sahibi ise ya*nılgılarını düzeltmek isteyen bir tercümanı, bir solisti, şuurlu bir enstrümanı veya bir orkestra şefidir. O, hâlin televvünlerine gö*re, sürekli ufkuna akan veya değerlendirmesine sunulan mal*ze*meyi yorumlar.. onlara kendi his ve duyuşlarından yeni sesler katar.. bazen bu sesler, seslendirilen hakikatlerle uyum içinde o*lur; bazen de hâl, zevk, his, sezi hakikatin önüne geçer ve var*lıktaki tenâsübün, şuur ve idrak aynalarındaki âhengini bozarak aritmiye sebebiyet verebilir ki, bu da çok defa, kesret ve vahdet ahkâmının birbirine karıştırılmasıyla neticelenir. Hallâc’ın “Ene’l-Hak” şeklindeki iltibaslı ifadesi, Şiblî’nin, “Namaz kılsam mün*kir, kılmasam kâfir olurum.” tarzındaki beyanı, İbn Arabî’nin, “Kul Rab, Rab de kuldur; ah bir bilseydim mükellef kim?” gibi müteşabihi, Yunus’un “Suçlu kimdir, azab nedir?” tü*ründen hayretleri... ve daha yüzlerce insanın, iltibas sayaca*ğımız bu ka*bîl mülâhazaları –duyanın, hissedenin kendi hâl ve zevkine göre normal kabul edilse de– birer aritmi örneği sayıla*bilirler.
Yukarıdaki iltibaslı ifadelerin arkasındaki niyet ve maksadı Allah bilir; ama zannediyorum Şiblî namaza hazırlanırken, kes*re*tin hükmettiği bir atmosfer içinde idi; namaz esnasında vah*det nûrları tecellî edip onu çepeçevre sarınca, tabir-i diğerle, mürid Murâd’da, mutî’ de Mutâ’da nefis ve enâniyet cihetiyle eri*yip mütelâşi bir hâl alınca, o, bu muvakkat gel-gitlerini böyle bir hayret ve dehşet mûsıkîsiyle seslendirmişti.. İbn Arabî’nin, şathiyyat kabîlinden olan müteşabihi de, aynı şekilde zevkî ve hâlî bir duyuş, bir seziş ve yorumun ifadesi olsa gerek.. bu kabîl zevkî ve ruhî hâlâta açık olmayan ve kalbleri sübühât-ı vechin şuaâtına kapalı bulunan bazı avamın –meselenin aşkınlığını na*zar-ı itibara almadan– bu tür şathiyyatı zahirlerine hamlederek, belli bir seviyeden sonra insandan tekâlif-i ilâhiyenin düşece*ği*ne kâil olmaları; bazı kendini bilmezlerin de, irade ve kasda ikti*ran etmeyen, hatta pek çoğu itibarıyla yoruma açık bulunan bu şekil müşkil ve müteşabih beyanları küfür ve dalâlet sayma*ları, “zıtların yanlışlığı” nevinden birer ifrat ve tefrit inhirafından baş*ka bir şey değildir.
Kaldı ki eğer bu sözler, aşk-üstü bir sahk u mahk hâletinin ve bir “fenâ fillâh” olma zevkinin sesi soluğu ise –ki biz öyle ol*du*ğuna inanıyoruz– bu zâtlar, kat’iyen tevile açık bu sözlerin*den dolayı muâheze edilmemeli ve bu aşk kahramanlarının dini temsildeki hassasiyetlerine bakılmalıdır. Nitekim, “Ene’l-Hak” di*yen Hallâc’ın, her gece yüz rekat namaz kıldığı ve daha başka*larının da aynı derinlikte bir kulluk şuuru içinde bulun*duğu riva*yet edilir. Bu itibarla da, bu hâl erlerinin, dinin ruhuna muhalif gibi görünen beyanları, mutlaka Kitap ve Sünnet’in te*mel disip*linlerine göre yorumlanmalı; kâbil-i tevil olmayanlarda da, bu zâtların üç-beş cümlelik şaz müteşabihleri yerine, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın ruh-efzâ beyanlarına uyulmalıdır. Onlar, söy*le*dikleri sözleri ıztırar anaforları içinde söylediklerin*den dolayı mâ*zurdurlar; onları ihtiyarî olarak taklit edenlerse, iki hâli birbi*rine iltibas ettiklerinden ötürü kendilerini tehlikeye at*mış olurlar. Evet,
گَرنَهِء هَمكَار بَانيكَان زِهَمنَامى چه سُود
يَك مسيح أبراء أكمه كرد وديكر أعْورسرْ
“Eğer her işinde iyilerle beraber değilsen, isim birliği neye yarar ki! İsimleri bir olan Mesihlerden birisi körlerin gözlerini açarken, öbürü tek gözlüdür.” (Lücce) fehvâsınca, peygamberâ*ne tavır ve davranışlar içinde olma bir vilâyet yolu, körü körüne taklit ve hele yolu sarpa uğratanlara iktidâ tam bir yolsuzluktur ve her zaman bir mânevî ölümle neticelenmesi mukadderdir.
Bu mülâhazaya Hazreti Mevlânâ şu sözleriyle iştirak ederek bu kabîl konularda önemli bir hususa dikkatlerimizi çeker:
كَار پَاكَان رَا قِيَاس از خود مَگير گَرچِه مَانَد دَر نُوِشتَن شِير وُ شِير
كَامِلى گَرخَـاك گِيرَد زَرشَـوَد نَاقِصِ ارزَر بُردَه خَاكِستَر بُـوَد
“Pak ve nezih insanları kendine kıyas etme! Her ne kadar ya*zılışta şîr (süt) şîr (arslan)e benzese de (aynı değildir). Eğer bir kâmil insan toprağı (avucuna) alsa altın olur; eğer nâkıs biri de altını (eline) alsa kül olur.”
Sofiye nezdinde fenâ; aşağıdaki taksim içinde ele alınagel*miştir:
1- Fenâ-yı ef’âldir ki; bu ufka ulaşan hak yolcusu, her nefes alış-verişinde “hakikatte Allah’dan başka fâil yok” gerçeğini mı*rıldanır-durur; acz, zaaf, fakr ve ihtiyaçlarının çehresinde, hep O’nun güç, kuvvet ve servetinin emarelerini müşahede ederek sürekli vicdanının enginliklerinden yükselen nokta-i istinad ve nokta-i istimdadın sesiyle-soluğuyla yaşar.
2- Fenâ-yı sıfâttır ki, bu zirveye ulaşan sâlik; bütün hayatla*rın, ilimlerin, kudretlerin, kelâmların, iradelerin, sem u basarla*rın O’nun sıfât-ı sübhaniyesinin birer şuâı, birer tecellîsi ve birer aks-i nûru olduğunu duyar, zevkeder ve bütün “havl” ve “kuv*vet”inden teberride bulunarak, esmânın arkasında Müsemmâ-yı Akdes’in şuaâtıyla medhuş ve sıfatların verâsında Mevsûf-u Mu*kaddes’in ihsaslarıyla mütehayyir, “bî kem u keyf” hep vus*lat-ı tâmme hulyalarıyla oturur-kalkar.
3- Fenâ-yı zâttır ki, mağrip ve maşrıkın iç içe olduğu bu mat*laa ulaşan hakikat eri, zevkî ve hâlî olarak “Allah’tan başka hakikî hiçbir varlık olamaz” der ve bütün kevn ü mekanları O’nun ilminin, haricî vücûd nokta-i nazarından bir zuhûru ve “var” diyebileceğimiz her şeyi de O’nun “vücûd” nûrlarının te*cellîsinden ibaret görür; görür ve her nefes alış-verişinde bu ru*hânî zevk ve hâleti “her şey Sen’den” sözcükleriyle seslendirir.. seslendirirken de, O’nun varlığının ziyâ-yı hakikatında eriyip-gitmeyi ve fenâ bulmayı vücûda mazhariyetin gerçek bedeli sa*yar.
1
ْ
ُ
Böylece her hak yolcusu evvelâ; وَالله خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ “Sizi de sizin fiillerinizi de Allah yarattı.” medlûlünce, ef’âl âlemi açı*sından fâniliğin ilk sinyalini alır; “Her şey Sen’den, Sen Fâ*il’sin.” der temkine yürür. Sonra وَمَا رَمَيْتَ إِذ رَمَيْتَ وَلكِنَّ اللهَ رَمى “Attığını sen atmadın onu Allah attı.” fehvasınca, hiçliğinin id*ra*kiyle, O’nun sıfatlarının gölgesinde tamamen erir ve onları ak*settiren bir ayna hâline gelir. Hatta derecesine göre metâf-ı ins u cân olur. Seyr u sülûkünü devam ettirebilirse, bu kez, bütü*nüyle mâverâîliğe açılır ve كَانَ اللهُ وَلاَ شَيْءَ مَعَهُ وَاْلآنَ كَمَا كَانَ “Allah vardı ve O’nunla beraber hiçbir şey yoktu; şu anda da O Ezel Sultanı ebed saltanatının biricik Sahibi.”(Buhari, Müsned) mantûkunca, zir*veler üstü bir seviyede hâlî, zevkî bir fânilik hissiyle bütün bütün yok olduğu*nu duyar ve bekâya yürür. Böyle bir duyuş ve seziş, ister derya*dan bir damlanın, bîpâyân o derya karşısında, men*şei, hâli ve akıbeti itibarıyla ne idüğünü itiraf sadedinde bir hakperestlik ifa*desi olsun, ister O’nun her şeyin Kayyûm’u bu*lunması ve O’na dayanmadan hiçbir nesnenin varlığından söz edilemeyeceği mü*lâhazasından kaynaklansın fenânın, insan mahiyetinin mutlaka ortaya çıkarılması gerekli olan bir ana un*suru, bekânın da, Haz*reti Kayyûm’un “lâzım-ı gayri mufârıkı” olduğunda şüphe yok*tur. Yolculuk bitip, seyr u sülûkun tamam*lanmasıyla kul, kendi özündeki bu gerçeği ortaya çıkarınca, Hazreti Sultan da ona, kendi kayyûmiyetinden bekâ tâcı giydi*recektir ki, daha sonra tafsil edileceği üzere, tasavvufta böyle bir mazhariyet “fenâ fil*lâh-bekâ billâh maallah” sözleriyle ifade edi*lir.
* * *
Düşüncelerini “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” potasında şekil*lendirebilmiş tevhid erleri, Hazreti “İlim” ve “Vücûd” derya*sın*da eriyip yok olmayı hep bu mülâhazalar içinde değerlen*dirmiş.. ve bir taraftan rubûbiyet dairesinin hukukuna fevkalâde bir titiz*likle riayet ederken, diğer taraftan da sekr ve gaybetlerin*de dahi hep temkin ve teyakkuz hâlinin âdâbına uy*maya çalış*mışlardır. Zaten, onların söz ve tavırlarına az dikkat edilse, dav*ranışları iti*barıyla hâle mağlubiyet ve neşveli görün*menin dışın*da, temkine muhalif herhangi bir aşırılık da müşa*hede edilmez. Onlardan biri:
زِسَازِ مُطْرِبِ پُرِسُوز اين رَسِيد بَگُوش كِه چُوبُ و تَارُو صَدَاىِ تَن تَن هَمَ اَزُوست
“Mutribin sazının sûziş-i nağmelerinden gelip kulağa akan (sazın) ağaç ve tellerinin tın tın sadâsı O’ndandır.” derken, bü*tün mâsivâyı Cenâb-ı Hakk’ın vücûd deryasından bir damla gi*bi görmekte ve içinde bulunduğu o derin istiğraktan ötürü de, damlayı deryadan, zerreyi güneşten, aynayı onda tecellî eden gerçekten ayıramayarak; bir Türkçe sözde de:
“Bu deryaya ey cân sen oldun ırmak,
Denizle ırmağı ne zordur ayırmak..”
şeklinde ifade edildiği gibi, kanatlanıp enginliklerine açıldığı vah*det deryası veya âsumanında kaybolmakta, daha sonra der*ya*nın o karşı konulmaz telâtumuna yenik düşerek ne sahili gö*re*bilmekte ne de kenara çıkabilme irade ve şuurunu gösterebil*mektedir.
Bu mestlerden bir diğeri de:
گَهِى دَر كِسوَتِ لَيلَى فُرُوشَد گَهِى بَر صُورَتِ مَجنُون بَر آمَد
چُويَار آمَـد زِ خَلوَتخَانَهِ بِيرُن هَمَان نَقشِ دَرُون بيِرُون بَر آمَد
“O bazen Leylâ urbasıyla tenezzül etti bazen de Mecnûn su*retinde şereflendirdi. Sevgili, halvethâneden dışarı adım atın*ca, içerinin süsü-ziyneti de ayân-beyan ortaya çıktı.” diyerek fe*nâ fillâh ufkuna ermiş bir sâlikin, “vücûd-u mevhibe-i rabbâ*niye” ufkuyla, varlığı bir ayna gibi görüp, her şeyde kendini temâşâ etme sekr ve istiğrakını dile getirmektedir.
Böyle zirvelerde dolaşan bir istiğrak eri, tevhid ihsaslarını, zevk u şevk hâlâtını, maiyyete mazhariyetini ve O’nu duyma he*yecanını bazen bağırıp haykırarak, bazen bayılıp kendinden geçerek, bazen de kendini raks ve tevâcüde salarak seslendirir ki, bunların hemen hepsi seyr u sülûkun, kalbin derece-i haya*tında sürdürülmesi esnasında yaşanır ve duyulur. Bu engin der*yanın müstağrak gavvaslarından biri, gönlündeki vecd ve tevâ*cüd tufanıyla çevresine şöyle boşalır:
Ben ol şahbâz-ı aşkım ki,
Dû âlemde mekânım yok;
Ben ol ankâ-yı sırrım ki,
Özümden hiç nişanım yok.
Lihâz-u hâcible dû cihanı
Eyledim hoş sayd,
Temâşâ eyle bil ânı ki,
Tîrim yok kemânım yok.
Ben oldum her lisanı
Gûş ile gûyâ ve sâmi’,
Acebtir bundan artık kim
Kulağım yok lisânım yok.
Ayrıca, sâlike taalluk eden yanları itibarıyla da fenâyı şu bölümler içinde mütalâa etmişlerdir:
1- Halktan gelecek korku ve onlara karşı duyulan beklenti hislerinden tecerrüd etme mânâsına “fenâ-yı halk.”
2- Bütün şahsî istek ve arzulardan sıyrılma anlamında “fenâ-yı hevâ.”
3- İradenin, Hakk’ın murad ve meşîeti karşısında erimesi demek olan “fenâ-yı irade.”
4- Aklın, ilâhî sıfatların tecellîsi karşısında “mahk” u “sahk”a uğraması diyebileceğimiz “fenâ-yı akıl” ki, bu sonun*cusu, bera*berinde bir dehşet ve hayret de getireceğinden, sâlik, çok defa esbab dairesi içindeki kriterleri koruyamayarak hayret ve dehşet yaşar. Bu hayret ve dehşetini ifadeden de geri dur*maz. Hazreti Cüneyd’in, “Bir zaman yer ve gök ehli benim hay*retime ağla*dılar; zaman geldi ben onların hayretine ağladım. Şimdi öyle bir hâldeyim ki, ne onlardan haberim var, ne de kendimden...” sözleri bu konuda önemli bir örnek teşkil eder.
Gedâî’nin bu konudaki hayreti de kayda değer zannediyo*rum:
Öyle bilmezdim kendimi,
O ben miyim ya ben O mu.?
Âşıkların budur demi,
Yandıkça yandım bir su ver!
Minhâc Sahibi’nin sözleri daha kıvrak, daha âşıkâne ve da*ha bir hayret televvünlüdür:
مَن نَـدَانَم مَـن مَنَم يَا مَن وَيَم دَر عَجَائِب حَالَتَم مَن مَن نَيَم
عَاشِقَم مَعشُوقَم و عِشقَم چه اَم مَستِ جَامَ وَحدَتَم مَن مَن نَيَم
مَن چه اَم عَنقَايِ نَـامُ و نِشَان مَن بَقَافِ قُربَتَـم مَن مَن نَيَم
مَـن زِجَان فَـانى بَجَانَانِ بَاقِيم مَن بَأَوجِ رِفعَتَـم مَن مَن نَيَم
“Bilmiyorum ben ben miyim, yahut O muyum?. Bir acâib hâldeyim ve ben ben değilim. Âşık mıyım, mâşuk muyum, aşk mıyım neyim?. Ben vahdet kadehi ile sarhoşum ben ben deği*lim. Ben neyim, namsız nişansız ankâ mı? Ben, kurbet Kâf’ıyım; ben ben değilim. Ben cânım itibarıyla fâni ve cânân ile bâkiyim; ben evc-i rif’atteyim ben ben değilim.”
Fenânın ne olduğunu bir kere daha hatırlayacak olursak, bu sözler bir “fenâ fillâh” kahramanı için gayet normaldir; zira fenâ, Hak’tan gayrı her şeyin –tabiî sâlikin seviyesine göre– na*zardan silinip gitmesi ve kalb-i şuhûdîsinde sadece O’nun bâki kalmasıdır. Sâlik terakki edip, zâhir ve bâtınını, iz’ân ve şuurunu hakikatin mârifetiyle nûrlandıracağı mertebeye yükselince, artık her şeyin kimin elinde olduğunu apaçık müşahede etmeye baş*lar; başlar ve günebakan çiçekler gibi varlığını, bekâsını elinde bulunduran o Zât’a yönelir. Sonra da tevhid-i fikir ve tek*sif-i himmetle, daha derinleştikçe, bütün varlığın da O’nun vücûdu*nun ziyâsından gelen birer tecellî olduklarını anlar; der*ken bü*tün kâinat ve hâdiseleri tamamen tevhidî bir mülâhaza ile daha farklı değerlendirme ufkuna ulaşır ve her şeyi perde ar*kası hu*susiyetleriyle duyup yorumlama mazhariyetine erer.
Yeni bir kademde bulunup bir merhale daha yükselince; varlık adına bütün hâdiselerin, insanî bütün faaliyet ve gayretle*rin, bilâ kayd u şart Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarına dayandı*ğını, her şeyin bu kaynakların bağrında varlığa erdiklerini ve o ilâhî meşcerelikte serpilip geliştiklerini imanî bir şuurla kavraya*rak bütün şuûnun O’nun havl ve kuvvetiyle hâsıl olduğu iz’ânı*na ulaşır; ulaşır ve bütün işlerde kendi irade ve ihtiyarının sınır*larını daha net görür; derken gölgeden bütün bütün vazge*çerek aslın vesayetine sığınır, O’nun vüs’at ve enginliği içinde yeniden bir kere daha var olur.
Bundan öte bir adım daha atabildiği takdirde o, zâtıyla, sı*fatlarıyla, beşerî bütün hususiyetleriyle umum varlığın, Allah’ın o kuşatan ilmindeki ilmî vücûdlardan çıkıp, Hazreti “Vücûd” dan istimdad ile haricî vücûd urbaları giydiklerini “hakka’l-ya*kîn”in bir cilvesi olarak hisseder.. hislerinde derinleşe*rek istiğrak ufkuna ulaşır. Derken, her şeyin O’nunla var, O’nunla kâim, O’nunla dâim olduğunu bir iç temâşâ ile müşahede eder ve
كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ... hakikatının her yanda bay*rak açtığını, son*radan var edilen her nesnenin zevale mahkûm olduğunu, deva*mı müddetince de Hazreti “Kayyûm”un tecellî-i feyzinden bes*lendiğini, hatta bir lâhza tecellî inkıtâına maruz kalırsa muzmahil olup gideceğini vicdanî bir sezi ile duyar ve hâlî, zevkî daha derin bir tevhid ufkuna ulaşır.
Birinci mertebedeki fenâ ehl-i ilimden muhakkik olanların; ikincisi, irade kahramanları sayılan ehl-i sülûkun; üçüncüsü de şuhûda açık mârifet erbabının seviye ve istifaza ufuklarına ba*kar.
Birinci mertebe itibarıyla hak yolcusu Hazreti Mâruf hak*kındaki mârifet ve şuuruyla –tabiî mârifet ve şuurunun derin*liği ölçüsünde– kendi çerçevesinde tamamen eriyerek ikinci bir “ba’sü ba’del mevt” yoluna girmiş olur. İkinci mertebe açısın*dan her sâlik, mârifet üstü ruhânî bir müşâhede ve mükâşefe sayesinde, iç dünyası itibarıyla bir gaybet ve istiğraka düşerek, kesret içinde halvet ve binbir gürültü içinde hâlî bir ses*sizlik yaşar. Üçüncü mertebe zaviyesinden ise her sâlik-i müntehî, bü*tün bütün beşerî arzu ve isteklerden tecerrüd ede*rek, Hazreti “İlim” ve “Vücûd”un zuhûr ve tecellîleriyle nereye baksa, her yönde ufkunu أَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللهِ fehvâsınca hep O’nun ema*releri sarar.. neyi görse, O’na ait şuâlarla irkilir.. hangi şeyi temâşâ etse, O’nun sübühât-ı vechiyle hayret ve deh*şete düşerek bir sürü müteşabihle hep O’nu sayıklar...
Hak yolcusu, bir bir bu fenâ mertebelerini aşıp da tam bir “fenâ fillâh” kahramanı hâline gelince, artık her ufukta ona “be*kâ billâh” renkleri tüllenmeye başlar. Böyle bir sâlik, her an kar*şısına çıkan ayrı bir ‘لاَ’ yı aşar ve her lâhza ayrı bir ‘إِلاَّ’ ya ula*şır. Ona, yürüdüğü bu yolda adımlarını biraz daha açması ve tecellî sağanaklarının da inkıtâsız devamı sayesinde, Rubûbiyet-i kül*liye ve Kayyûmiyet-i tâmme perdesiz, hicapsız zuhûra başlar ve bir an gelir ki, vicdanî bir duyuş ve sezişle, O’nun tahtının her şe*yi kapladığını duyar ve O’na tam yönelmenin şekillerin*den tevbe, inâbe ve evbe merdivenleriyle yükselerek O’nun ulûhiyetinin herkese açık nûrlarına gömülür; gömülür ve iba*detlerinde ola*ğanüstü bir mehâfet ve mehâbet zevkine müstağrak olur.. Allah beyanını şeker şerbet lezzeti içinde din*leme iştiyakına erer.. ken*dini bazen mehâfetin temkin iklimle*rinde, bazen mehâbetin te*yakkuz yamaçlarında, bazen de rah*metin her şeyi aşkın um*mânlarında hissederek havf u recâyı, hüzn ü sürûru aynı anda birden yaşar ve bir daha da o kapıdan ayrılmamaya çalışır; öyle ki artık o, her tasavvuru, her düşün*cesi, her sesi, her soluğuyla kendini O’na ifade ederek tam bir وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ kah*ramanı hâline gelir ve bir “hel min mezîd?” yolcusu olarak hiç durmadan ilerler; ilerler; zira bilir ki, o durduğu zaman yol da biter, yolculuk da, hedefe ulaşma ga*yesi de.. çünkü bu yolculuk Nâmütenâhi’yedir.. burada böyle bitmeyen bir cehd ü gayret, ötede değişik tecellîlere mazhariyet şeklinde hep devam edip gidecek demektir.
اَللَّهُمَّ اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ، صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ، وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَآلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ.