Sayfa 4/5 İlkİlk ... 2345 SonSon
50 sonuçtan 31 ile 40 arası

Konu: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

  1. #31
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    FENÂ FİLLÂH

    Fenâ; yok olma, zeval bulma mânâlarında “bekâ”nın mu*ka*bili bir kelimedir ve bir kısım farklı mefhumlarla izâfî mü*nase*beti de söz konusudur. Meselâ; tevbe-i nasûhun lâzımına “fenâ-yı muhalefet”, zühd hakikatinin nihâî gereğine “fenâ-yı huzûz”, sadâkat ve muhabbetin zirvesine “fenâ-yı huzûz-i dâreyn” ve sekrin neticesindeki “gaybet”e “fenâ-yı zahirî” denir ki, bunların hemen hepsi, hak yolcusuna bakan yanları itiba*rıyla birer tavır, birer duyuş ve birer zevk hâli olmalarına karşı*lık, Hazreti Zât, sıfât ve esmâ-i ilâhiyeye bakan yönleri açısın*dan vahdet nûrları*nın kesret ahkâmı içinde tecellî etmesi; tecellî edip sâlikin, var*lık-yokluk gel-gitleri arasında yaşaması demek olan “sahk”; kezâ onun vücûd-u Hak karşısında eriyip gitmesi di*yebileceği*miz “mahk” ve davranışlarının, Hazreti “Fa’âlün Limâ Yürîd”in işlerinin gölgesi olduğunu duyup zevketmesi şek*linde yorumla*yacağımız “tams” fenânın birer buudlarıdırlar ve bir yandan, gerçek “Vücûd” ve “İlim”in ziyâsının birer gölgesi ola*rak mâsi*vânın zâtî bir kıymeti olamayacağını hatırlatırken, diğer yandan da, insan idrakinin, duyuş, seziş ve yorum izâfîli*ğiyle de, hakikat ve nisbet arasında birer köprü vazifesi görürler.

    Hakikatte her şey ne ise, her zaman odur. Ne hulûl, ne itti*hat, ne keynûnet ne de fenâ-yı mutlak; eşya eşyadır, hâdiseler onun bir buudu.. kul kuldur, Allah da mutlak vücûd ve ilim sa*hibi.. her varlık O’nun vücûd ve ilminin bir lem’a-i tecellîsi; in*san da bu tecellîlerin duyan, hisseden, yorumlayan, değerlendi*ren; ama aynı zamanda yanılabilen, insaf ve iz’ân sahibi ise ya*nılgılarını düzeltmek isteyen bir tercümanı, bir solisti, şuurlu bir enstrümanı veya bir orkestra şefidir. O, hâlin televvünlerine gö*re, sürekli ufkuna akan veya değerlendirmesine sunulan mal*ze*meyi yorumlar.. onlara kendi his ve duyuşlarından yeni sesler katar.. bazen bu sesler, seslendirilen hakikatlerle uyum içinde o*lur; bazen de hâl, zevk, his, sezi hakikatin önüne geçer ve var*lıktaki tenâsübün, şuur ve idrak aynalarındaki âhengini bozarak aritmiye sebebiyet verebilir ki, bu da çok defa, kesret ve vahdet ahkâmının birbirine karıştırılmasıyla neticelenir. Hallâc’ın “Ene’l-Hak” şeklindeki iltibaslı ifadesi, Şiblî’nin, “Namaz kılsam mün*kir, kılmasam kâfir olurum.” tarzındaki beyanı, İbn Arabî’nin, “Kul Rab, Rab de kuldur; ah bir bilseydim mükellef kim?” gibi müteşabihi, Yunus’un “Suçlu kimdir, azab nedir?” tü*ründen hayretleri... ve daha yüzlerce insanın, iltibas sayaca*ğımız bu ka*bîl mülâhazaları –duyanın, hissedenin kendi hâl ve zevkine göre normal kabul edilse de– birer aritmi örneği sayıla*bilirler.

    Yukarıdaki iltibaslı ifadelerin arkasındaki niyet ve maksadı Allah bilir; ama zannediyorum Şiblî namaza hazırlanırken, kes*re*tin hükmettiği bir atmosfer içinde idi; namaz esnasında vah*det nûrları tecellî edip onu çepeçevre sarınca, tabir-i diğerle, mürid Murâd’da, mutî’ de Mutâ’da nefis ve enâniyet cihetiyle eri*yip mütelâşi bir hâl alınca, o, bu muvakkat gel-gitlerini böyle bir hayret ve dehşet mûsıkîsiyle seslendirmişti.. İbn Arabî’nin, şathiyyat kabîlinden olan müteşabihi de, aynı şekilde zevkî ve hâlî bir duyuş, bir seziş ve yorumun ifadesi olsa gerek.. bu kabîl zevkî ve ruhî hâlâta açık olmayan ve kalbleri sübühât-ı vechin şuaâtına kapalı bulunan bazı avamın –meselenin aşkınlığını na*zar-ı itibara almadan– bu tür şathiyyatı zahirlerine hamlederek, belli bir seviyeden sonra insandan tekâlif-i ilâhiyenin düşece*ği*ne kâil olmaları; bazı kendini bilmezlerin de, irade ve kasda ikti*ran etmeyen, hatta pek çoğu itibarıyla yoruma açık bulunan bu şekil müşkil ve müteşabih beyanları küfür ve dalâlet sayma*ları, “zıtların yanlışlığı” nevinden birer ifrat ve tefrit inhirafından baş*ka bir şey değildir.

    Kaldı ki eğer bu sözler, aşk-üstü bir sahk u mahk hâletinin ve bir “fenâ fillâh” olma zevkinin sesi soluğu ise –ki biz öyle ol*du*ğuna inanıyoruz– bu zâtlar, kat’iyen tevile açık bu sözlerin*den dolayı muâheze edilmemeli ve bu aşk kahramanlarının dini temsildeki hassasiyetlerine bakılmalıdır. Nitekim, “Ene’l-Hak” di*yen Hallâc’ın, her gece yüz rekat namaz kıldığı ve daha başka*larının da aynı derinlikte bir kulluk şuuru içinde bulun*duğu riva*yet edilir. Bu itibarla da, bu hâl erlerinin, dinin ruhuna muhalif gibi görünen beyanları, mutlaka Kitap ve Sünnet’in te*mel disip*linlerine göre yorumlanmalı; kâbil-i tevil olmayanlarda da, bu zâtların üç-beş cümlelik şaz müteşabihleri yerine, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın ruh-efzâ beyanlarına uyulmalıdır. Onlar, söy*le*dikleri sözleri ıztırar anaforları içinde söylediklerin*den dolayı mâ*zurdurlar; onları ihtiyarî olarak taklit edenlerse, iki hâli birbi*rine iltibas ettiklerinden ötürü kendilerini tehlikeye at*mış olurlar. Evet,

    گَرنَهِء هَمكَار بَانيكَان زِهَمنَامى چه سُود

    يَك مسيح أبراء أكمه كرد وديكر أعْورسرْ

    “Eğer her işinde iyilerle beraber değilsen, isim birliği neye yarar ki! İsimleri bir olan Mesihlerden birisi körlerin gözlerini açarken, öbürü tek gözlüdür.” (Lücce) fehvâsınca, peygamberâ*ne tavır ve davranışlar içinde olma bir vilâyet yolu, körü körüne taklit ve hele yolu sarpa uğratanlara iktidâ tam bir yolsuzluktur ve her zaman bir mânevî ölümle neticelenmesi mukadderdir.

    Bu mülâhazaya Hazreti Mevlânâ şu sözleriyle iştirak ederek bu kabîl konularda önemli bir hususa dikkatlerimizi çeker:

    كَار پَاكَان رَا قِيَاس از خود مَگير گَرچِه مَانَد دَر نُوِشتَن شِير وُ شِير

    كَامِلى گَرخَـاك گِيرَد زَرشَـوَد نَاقِصِ ارزَر بُردَه خَاكِستَر بُـوَد

    “Pak ve nezih insanları kendine kıyas etme! Her ne kadar ya*zılışta şîr (süt) şîr (arslan)e benzese de (aynı değildir). Eğer bir kâmil insan toprağı (avucuna) alsa altın olur; eğer nâkıs biri de altını (eline) alsa kül olur.”

    Sofiye nezdinde fenâ; aşağıdaki taksim içinde ele alınagel*miştir:

    1- Fenâ-yı ef’âldir ki; bu ufka ulaşan hak yolcusu, her nefes alış-verişinde “hakikatte Allah’dan başka fâil yok” gerçeğini mı*rıldanır-durur; acz, zaaf, fakr ve ihtiyaçlarının çehresinde, hep O’nun güç, kuvvet ve servetinin emarelerini müşahede ederek sürekli vicdanının enginliklerinden yükselen nokta-i istinad ve nokta-i istimdadın sesiyle-soluğuyla yaşar.

    2- Fenâ-yı sıfâttır ki, bu zirveye ulaşan sâlik; bütün hayatla*rın, ilimlerin, kudretlerin, kelâmların, iradelerin, sem u basarla*rın O’nun sıfât-ı sübhaniyesinin birer şuâı, birer tecellîsi ve birer aks-i nûru olduğunu duyar, zevkeder ve bütün “havl” ve “kuv*vet”inden teberride bulunarak, esmânın arkasında Müsemmâ-yı Akdes’in şuaâtıyla medhuş ve sıfatların verâsında Mevsûf-u Mu*kaddes’in ihsaslarıyla mütehayyir, “bî kem u keyf” hep vus*lat-ı tâmme hulyalarıyla oturur-kalkar.

    3- Fenâ-yı zâttır ki, mağrip ve maşrıkın iç içe olduğu bu mat*laa ulaşan hakikat eri, zevkî ve hâlî olarak “Allah’tan başka hakikî hiçbir varlık olamaz” der ve bütün kevn ü mekanları O’nun ilminin, haricî vücûd nokta-i nazarından bir zuhûru ve “var” diyebileceğimiz her şeyi de O’nun “vücûd” nûrlarının te*cellîsinden ibaret görür; görür ve her nefes alış-verişinde bu ru*hânî zevk ve hâleti “her şey Sen’den” sözcükleriyle seslendirir.. seslendirirken de, O’nun varlığının ziyâ-yı hakikatında eriyip-gitmeyi ve fenâ bulmayı vücûda mazhariyetin gerçek bedeli sa*yar.

    1

    ْ

    ُ

    Böylece her hak yolcusu evvelâ; وَالله خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ “Sizi de sizin fiillerinizi de Allah yarattı.” medlûlünce, ef’âl âlemi açı*sından fâniliğin ilk sinyalini alır; “Her şey Sen’den, Sen Fâ*il’sin.” der temkine yürür. Sonra وَمَا رَمَيْتَ إِذ رَمَيْتَ وَلكِنَّ اللهَ رَمى “Attığını sen atmadın onu Allah attı.” fehvasınca, hiçliğinin id*ra*kiyle, O’nun sıfatlarının gölgesinde tamamen erir ve onları ak*settiren bir ayna hâline gelir. Hatta derecesine göre metâf-ı ins u cân olur. Seyr u sülûkünü devam ettirebilirse, bu kez, bütü*nüyle mâverâîliğe açılır ve كَانَ اللهُ وَلاَ شَيْءَ مَعَهُ وَاْلآنَ كَمَا كَانَ “Allah vardı ve O’nunla beraber hiçbir şey yoktu; şu anda da O Ezel Sultanı ebed saltanatının biricik Sahibi.”(Buhari, Müsned) mantûkunca, zir*veler üstü bir seviyede hâlî, zevkî bir fânilik hissiyle bütün bütün yok olduğu*nu duyar ve bekâya yürür. Böyle bir duyuş ve seziş, ister derya*dan bir damlanın, bîpâyân o derya karşısında, men*şei, hâli ve akıbeti itibarıyla ne idüğünü itiraf sadedinde bir hakperestlik ifa*desi olsun, ister O’nun her şeyin Kayyûm’u bu*lunması ve O’na dayanmadan hiçbir nesnenin varlığından söz edilemeyeceği mü*lâhazasından kaynaklansın fenânın, insan mahiyetinin mutlaka ortaya çıkarılması gerekli olan bir ana un*suru, bekânın da, Haz*reti Kayyûm’un “lâzım-ı gayri mufârıkı” olduğunda şüphe yok*tur. Yolculuk bitip, seyr u sülûkun tamam*lanmasıyla kul, kendi özündeki bu gerçeği ortaya çıkarınca, Hazreti Sultan da ona, kendi kayyûmiyetinden bekâ tâcı giydi*recektir ki, daha sonra tafsil edileceği üzere, tasavvufta böyle bir mazhariyet “fenâ fil*lâh-bekâ billâh maallah” sözleriyle ifade edi*lir.

    * * *

    Düşüncelerini “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” potasında şekil*lendirebilmiş tevhid erleri, Hazreti “İlim” ve “Vücûd” derya*sın*da eriyip yok olmayı hep bu mülâhazalar içinde değerlen*dirmiş.. ve bir taraftan rubûbiyet dairesinin hukukuna fevkalâde bir titiz*likle riayet ederken, diğer taraftan da sekr ve gaybetlerin*de dahi hep temkin ve teyakkuz hâlinin âdâbına uy*maya çalış*mışlardır. Zaten, onların söz ve tavırlarına az dikkat edilse, dav*ranışları iti*barıyla hâle mağlubiyet ve neşveli görün*menin dışın*da, temkine muhalif herhangi bir aşırılık da müşa*hede edilmez. Onlardan biri:

    زِسَازِ مُطْرِبِ پُرِسُوز اين رَسِيد بَگُوش كِه چُوبُ و تَارُو صَدَاىِ تَن تَن هَمَ اَزُوست

    “Mutribin sazının sûziş-i nağmelerinden gelip kulağa akan (sazın) ağaç ve tellerinin tın tın sadâsı O’ndandır.” derken, bü*tün mâsivâyı Cenâb-ı Hakk’ın vücûd deryasından bir damla gi*bi görmekte ve içinde bulunduğu o derin istiğraktan ötürü de, damlayı deryadan, zerreyi güneşten, aynayı onda tecellî eden gerçekten ayıramayarak; bir Türkçe sözde de:

    “Bu deryaya ey cân sen oldun ırmak,

    Denizle ırmağı ne zordur ayırmak..”

    şeklinde ifade edildiği gibi, kanatlanıp enginliklerine açıldığı vah*det deryası veya âsumanında kaybolmakta, daha sonra der*ya*nın o karşı konulmaz telâtumuna yenik düşerek ne sahili gö*re*bilmekte ne de kenara çıkabilme irade ve şuurunu gösterebil*mektedir.

    Bu mestlerden bir diğeri de:

    گَهِى دَر كِسوَتِ لَيلَى فُرُوشَد گَهِى بَر صُورَتِ مَجنُون بَر آمَد

    چُويَار آمَـد زِ خَلوَتخَانَهِ بِيرُن هَمَان نَقشِ دَرُون بيِرُون بَر آمَد

    “O bazen Leylâ urbasıyla tenezzül etti bazen de Mecnûn su*retinde şereflendirdi. Sevgili, halvethâneden dışarı adım atın*ca, içerinin süsü-ziyneti de ayân-beyan ortaya çıktı.” diyerek fe*nâ fillâh ufkuna ermiş bir sâlikin, “vücûd-u mevhibe-i rabbâ*niye” ufkuyla, varlığı bir ayna gibi görüp, her şeyde kendini temâşâ etme sekr ve istiğrakını dile getirmektedir.

    Böyle zirvelerde dolaşan bir istiğrak eri, tevhid ihsaslarını, zevk u şevk hâlâtını, maiyyete mazhariyetini ve O’nu duyma he*yecanını bazen bağırıp haykırarak, bazen bayılıp kendinden geçerek, bazen de kendini raks ve tevâcüde salarak seslendirir ki, bunların hemen hepsi seyr u sülûkun, kalbin derece-i haya*tında sürdürülmesi esnasında yaşanır ve duyulur. Bu engin der*yanın müstağrak gavvaslarından biri, gönlündeki vecd ve tevâ*cüd tufanıyla çevresine şöyle boşalır:

    Ben ol şahbâz-ı aşkım ki,

    Dû âlemde mekânım yok;

    Ben ol ankâ-yı sırrım ki,

    Özümden hiç nişanım yok.

    Lihâz-u hâcible dû cihanı

    Eyledim hoş sayd,

    Temâşâ eyle bil ânı ki,

    Tîrim yok kemânım yok.

    Ben oldum her lisanı

    Gûş ile gûyâ ve sâmi’,

    Acebtir bundan artık kim

    Kulağım yok lisânım yok.

    Ayrıca, sâlike taalluk eden yanları itibarıyla da fenâyı şu bölümler içinde mütalâa etmişlerdir:

    1- Halktan gelecek korku ve onlara karşı duyulan beklenti hislerinden tecerrüd etme mânâsına “fenâ-yı halk.”

    2- Bütün şahsî istek ve arzulardan sıyrılma anlamında “fenâ-yı hevâ.”

    3- İradenin, Hakk’ın murad ve meşîeti karşısında erimesi demek olan “fenâ-yı irade.”

    4- Aklın, ilâhî sıfatların tecellîsi karşısında “mahk” u “sahk”a uğraması diyebileceğimiz “fenâ-yı akıl” ki, bu sonun*cusu, bera*berinde bir dehşet ve hayret de getireceğinden, sâlik, çok defa esbab dairesi içindeki kriterleri koruyamayarak hayret ve dehşet yaşar. Bu hayret ve dehşetini ifadeden de geri dur*maz. Hazreti Cüneyd’in, “Bir zaman yer ve gök ehli benim hay*retime ağla*dılar; zaman geldi ben onların hayretine ağladım. Şimdi öyle bir hâldeyim ki, ne onlardan haberim var, ne de kendimden...” sözleri bu konuda önemli bir örnek teşkil eder.

    Gedâî’nin bu konudaki hayreti de kayda değer zannediyo*rum:

    Öyle bilmezdim kendimi,

    O ben miyim ya ben O mu.?

    Âşıkların budur demi,

    Yandıkça yandım bir su ver!

    Minhâc Sahibi’nin sözleri daha kıvrak, daha âşıkâne ve da*ha bir hayret televvünlüdür:

    مَن نَـدَانَم مَـن مَنَم يَا مَن وَيَم دَر عَجَائِب حَالَتَم مَن مَن نَيَم

    عَاشِقَم مَعشُوقَم و عِشقَم چه اَم مَستِ جَامَ وَحدَتَم مَن مَن نَيَم

    مَن چه اَم عَنقَايِ نَـامُ و نِشَان مَن بَقَافِ قُربَتَـم مَن مَن نَيَم

    مَـن زِجَان فَـانى بَجَانَانِ بَاقِيم مَن بَأَوجِ رِفعَتَـم مَن مَن نَيَم

    “Bilmiyorum ben ben miyim, yahut O muyum?. Bir acâib hâldeyim ve ben ben değilim. Âşık mıyım, mâşuk muyum, aşk mıyım neyim?. Ben vahdet kadehi ile sarhoşum ben ben deği*lim. Ben neyim, namsız nişansız ankâ mı? Ben, kurbet Kâf’ıyım; ben ben değilim. Ben cânım itibarıyla fâni ve cânân ile bâkiyim; ben evc-i rif’atteyim ben ben değilim.”

    Fenânın ne olduğunu bir kere daha hatırlayacak olursak, bu sözler bir “fenâ fillâh” kahramanı için gayet normaldir; zira fenâ, Hak’tan gayrı her şeyin –tabiî sâlikin seviyesine göre– na*zardan silinip gitmesi ve kalb-i şuhûdîsinde sadece O’nun bâki kalmasıdır. Sâlik terakki edip, zâhir ve bâtınını, iz’ân ve şuurunu hakikatin mârifetiyle nûrlandıracağı mertebeye yükselince, artık her şeyin kimin elinde olduğunu apaçık müşahede etmeye baş*lar; başlar ve günebakan çiçekler gibi varlığını, bekâsını elinde bulunduran o Zât’a yönelir. Sonra da tevhid-i fikir ve tek*sif-i himmetle, daha derinleştikçe, bütün varlığın da O’nun vücûdu*nun ziyâsından gelen birer tecellî olduklarını anlar; der*ken bü*tün kâinat ve hâdiseleri tamamen tevhidî bir mülâhaza ile daha farklı değerlendirme ufkuna ulaşır ve her şeyi perde ar*kası hu*susiyetleriyle duyup yorumlama mazhariyetine erer.

    Yeni bir kademde bulunup bir merhale daha yükselince; varlık adına bütün hâdiselerin, insanî bütün faaliyet ve gayretle*rin, bilâ kayd u şart Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarına dayandı*ğını, her şeyin bu kaynakların bağrında varlığa erdiklerini ve o ilâhî meşcerelikte serpilip geliştiklerini imanî bir şuurla kavraya*rak bütün şuûnun O’nun havl ve kuvvetiyle hâsıl olduğu iz’ânı*na ulaşır; ulaşır ve bütün işlerde kendi irade ve ihtiyarının sınır*larını daha net görür; derken gölgeden bütün bütün vazge*çerek aslın vesayetine sığınır, O’nun vüs’at ve enginliği içinde yeniden bir kere daha var olur.

    Bundan öte bir adım daha atabildiği takdirde o, zâtıyla, sı*fatlarıyla, beşerî bütün hususiyetleriyle umum varlığın, Allah’ın o kuşatan ilmindeki ilmî vücûdlardan çıkıp, Hazreti “Vücûd” dan istimdad ile haricî vücûd urbaları giydiklerini “hakka’l-ya*kîn”in bir cilvesi olarak hisseder.. hislerinde derinleşe*rek istiğrak ufkuna ulaşır. Derken, her şeyin O’nunla var, O’nunla kâim, O’nunla dâim olduğunu bir iç temâşâ ile müşahede eder ve

    كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ... hakikatının her yanda bay*rak açtığını, son*radan var edilen her nesnenin zevale mahkûm olduğunu, deva*mı müddetince de Hazreti “Kayyûm”un tecellî-i feyzinden bes*lendiğini, hatta bir lâhza tecellî inkıtâına maruz kalırsa muzmahil olup gideceğini vicdanî bir sezi ile duyar ve hâlî, zevkî daha derin bir tevhid ufkuna ulaşır.

    Birinci mertebedeki fenâ ehl-i ilimden muhakkik olanların; ikincisi, irade kahramanları sayılan ehl-i sülûkun; üçüncüsü de şuhûda açık mârifet erbabının seviye ve istifaza ufuklarına ba*kar.

    Birinci mertebe itibarıyla hak yolcusu Hazreti Mâruf hak*kındaki mârifet ve şuuruyla –tabiî mârifet ve şuurunun derin*liği ölçüsünde– kendi çerçevesinde tamamen eriyerek ikinci bir “ba’sü ba’del mevt” yoluna girmiş olur. İkinci mertebe açısın*dan her sâlik, mârifet üstü ruhânî bir müşâhede ve mükâşefe sayesinde, iç dünyası itibarıyla bir gaybet ve istiğraka düşerek, kesret içinde halvet ve binbir gürültü içinde hâlî bir ses*sizlik yaşar. Üçüncü mertebe zaviyesinden ise her sâlik-i müntehî, bü*tün bütün beşerî arzu ve isteklerden tecerrüd ede*rek, Hazreti “İlim” ve “Vücûd”un zuhûr ve tecellîleriyle nereye baksa, her yönde ufkunu أَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللهِ fehvâsınca hep O’nun ema*releri sarar.. neyi görse, O’na ait şuâlarla irkilir.. hangi şeyi temâşâ etse, O’nun sübühât-ı vechiyle hayret ve deh*şete düşerek bir sürü müteşabihle hep O’nu sayıklar...

    Hak yolcusu, bir bir bu fenâ mertebelerini aşıp da tam bir “fenâ fillâh” kahramanı hâline gelince, artık her ufukta ona “be*kâ billâh” renkleri tüllenmeye başlar. Böyle bir sâlik, her an kar*şısına çıkan ayrı bir ‘لاَ’ yı aşar ve her lâhza ayrı bir ‘إِلاَّ’ ya ula*şır. Ona, yürüdüğü bu yolda adımlarını biraz daha açması ve tecellî sağanaklarının da inkıtâsız devamı sayesinde, Rubûbiyet-i kül*liye ve Kayyûmiyet-i tâmme perdesiz, hicapsız zuhûra başlar ve bir an gelir ki, vicdanî bir duyuş ve sezişle, O’nun tahtının her şe*yi kapladığını duyar ve O’na tam yönelmenin şekillerin*den tevbe, inâbe ve evbe merdivenleriyle yükselerek O’nun ulûhiyetinin herkese açık nûrlarına gömülür; gömülür ve iba*detlerinde ola*ğanüstü bir mehâfet ve mehâbet zevkine müstağrak olur.. Allah beyanını şeker şerbet lezzeti içinde din*leme iştiyakına erer.. ken*dini bazen mehâfetin temkin iklimle*rinde, bazen mehâbetin te*yakkuz yamaçlarında, bazen de rah*metin her şeyi aşkın um*mânlarında hissederek havf u recâyı, hüzn ü sürûru aynı anda birden yaşar ve bir daha da o kapıdan ayrılmamaya çalışır; öyle ki artık o, her tasavvuru, her düşün*cesi, her sesi, her soluğuyla kendini O’na ifade ederek tam bir وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ kah*ramanı hâline gelir ve bir “hel min mezîd?” yolcusu olarak hiç durmadan ilerler; ilerler; zira bilir ki, o durduğu zaman yol da biter, yolculuk da, hedefe ulaşma ga*yesi de.. çünkü bu yolculuk Nâmütenâhi’yedir.. burada böyle bitmeyen bir cehd ü gayret, ötede değişik tecellîlere mazhariyet şeklinde hep devam edip gidecek demektir.


    اَللَّهُمَّ اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ، صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ، وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَآلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ.


  2. #32
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    BEKÂ BİLLÂH

    Kelime mânâsı itibarıyla, devam, sebat ve hep aynı hâl üzere kalma anlamına gelen bekâ; kulun, kendi nefsi dahil bü*tün eşyayı –onların zâtları ve nefisleri itibarıyla– yok kabul edip, canlı-cansız her nesneyi Hazreti Vücûd’un ya da Hazreti İlim’in ziyâsının bir tecellîsi ve bir gölgesi olarak vicdanî müşahede ile müşahede etmesidir. İşte böyle, nefis ve benlik cihetiyle mahv u sahka uğrayıp, sonra da Hakk’ın bekâsıyla yeniden var olan sâlik, artık Hakk’ın vücûduyla mevcûd, Hakk’ın bekâsıyla bâkî, Hakk’ın hayatıyla hayy, Hakk’ın ilmiyle âlim, O’nun iradesiyle mürîd, sem u basarıyla da semî ve basîrdir; insan üstü görür, du*yar veya öyle görüp duymaya terettüp eden mazhariyetlerle serfirâz olur. Bu seviyede zevkî ve hâlî olarak kendi isim ve res*minden sıyrılabilen müntehî bir sâlik, izâfî olarak, arz ve se*mâda Allah’ın sıfatlarından biriyle tavsif edilir ki, melekûta açık olanlar vicdanlarında her zaman bunun bir aks-i sadâsını duya*bilirler. Böyle bir hâl, her gönül erinin, kendini idrak ve zevk edi*şine göre isimlendirilmesi de sayılır ki, bu da Mahbûb-u Ha*kikî’den başka hiçbir şey görmeyen, hiçbir şey düşünmeyen; kalbi hep O’nun varlık ve bekâsıyla atan; ruhu her an O’nun ayrı bir lem’a-yı tecellîsiyle yenilenip duran saf ruhların temâşâ ve zevk ufkudur. Sâlikin, onu bu zirveye taşıyan Hak’la münase*beti, Hakk’ın da onunla bu ölçüdeki muamelesi devam ettiği sürece, böyle bir “bekâ billâh” kahramanı; ilim, idrak, his ve şuur itiba*rıyla, az da olsa başka şeylerin tesiri altına girmeyi kalbî ve ruhî hayatını söndürebilecek bir mânevî küsûf gibi gö*rür; ezkaza, böyle bir şeye mâruz kaldığını hissederse, bir an ev*vel bu kâ*buslu durumdan sıyrılmak için, Hazreti Mahbub’un, meârif-i mah*susası ile onun ruhuna bir perde aralamasını bek*lemeye koyulur ve göz kırpmadan da bekler durur.

    ُ

    Bir diğer yaklaşımla bekâ; fâni meşhudât ve mahsusâtın kendi renk ve çizgileriyle bütün bütün zâil olmalarını müteakip –bu biraz da zamanın tesiri altında bulunmayı duymaya göredir– kendi şartlarına bağlı, gelip geçici mukayyet bir devam veya ilâhî inâyetin harikulâde teyitleriyle mutlak bir istimrardır. Şöyle ki hak yolcusu; yoldaki işaret ve işaretçilerle seyr u sülûkunu sür*dürürken, belli bir noktadan sonra –nokta ifadesi yolcunun duyuş ve sezişleriyle mukayyettir– emareler, işaretler yol kenar*larına çekilir ve görünmez olurlar. Medlûlün, kendi varlığının zi*yâsıyla delil ve işaretlerin nûrlarını aşkın hâle geldiği ve şahitle*rin, yüce gerçeğin destanı adına birer malzeme veya enstrü*mana dönüştüğü makam görüntülü bu nokta; farklı bir nefes alma noktasıdır ve farklı bir zâviyeye yönelme hâlidir. Yolculuk devam ederse –bu biraz da sâlikin istidadının, daha ötelere açık olmasına ve azmin sürekliliğine bağlıdır– afakî ve enfüsî atmos*ferlerin her yanında “fenâ” esintileri hissedilmeye başlar. Sülûk, zaman ve mekan üstü bir hâl alınca da; vicdanda bekâya açık tam bir fenâ duyulur ve hissedilir ki; artık böyle mânevî bir at*mosferde ne hâl ne de meâl söz konusudur. Bu noktaya –yuka*rıdaki nokta mülâhazası mahfuz– ulaşınca aklın dili tutulur.. id*rak kendi kabuğuna çekilir.. ve artık her yanda yıldızlar parlaklı*ğında şahitler de olsa, güneş zuhûr ettiğinde her şeyin gaybûbet etmesi gibi, en parlak ışık kaynakları dahi silinir gider..

    وَيَبْقَى وَجْهُ رَبِّكَ ذو الْجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ mazmûnunca, fevka’l-idrak, fevka’l-ihata ve fevka’l-ihsas sadece ve sadece O kalır.

    İlmin bilinen sebepleriyle elde edilen bilginin derkenar hâ*line gelmesi; bilinenlerin bir mâlum-u mahza içinde eriyip yok olması; bütün görmelerin, sezmelerin zâtî olarak silinip gitmesi; bunlara karşılık, görme, bilme, sezmelere dayanan mânâ ve muhtevânın olduğu gibi devamı; hakikatin her şeye galebe çalması ve bütün mahiyetleri “cem” nûrlarının kuşatması neti*ce*sinde izâfî gerçeklerin birer birer kaybolması mânâsında O’nun bekâsı ki, birinci derece ilmî, ikinci derece şuhûdî ve üçüncü derece de zevk-i vücûdî mertebelerine bakar. Bu merte*belerin hemen hepsinde, fenâ bekâya bir yol teşkil eder ve o*nun gerçekleştiği her yerde, ayrı ayrı his ve idraklerin seviye*sine göre bakabilir ve eşyanın başına kendi hakikatinden izâfî atkılar, izâfî renkler salar. Bu itibarladır ki, bu makam, sadece “bekâ billâh” sözcüğüyle değil de, daha yerinde bir deyimle, “bekâ billâh-maallah” sözleriyle ifade edilmesi yeğlenmiştir.

    Ayrıca böyle bir yaklaşımda, iki farklı zâviye söz konusu*dur:

    1. İnsanın, eşya ve hâdiseleri onların vücutları ve zâtları itiba*rıyla fâni bulup, fâni hissettiği bir hâldir ki –bu seviye, her şeyin kendi nefsine bakan yanlarıyla mütelâşî olup gitmesi sevi*yesidir.. ve sâlikin, bu mânânın hâsıl ettiği atmosferle kuşatıldığı yer de “Hazreti Cem”dir– her şey zevken ve hissen itibardan düşer ve bütün bütün sıfırlanır.

    2. Müteyakkız sâlike, farkın galebesi durumunda eşyanın bitamâmihâ fenâ bulmaması; aksine bütün varlığın nisbî ve izâfî vücutlarının bekâsı söz konusudur ki, bu iki ayrı seviyedeki du*yuş, seziş ve zevk edişe büyükler, “Cem’de sukût, farkta sübût söz konusudur.” demişlerdir.

    Konuyu Sahabî telâkkisine yaklaştırarak yorumlayacak o*lursak; hiçbir şey kendi nefsi itibarıyla var değildir; her şey Vü*cûd-u Hakk’ın kendi dalga boyundaki tecellîlerinden ibaret*tir. Eşyanın hakikatinin sübûtu kendi çerçevesinde bir gerçek, Ha*kikî Vücûd’a nisbet edildiğinde ise izâfîlikten öte bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Böyle bir telâkki, mebde’de bir itikat ve kabul, neticede ise bir ilme’l-yakîn, bir şuhûd ve bir zevktir ki, seyr u sülûk-i ruhânî sayesinde, sâlikin kalbinde bütün varlık ya tama*men kıymetten düşer ve sıfırlanır veya Hakikî Vücûd’un nâmü*tenâhi ziyâsı karşısında, güneş tulû ettiğinde ateş böceklerinin ateşlerinin silinip gitmesi gibi silinir gider; sâlik de, kalben ve zevken bütün mâsivâdan sıyrılarak O’nun iradesinin vesâyetine, meşîetinin şümûlüne ve vücûdunun nûrlarına müstağrak olarak kendini zevk-i ruhânisinin çağlayanlarına salar ve “Hû” der du*rur.

    Böylece her sâlik, zevken ve hâlen kendi fiillerinde fâni ol*makla Hakk’ın ef’âlinde yeni bir vücûd ve bekâya açılır. Kendi sıfatlarında fâniliği duymakla Hak sıfatlarındaki bekâyı zevke*der. Kendi zâtını unutmakla da –unutma hususu farklı yo*rumla*ra açık bir konudur– Hakk’ın vücûdunun ziyâsıyla yer yer fark, zaman zaman da cem mülâhazalarıyla yeni bir varlığa erer ki, böyle bir mertebeye erişen talihli sâlikin önünde, istidadının ölçüsü nisbetinde sadece “maiyyet-i ilâhiyye” kalmıştır ki, o da bekâ billâh kahramanının ulaşacağı en son zirvedir. Böyle bir ma*kama mazhariyet beraberinde bazen hayret, bazen sekr ve dehşet getirir. Câmî bu hayreti, şu sözleriyle çok güzel ifade e*der:

    عِشق جُز نَايِي وُ مَاجُزَ او نه اِيم وى دَمِـــي بــي او نـــه إِيــم

    نَـي كِـه هَـردَم نَـغمَـه آرَايـي كُند دَر حَقِيقَت اَز دَمِ نَايِي كُنَد

    “Aşk neyzensiz, biz de onsuz değiliz. O bir lâhza bizsiz biz de onsuz olamayız. Ney ki her zaman nağmesini süsler; haki*katte ise nağmenin süsü de neyzenin soluklarındandır.”

    Bir başkası ise, böyle bir hayreti ve hayret üstü dehşeti şöy*le dile getirir:

    Dîdemin envarı Hû’dur, aklımın fermanı Hû.

    Dilimin ezkârı Hû’dur, nâlemin efgânı Hû.

    Gönlümün seyrânı Hû’dur, cânımın cânânı Hû.

    Sırrımın esrârı Hû’dur, mihrimin tâbânı Hû.

    Âşık-ı sermest olanlar Hû iledir Hû ile,

    Savmı Hû’dur, iydi Hû’dur, zühd ile erkânı Hû.

    Nakd-i vârın harç kılmış yoluna dildarının,

    Vaslı Hû’dur, faslı Hû’dur, dert ile dermanı Hû.

    Öyle ki, artık hep O’nu duyar, O’nu düşünür, O’nunla otu*rur-kalkar, O’nunla işler, O’nunla başlar, O’nun cezbiyle mün*cezib kendini vahdet çağlayanlarına salar ve iradî, gayri iradî hep O’nun hoşnutluğu etrafında döner durur; dönüp du*rurken de sürekli O’nun şuaât-ı ilim ve vücûdunun ağyarı ifnâ, yârânı ibkâ tecellîleri karşısında “Yâ Hayy” der kendini hisseder gibi olur, “Yâ Hak” der O’nun ziyâ-yı vücûdu karşısında erir gi*der.



    اَللَّهُمَّ يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ يَا ذَا الْجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ أَفِضْ عَلَيْنَا مِنْ عَوَارِفِ الْمَعَارِفِ وَاسْقِنَا مِنْ شَرَابِ حُبِّكَ وَأَدِمْنَا عَلَى السُّنَّةِ وَاْلاِسْتِقَامَةِ، وَصَلِّ اللَّهُمَّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الْمُعَرِّفِ طَرِيقَ الْحَقِّ وَصَحْبِهِ الْكِرَامِ الْبَرَرَةِ.





  3. #33
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2



    TAHKİK

    Bir şeyin gerçek veya doğru olup olmadığını araştırma-so*ruşturma, ortaya çıkarma ve inkâr edilemeyecek, çürütülemeye*cek delillerle ispatlama mânâlarına gelen tahkik; erbab-ı tasav*vufça, Hazreti Zât-ı Ehad u Samed’i, vücûd ve evsâf-ı kemaliye*siyle, –Kur’ânî muvazene içinde– bilmenin ötesinde, ulûhiyet hakikatinin “bî kem u keyf” müntehî bir sâlikin vicdan ve letâi*finde, hususî tecellîlerle belirip duyulması şeklinde yo*rumlan*mıştır ki; bu seviyeye eren bir hakikat eri, ondan öte ar*tık, ne şüphe, ne tereddüt, ne de herhangi bir kuşkuya maruz kalma*dan, istidâdı müsait olduğu ölçüde, yolculuğunu ya “seyr fillâh” ya da “seyr minallah” ufkunda sürdürür ve –biiznillah– herhan*gi bir husûfla da karşılaşmaz; karşılaşmaz, zira o mazhar olduğu makam ve pâye itibarıyla artık hep, Hakk’ın gözüyle gör*mekte, O’nun sem’iyle işitmekte ve her şeyi O’nun sıfatları*nın ziyâsı ve vesâyeti altında duyup hissetmektedir. Tabir-i di*ğerle böyle bir tahkik kahramanı hep Hak yolunda, Hak için Hak iledir. Hak dostları arasında böyle bir pâye “makam-ı mahbubiyet”e ait bir pâyedir ve Hazreti Mahbub’un hususî bir teveccühünün remzi*dir. Başı bu pâyeye eren bir tahkik eri, Hakk’ın mahbubu oldu*ğu gibi, onun gök ehlince sevilmesi ve yerde temiz kalblerin ona teveccüh etmesi de ona karşı Hak te*veccühünün bir aks-i sadâ*sıdır. Bu bâtınî alâkanın zahirî emare*sine gelince o da, farzların kusursuz olarak yerine getirilmesi üzerine bina edilmiş bir nafile tutkusudur.

    Evet, farzları vaktinde hakkıyla yerine getiren, getireme*diklerini de ciddî bir nedâmet ve telâfi duygusuyla kazâ eden, sonra da tabiatının gereklerini yerine getirme ölçüsünde nafile*lere düşkünlük gösteren bir hakikat âşığı, her zaman hakkı du*yar, hakkı görür, hakkı tutar kaldırır ve hakka doğru yürür ki, böyle birinin gönlüne ağyarın gölge etmesi ve gözlerine başka hayâlin girmesi asla söz konusu değildir. Ara-sıra ufkunu buğu ölçüsünde bir sis bürüse de, bahar bulutları gibi gelip geçicidir ve bu yeni bir açılımın da şafak emaresidir.. evet onlar sıkıntı hâlinde de, sevinç-neş’e zamanında da sürekli yol alır ve hep kazanırlar.

    İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri bu tahkik kahramanlarını şöyle resmeder:

    Ehl-i Hak cânında bulmuştur ayân,

    Nûr-u Hakkı âleme bîçûn karîn

    Hak (Fe biye yesmeu ve biye yubsiru) dedi,

    Bulduğu için nûrunu bu mâ u tıyn.

    Nûr-u pâk bulmasaydı âb u hâk,

    Olmaz idi suret-i mânâ mübîn.

    Nûr-u (Lâ şarkî ve lâ garbî) bulan,

    Ehl-i dil mişkât-ı nûr olmuş yakîn.

    Vahdeti kesrette bulmuş ehl-i hak,

    Âminûn u sâlimûn u gânimîn.

    Hakka tefvîz ile Hakkı sen seni,

    Fâil-i Muhtâr’ı bul “Ni’me’l-Muîn.”

    َ

    Bir diğer yaklaşımla tahkik; sâlikin, imanını mârifetle, mâri*fe*tini muhabbetle derinleştirerek bunları âdeta birer gez-göz-ar*pacık gibi kullanıp, uğradığı her izâfî makamın ufkuna göre Hak rızâsına talip olması ve onu takip etmesidir. Bu yüce hakikatin, seyr u sülûk-i ruhânînin her mertebesinde duyulup his*sedilmesi farklı farklıdır; zira, her hak yolcusunun imanı, mâ*rifeti, aşk u iştiyakı onun yakîniyle mebsûten mütenâsib (doğru orantılı)’dir.. ve imanda, mârifette, muhabbet ve zevk-i ruhânî*deki farklılık, tahkikteki farklılığın bir neticesidir. Evet, nazarî bil*gilere daya*nan iman –aksine ihtimal vermeyecek şekilde de olsa–(Müsned, Taberani)لَيْسَ الْخَبَرُ كَالْعِيَانِ fehvâsınca, gaybî fakat emare ve işaretle*riyle müşahede ve mükâşefeye istinat eden yakîn gibi değildir; tıpkı böyle bir yakînin de, insan mahiyet ve tabiatının bir buudu hâline gelmiş kâmil bir iz’âna denk olmadığı gibi... Bunlardan birincisi, her şeye rağmen, tahkik sahasında ilâhî teveccühe ve*sile olabileceği ümit edilen ve ببضَاعَةٍ مُزْجَاةٍ “Değersiz bir ser*maye” ölçüsünde kıymet-i zâtiyesi olmayan bir şart-ı âdi; ikin*cisi, mevcudiyetinin nisbî-kisbî olmasının yanında Hazreti “Cevâd”ın cömertliği ile tomurcuklaşabilmiş bir meyve nam*zedi; üçüncüsü de, O’nun nûr-u vücûdunun şuaâtı altında fenâ bulmuş, sonra da farklı bir renkte ikinci bir varlığa ermiş hem var hem yok hâlis bir meyve; belki de ondan da öte tam bir hulâsa.. Hazreti İbrahim, أَرِنِي كَيْفَ تُحْيي الْمَوْتى “Ölüleri nasıl diriltti*ğini göster bana.” talebiyle tahkikin mebdeine, لِيَطْمَئِنَّ قَلْبي “Kalbim itminana erip doygunlu*ğa ulaşsın..” mesned-i tale*biyle de onun müntehâsına işaret etmiştir. Elbette ki, böyle yüce bir peygamber ufku itibarıyla, bu ölçüdeki bir tahkikin, ne “ilme’l-yakîni”ni, ne “ayne’l-yakîni”ni, ne de “hakka’l-yakîni”ni kavramamız mümkün değildir; bizim bu şekildeki yaklaşımımız, kendi zevk ve ruh hâlimizi ifade edebilmemiz için bir “vâhid-i kıyâsî” ve bir “mirsad-ı mülâhaza” olarak değerlendirilmelidir ki, Allah Rasûlü de (s.a.s.), Hazreti İbrahim’in itminana ermek arzusuyla ortaya attığı böyle bir tale*bine karşı: نَحْنُ أَحَقُّ بِالشَّكِّ مِنْ إِبْرَاهِيمَ “(Bu şekilde izâfî) bir şekk İb*rahim’den daha çok bizi alâka*dar eder.”(Buhari, Müslim) diyerek bu ince farka işaret buyurmuşlardır.

    Tahkik kahramanı; İman, mârifet, muhabbet, aşk u şevk ve zevk-i ruhânî açısından tevhidî bir düşünceyle sürekli ona tah*sis-i teveccüh ve im’ân-ı nazarda bulunarak O’nu biricik murad ve rızâsını da tek hedef kabul edip celâlî esintilerde cefâ mülâ*hazasına, cemâlî meltemlerde de safâ duygusuna kapılmadan, kahrı-lûtfu bir bilme esprisiyle bütün tecellîleri yolda bulunuyor olmanın tezahürleri sayarak; daha doğrusu öyle duyup öyle his*sederek, onlara takılıp kalmadan, onlarla doğrudan doğruya meşgul olmadan, gerçek gâyenin dışındaki her şeyi gelip-geçici birer gölge telâkkî edip, sonra da hedefe kilitlenmenin gereği deyip hep ona ulaşma azmi içinde bulunan tam bir gönül eridir.

    Evet o, dişini sıkıp elemlere katlanarak, elinden geldiğince cismanî lezzetlere karşı tamamen kapanarak ve dinin emir ve yasaklarına da kılı kırk yararcasına riayet ederek “Hû” deyip ilerleyen öyle bir semâ yolcusudur ki, her dönemeçte kendini ayrı bir itminan esintisiyle istikbal ediliyor görür, her makamda ayrı bir rızâ televvünüyle hoşâmedîler alır ve zâhir-bâtın duygu*la*rında:

    “Bana Hak’tan nidâ geldi; gel ey âşık ki mahremsin!.

    Bura mahrem makamıdır seni ehl-i vefâ gördüm.”

    (Nesîmî)

    َ

    sözlerinin tın tın ses verdiğini duyar. Doğrusu, burası öyle bir makamdır ki, bu makamda duyulan iman O’ndan, mârifet O’ndan, sevgi O’ndan ve aşk u şevk de O’ndandır. Bu ma*kamda duyguları çepeçevre saran سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا إِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا iti*raf-ı azîmesi, vicdanlarda hissedilen biricik gerçek de هُوَ الْبَاقِي اْلأبَدِيُّ الْسَرْمَدِيُّ hakikatidir. İşte böyle bir tahkike erinceye kadar göze-kulağa neler ilişir neler.! Mertebe rütbeye, hâl de makama dönüşünce, mahiyet-i insaniye “sübühât-ı vech”in şuaâtı karşı*sında للهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ der erir-gider ve cihetler üstü dört bir yan*da وَيَبْقى وَجْهُ رَبِّكَ ذو الْجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ gerçeği duyulmaya baş*lar. Bu noktayı tutacağı âna kadar, “dün-bugün-yarın” diyen insan mantığı, o makama erip, kendini o makamın mevhibe sa*ğanak*ları içinde bulunca (Müslim, Tirmizi, Ebu Davud) أَنْتَ اْلأَوَّلُ فَلَيْسَ قَبْلَكَ شَيْءٌ، وَأَنْتَ اْلآخِرُ فَلَيْسَ بَعْدَكَ شَيْءٌ hakikat-ı ezeliye ve lâyezâliyesi karşısında mütelâşi olup dört bir yana saçılır; hatta vicdan bazen izâfî vücû*dunu dahi nisyâna gömerek كَانَ اللهُ وَلاَ شَيْءَ مَعَهُ “O vardı da başkası yok*tu.”(Buhari, Müsned) mülâhazasını bir kere daha derinden derine du*yar.. “Ne hulûl ne ittihat; hakikî “vücûd” Sana ait; mâsivâ ise, Senin varlı*ğının ziyâsının gölgesinden ibaret” diye mırılda*nır ve bütün benliğiyle O’na nisbetin şerefini soluklar; mütevazi, mahviyet içinde ve hacâletiyle beraber “ahsen-i takvîm”e mazha*riyetin bütün fezâilini ruhunda duyar.


    اَللَّهُمَّ عَفْوَكَ وَعَافِيَتَكَ وَرِضَاكَ وَتَوجُّهَكَ وَنَفَحَاتِكَ وَأُنْسَكَ وَمَحَبَّتَكَ وَمَعِيَّتَكَ. وَصَلِّ اللَّهُمَّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ عَبْدِكَ وَرَسُولِكَ وعَلَى أَصْحَابِهِ الَّذِينَ هُمْ مُحِبُّوكَ وَمُقَرَّبُوكَ...


  4. #34
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2



    TELBÎS

    (Hakk’a isnat edilmesiyle ya değişik iltibaslara vesile olmuş veya tekellüflü yorumlarla aklan*maya çalışılmış telbîs mülâhazamızda bir orta yolu belirlediğimizi zannediyorum.)

    1

    Telbîs; gayret ehline Hazreti Feyyâz-ı Ezelî’nin ihsan buyur*duğu nûrlu dakika, saat ve daha geniş zamanları; sonra bütün bu zaman parçaları içinde insanlara lutfettiği ikramları, kera*met*leri; o kâmil insanların, yalana, aldatmaya girmeden sürekli giz*leyip halk nazarında âhâd-ı nastan bir insan olarak bilinme gay*retidir ki, fark-cem arası ihsasların gel-gitleri içinde duyulur.. ve böyle bir sâlik-i mülebbis, sürekli ihlâs arayışı içinde bulu*nur.. günde birkaç defa kendini sadâkat kontrolünden geçirir.. Ce*nâb-ı Hakk’ın kendisine olan hususî teveccühlerini ve o tevec*cühlerin değişik vâridler ve ikramlar şeklindeki tezahürle*rini de, bir taraftan tecellî edip geldikleri kaynağa saygının ge*reği, diğer taraftan da, O’ndan gelen her şeyin gizli birer arma*ğan olması mülâhazasıyla her zaman Veren’le verilen arasında, saklı birer sır gibi kalmasına dikkat eder ve bunların kimse ile paylaşılması*nı istemez. Dahası, her fırsatta Cenâb-ı Hakk’ı na*zara vererek O’na müteallik şeylerin öndeliğinde ısrar eder ve izharı gerek*tiren ciddî bir sebep ve sâik söz konusu değilse, he*men her zaman Hazreti Halilü’r-Rahman’ın kavmine karşı, إِنّي سَقيمٌ , بَلْ فَعَلَهُ كَبيرُهُمْ هذَا türünden ta’rizlere başvurarak değişik telbîsler*le dikkatleri, hep aranması gerekli olana çevirir ve ara*nan insan olmadan da âdeta yılandan-çıyandan kaçındığı gibi kaçınır.

    Olgun bir telbîs insanı, kendi iç derinliğini ve muhteva zen*ginliğini ağyara hissettirmeme ve sürekli kendini sıfırlamada öy*le ustaca manevralarda bulunur ki; ne melâmet mülâhaza*sıyla şahsında İslâm’ı ta’n ve teşnî’e kapı aralar ne de harika yanla*rıyla başkaları üzerinde, mazharı göründüğü envâr u esrâ*rın gerçek sahibi olduğu hissini uyarır. Hemen her zaman, en sa*dıklara yaraşır derin bir vefa hissiyle, değil iddia ve iddia işmam eden söz ve davranışlar, üzerinde tebellür eden hususi*yetlere mazhariyet demeden dahi kaçınır. Ve aksi bir davranışı apaçık bir gasp telâkki eder; telâkki eder ve Hak ihsanlarının mer*kez noktasında bulunduğu zamanlarda bile hep edebini ta*kınır ve kendi kendine: “Sen bunlara ne kaynak, ne sahip, ne de maz*harsın.. evet, üzerinde yer yer belirip sonra da kaybolan bu hu*susî vâridler, kat’iyen senin olamaz!. gelirken sen getir*medi*ğin, giderken de gitmelerini önleyemediğin için onlara “benim” diyemezsin.! Bu ölçüdeki ihsan ve utûfeler karşısında senin duru*mun, Hazreti Feyyâz-ı Mutlak’tan gelen bu mevhibelere kesif bir ayna olmak ve O’nu nazara vermekten ibarettir.” der. Böyle bir mülâhazanın söz konusu olmadığı du*rumlarda da: “Sen ilâhî sır*ları ketmetmelisin; ketmetmelisin ki alış-veriş devam etsin ve senin imkân ve iktidarını aşkın bu mevhibeler, senin temellük iddianla istidraç ve mekr-i ilâhîye dönüşmesin..” diye mırıldanır ve dışı itibarıyla hep düz bir insan gibi göründüğü aynı anda, iç âlemi itibarıyla fevkalâde gayûr ve gözlerinin içine başka hayâlin girmesine fırsat vermeyecek ka*dar da titiz davranır.

    Telbîs erinin yürüdüğü cadde sapasağlam bir tahkik yolu, hedefi Hak rızâsı, meşrebi açık-kapalı halktan istiğna ve iç dün*yası her an ayrı bir murakabe ile hep sürpriz derinlikler peşinde ve yükselişler adına dur-durak bilmeyecek kadar heyecanlı; hal*kın içinde Hak’la beraber olmanın temkînini aksettirecek kadar da engindir. Halkın içinde dolaşır durur ve Hakk’ın mârifet-muhabbet ve zevk-i ruhânî adına kendisine olan ihsanlarını onlarla paylaşmaya çalışır; paylaşmaya çalışır, yol ve yön bilmezlere rehberlik eder.. onlara ışığa giden yolları gösterir.. A’râf’takilere Cennet iş’ârında bulunur.. hedefsiz yaşayanların gönüllerine mefkûre üfler.. ve herhangi bir külfete girmeden toplumun her kesimiyle alış-verişte bulunabilir.

    Bir telbîs kahramanının gerçek çehresi, kendini nefy ü inkâr ve her şeyde Hakk’ı izhar olduğuna göre; Herevî’nin onu Hakk’a isnat etmedeki ifratını da, İbn Kayyim ve taraftarlarının tefritini de bir tarafa bırakarak bir kere daha hatırlatmak isteriz ki; telbîs, farzlarla ıstıfâ-yı ruhîsini ikmal etmiş hak yolcusunun nafile tut*kusunda derinleşip maiyyet-i ilâhiyeye ermesi ve Cenâb-ı Hakk’ın celâlî ve cemâlî tecellîlerine tam bir mir’ât-ı mü*cellâ olmasıdır ki, Cenab-ı Feyyâz bu seviyeyi ihraz eden bir sâlikin gören gözü, işiten kulağı olur ve ona kendi olarak kal*manın yalnızlığını, sa*hipsizliğini, güçsüzlüğünü kat’iyen tattır*maz. Ona bahşettiği kri*terler ve onları yerinde kullanma ilham*larıyla onu dünyevî-uh*revî en güzel akıbetlere ulaştırır. Ona gö*rülmedik şeyleri göste*rir, duyulmadık şeyleri duyurur.. ve onu bir enstrüman gibi kul*lanarak insanlar arasında kendi muradını onun nağmeleriyle te*rennüm eder.

    1

    Peygamberlik ufkunun hususî derinliği, safveti ve kıyas ka*bul etmezliği mahfuz, وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللهَ رَمى “Attığını attı*ğın zaman sen atmadın onu ancak Allah attı.”[1] ve إِنَّ الَّذِيـنَ يُبَايِعُونَكَ إِنَّمَا يُبَايِعُونَ اللهَ يَدُ اللهِ فَوْقَ أَيْدِيهِمْ “O sana bey’at edenler Al*lah’a bey’at etmişlerdir, Allah’ın inâyet eli onların üzerindedir.” icmâlî meâlleriyle vereceğimiz bu âyetler tevhid edalı, cem televvünlü, fark buudlu böyle bir üslubun işaret kaynağı gibidir*ler, işaret kaynağı gibidirler, ama bu çizgide hak erlerinin yaşa*dığı telbîs Hz. Zât’ın zâtı itibarıyla değil, sıfatları itibarıyladır ve gerçek çerçevesi de muhkemâta ircâ ile belirlenecek bir telbîstir. Evet, âyetlerde işaret edilen atıp vurmanın, görüp ko*nuşmanın, bey’at edip yüceltmenin keyfiyeti –aslında keyfiyet sözü bile, söz yetersizliği mazereti olmasa apaçık bir saygısızlık– ne olursa ol*sun Hak, sıfât-ı celâliye ve kemaliyesiyle o Müstesna Zât’ta mü*tecellî demektir.

    İşte bu mülâhazayı, Hz. Mevlânâ, biraz da “fenâ fillâh, be*kâ billâh” esprisi içinde şöyle ifade eder:

    گُفت نُوحُ اَى سَر كَشَان مَن مَن نَيَم مَن زِجَـان مُردَم بَجَانَان مِى زِيَم

    چُـون بَمُـردَم از حَوَاسِّ بُو البَشـَر حَق مَرَاشُد سَـمعُ و اِدرَاكُ و بَصَر

    Hazreti Nuh: “Ey isyanda baş çekenler, ben ben değilim; ben cânım itibarıyla ölü, cânan ile diriyim. Zira ben, insanlığın babası Hz. Âdem’in bazı hisleri itibarıyla ölüp fani oldum.. ve Cenâb-ı Hakk bana sem’ u idrak ve basar oldu.”

    Kadîmden beri ehl-i hak hep böyle vücûdda adem, adem*de vücûd mülâhazası üzerinde duragelmiştir. Bu konudaki en tutarlı yaklaşım da; nefis ve enâniyet cihetiyle yok olup, kalbî ve ruhî hayat itibarıyla yeniden dirilişe erme olsa gerek...

    رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ،

    وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ مِلْءَ اْلأَرْضِ وَمِلْءَ السَّموَاتِ.


    --------------------------------------------------------------------------------

    [1] Enfâl sûresi 8/17.

  5. #35
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    VÜCÛDَ

    Bulunma, var olma mânâlarına gelen vücûd, istiğfar eden günahkârlar için لَوَجَدُوا اللهَ تَوَّابًا رَحيمًا“Onlar Allah’ı tevbelerini ka*bul eden bir Rahîm olarak bulurlar.” veya herhangi bir inhi*raf sonucunda istiğfar edenlerle alâkalı يَجدِ اللهَ غَفُورًا رَحيمًا “Al*lah’ı Gafûr ve Rahîm olarak bulurlar.” ya da münkirlerin inkâr ve suiakıbetini ifade sadedinde وَوَجَدَ اللهَ عِنْدَهُ فَوَفيهُ حِسَابَهُ “O, neti*cede Allah’ı bulur ve O’na mülâki olur, Allah da tastamam o*nun hesabını görür.” âyetleriyle anlatılan Hz. Zât’ın isim ve sı*fatlarının bir taallukuna mazhariyet değil; اِبْنَ ادَمَ اُطْلُبْنِي تَجدْنِي “Âde*moğlu Beni ara ki Beni bulasın.”(Tarihu Cürcani, İbn Receb) eseri ve daha bir kısım müteşâbih hadislerle bahis mevzuu edilen “bî kem u keyf” O’nu hakikatı itibarıyla bulmadır ki; netice de böyle bir bulmada hak yolcusu zevkî, hissî ve hâlî sübühât-ı vechin şuaâtı karşısında bü*tün bütün eriyerek, geriye sadece temyiz edemeyeceği bir “zevk” ve bir de “hâl” kalır. İmanla harekete geçip mârifet ve muhabbete yürüyen böyle bir yolcuya “sâlik”, afakî-enfüsî ema*relerin dillerini anlayarak ve onların şehadetlerini duyarak yol*culuğu sürdürene “kâsıd”, hedefe ulaşıp vicdanının istiâbı ölçü*sünde kalblerde kenzen bilinen hakikate –zaman, mekan ve hayyiz üstü– ulaşana da “vâcid” denir. İşin başlangıcında, i*manla tam bir metafizik gerilim, devamı itibarıyla emarelerin ufkunda sevk ve insiyak, her müstaidin kendi yolunun sonunu duyması açısından da “Hazîratü’l-Kuds”ün şuaâtı karşısında eri*yip bütün bütün yok olma söz konusudur ki, bu ne hulûl, ne it*tihad, ne tecessüm, ne inkılâp ne de başlangıç itibarıyla O’ndan ibaret bulunmadır; bu, sadece ve sadece derya karşı*sında, der*yada hissedilen damlayı, güneş karşısında ondan ge*len zerreyi duy*ma keyfiyet ve zevkidir. Ebû’l-Hasan en-Nûri, böyle bir zev*ki seslendirme sadedinde; “Ben yirmi senedir hep bulma ve yi*tirme arasında gelip gidiyorum; ‘keyfiyeti meçhul’ Rabbimle vus*lat yaşadığımda kalbimi kaybediyorum, kalbî varlı*ğımı duyunca da O’nun gaybûbetine mâruz kalıyorum.” der ki, hâl ehlinin ta*havvülünü ifade etme bakımından gayet enfestir.

    Elbette ki yolun bidâyetindekilerin bu hâlâtı duyup hisset*mesi mümkün değildir; zira peşi peşine cereyan eden bu ahvâl, belli ölçüde suya girmiş bir dalgıcın suyu hissetmesi, kendini de*rinliklere salınca tamamen suyun çekimine tâbi olması ve bütün bütün o derinliklerde kaybolunca da yalnız suyu duyması gibi bir şeydir. Bir nesnenin hakikatine erme yolunda böyle bir du*yuş eğer mârifet türü şeylerden ise, o ilim ötesi, mârifet edalı bir vicdan kültürü; eğer bir iç müşahede ise o da, bir “muâyene”; eğer hak yolcusu, araştırma, terkip ve tahlil adına bir “hel min mezîd” eri ise o da bir mükâşefe ve müşâhede; şayet bu kimse bir “cem kahramanı ise” o da bir “fenâ fillâh” ve “bekâ billâh” hâlidir ve böyle bir hâl ehli sürekli mâsivâullahtan istiğnâ dairesi içinde döner durur.

    Birinci merhale itibarıyla hak yolcusu şüphe, tereddüt ve bütün kuşkulardan sıyrılarak öyle bir vicdanî mârifete ulaşır ki, artık o noktadan sonra “bulma” adına –yer yer hakikatin seslendirilmesi nevinden varlık ve hâdiselerden bahsedilse de– is*tidlâle fazla ihtiyaç duyulmaz.. ve sâlik, böyle bir “ilm-i ledünnî” kaynaklı “vücûd” mülâhazasıyla, şahid ve deliller sayesinde el*de edeceği bilginin yanında, hatta üstünde ve ötesinde zevkî bir mârifet ve hiss-i bâtın ufkuna yükselir.

    İkinci merhale itibarıyla ise sâlik, “Hazreti Vücûd”u; cisim, cevher, araz, tahayyüz, zaman, mekan gibi hususlarla kayıtla*ma*dan basiret nûrlarıyla ve “ayne’l-yakîn” müşahede ölçü*sün*de duyup hissetme zirvesine ulaşır.

    Üçüncü merhale itibarıyla ise müntehî, zevkî, hâlî bir mü*şahede ile, Mevcûd-u Hakikî’den başka her şeyin silinip gittiği bir şâhikaya yükselir ve duygu dünyasında tam bir fenâ-yı mut*laka erer. Böyle bir tertip; mârifeti ilmin üstünde, şuhûdu mâri*fetin ötesinde ve vücûdu da şuhûdun fevkinde kabul edenlere göre bir esas sayılsa da, şuhûdu vücûdun verâsında kabul e*denler için tashihe ihtiyacı olan bir yaklaşımdır.

    Bundan başka, vücûd hakikatine dayanan; fakat zaman za*man felsefî ve nazarî bir hüviyet arzeden, zaman zaman da hâlî ve zevkî bir keyfiyetin ifadesi olan bir de “Vahdet-i Vücûd” mü*lâ*hazası söz konusudur. Böyle bir bahis münasebetiyle, tâ*kati*miz ölçüsünde o istikamette de hafif bir kapı aralamanın ya*rarlı olacağı kanaatindeyiz.

    Bütün varlık, Zât-ı Ehad u Samed’in isim ve sıfatlarının bir gölgesi ya da bir tecellîsi olması, eşya ve hâdiselerin perde arka*sına muttali olanlar için her şeyin; sâlikin, zevkî, hâlî ve hissî muzmahil olup gitmesi nazariyesine dayanan, bazen felsefî bir görünüm arz eden, bazen bir taklit olarak soluklanan, bazen de tasavvufî bir duyuşun ifadesi olarak dile getirilen “Vahdet-i Vü*cûd” telâkkisi, bugüne kadar seslendirilme sâiklerinin değişik*liği ölçüsünde farklı yorumlara tâbi tutulmuş, “Vahdet-i Şuhûd” dan, “Vahdet-i Mevcûd”a kadar geniş bir alanda yorum ve tevil zemini bulmuştur. Bu konu “Kalbin Zümrüt Tepeleri” mevzuuy*la doğrudan alâkalı olmasa da, suiistimale açık pek çok menfezi bulunması açısından işaret nevinden de olsa bir kı*sım ana başlıkları itibarıyla bir kere daha hatırlatılmasının fay*dalı olacağı mülâhazasındayız.

    * * *

    Vücûd; varlık, mahiyet, zât demektir ve tasavvuru da müna*kaşa edilmeyecek kadar açıktır. Böyle bir görüş, pek çok yeni felsefeciyle beraber bir hayli İslâm düşünürünün de paylaş*tığı bir görüştür. Ancak, vücûd başka, zât ve mahiyet ise tama*men başkadır. Tasavvurda zât ve mahiyet vücûddan önce gelir. Söz gelimi bir parça su, hâricî vücûd açısından henüz mevcûd değilken, onun hem zâtı hem de mahiyeti pekâlâ tasavvur edi*le*bilir, resimlendirilebilir ve bir çerçeveye konabilir. Oysaki vü*cûd, böyle bir zât ve mahiyete nisbeten ikinci derecede ve zâid bir konumdadır; zira zâtî hususiyetler, bazı arazî keyfiyet*lerle müşterek mütalâa edilmeyince, orada hâricî bir vücûddan söz etmek mümkün değildir. Meseleyi yine “su” misaliyle ele alacak olursak, “su”daki farklı hâl ve keyfiyetler onun mahiyeti üzerine zâid hususiyetlerdir. Zâtî ve aslî keyfiyette hiçbir zaman değişik*lik olmamasına karşılık, arazî keyfiyetler, her zaman yer*lerini başka hâl ve tabiatlara bırakarak değişebilirler.. evet su, arazî keyfiyetleri itibarıyla sıvı olabileceği gibi, buz ve buhar hâ*line de gelebilir.

    İşte böyle su gibi fizikî bir unsurun hem bir zâtı hem de mahi*yet ve aslı olduğu misillü, aklî ve metafizik varlıkların da hem birer zâtları hem de mahiyetleri vardır. Ancak böyle bir meselede, vücûdu mümkün olanla mutlak ve vacip bulunanın birbirine karıştırılmaması da fevkalâde önemlidir. Hemen bütün İslâm düşünürleri, vacip olan vücûdu, kendine has bir mevcûd kabul etmiş, O’nun varlığını da mahiyete muhtaç olmaktan ve tabiî mürekkep bulunmaktan da müberrâ saymışlardır; zira baş*ka bir şeye ihtiyaç, varlığı mümkün olan veya yaratılanların lâzımıdır. Varlığı kendinden olan ise bu türlü avârızdan münez*zeh*tir. Aslında, Hazreti “Vacibü’l-Vücûd”a ayrı bir mahiyet, ayrı bir vücûd isnadı, “farz-ı muhal” mülâhazasıyla bile caiz değildir; zira O, ne yalnız bir vücûd, ne mahiyet ne de ikisinden mürek*keptir.. evet, vücûd-u vacibde ne bunların ayrı ayrı mülâhaza*ları ne de hepsinin birden tasavvuru mümkündür.

    “Âlem” dediğimiz bütün bir varlıkta O mütecellîdir.. her şey önce birer birer, sonra bir bütün olarak O’nun varlığının ema*relerinden ibarettir. Her zaman eşya ve hâdiseler gürül gürül çağ*layarak akar ve varlıklarının her karesiyle sürekli O’nu hay*kırırlar. Bir yönüyle bütün kâinat ve insan böyle bir tecellî çağla*yanının devam ve temâdîsinin bir ünvanı, vicdan da bu çağıltıyı duyan, değerlendiren bir müşahid, bir mütalâacı ve bir değer*lendiricidir.

    İşte bu zaviyeden, bütün varlık, O’ndan gelir ve mütemâdî tecellîlerle de âdeta bir ırmak gibi sürekli akar-durur. Bu akıştaki intizam, âhenk ve sür’at sayesinde biz, ne kendi mahiyetimiz*deki ne de eşyadaki inkıtâların farkına bile varamayız. Eşya ve şüûn tecellî kareleri arasındaki fâsılalar, sezilmeyecek bir sür’at ve intizamla gelip geçtiğinden, varlık-yokluk münâvebesini du*yup hissetmek mümkün değildir. Her şey bir bir gelir, varlığa yürür; varlıkları yokluklar takip eder.. evet, bir bir gelenler, sonra bir bir çeker-gider; gidenleri arkadan gelenler izler; ne var ki biz, ne gelenleri görür ne de gidenleri hissederiz.

    “Gelir bir bir, gider bir bir kalır Bir,

    Gelen gider, giden gelmez bu bir sır...”

    Bu sırrı anlamayanlar, ömürlerini körler, sağırlar gibi geçi*rir; ne bir şey duyar ne de bir şey hissederler. Bu sırra âşina olanlarsa, varlığı temâşâ ederken kâh “şuhûd”dan bahseder, kâh “vücûd”u mırıldanır, kâh mülâhazalarını tam kompoze ede*memenin acziyle maksadı aşan beyanlarda bulunur.. hulûl iş*mam eden sözler söyler.. ittihaddan dem vurur.. hatta zaman zaman, gidip vahdet-i mevcûda saplandıkları, saplanıp O da bir “ruh-u sârî” ve bir “kanun-u sârî” diyerek zât, sıfât ve esmâ mev*zuunda en büyük günahlara girer. Gerçi bir mânâda O’nun bir asıl, varlığın da O’nun vücûdunun ziyâsının bir in’ikâsı ol*ması itibarıyla bütün âleme bir hayâl ve gölge nazarıyla bakıla*bi*lir ve kâinat, insan, hâdiseler “bir varmış-bir yokmuş” mülâ*hazası içinde değerlendirilebilir; ama bu kat’iyen her şey “O” demek değildir. Evet, ezelde sadece O var idi.. O’ndan gayri de hiçbir şey yoktu. Bize göre bir gün geldi O murad bu*yurdu; il*mindeki plân, program, ilmî ve kaderî mahiyetleri, kud*ret, irade ve meşietiyle ilmî vücûdları haricî vücûda çıkararak var*lığının tasavvurlar üstü tecellîlerini bir de ağyarın gözüyle gö*rüp temâşâ etti ve her şeyi kendi zâtına bir mir’ât-ı mücellâ ko*numuna yükseltti. Yani ilminin ihatasını ve vücûdunun tecellî*sini farklı aynalarda izhar ederek o aynalara iltifatta bulundu.

    O, henüz hiçbir şey yokken böyle bir tek emirle, âyân-ı sâ*biteye hâricî vücûd urbası giydirip onu değişik buudlarıyla izhar ve teşhir eylediği gibi, isterse her şeyi bir anda yok da edebilir.. evet

    “Bir kere var ol dedi, var oldu cihan

    Olma derse mahvo*lur ol dem heman.”

    Varlık, ezelde yok olduğundan, haricî vü*cûda yürürken O’nun sun’-u bedîiyle var olduğu gibi, vücûda erdikten sonraki varlığını da O’nun kayyûmiyetiyle sürdürdü*ğünden, ona “yok” denmesi onun izafîliğindendir ve bu telâkki doğrudur.. evet, her şeyin vücûdu O’ndandır ve her şey varlı*ğını O’nun kayyûmiye*tiyle devam ettirmektedir. Ancak, ezelden ebede kadar var olan O Ezel ve Ebed Sultanı, kendi ilim ve vücû*dunun bir tecellî ya da bir gölgesinin gölgesini varlık şek*linde plânlayıp bizi ve bü*tün kâinatları bu büyük plânın birer parçası hâline getirerek biz*lere nefhettiği ilâhî bir ruhla, kendi bediî eserlerini, bir de, mil*yarlarca farklı aynalarda müşahede etmek istedi ve takdirlerini takdirlerimize emanet eyledi. İlmî vücûdlarımız itibarıyla müc*mel ve mübhem bulunan “sen”, “ben”, “siz”, “biz” ünvanlarına senlik ve benlik sıfatlarına; se*çilme ve birbirinden ayrılma, baş*ka başka mahiyetler alma ve mahiyetlerimizdeki cevherlerin hu*susiyetleri açısından kaderî plândaki istidatlarımıza göre kâbi*li*yetler, kâbiliyetlere göre hedefler ve o hedeflere ulaşmak ko*nu*sunda meyelanlar ya da o meyelana tasarruflar bahşederek, bizi ve her şeyi ilim ve vücûd sıfatlarının yanında diğer sıfât-ı süb*haniyesiyle de serfirâz kılmıştır ki, bize ve bizim gibilere de, böy*le mukadder, mukaddes bir mazhariyete râzı olmadan baş*ka bir şey yakışmaz.

    Konuyu bu şekilde tesbit ettikten sonra geriye, temeli, da*yanağı ve devamı itibarıyla belli bir zevk ve bir hâl ufkuna ula*şanlar için, kendi varlıklarını lizâtihi yok kabul etmek kalıyor ki bu da, Hazreti “İlim” ve “Vücûd”un asliyet, dâimiyet ve kayyû*miyeti karşısında, O’nun zâil bir gölgesinin varlığını nef*yetmek gibi bir şeydir. Evet her şeyi bir vahid gibi duyup his*setmek başka, bunların aynı şey olması tamamen başkadır; hakâik-i ilâhiye başka, kevnî ve izafî hakikatler başkadır. Gerçi hakâik-i ilâhi*yeden “Allah”, “Rahman”, “Rezzak” gibi isim ve sı*fatlar mev*sufları itibarıyla bir tek hakikat gibidir ama, bunlar*dan her birer*leri delâlet ettiği hususî mefhum hasebiyle diğerle*rinden başka ve akıl, zihin açısından da temayüzleri bedihîdir. Bu itibarla, bir gerçek ârifin, bu türlü durumlarda hem ittihad noktalarını hem de imtiyaz noktalarını tefrik edip düşünce isti*kametini koruması*na karşılık, yoldaki bir hâl ehlinin her zaman bazı iltibaslara düşmesi söz konusudur ki, değişik tefsirlere açık olan da işte bu türlü kimselerin yorumlarıdır.

    Kevnî hakikatler ele alındığında da yine, canlı-cansız, can*lılar arasında hayvan-insan-melek-şeytan gibi esmâ ve sıfât mer*tebesine ait belli ad ve unvanlarla değişik tecellîler görünür. Bu ad ve unvanların arkasındaki bütün varlıklar bir birlik arz ederler; zira bunların verâsında “taayyün-ü evvel”, “âlem-i ce*be*rût” veya “hakikat-ı Ahmediye” diyeceğimiz bir mertebe söz konusudur ki, o da bir tevcihe göre vâhidiyet, diğer bir tev*cihe göre de ehadiyet tecellîsidir. Bu mebde’deki vâhidiyet-ehadiyet mertebesine tenezzül ile âyân-ı sâbitenin bir tafsil ve inkişafı olarak taayyün etmiş ve belirgin bir hâl almıştır. Bu iti*barla da, bunlardan biri diğerinin aynı değil; bir tafsil ve inkişa*fıdır.

    İşte bu ölçüde varlığın perde arkasına açık bir ârif, hakâik-i ilâhiye ve mutlak vâhidiyet yanında kevnî hakikatleri de müşa*hede eder ama, başkaları gibi iltibasa girmez.. evet, bir mânâda her şeyin mütelâşi olup gittiğini hissetse de, her nesneyi diğe*rinden aklen farklı ve hissen bir muayyeniyet ve imtiyaz içinde görür; tecessüslerini fark içinde sürdürür.. sürdürür de ne müşa*hede ve mükâşefenin vâridlerini görmezlikten gelir ne de his ve akl-ı selimin imtisaslarına karşı lâkayt kalır. Aksine, bu ufka ota*ğını kurmuş bir ârif-i billah, duyup hissettiklerini bazen hakikat ve izafet, asıl ve zıll mülâhazalarıyla dile getirir; bazen de اَلْحَقِيقَةُ وَاحِدَةٌ وَالتَّعَيُّنَاتُ مُتَعَدِّدَةٌ “Aslî hakikat tek, harice akseden ayân ise müteaddittir.” diyerek duygularını soluklar ve hep aynı eksen ü*zerinde hareket eder durur.

    Bundan başka, öteden beri vücûd-u Hak, farklı iki merte*bede mütalâa edilegelmiştir. Bu mertebelerin birinde, hâl ve mü*şahede itibarıyla sıfatlar mülâhazaya alınmaz; dolayısıyla, sıfatların mütekabiliyeti ya da birbirine muhalefeti söz konusu değildir. Yani bu mertebede sadece ve sadece zât mülâhazası hakimdir ki; “zât-ı baht” veya “zât-ı halis” de diyebileceğimiz bu makama erbabı: “ehadiyet”, “âlem-i lâhut”, “âlem-i lâ taay*yün” ve “gayb-ı hüviyyet” demişlerdir. “Herkesin istidadına va*bestedir âsâr-ı feyzi” herkes vicdanının enginliği ve inkişafı ölçü*sünde böyle bir hâli farklı şekilde zevkeder ve yaşar. Diğer mer*tebede ise, Hazreti Zât, bütün sıfatlarıyla mülâhazaya alınır ve aynı zamanda burada sıfatların mütekabiliyeti ve birbirinden farklılığı da söz konusudur ki, işte bu mertebeye, “Hazreti Vâ*hidiyet”, “âlem-i ceberût”, “taayyün-ü evvel” veya “hakikat-i Muhammediye” denir.

    * * *

    Hazreti Vâhidiyet’in, Hazreti Ulûhiyet de diyeceğimiz bir bâ*tın ve Hazreti Rububiyet diyeceğimiz bir de zahir yüzü vardır. Vâkıa, bunları bir hakikatin iki yüzü şeklinde de ifade etmek mümkündür. Aradaki farklılığı biraz da seyr u sülûk-i ruhânî es*na*sında sâlikin zevki belirler ki; ayrı ayrı duyuş ve sezişlerde ayrı ayrı yorum ve seslendirmelerin olması gayet normaldir. Meselâ, bunlardan bir kısmı, nefis ve benlikleri itibarıyla tama*men iz*mihlâle yönelir ve bütün ruhlarıyla Hazreti Vücûd’un du*yulup hissedilmesine mâni kabul ettikleri izafî ve zıllî vücûd telâk*kilerinden sıyrılarak hep “fenâ fillâh”la oturur, “bekâ billâh”la kalkar ve maiyyet maîninden huzur yudumlarlar. Diğer bir kısmı ise, kendi vücûd-u izafîlerini duyup hissetmeyecek ka*dar Hazre*ti Vücûd’un şuâları karşısında bütün bütün eriyip yok olmuşlar*dır ki, ne kendilerini ne de çevrelerini görüp hissedebi*lirler. Ken*dilerini ve çevrelerini görüp hissetmek bir yana, istiğ*rak ve iz*mihlâllerinin derinliği ölçüsünde farkı rüya sayar; ağ*yara vü*cûd isnadını da âdeta şirk-i hafî kabul ederler.

    İşte böyle farklı farklı duyup hissedişlerin ifade, yorum ve seslendirilmeleri de farklı farklıdır. Bazılarının üsluplarında açık bir “panteizm” sezilir. Bazılarının beyanı “monizm”i yorumlar gi*bidir. Bazılarına vahdet-i vücûdcu diyebilirsiniz.. bazıları ise ga*yet net vahdet-i şuhûdcudur.

    Şimdi isterseniz bu farklı konuları bir de mutasavvifîn ve mütekellimîn açısından ele alalım:

    Teftâzânî, vücûd hakkındaki telâkkileriyle tasavvufçuları iki kategoride mütalâa eder. Ona göre bunlardan bir kesim, vah*det-i vücûd mevzuunda oldukça mâkul bir çizgide yürür.. ve mevcûd gibi vücûdda da kesretin var olduğunu kabulle bera*ber, seyr-i ruhanîlerinde kendi kemalâtlarının arşına ulaşıp da kendilerini tevhid deryasında müstağrak; zâtlarını Zâtullah’da, sıfatlarını da Sıfâtullah’da eriyip gitmiş görünce, gayrı onların nazarında bütün mâsivâullah kaybolur gider; gider de Hazreti Vücûd’dan başka bir şey göremez olurlar. Bu hâle, “fenâ fi’t-tevhid” dendiğine daha evvel temas edilmişti ki, Hazreti Seyyi*dü’l-Muvahhidîn, bir kudsî hadisle bu noktaya şöyle işaret bu*yururlar: “Allah: Kulum, nâfile ibadetlerle Bana yaklaşır, yakla*şır da Ben de onu severim; sevince de onun işiten sem’i, gören basarı olurum.”(Buhari) Bu mertebeye yükselen bir müntehî, ba*zen müşahede ettiği resimleri, bazen de vicdanında duyduğu ahvâli ifade edecek tabir bulamadığından, maksadı aşan be*yanlarda bulunabilir; hatta hulûl ve ittihada çekilebilecek sözler bile söy*leyebilir.

    İkincilere gelince, onlar açıktan açığa nazarî bir vahdet-i vü*cûda kâildirler.. ve bir mânâda her şeyi O’ndan ibaret kabul et*mektedirler ki; bu telâkkiye göre, görüp duyduğumuz âlemde, vücûd-u Bârîden başka hakikî hiçbir vücûd yoktur; kesret dedi*ği*miz şeyler ise sırf bir hayâl ve seraptan ibarettir.

    Teftâzânî’nin bu tarifinde, Mustafa Sabri Bey’in de işaret et*tiği gibi, birinci kategoriye girenlere “sofiyyûn” ikincilere de “mutasavvifûn” denir. Birincilerin beyanı, vecd ve istiğrak gibi bir hâli ifadede, kelime yetersizliğinden kaynaklanan bir iltibas ve bir hata söz konusudur. İkincilerin mülâhazası ise tamamen bir düşünce tarzı, bir kanaat ve bir felsefedir. Celâleddin ed-Devvânî, bu kanaati kanaatin arka plânıyla şöyle izah eder: Zâtî olsun, zamanî olsun, varlığın kendi kendine meydana gelmesi imkânsız ve muhâl olduğundan, vücûdu mümkün olan hemen her şeyin behemahâl vacibu’l-vücûd bir illet ve sebebe dayan*ması zarurîdir. Bu itibarla, hiçbir mâlûl ve mahlûk kendi ken*dine var olamadığı, varlığını devam ettiremediği gibi, dayandığı noktaya aykırılığı ve muhâlefeti de söz konusu değildir. Öyle ise bütün eşya ve hâdiseler, dayandıkları sebep ve illetlerle kaim*dir*ler. Dolayısıyla da her şeyin vücûdu itibarîdir. Yani var*lığın her parçası, dayandığı illet ve sebep itibarıyla izafî bir vü*cûda sahip olsa da, ondan, müstakil bir varlık gibi söz etmek müm*kün değildir.

    Böyle bir yaklaşım açısından, kâinatta her zaman itibarî ve izafî pek çok vücûd söz konusu olsa da, varlığı kendinden hakikî vücûd sahibi bir tanedir, O da vücûd-u Bârî’dir. Bizim müşa*hede edip duyduğumuz şeyler ise, Zât-ı Hakk’ın şuunâtından iba*rettir.. Muhyiddin İbn Arabî bu konuda daha da ileri giderek: “Hiçbir şey bir neş’etten, bir tezahürden, bir akisten öte herhan*gi bir kıymet-i vücûdiyeye malik değildir. Ne var ki, bu neş’et, bu tezahür ve bu akisler (tıpkı bir film şeridindeki kareler gibi) o kadar hızlı ve peşi peşine hareket etmektedir ki; biz bir galat-ı hisle onda bir devam ve temâdînin var olduğunu zannet*sek de, her şeyin böyle mütemâdî bir tecellîden ibaret oldu*ğunda şüphe yoktur” der. Câmî ise aynı çizgide: كُلُّ مَا فِي الْكَوْنِ وَهْمٌ أَوْ خَيَالٌ أَوْ عُكُوسٌ فِي الْمَرَايَا كَالظِّلاَلِ “Kâinatta her şey, ya bir ve*him, ya bir hayâl ya da aynalardaki gölgeler, akisler gibidirler.” diyerek bu mülâhazalara iştirak eder. Bedreddin’in konu ile alâkalı mütalâ*aları tamamen onun madde mevzuundaki düşün*celerini aksetti*rir ki, “Vâridat” baştan sona bu kabîl çarpık dü*şüncelerin har*manı mahiyetindedir. Bu itibarla da onu, nazarî vahdet-i vü*cûdcular arasında saymak bile doğru olmasa ge*rek...

    Vahdet-i vücûd konusunda, bazılarının hâlî ve zevkî mülâ*ha*zaları, bazılarının Zât-ı Hakk’a tahsis-i nazar etmeleri, bazıla*rının da konuya tamamen nazarî ve felsefî olarak yaklaş*maları pek çok farklı düşünce, farklı yorum ve farklı seslendir*melerin doğmasına sebep olmuştur. Bununla beraber nerede ve hangi dönemde olursa olsun, bu görüşü paylaşanlar, Allah’ın vü*cû*dundan başka, kendi kendine kaim, hakikî bir vücûdun bulun*madığı konusunda ittifak içindedirler. Bu temel mülâha*zaya göre, Allah’tan başkasına vücûd isnadı, onların varlıkları*nın ha*kikî ve onlarla kaim olması açısından değil, Allah’a nisbet ve ta*allukları itibarıyladır. Yani bu sisteme göre hakikî Vücûd bir*dir. Bütün eşya ve hâdiseler ise bu biricik Vücûdun akis ve te*cel*lîlerinden ibarettir. Farklı bir yaklaşımla, vücûd bir ummân, eşya ve hâdiseler ise bu ummânın “bî kem u keyf” mevceleri mesâ*besindedir. Ne var ki bu dalgalanmalarda her bir dalganın yine de kendine göre bir temayüz ve muayyeniyeti söz konusu*dur. Her bir dalga zuhûr itibarıyla bir hususiyete malik olması*nın ya*nında, ummân içinde mütelâşî görünmesi açısından da, hissî ve zevkî olarak tamamen itibardan düşmekte ve gidip bir hiçe in*cirâr etmektedir.

    Vahdet-i vücûd, hissî ve zevkî yanları nazara alınmadan, asliyet ve zılliyet hususları üzerinde durulmadan felsefî bir mü*lâhaza ile tahlile tâbi tutulursa, ta’tîl düşüncesine (sıfat ve esmâ-i ilâhiyeyi kabul etmeme felsefesi) girilir ki, böyle bir durumda hem din, hem ahlâk, hem de ilim ve hikmet açısından dünya ka*dar menfî şeylere sebebiyet verilmiş olur. Hatta tevhid yolunda yürürken, tevhid adına bir şirk-i hafîye düşülmesi bile söz ko*nusu olabilir...

    Aslında, İslâm dini, قُولُوا لا إِلهَ إِلاَّ اللهُ تُفْلِحُوا “Lâ ilâhe illallah’ de*yin kurtuluşa erin.”(Taberani, Heysemi) gibi temel disiplinleri, قُلْ هُوَ اللهُ أَحَدٌ , وَإِلـهُكُمْ إِلهٌ وَاحِدٌ misillü ana esaslarıyla, sürekli tevhid-i ulûhiyeti nazara vermiş ve لاَ مَوْجُودَ إِلاَّ هُوَ “O’ndan başka mevcûd yok.” ve*ya لاَ مَشْهُودَ إِلاَّ هُوَ “O’ndan başka meşhûd yok.” gibi sözlerle ifade edilen “vahdet-i vücûd” ve “vahdet-i şuhûd” gibi konuları hiç bir zaman temel disiplin ola*rak söz konusu etmemiştir. Dolayısıyla da bu zengin ve rengin ahvâl, öteden beri hep bir zevk ve hâl işi olarak değerlendirilmiş ve kat’iyen objektif ve bağlayıcı bir esas olarak görülmemiştir.

    Evet, vahdet-i vücûd ve vahdet-i şuhûd, seyr u sülûk-i ru*hâ*nîde, mârifet ufku itibarıyla belli seviyeye ulaşmış, bazı mi*zaç ve meşreplerin mazhar oldukları hâl açısından duyup zevk ettikleri, sezip değerlendirdikleri öyle hususî bir kısım imtisas ve ihsas ürünüdürler ki, böyle bir duyuş ve sezişi netice veren ah*vâlden sıyrıldıklarında veya istiğrak ve sekirden yakazaya yürüdüklerinde, o hususî ahvâle ait hususî vâridleri de bir kenara bı*rakır ve her şeyi Hazreti Mişkât-ı Nübüvvetin ışık tayfları altında yeni yeni yorumlara tâbi tutarlar. Bununla beraber bir kısım ehl-i mârifetin, bazen sekir ve istiğrak ânındaki sözleri, bazen de, kendilerinde olmalarına rağmen, dîk-ı elfâz ve beyan yeter*sizliğinden iltibaslara vesile olan ifadeleri her zaman hüsnüniyetlilerin güzel yorumlarına, suiniyetlilerin de felsefe yapmala*rına bir kaynak teşkil etmiştir. Evet şer’î mülâhazaya bağlı bir mantık لاَ مَوْجُودَ إِلاَّ هُوَ sözünden “Allah’tan başka hakikî mevcûd yoktur.” gibi bir mânâ sezmesine mukabil, felsefî bir mülâhaza aynı sözü “Her mevcûd Allah’tır.” şeklinde anlayabilmiştir. Bi*rinci görüşü paylaşanlar, sübjektif bir mülâhaza ile Allah’tan gayrı her varlığı nisbî, izafî, hatta sadece şuura akseden zıllî ve cüz’î bir nesne olarak görmelerine ve âlem nâmına bildiğimiz şeylerin, bir kısım hislerimizle algılanmış, sonra da hayâlleri*miz*le resimlendirilmiş ve zihinlerimizde hakikat suretini almış fotoğ*raflar olarak görmelerine karşılık; ikinciler görülüp-görül*meyen bütün bu âlemin O olduğu iddiasındadırlar ki; böyle bir mülâ*hazada tevhid değil şirk söz konusudur.. ve böyle bir görü*şün, sofiyenin zevken ve hâlen idrak edip seslendirmeye çalıştığı vahdet-i vücûdla da uzaktan yakından alâkası yoktur.. bunun olsa olsa vahdet-i mevcûdla alâkası olabilir ki, o da hulûl ve itti*hat mülâhazalarını da beraber getiren bir çarpıklıktır. Dünden bu*güne devam edegelen “Üzeyr ilâh”, “Mesih ilâh”, “Ali ilâh”, “Bahâullah ilâh”, hatta “Firavun ilâh”, “Nemrud ilâh” gibi müş*riklerin bile çok defa cesaret edemedikleri şirkin en çirkinine açı*lan yollar hep bu köprüden geçerek birer sistem hâline gelmiş*lerdir.

    * * *

    Allah-kâinat ve insan meseleleri, Kur’ânî disiplinler açısın*dan gayet vâzıh olmasına rağmen, kadimden beri bir kısım ca*hillerle, bir kısım maksatlılar, böyle çarpık yaklaşımlarla, hem de tevhid adına, bir yandan âlemi ispat ve Allah yerine ikâme et*meye çalışmış, diğer yandan da kâh ulûhiyet hakikatini tahrif, kâh O’nun sıfatlarını inkâr ve kâh O’nu, her şeye sirayet eden bir ulûhiyet-i sâriye şeklinde mütalâa ederek ta’tîle sapmış ve it*tihattan, hulûlden dem vurmuşlardır; dem vurmuş ve لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ sözü, لاَ مَوْجُودَ إِلاَّ هُوَ mânâsına gelmektedir, diyerek tahrifin en se*vimsizini irtikâp etmişlerdir.

    Kanaatimce bu konuda yapılması gerekli olan tek şey, var*lığı nefy ve inkâra dayanan vahdet-i vücûdu, bir hâl, bir zevk işi olarak kabullenip, istiğrak, hâle mağlubiyet, duyulup hissedilen şeyleri ifadede kelime yetersizliği, beyan darlığı diyerek onları mazur görmek; “Bütün alem Allah’tır ve O’nun vücûdu bir vücûd-u âmmdır” mülâhazasıyla vahdet-i mevcûd şeklindeki bir mülâhazayı ise, felsefî düşüncenin bir uzantısı kabul edip böyle bir anlayışa karşı koyarak Müslümanların zihinlerini sıyânet et*mektir. Bu itibarla, çerçevesi korunamadığı takdirde, her zaman vahdet-i vücûdda bir kısım yanlış anlamalar söz konusu olabilir. İlm-i ledünne mazhariyetle eşya ve hâdiselerin gerçek kıymet-i harbiyelerini görüp, hissettikten sonra onlardan yüz çevirerek Hazreti Şahid-i Ezelî’ye yönelmeyi, işaretlerden ve işaretçiler*den istiğnâ-i mukayyetle Hazreti “Vücûd”un nûrlarına müstağ*rak olmayı ve böyle bir istiğrakla nefis ve benlik cihetiyle eriyip gitmeyi hatarsız tevhid saymamıza mukabil; felsefî ve na*zarî bir kısım mülâhazalarla, bütün eşyaya ulûhiyet isnadını bir şirk, bir haddini bilmemezlik ve esmâsıyla mâlum, sıfatlarıyla mu*hât, ilim, kudret ve irade gibi evsâf-ı celilesiyle her şeyi kuşat*mış Hazreti Hakk’ı –hâşâ– ta’tîl etme sayıyor ve imanımı*zın gereği ürperiyoruz.

    Evet, nefsi, benliği dahil her şeyi Hazreti “Vücûd” adına fâni gören ve bekâsını Hak bekâsında bilen ve “heme ezost” di*yen bir “fenâ fillâh” ve “bekâ billâh” eri nerede?. Bütün eşya ile beraber kendini de ulûhiyetin mahall-i hulûlu veya O’nunla itti*had etmiş bir parçası gibi gören bencil, mağrur, hâl ve zevk*ten habersiz bir mütefelsif nerede?. Birinciler, Hakk’ın varlığı karşısında kendilerini deryada damla, güneşte zerre, eşya içinde hiç ender hiç kabul etmelerine karşılık, ikinciler, damlayı ayn-ı der*ya görmekte, zerreyi güneş kabul etmekte ve bütün kâinatları O’nun bir tezahürü saymaktadırlar. Birinciler temkin düşün*celi, mehâbet eksenli ve hak hedeflidirler. İkinciler lâubâli, gayrı cid*dî, hedefsiz ve gayesizdirler. Mîzanü’l-İrfan sahibi birinci*leri şöy*le resmeder:

    “Müntehîler ehl-i temkindir bütün,

    Onlar erbab-ı kemaldir büsbütün.

    Bunların ahvâline derler vücûd,

    Etmez onları işgal bûd u nebûd.

    Bu makamda kâl ile olmaz beyan,

    Hâl ile anlar, olurlar müstebân.

    Onlar ermişler fenâ-yı zâta çün,

    Geçmiş onlar bu vücûddan büsbütün.

    Çün vücûd-u Hak’ta bulmuşlar fenâ,

    Vecd ü ahvâlden bütün gelmiş gınâ.

    Görmemişler Hak’tan artık bir vücûd,

    Kalblerinde bir Hudâvendi vedûd.

    Nisbet-i abdiyet kalmıştır hemân

    Benzemez bu hâle hâl-i dîgerân.

    Ehl-i nisbet işte bunlardır ahî,

    Bundan artık söylemez kâtib dahî.”

    Bu mülâhazaya göre bütün mevcûdat Vacibü’l-Vücûd’la var*dır.. ve Zât-ı İlâhî’nin eşya ve hâdiselerle alâkası da onu var etme, varlığını devam ettirme, gözetme alâkasıdır. Bütün bunla*rın teferruatıyla alâkalı keyfiyet de bizim için halli müşkül bir meçhuldür. Şimdiye kadar hiç kimse, hatta açıktan açığa O’ndan söz edenler bile, O’nun alâka ve maiyyetinin ne demek olduğunu bilememişlerdir. Onların ve bizim bildiğimiz tek şey, her nesnenin vücûd kaynağı O olduğu gibi, Kayyûm’u da O’dur. O’nsuz hiçbir şey “yok-var” olamaz ve hiçbir mevcûd da varlığını devam ettiremez. Bu itibarla da her şey O’ndandır ve her şeyin biricik kaynağı da bütün evsâf-ı kemaliye ve cemaliye*si ile O’dur ve işte, böyle bir yaklaşımda da sebep ve kaynak ikiliği yoktur.

    Evet, âşıklar sultanının dediği gibi:

    جَنَابِ حَق رَا يَقين كه دُويِى نِيست دَر آنْ حَضرَت مَنُ و مَاوُ تُويِى نِيست

    حُـلُـولُ و اِتِّـحَاد اِينـجَـا مُحَـالَسـت كِه دَر وَحدَت دُويى عَينِ ضَلاَلَـسـت

    “Cenâb-ı Hakk için ikilik söz konusu değildir; O Hazret’i mü*lâhazada benlik, bizlik, senlik yoktur. Ve bu konuda hulûl ve ittihad da muhâldir. Zira (hakikî) vahdette ikilik apaçık bir dalâldir.”

    İşin aslı zevken ve hâlen böyle olumlu görünmesine rağ*men bazen sekir, bazen de istiğrak neticesinde sağlam bir mah*mil bulmada zorlanacağımız pek çok sözün söylenmiş olduğunu da itiraf etmeliyim. İşte onlardan mest ü mahmur biri*nin vah*det-i mevcûda açık vahdet-i vücûd mülâhazaları:

    {نَحْنُ أَقْرَبُ} گُفت يَعنِي قَطرَه دَر دَريَا يَكِيست،

    عَاشِق و مَعشُوق و سَاقِي مَسْت و صَهبَا يكيِست.

    اَي كه دُور اُفَتـاده از خِويش اَگـر داري خَبَـر،

    مَشهَدُو مَشهُود و شَاهِدُو مَولَى و مَولي يكيِست.

    گَرچِـي عَالَم مَظهَرِ اسـمَاء حُسنِي خُدَاسـت،

    اِسـمِ اَعظَم دَر جُمـلَـهءِ اَسـمَاء يَكِيسـت.

    هَسـتِيءِ مُطلَق تُـويِي دِگر خَيَال بِيش نِيسـت،

    زَانكِه اَنـدَر نَشـئهء تُو جُملهءِ اَسمَاء يَكِيست.

    حُسـن عَالَم گيـر تُـو اَز بَهَر اِظهَـارِ كَمَال،

    مِي نُمَـايَـد دَر هَزَرَان آينـه اَمـَّا يَكيِسـت.

    بَـاهَمَه خُوبـان اگرچـى حُسن تُو هَمرَاه بُوَد،

    دَر حَقيقَت دِلبَـر يَكتـايِـى بِي هَمتَا يكيِست.

    اِين هَمَه آشُوبُ و غَوغَا دَر جِهَانِ اَز عِشق اُوست،

    گَشت مَعلوم اين مَعلُوم اين زَمَان سَر فتنَهء غَوغَا يَكِيست.

    “Cenâb-ı Hakk, ‘Ben insana şah damarından daha yakı*nım.’ buyurmuştur. Yani derya ve deryada katre birdir. Ey in*san sen kendinden uzak kalmışsın; haberdar olabilsen, meşhed de, meşhud da, şahid de, mevlâ da, mevlî de birdir. Her ne ka*dar âlem Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-yı hüsnâsının mazharı ise de, bütün esmâ içinde ism-i azam birdir. (Ey Rab!) Sen mutlak bir mevcûdsun, diğer şeylere gelince onlar hayâlden başka bir şey değildir. Bu itibarla da, Senin yarattığın her şey birdir. Senin herkesi esir edip (büyüleyen) güzelliğin her ne kadar bütün güzellere yoldaş oldu ise de, yine de hakikatte o yektâ dilber bir*dir. Cihanda her fitne (ve baştan çıkarma) O’nun aşkındandır. Öyle ise bilinmelidir ki, bu fitne ve kavganın başı da birdir.” Doğrusu, bu üslûbun kendisi de apaçık bir fitnedir. Kimileri böyle bir beyanda bile, dinin ruhuna uygun yorumlar çıkarıp ortaya koyabilirken, kimileri aynı beyanları te’vilde hep monizm gayyalarında dolaşagelmişlerdir.

    Evet, tasavvuf ilmine ait bir kısım ıstılahlar vardır ki, onların hakikatlerini anlamayanlar, anladıklarıyla hiçbir zaman kendile*rini hatadan kurtaramamışlardır. Oysaki, matematik, geometri, fizik, kimya, tıp gibi fenlerin kendilerine mahsus terminolojileri olduğu gibi, tasavvufun da kendine göre ıstılahları vardır.. ve bu ıstılahlar bilinmeden tasavvufu doğru anlamak da mümkün de*ğildir.

    Hulâsa; vahdet-i vücûd, bir makam değil, bir hâldir ve sâlikin mârifet ufku itibarıyla duyup sezdiği, zevk edip yaşadığı bir vahdet bilgisinin unvanıdır. Böyle bir seviyeye ulaşan bu meşrepteki bir sâlik, hakikî varlığın tek olduğunu, o da Hakk’ın varlığından ibaret bulunduğunu bir hiss-i bâtınla duyar.. ve her şeyi, o Mutlak Vücûd’un ziyâsı karşısında ya bir gölge olarak hisseder veya hayâli bir mevcûd sayar. Ne var ki, sofiyeden vah*det-i vücûdcular böyle bir hissî mârifeti, nazarî ve felsefî ola*rak değil; yaşayarak ve kalbî tecrübeleriyle test ederek vicdanlarının bir buudu hâline getirir, sonra da, gerekiyorsa beyan güç*leri ölçüsünde onu ifade etmeye çalışırlar. Onların, kesrette vah*det ve vahdette kesretle alâkalı ifadeleri, vahdetin esas, kes*retin ise hayâl olduğu mülâhazasıyla hep bu sübjektif ve vicdanî du*yuşun sesleri ve yorumlarıdırlar. Zâten oturup kalkıp, her şeyde O’nun isim ve sıfatlarının tecellîlerini müşahede eden bir hâl ve zevk erinin başka şekilde olması da düşünülemez. Evet onlar, akıl ve hayâlin ulaşabildiği ufukların çok ötesinde, o Yüce Var*lığın huzurunu duyarak “Sen” der kendilerinden geçer ve

    “Cemalin nice yüzden görem diyen dilber

    Şikeste aynalar gibi pâre pâre gerek”

    şeklinde hislerini mırıldanarak hep o Mevcûd-u Meçhule yöne*lir*ler.

    Vahdet-i şuhûd, her şeyi bir görme hâlidir ki, İmam-ı Rab*bânî’yle başlı başına bir ekol hâline getirilen bu mülâhaza vah*det-i vücûddan sahabî telâkkisine daha yakın olmakla beraber, yine de bir sekir ve gaybet hâli ve vecd ü istiğrak meâlli olması açısından temkin-i etemm ve yakaza-i tâmme mesleği kabul e*dilen sahabî mülâhazasıyla tam bir mutabakat içinde olduğu söylenemez. Bu meslek erbabı, sekr u istiğrak hâlinde söyledik*leri sözleri, fevkalâde bir temkinle muhataplarına sunar ve onla*rın herhangi bir şaşkınlığa düşmelerine de kat’iyen fırsat ver*mezler.

    Vahdet-i mevcûd, batılıların “panteizm” hatta değişik var*yas*yonları itibarıyla “monizm” de dedikleri felsefî bir ekol*dür. Kâinatta her şeyi bir ilâh veya onun tezahürü görmeye da*yanan böyle bir görüşün, İslâm Tasavvufuyla te’lifi şöyle dur*sun, Müs*lümanların geliştirdikleri herhangi bir felsefî cereyanla uzlaştırıl*ması dahi mümkün değildir. Daha evvel de temas edil*diği gibi bu düşünceyi paylaşanlar “heme ost–her şey O’dur” di*yerek bir ulûhiyet-i sâriye dalâletine düşmelerine karşılık, Sünnî mutasav*vifîn her zaman “heme ezost–her şey O’ndandır” mülâhazasıyla kendilerini ifade edegelmişlerdir.



    اَللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ، وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ،

    وَصَلِّ اللَّهُمَّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الْهَادِي إِلَى الرَّشَادِ، وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ الْكِرَامِ البَرَرَةِ.



  6. #36
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    TECRİD

    Soymak, soyulmak, yalnız bırakmak ve her şeyden el-etek çekmek mânâlarına gelen tecrid; enfüsî olarak cismanî ve be*denî arzulardan bütün bütün sıyrılmak, afâkî olarak da kalben, Allah’tan gayrı (mâsivâ) her şeyden yüz çevirip, sadece ve sa*dece O’na yönelme; yönelip zahirini mal ve menaldan, bâtınını da O’ndan başkasına gönül verme dağınıklığından, O’na gönül verirken de karşılık bekleme gibi garazlardan-ivazlardan pâk tut*maktır ki işte bu mülâhazaların kahramanına da “ehl-i tecrid” denir.

    Ehl-i hakikat tecridi, Tâhâ sûre-i celilesindeki فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَ “Şim**di çıkar nalınlarını.” meâlindeki âyetle işârî olarak irtibat*landı*rıp, “beyt-i Hüdâ” dedikleri gönüllerini dünyevî ve uhrevî mülâ*hazalardan temizleyerek Hazreti Sultan’ın nüzûlüne –bu da bir müteşabih– müsait hâle getirme şeklinde anlamışlar. Bir ka*dem daha ötede diğer bir zümre ise onu, sâlikin, kalbî gö*rüş, kalbî duyuş ve kalbî sezişleriyle bütün bütün Hazreti ‘Nûru’l-En*var’a yönelip ve duygu dünyasında O’ndan başka her şeyi –tabiî isti*dadı ölçüsünde– ifnâ ederek sadece ve sadece O’nunla kalma hâlinden ibaret görmüşlerdir. Diğer bir açıdan tecrid, enfüsî ola*rak nefis, beden ve cismaniyete; afakî olarak da dünya ve için*dekilere karşı tavır alma şeklinde yorumlan*mıştır ki, bu dört şey*den tecerrüdle tecride ermeyen hak yol*cusu, hakikî halvete ve halvetteki zevk-i ruhaniye de ulaşamaz.

    Tecriddeki bu lâtif işareti ifade sadedinde Minhâc Sahibi:

    دَر حَرَمِ حَرِيم دُوست نَگردِي مَحرَم تَا زِ اَندِشَهءِ اَغِيَار مُجَرَّد نَشَوِي

    “Bütün bütün ağyar endişesinden sıyrılmadıktan sonra Yâr hareminin harîmine mahrem olamazsın.” der ki, İbrahim Hakkı Hazretleri’nin:

    “Dil beyt-i Hudâ’dır ânı pâk eyle sivâdan,

    Kasrına nüzul eyleye Rahmân gecelerde”

    mazmunuyla tam bir mutabakat arzetmektedir.

    Seyyid Şerif’in ifadesiyle, kalb ve sırdan mâsivâ paslarını sil*menin bir unvanı olan tecrid, müşahede erbabının zevken ve hâ*len görüp duydukları her şeyden sıyrılarak, Hazreti Şâhid-i Eze*lî’nin envar-ı vücûduyla müstağrak yaşamaktan ibarettir ve bu*nun âsâr-ı feyzi, duyuluş ve hissedilişi de sâlikin istidat ve kâbi*liyetine göre farklı farklıdır.

    Bir mübtedî gönlünde, mârifet inkişafının ilk belirmesi es*nasında, “ilm-i yakîn” diyeceğimiz kesbî malumat renk renk so*lar, matlaşır, sönükleşir ve derken hak yolcusuna yer yer eş*ya*nın perde arkası ses vermeye başlar; başlar da bütün cismanî ihtiyaç*lar veya zaruretler, hatta bütün dünya ve içindekiler ya*vaş ya*vaş zâtî değerlerini yitirerek, hakikate mücellâ birer ayna veya onu aksettiren, ifadelendiren sırlı, buğulu birer aksesuar hâline gelirler. Bu mazhariyetin duyulmasıyla bazen sâlik Fuzûlî gibi:

    “Meslek-i tecriddir ferâğat evi

    Terk-i mal ile hânumândan geç!”

    diye haykırır, bazen de Yunus Emre gibi: “Ballar balını buldum varlığım yağma olsun!” der inler...

    Seyr u sülûk-i ruhânî sayesinde bir müntehînin bütün ben*li*ğinden varlık endişesi silinip gidince, Hazreti Mâlum’dan gayrı artık ne bir iz ne de bir eser kalır. Böyle bir mazhariyete eren bir hak yolcusu, şayet seyr-i ruhânisini, Hazreti Sahib-i Şe*riat’ın min*hacına muvafık sürdürmüyorsa, pek çok sâlikin müvelleh ve hayran yaşadığı böyle bir mertebede bazen “hakâik-i eşya”yı nefyetme gibi kaymalar da söz konusu olabi*lir. Seyr u sülûk-i ruhânîlerinde “Mirsadü’s-Sünne”yi esas alan*lar ise, her yerde yalnız Bir’i görür, Bir’i bilir, Bir’i söyler, Bir’i çağırır ve bin bir şafak emareleri içinde Bir’e yönelir ve O’ndan başkasına da ilti*fat etmezler.

    Ahmedî, bu mertebeyi kendi idrak ve zevki açısından şöyle seslendirir:

    Vârımı ol dosta verdim hânumânım kalmadı,

    Cümlesinden el yudum, pes dû cihânım kalmadı.

    Çünkü hubbullah erişti çekti beni kendine,

    Açtı gönlüm gözünü, artık humârım kalmadı.

    Aynı tevhid açılıp hakka’l-yakîn gördüm ânı,

    Şirki sürdüm aradan, şekk ü gümânım kalmadı.

    Müntehîler üstü müntehîlerin hâline gelince, o ifadelere sığ*mayan, tecerrüdün tamamen tecride inkılâb ettiği ve sâlikin bir mânâda tam bir inhilale girdiği öyle derin bir zevk hâlidir ki, tat*mayan bilmez, bilenler ifade edemez, ifade edebilenler de çok defa iltibastan kurtulamazlar. Zevken ve hâlen bu ölçüde inkişaf eden bir sâlikle, Cenâb-ı Hakk arasındaki böyle bir müna*sebet, Hakk’ın has kullarına bir sır armağanı olsa gerek.. bize de bu sır armağanına saygı duymak düşer.

    اَللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ، وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ،

    وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الْهَادِي إِلَى الرَّشَادِ، وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ الْبَرَرَةِ الْكِرَامِ.





  7. #37
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    TEFRİDَ

    Tefrid; yalnızlaşmak, dünyadan el-etek çekerek bir köşeye çekilip ibadetle meşgul olmak.. ve daha has ifadesiyle, sâlikin, hiç kimsenin sahip olamadığı hâl ve makamları ihraz etmesine rağmen, mahviyet içinde ciddî bir tevhid mülâhazasıyla kendi ah*vâline karşı kapalı kalıp her şeyi Hak’tan bilmek, Hak’ta gör*mek, Hak ile duymak ve hep Hak’la bulunmak pâyesidir ki أَنَّ الله هُوَ الْحَقُّ الْمُبينُ “Allah o apaçık hakkın tâ kendisidir.” fermanı bu pâyeye işaret etse gerek...

    Aralarında televvün benzerliği bulunan “tefrid”le “tecrid” bir*birinden farklı mansıb ve zevk hâllerini ifade ederler: Tecrid, ağyardan tamamen kat-ı alâka edip yâr ile hemdem olma hâli; tefrid ise sâlikin, kendiyle alâkalı ahvâli duyup hissetme yerine, vicdan ve tabiat ibresinin her zaman Hakk’ı gösteriyor olma maz*hariyetidir. Tecridde, Hak hedefli kulluk neşvesi; tefridde ise, yol boyu ma’bûdiyet mülâhazası hakimdir. Böyle bir mülâ*haza*nın derinliği de, herkesin istidâdına vâbestedir ve duyulup his*sedilen şeyler itibarıyla da derece derecedir.

    Birinci derecede bir tefrid yolcusu –ki bu, “tefrîdü’l-işâreti ile’l-Hak” sözcükleriyle ifade edilegelmiştir– hedefe kilitlenmiş gibi hep O’nu arar, O’nu duymaya, O’nu hissetmeye çalışır ve O’nu görmeye koşar; koşar ama, ne kilitlenmenin keyfiyetini ne de hedefi yakalamak için gezgöz-arpacık mânâsına gelen ens*trümanların hususiyetlerini düşünür. O, bir tabiîlik içinde her zaman bunları kullansa da, zihnî, hissî ve fikrî meşguliyeti sa*de*ce ve sadece hedef etrafında yoğunlaşmıştır; oturur-kalkar hep onu düşler. Evet o, bütün mülâhaza kâbiliyetleriyle sürekli Onunla irtibata geçmeye çalışır, O’na ulaşmak için çırpınır du*rur ve âdeta ömrünü hep bu tatlı rüyanın yamaçlarında geçirir.

    Bu ölçüde hedefe kilitlenen bir hak yolcusu, hem teveccü*hünde hem muhabbetinde hem de müşahedesinde her zaman tefridin vâridatını duyar; matlûbunda, mahbubunda, meşhû*dunda tam birlik neşvesine erer; erer de talebinde, aşk u mu*hab*betin*de, şuhûdunda bütün benliği ile tevhide yönelir ve kal*bî, hissî, şuurî dağınıklıktan kurtularak kesrette vahdet kevserleri yudumlamaya başlar; başlar ve kasd u teveccüh merte*besinde sürekli bir iştiyak u ataş hisseder; muhabbet merte*besinde mahv u telef dalgaları arasında erir-gider; şuhûd zirvesinde de ağyardan bütün bütün sıyrılarak “bî kem u keyf” yâr harîmine mahrem olur.

    İkinci derecede bir tefrid sâliki –ki bu da “tefrîdü’l-işâreti bi’l-Hak” cümlesiyle özetlenmiştir– akdes ve mukaddes feyizlere mazhariyetini veya daha yerinde bir ifade ile “memerriyetini” –eğer mazhar olduğu lutufları bizzat temsil ediyor vehmiyle fah*re ve gurura girmezse– duyar ve sürekli hamd ü senâlar ile geri*lir ki, bu makam, insan-ı kâmil olma esrarını ve Hazreti Hakk’a mü*kemmel bir ayna hâline gelme mazhariyetini izhar makamı*dır. Hassan b. Sâbit’in:

    وَمَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَتِي وَلَكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتِي بِمُحَمَّدٍ

    “Ben, bana ait sözlerle Hazreti Muhammed’i medh ü senâ etmedim; ben (O’nun nâm-ı celîlini sözlerime mevzû edin*mek*le) kendi ifadelerime O’nunla övünülebilirlik kazandırdım.” mıs*ra*ları bu vetîreye ait mülâhazalara ne hoş ışık tutar. Böyle bir lutfu gürül gürül ifade edip haykırmak ise, وَأَمَّا بنعْمَة رَبِّكَ فَحَدِّثْ “Şimdi gel Rabbi’nin nimetini yâd et ve haykır!” İlâhî fer*manı*nın gereğidir. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun: “Ben, Hazreti Âdem evladının efendisiyim.. ben, mahşerde ilk haşredilecek ola*nım.. ilk şefaatçi ve şefaatına müsbet cevap alacak olan benim...”(Müslim, Ebu Davud, Tirmizi) ka*bîlinden şerefsudûr olmuş sözleri ve Ashâb-ı Kirâm efendilerimi*zin “tahdîs-i nimet” nev’inden bu tür beyanları, hep bu maka*ma ait mazhariyeti ifade sadedinde söylenmiş iftihar televvünlü Hak ihsanlarını ilân soluklarıdır ki, aslında böyle bir mazhariyet, söz konusu mârifet, muhabbet ve zevk-i ruhânî kah*ramanlarının irfan eşikleri sayılır.. bunun ötesindeki tefrid mertebesi ise, ikinci derecedeki tefrid sâliklerinin, mârifet ufuk*larına ait ayrı bir enginliğe bakar ve bize erişilmez bir aşkınlıktan gizli imalarda bulunur.
    َ

    Erbabınca, “tefrîdü’l-işâreti ani’l-Hak” remziyle seslendiri*len bu pâye ve mansıb, Hakk’ın en câmi teveccühleriyle, bast ötesi bir inbisat, ilim üstü bir mârifet, takdiri aşkın mehâbet ve me*hâfetle zahir ve batın açısından tam maiyyete erme ve iç âlem itibarıyla “cem” soluklayıp, halkın içinde Hak’la beraber olma, Hak’tan alıp halka ulaştırma ve insanlara Hakk’a vuslat kapılarını aralama makamıdır. Böyle bir pâye kahramanının temel hususiyetlerini veya onun iç kimliğini, insanlar içinde in*sanlar*dan bir insan olma; her işini rızâ yörüngesinde götürme; dünya*yı ukbâ ufuklu yaşama; vicdanında her zaman ilâhî maiyyeti zevk etme; duyduklarını, gördüklerini, hissettiklerini baş*kalarına duyurma, duyurup Hakk’a uyarma; O’ndan gayrı her şeye O’ndan ötürü alâka duyma.. ve her şeyi O’nun varlı*ğının ziyâsı*nın bir gölgesi gibi... görme şeklinde hulâsa edebili*riz.

    Birinci işaret ufkunda bulunanlar, gaye düşünüp, gaye so*luklayıp, gaye rüyaları görürler. İkinci işaret zirvesinde seyre*denler, “vücûd” nûrlarıyla sübuhât-ı vechin şuaâtına açık gönül yamaçlarında mazhariyet ve memerriyetlerini “tahdis-i nimet” nev’inden seslendirir ve şükürle oturur, şükürle kalkarlar. Hiçbir işaret mertebesine koyup değerlendirmeye cesaret edemediğimiz; ikincilerin tasavvurlar üstü ayrı bir derinliğini paylaşan o en şahikadakilere gelince, onları sadece vazifeleri ve vazife şuurları itibarıyla heceleyebiliyoruz. Onlar Hak’tan mesajlar alır, halka ulaştırırlar; halkı, Hakk’a vuslata çağırır, aradaki engelleri berta*raf etmeye çalışırlar; yaşamaya yaşatmak için katlanır, yaşat*ma*nın söz konusu olmadığı bir yerde hayatı yaşanmaz bir ızdırap gibi duyarlar. İşte bunlar, halis mürşidler ve mübelliğlerdir ki, bunların ilk safını enbiya ve mürselîn hazerâtı, ikinci safını da onların has vârisleri teşkil eder.

    Birinci derecedeki tefrid yolcuları, her zaman arayış içinde bulunan ve ihlâsa koşan iman ve mârifet kahramanı muhlisler*dir. İkinci derecedeki sâlikler, vefa ve samimiyetini tam ifade edebilmiş mârifet ve muhabbet fedaisi sadıklardır. Vazife ve mis**yonlarıyla tanımaya çalıştığımız üçüncüler ise, Hakk’ı halka du*yuran, aç vicdanları doyuran ve ruhları vuslata uyaran mürşid ve mübelliğlerdir. Bu en son makamın şehsuvarları ilk iki merte*be ile alâkalı evsâfı da hâiz olduklarından bunlara ârif*lerin ima*mı müntehîler denmesi doğru olur. Bütün müntehîlerin müntehîsine gelince O, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm ve Ferîd-i Kevn u Zaman olan Efendimiz Hazreti Ahmed u Mahmud u Muham*med Mustafa Aleyhi Ekmelü’t-Tehâyâ’dır. O’nun daire-i kudsi*yesine yakın bir hayli büyük insan ve hatta Ulü’l-Azm En*biya-yı İzâm vardır.. ve derecelerine göre bunların her biri de müstesna bir hil’atle şereflendirilmişlerdir. Ne var ki, bu meyda*nın biricik Sultanı da yine o kudsîler ordusunun Başbuğu Hazreti Muham*med Mustafa’dır. Başkalarının bir “ân-ı sey*yâle”sine canlar feda ettikleri o Hazreti Nûru’l-Envâr’ın iltifatına mazhariyet, İnsanlı*ğın İftihar Tablosu’nun hep ahvâl-i mütemâ*dîsi olmuştu. Tabir-i diğerle, başkalarındaki bütün güzellikler ve ziyâ, O’na akseden ilâhî tecellîlerin in’ikâsından ibaretti.

    Bür’e Sahibi, bu mazhariyeti şöyle ifade eder;

    وَكُلُّ آيٍ أَتَـى الرُّسُـلُ الْكِرَامُ بِهَا فَإِنَّـمَا اتَّـصَـلَتْ مِـنْ نُورِهِ بِهِمِ

    فَـمَـبْـلَـغُ الْــعِـلْـمِ فِــيـهِ أَنَّــهُ بَـشَــرٌ وَأَنَّــهُ خـَـيْــرُ خَـلْـقِ اللهِ كُـلِّهِمِ

    لَـوْ نَـاسَـبَـتْ قـَـدْرَهُ ايَـاتُـهُ عِـظَـمًا أَحْيَا اسْمُهُ حِينَ يُدْعَـى دَارِسَ الرِّمَمِ

    “Peygamberân-ı izâm’ın getirdiği mucizeler, Hazreti Mu*hammed’in (s.a.s.) nûrunun onlara ittisali sebebiyledir. (Bi*zim) bilgi(miz), O’nun hakkında ‘O bir beşerdir.’ der. Ama O yaratı*lanların en hayırlısıdır. Eğer O’nun elinden zuhûr eden harika*lar, O’nun gerçek kıymetine münasip cereyan etseydi; ism-i şerifleriyle dua edildiğinde çürümüş kemikler bile dirilirdi.”



    اَللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ عَلَى مَنْ أَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَعَلَى إِخْوَانِهِ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ وَعَلَى الْمَلئِكَةِ الْمُقَرَّبِينَ وَعَلَى عِبَادِكَ الصَّالِحِينَ مِنْ أَهْلِ السَّموَاتِ وَأَهْلِ اْلأَرَضِينَ رِضْوَانُ اللهِ تَعَالَى عَلَيْهِمْ أَجْمَعِينَ.



  8. #38
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    CEM

    Toplanmak, toplamak, biriktirmek, biriktirilmek mânâlarına gelen “cem” tasavvuf erbabınca; zevkî ve hâlî olarak bütün dünya ve içindekileri (mâsivâ) görmeyecek, duymayacak öl*çü*de Hakk’a tahsîs-i nazar, tahsîs-i şuur, tahsîs-i histe buluna*rak, kalben bütün eşyaya karşı kapanıp sadece ve sadece O’nu bil*mek, O’nu duymak ve mârifetinin derecesine göre, O’nu görmek ve kasdî olarak O’ndan başka şeyleri görüp onunla meşgul olarak dağınıklığa düşmekten kurtulmak demektir. Böyle bir yaklaşım vahdet mülâhazası şeklinde anlaşılırsa karşı*lığı kesret olur; Hakk’a tahsîs-i nazarla kalbin mâsivâdan kat-ı alâ*kası mâ*nâsına hamledilirse, o zaman da karşılığı “fark” olur ki, –inşâ*Allah– ileride müstakil bir bahiste tahlil edilecektir.

    Cem, müntehîlere ait bir hâl veya makamdır. Cem mevhi*beleriyle şereflendirilen bir hak yolcusu, artık bi’l-asale hep Onu duyar, O’nu bilir ve bulunduğu ufuk ve zevk-i ruhânî seviyesine göre de, halkı tam sezer veya sezemez; ama her za*man Hakk’ı, hem de halksız olarak bir vicdanî sezişle sezer ve her yanda Hakk’a ait mânâların temâşâsıyla hep büyülenmiş gibi yaşar. Ufkunda doğup batan eşyada, O’nun isim ve sıfatla*rının tecellî*lerini görür; “Zât” iştiyakıyla pervaneler gibi O’nun sübühât-ı vechine koşar.. yer yer hayret ve hayranlık arası gelir-gider ve سُبْحَانَ مَا أَعْظَمَ شَأْنَكَ der inler.

    Böyle zevkî ve hâlî bir payenin iki adım ötesinde bir de “cem’ül-cem” vardır ki, bu hâl, sâlik için tamamen bir gaybûbet hâlidir. Kendini böyle bir duyma ve hissetme zemzemesi içinde bulan hak yolcusu, artık ne başkalarını ne de kendisini duyar ve hisseder. “Fark”tan bütün bütün uzaklaşarak Hak’tan gayrı her şeyi, –O’nun ziyâ-yı vücûdunun bir gölgesinin gölgesi olması iti*barıyla– unutur ve bütün benliğiyle asla yönelir.

    Tevhid mülâhazası içindeki bir sâlikin nazarında her şey, Hakk’ın ziyâ-yı vücûdunun gölgesi –bunlar kelime yetmezliğin*den meydana gelen sakatât– cem’de gölgesinin gölgesi, cem’ül-cem’de ise, vicdanî olarak doğrudan doğruya “sübühât-ı vech”in şuaâtının hükmünü icrâ etmesi söz konusudur. Ayrıca bazıları, cem’ül-cem’den sonra; Hazretü’l-Cem diye bir üçüncü makamdan daha bahsederler ki, muhakkikin bu makamı, farz*lar üstü nâfilelerle, bize bizden daha yakın olan Zât-ı Hakk’a yaklaşmanın bir unvanı saymışlardır. Bu seviyeyi ihraz eden sâlik, Hak’la bâki olduğunun şuuruna erer; her şeyi iç müşahe*deleriyle daha bir derince ve daha bir netçe temâşâ etmeye başlar; iç sezileriyle zahirî havâssının önüne çıkar; ruhuyla du*yar, basiretiyle görür, vicdanıyla değerlendirir ve keşfin araladığı kapı aralığından nazarî bilgilerinin gerçek yüzlerini müşahede etme imkanını elde eder ki; bu mertebe هُوَ اْلأَوَّلُ وَاْلآخِرُ وَالْظَّاهِرُ وَالْبَاطِن hakikatinin eksiksiz bir mazhar-ı tâmmı ve sâlikin de bir mir’ât-ı mücellâ hâline gelmesi noktasıdır. Böyle zirveler zirve*sinde seyahat eden bir hak eri, istidat ve kâbiliyeti ölçüsünde, ya bir Kutup Yıldızı gibi “seyir fillâh” der ve kendi etrafında dö*ner, Hakk’a koşar-durur ya da kalbiyle asıl yörüngesinde kalır ve kalıbıyla halk içinde olur.

    İster öyle-ister böyle cem mertebesini ihraz eden herkes aynı zamanda “bekâ billâh”a da mazhar olmuş demektir. Tev*hid-i sıfâtta kendi sıfatlarından, tevhid-i zâtta kendi zâtından fâ*ni olan bir müntehî, “bekâ billâh” unvanıyla yeniden varlığa e*rer.. ebediyetin neşvesini duymaya başlar; başlar ve kendi fiil*lerinin, Hakk’ın ef’âli içinde eriyip gittiği zevkiyle “cem” der.. sı*fatlarının Hakk’ın sıfatları karşısında müzmahil olduğunu mü*şahede ederek kıyam hâlindeki ubudiyetin rükû ile derinleşmesi anlamında “cem’ül-cem” ezvâkıyla erir-gider.. ve zâtının Hazreti İlim ve Vücûd muvâcehesinde mütelâşî olup gitmesi sonucu ta*mamen bir iç müşahede ve zevk-i ruhânî ile kendini “Hazretü’l-Cem” mülâhazasına salar ve hayret üstü hay*retlere müstağrak olur.

    Diğer bir yaklaşımla, kulluk vazife ve sorumluluklarının, tam bir edep, inkıyat ve şuurla yerine getirilmesine “fark”; şart-ı âdi plânında ortaya konan bu “bidâ’at-i müzcât” ölçüsündeki mini sermayeye “min haysü lâ yahtesib” lutfedilen ilâhî ihsan ve vâ*ridler sağanağına mazhariyet veya memerriyet keyfiyetine de “cem” denir. Bu mülâhazayladır ki, hâl ehli “Farkı anlama*yan kulluğu bilemez, cem’i duymayan da mârifetten anlamaz” de*mişlerdir.

    إِيَّاكَ نَعْبُدُ ferdî vicdanın mâşerî vicdana tercümanlığı sade*dinde, fark makamının sesi ve kulluk pâyesinin soluğu, وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ de cem mertebesinin ifadesi ve beşerî acz u fakrın ilânıdır. Her sâlik için yolculuğun başında duyulan tek ses ve çizgi fark sesi, fark çizgisi, nihayetinde ise cem zevkidir. Bazı istidatlara göre nihayetler nihayeti ise “ehadiyet” mertebesinin remzi olan “cem’ül-cem” ve “vahidiyet” zirvesinin işareti olan “Hazretü’l-Cem”dir.

    ْ

    Kâşânî’ye göre fark, nazarî Hak mülâhazasını henüz inkişaf ettiremeyenlerin mârifet ve zevk-i ruhânileri –burada aynı anla*yışı paylaşmadığımızı belirtmeliyim– cem, halkı aradan çıkara*rak Hak mülâhazasıyla müstağrak hâle gelme; cem’ül-cem ise, halkı Hak’la kâim görme, duyma zirvesidir ki, bu makam aynı zamanda cem’den sonra gelen cem üstü fark makamıdır. Böyle bir ma*kamda sadece ve sadece Cenâb-ı Hakk’ın ef’âl, sıfât ve zâtî şe’nleri mülâhaza edildiğinden Hazreti Hak, bu mertebe kahra*manlarının –keyfiyeti meçhul– gören gözü, işiten kulağı ve tutan eli olması itibarıyla, onların nisbî-kisbî fiilerine terettüb e*den ken*di ef’âlini, o mertebenin mazha*riyetine hitap sade*dinde, esbâb-ı âdiyeyi bütün bütün vazifeden azl ile kendine nisbet e*der ki;

    فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلَكِنَّ اللهَ قَتَلَهُمْ وَمَا رَمَيْتَ إِذ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللهَ رَمى

    “Onları siz öldürmediniz Allah öldürdü; attığın zaman da sen atmadın; ancak Allah attı.” âyeti mucizât-ı nebeviye hak*kın*daki sarâhatinin yanında, bu mertebeye işaret ettiği de pek çok mutasavvifînin müşterek görüşüdür.

    Bu mânâda bir cem, panteistlerin iddia ettikleri anlamda bir vücûd birliği ifade etmediği gibi, fark da bunun aks-i tâmmı değildir. Kadîm kadîmdir; hâdis hâdistir. Hâlık Hâlık’tır; mahlûk da mahlûktur. İki husus arasındaki nisbet tezahür nisbeti değil yaratma ve tecellî nisbetidir. Böyle bir tecellîde her zaman iki du*rum söz konusudur: Bu tecellîlerden birinin kesif bir cisme, ikincisinin de lâtif bir cevhere sebebiyet vermesi veya –yoruma açık bir tabirle– inkılâb etmesidir. İşte bu birbirinden uzak iç içe yanlarıyla insan كُلٌّ يَعْمَلُ عَلى شَاكِلَتِهِ “Herkes kendi seciye ve ka*rakterine göre davranır.” fehvâsınca, yer yer cismine göre, za*man zaman da ruhuna göre davranışlar sergiler.. evet kesif bir cisimden ibaret olması itibarıyla onun gözü hep tabiatta ve cis*maniyettedir. Lâtif bir ruhla memzûc bulunması açısından da ruhânî âlemlere ve meâlîye meyyaldir. Şer’in tayin buyurup ga*ranti ettiği yükselme yolları sayesinde hak yolcusu, fâni ve zâil şeylerden alâkasını kesip bekâya yöneldiğinde,

    ْ

    أَفَمَنْ شَرَحَ اللهُ صَدْرَهُ لِلإِسْلاَمِ فَهُوَ عَلَى نُورٍ مِنْ رَبِّهِ “Allah’ın kalbini İslâm’a açtığı kimse Rabbinden bir nûr üzere değil midir?” maz*mununca, fevkalâde bir temkin ve teyakkuzla, Rabbinin nûru rehberliğinde her zaman gönüllere inşirah veren ufuklarda dola*şır.. yer yer bazı hissî iltibaslara rastlasa da, Hazreti Rûh-u Sey*yidi’l-Enâm’ın aldatmayan pişdarlığı sayesinde onları rahat*lıkla aşar.. hep mârifetin mişkât-ı nübüvvet kaynaklısına koşar; koşar ve panteistlerin düştükleri hatalara kat’iyen düşmez.

    Diğer bir zaviyeden cem; cem-i ilim, cem-i vücûd, cem-i ayn olmak üzere üç kategoride mütalâa edilegelmiştir:

    Cem’ül-ilim; delil ve bürhanlarla elde edilen ve mebdei iti*barıyla seyr u sülûk-i ruhânî esnasında, mârifetin ilme’l-yakîn*den ayne’l-yakîne, ayne’l-yakînden de –mecazen dahi olsa– hak*ka’l-yakîne yükselen enfüsî bir ilim ve bir ilm-i ledün şeklinde anlaşılmıştır ki, istidlâl yolunda yürümenin neticelerin*dendir; a*ma, ne enfüsî ne de afakî delillerle ulaşılan gerçeklerin aynı de*ğildir; tabiî tam gayrı da değildir; şart-ı âdi plânındaki is*tidlâlle Cenâb-ı Hakk’ın, bir meyelândan ibaret olan cüz’î ira*deye –te*nâsüb-i illiyet prensibiyle izah edilmese bile– hususî bir atâsıdır. Zaten, onun lutuflarıyla bizim irademiz arasında ne zaman bir tenâsüp olmuştur ki..?

    Cem’ül-vücûd; sâlikin vicdanî ve hissî şuhûduyla, eşya ve hâdiselerin ne ile kâim olduğunun tam zuhûr etmesi ve bütün varlığın vicdanî müşahedede eriyip gitmesi, hatta cihetlerin bile tuz-buz olup yoklara karışması makamıdır ki, bu makama ka*dem basan gönül sultanları sadece ve sadece Hazreti Vücûd veya Hazreti İlim’in şuaâtını duyar ve bütün varlığı da bu şuâ*âtın gel-gitlerinden ibaret sayarlar. Tecellî mazhariyete, zıll de asla karıştırılmadığı takdirde, böyle bir ufka erenler için her va*dide acz u fakrını müdrik yüz bin gedâ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ der in*ler.

    Cem’ül-ayn; afakî ve enfüsî bütün işarât ve delillerin, Ce*nâb-ı Hakk’ın, sâlikin kalbine attığı nûr-u mârifet ve zevk-i ru*hâniye nisbeten mütelâşî olup gitmesi demektir ki, bazıları bu noktaya hak yolcusunun seyahatinin sonu nazarıyla bakmışlar*dır. Onların bu mülâhazaları eğer, yakazadan temkine, temkin*den tevbeye, tevbeden inâbeye, inâbeden evbeye yani sürekli Hakk’a müteveccih olmanın adı ve Hâlık-mahlûk, âbid-Mâbud, Rab ve abd münasebetinin ünvanı ise, buna kimsenin bir şey söylemeye hakkı yoktur. Yok eğer, cem’ül-ayn derken, hakâik-i eşyanın nefy u inkârı, varlıktan Vareden’e istidlâlin gereksizliği; emr ü teklifin düşmesi, ben-sen-o mülâhazalarının hakikatte ve nefsü’l-emirde ortadan kalkması kastediliyorsa, bu bir fikir kay*ması, inanç inhirafı ya da fantastik düşüncelere kapılarak farklı bir şeyler söyleme gayretinden başka bir şey değildir. Bu mülâ*haza, aynı zamanda mağrur bir kısım panteistlerin ve monistle*rin mülâhazasıdır. Birinci tesbit ise enbiya-yı izâmın ve asfiyâ-yı fihâmın ahvâlidir. Bu zevât, nâmütenâhiye müteveccih yolu nâ*mütenâhi görmüş, mebde ve müntehâyı aynı şuur ve teyak*kuz içinde duymuş, yaşamış ve her zaman hak kapısının eşiğine baş koymayı hayatlarının en birinci gâyesi saymışlardır. Bunlar*dan ekmelü’l-mükemmelîn olan Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’a hi*tap sadedinde Cenâb-ı Hakk: وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ “Sana ya*kîn gelinceye dek Rabbine ibadete devam et.” ferman buyura*rak, her canlı için müteyakkan bulunan ölüm gelinceye kadar, kulluğa devam etmesini talep etmiştir ki, bir taraftan ölümün teklifte son sınır olması vurgulanırken, diğer yandan da, Efendi*miz’e nisbeten, likâullahın, hakka’l-yakînin bir unvanı olması itibarıyla, mâruz kaldığı belâ, musibet ve sıkıntılara karşı, onun için ayn-ı visal olan likâullah hatırlatılarak müdâyakaları hafifle*tilmek istenmiştir.



    اَللَّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِصِينَ الْمُخْلَصِينَ الْمُتَّقِينَ الْوَرِعِينَ الزَّاهِدِينَ الْمُقَرَّبِينَ الرَّاضِينَ الْمَرْضِيِيّنَ، وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ إِمَامِ الْمُتَّقِينَ وَقُدْوَةِ الْمُخْلَصِينَ وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ الزَّاهِدِينَ الْمُقَرَّبِينَ الرَّاضِينَ الْمَرْضِيِيّنَ، آمِينَ...





  9. #39
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    FARK

    Lügat mânâsı itibarıyla, ayırmak, ayrılmak, seçilmek mâ*nâ*larına gelen fark; sofîyece, kesretten vahdeti, vahdetten de kes*reti apaçık müşâhede etme hâli diye yorumlanmıştır. Biraz daha açmak icap ederse fark, Zât-ı Bârî hakkındaki mârifet-i tâmme ufkundan bakıp halkı görmek ve Hak maiyyetiyle bera*ber hal*kın içinde olmayı da dengeli götürmek demektir. Cem’de; mâri*fet, muhabbet ve ruhânî zevklere bağlılık, cem ih*tiva eden fark*ta ise, bu mârifet, muhabbet, zevk-i ruhânî ve öte*sindeki ahvâli başkalarına duyurma meselesi de söz konusudur. Onun için far*kı olmayanın kulluğu, cem’i duymayanın da mâ*rifeti tam değil*dir demişlerdir. Bundan dolayı da erbabınca, her iki hâl de lü*zumlu bulunmuş ve her iki pâyenin yerleri de ayrı ayrı hatırla*tılmıştır. Zaten, daha evvel de geçtiği gibi, إِيَّاكَ نَعْبُدُ iti*rafının far*ka, وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ tazarruunun da cem’e işaret ettiği söylenmek*tedir.

    Cem, sübjektif, zevkî ve hâlî bir eksen, fark ise, objektif bir şe*riat mihveridir. Birincisinde, hâl ve derûnîlik aklın, mantığın önünde; ikincisinde ise her zaman şer’î muhakeme esastır. İkin*ci*sinden her zaman birincisine geçilir ki buradaki fark, fark-ı ev*veldir. Cem’den ikinci kez farka dönüş ise bir farklılık mazha*riyetidir. Cem’de kalanlar, ruhlarının vüs’ati ölçüsünde ruhânî zevklere gömülür, istiğraktan istiğraka koşar ve başkaca da bir şey bilmezler ki, İsa Mahvî merhum:

    “Yokluğunda var olan, varlıkta bilmez yokluğu,

    Sohbet-i yâr lezzetini bilmez beyim, ağyar olan”

    mısralarıyla bunu ifade eder. Makam-ı cem’de kalıp ikinci farkı idrak edemeyenler, peygamberlik esprisini tam kavrayamamış sayılırlar. Urûc bir terakki, nüzûl ise onun kemalidir. Birincisin*deki ferdî haz ve mir’âtiyete karşılık, “fark ba’del cem” unva*nıyla ikincisinde ulü’l-azmâne bir tavır, mâşerî bir haz ve câmi bir mir’âtiyet söz konusudur ki, bunda her zaman halktan Hakk’a varılır ve her şeyde bittecellî Hak görülür, çoklukta bir*liği duymak, birlikten çokluğa bakmak bu pâyeye ait bir mevhi*bedir.

    Ayrıca, bu mülâhaza içinde bir de “fark-ı cem” meselesi söz konusudur ki, o da; zevk ve hâl ehli için, tecellî itibarıyla Hazreti Vâhid’in değişik aynalarda farklı televvünlerinden ibarettir ve de*ğişik aynalarda Hazreti Vâhid’in farklı farklı müşâhede edil*me*sinin bir unvanıdır. Bu mertebelere gelince, onlar da Hazreti Ehad’in şe’nlerinin –aynaların kâbiliyetlerine göre– birer zuhû*rudur. Zuhûr mahalleri itibarıyla bu şe’nler tamamen itiba*rîdir*ler ve Hazreti Vâhid’in o itibarlara teveccühü anında ortaya çı*karlar.

    Cem’den sonraki fark, bir fark-ı tâmdır ve sâlikin, mâsivâya (varlık ve hâdiselere) karşı olan kalbî alâkasını bütün bütün ke*sip, Hazreti Vâhid u Ehad’in dergâhına tam bir teveccühle, O’nda fâni olması hâlidir ki; bu bize daha çok, değişik yollarla ulaşılan “fenâ fillâh” mülâhazasını hatırlatmaktadır. Bu pâyeyi idrak e*denler “fenâ fillâh” ve “bekâ billâh” da olduğu gibi, içinde bu*lundukları bütün dünyayı ve topyekün eşyayı, hem de gözle*rinin önünde olduğu hâlde görmezler de, basiretleriyle hemen her şey ve her hâdisede, sadece ve sadece şuûn ve sı*fatların temâşâsıyla –bigayri keyf ve idrak– müstağrak yaşar ve kesret aynalarında hep vahdet cilveleriyle oturur kalkarlar. Güne*şin doğmasıyla, zâtında var olan yıldızların görünmez, bi*linmez, du*yulmaz ve hissedilmez olması gibi وَللهِ الْمَثَلُ الأعْلى bu mertebe*nin kahramanları da, kendi mârifet rasathânelerinde Hazreti Mev*cûd ve Hazreti Mâlûm-u Hakikî’nin şuûn ve sıfatları*nın tecellî atmosferinde, başka şeyleri göremez olurlar.


    Diğer bir yaklaşımla cem’de, cismâniyet ve hayvaniyetten sıyrılma ve nefsânî ego itibarıyla ölme; farkta ise, kalbî ve ruhî hayat mertebesine yükselerek rahmânî ego açısından yeniden var olma söz konusudur ki, bu mertebeyi ihraz eden sâlik, “ben nefsânî benliğimi yitirdim ve yeni bir rahmânî benliğe erdim” der ve her fırsatta –şart-ı âdi plânında meyelânın varlığı mah*fuz– “lâ fâile illallah” hakikatını haykırır; haykırır ve “hakka’l-ya*kîn” ölçüsünde “vücûd” ve “ilim” gerçeklerini duyarak Hazreti Hayy u Kayyûm’un her şeydeki hakimiyetinin temâşâ*sıyla ken*dinden geçer.

    Ne var ki, bunca fenâ ve zeval mülâhazasına ve bunca cezb ü incizâba rağmen, farkta her zaman temyiz söz konusudur. Öyle ki fark kahramanı, seyr u sülûk-i ruhânînin her mertebe*sinde Hazreti Müsebbibü’l-Esbâb’ın hakikî müessiriyetini kabulü*nün yanında, kendi nisbî, kisbî meyelânları konusunda da bir an bi*le gaflete düşmez ve “her şeyi Allah yaratıyor” der*ken dahi, şart-ı âdi plânında ve hususiyle de tahrip ve günah*larla alâkalı hususlarda temayüllerine bakmayı kat’iyen ihmal etmez. “Bizi de, fiillerimizi de yaratan Allah’tır.” der ama iyi-kötü her işin on*daki bir meyelâna tâbi olduğunu da unutmaz.

    Fark konusunda bir kesim, hep ifrat içinde olmuş ve inhi*raf*tan inhirafa sürüklenip durmuştur. Bunlara göre herkes –hâ*şâ– kendi fiilinin hâlıkı ve insan iradesi de “bilâ kayd u şart” tam bir müessirdir. İkinciler ise, Hakk’ın sonsuz meşiet ve ira*desi karşısındaki meyelân ve meyelândaki tasarruf hakkını gör*mezlikden gelerek tefrite düşmüş ve insanı, kendine hakk-ı ter*cih tanımayan kâhir bir irade karşısında, rüzgârlarla savrulan yapraklar gibi tahayyül etmişlerdir. Üçüncüler ise, Hakk’ın kazâ ve kaderindeki esrârı kavrama mazhariyetiyle, her şeyin, Al*lah’ın kudret ve meşietiyle meydana gelmesini kabulün ya*nın*da, insanın şöyle-böyle eğilim ve temayüllerinin de genel prog*ramda hesaba katıldığına inanmış ve bir taraftan sürekli hayır meyillerini dualarla beslerken, diğer yandan da şer eğilimle*rine karşı istiğfarla mücadele vermişlerdir.

    Birinciler, pek çoğu itibarıyla bir kısım esbâb-perest ve ta*biat-perest kimselerdir ki, gözleriyle görüp duygularıyla hissettik*lerinin dışındaki şeylere hemen hemen hiç inanmazlar.

    İkinciler, hâl ve zevklerine yenik düşerek, iradelerini tama*men nefy ile kendilerini âdeta câmidler gibi farzedip her hâlle*riyle tam bir cebrîlik sergilerler.

    Üçüncüler ise, her şeyde Hakk’ın hikmet ve hakimiyetini, halk ve tedbirini görmenin yanında, imanî bir şuur ve vicdanî bir sezişle kendilerine, zâtî değeri olmayan bir meyelânın veril*diğine inanır ve “ben yaptım”, “ben ettim” derken ne dedikleri*nin, ne yaptıklarının farkındadırlar. Hem öyle farkındadırlar ki, hiçbir zevk, hiçbir hâl, hiçbir istiğrak onların bu kabulünü değiş*ti*remez.

    رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ، وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ سَيِّدِ اْلأَوَّابِينَ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ الْكِرَامِ الْبَرَرَةِ.





  10. #40
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    TEVHİD

    Tevhid; vahdet kökünden, birleştirme, bir kılma, bir sayma, Allah’ı birleme, “Lâ ilâhe illallah” hakikatine inanma ve bu yüce hakikati sürekli tekrarlayıp durma mânâlarına gelir. Sofîye ıstıla*hında tevhide, bu mânâların yanında; yalnız Bir’i görme, Bir’i bilme, Bir’i söyleme, Bir’i isteme, Bir’i çağırma, Bir’i talep etme ve O’ndan başkasıyla olan münasebetlerini de hep O’na bağ*lama, her şeye O’ndan ötürü alâka duyma anlamları da yük*lenmiştir.

    Tevhid; mebde’de, Allah’ın zâtını,

    (Herevi) كُلَّمَا خَطَرَ بِبَالِكَ فَاللهُ تَعَالى غَيْرُ ذلِكَ fehvâsınca, aklen tasavvur edile*bilecek her şeyden tec*rid; müntehâda da, zevk u hâlin vüs’at ve derinliği ölçüsünde mâsivâyı (Allah’tan başka her şey) kalben bütün bütün unutup O’na tahsîs-i nazar etmektir. Bu mânâda tevhid, İslâm’ın hem esası hem de meyvesidir. Bu çerçevede mebde ve müntehâ mülâhazasıyla bir tevhid telâkkisi, sofîyece sık sık üzerinde du*rulagelmiştir. Sofîyenin dışındakiler ise, ona biraz daha farklı anlamlar yüklemişlerdir.

    Bunlara göre kısaca tevhid; Cenâb-ı Hakk’ı rubûbiyetiyle tastamam bilip, ulûhiyetine karşı da ubûdiyetle mukabelede bu*lunma ve mes’uliyet şuuruyla hareket etmedir ki, bir taraftan O’nun biricik tasarruf sahibi olduğunu, kavlî, fiilî ve hâlî ikrarla beraber, O’nu benzer, zıt, nidd ve nazirden tenzih etmek; diğer taraftan da, böyle bir Mâbud-u Mutlak ve Maksûd-u bi’l-istih*ka*ka karşı ta’zim, tebcîl, takdis mânâlarını hâvi ubûdiyet-i kâ*mi*lede bulunma demektir. Bu mülâhazaların bütününü şu şe*kilde hulâsa etmek de mümkündür: Tevhid; hem bir tevhid-i ilmî ve imanî, hem bir tevhid-i keşfî ve zevkî hem de Hakk’ın kendi has kullarına hususî mevhibesi olan tehvid-i zâtîdir.

    1. Tevhid-i imanî ve tevhid-i ilmî, şuhûd ve istidlâl ile elde edilen tevhiddir ki, bu mazhariyeti paylaşanların, şirkten ve şâ*ibe-i şirkten uzaklaşarak ömürlerini hep vahdâniyet-i ilâhîyi dü*şünme, O’nu yâd etme ve gönlünün derinliklerinde O’nu duy*ması şeklinde tecellî eder.

    2. Keşfî ve zevkî tevhid, şuhûd ve istidlâl yoluyla elde edi*len mârifeti, daha sonra da vicdanî bir keşif ve zevkle duyup his*setme; yaşayıp kalble seslendirme demektir.

    3. Tevhid-i zâtî, Hazreti Vahid u Ehad’in, kendinin kendine olan şehadetini tazammun eden öyle derin bir tevhiddir ki, O, kime duyurmuşsa o duyar; kime hissettirmişse o hisseder; du*yup hissedenlerin de ya dilleri tutulur ya da O’nun müsaadesi ölçüsünde çevrelerine ifade ve ifaza edebilirler. Bu mertebedeki tevhidi duyan bir sâlikin nazarında bütün delil ve işaretler renk atar; eşya min vechin serâb olur; bütün varlık itibarîliğe bürünür ve edep insana artık “sus” der; sus der, zira bu makam sükût ma*kamıdır ve bu tevhid de tevhid-i sükûtîdir.

    Bu mülâhaza çerçevesinde Mevlânâ tevhid hislerini şöyle seslendirir:

    اي بِـرَادَر دَسـت وَادَار اَز سُـخَن، خُود خُـدَا پَيدَا كُنَـد عِلمِ لَـدُن،

    چُون رَسِيد اِينجَا سُخَن لَب دَر بَست، چُون رَسِيد اِينجَا قَلَم دَرهَم شِكَست،

    پَست پِنـدَار چِه فَصَاحَت دَست دَاد، دَم مَـزَن وَاللهُ أَعْلَمُ بِالصَّــوَابْ..

    “Ey birader, kîl u kâl erbabından elini çek ki, Cenâb-ı Hakk sende ilm-i ledün izhar eylesin.. söz gelip buraya dayanınca, dudak “pes” edip kapandı.. kalem bu noktaya ulaşınca o da kı*rıldı. Burası, fesahat yapıp dil dökecek makam değildir; (gel) dem vurmadan vazgeç; doğruyu en iyi Allah bilir.”

    İlm-i ledünnün, mârifet-i ledünne inkılâp etmesi; vicdanın hususî bir iltifatla donanması, cezbin de incizâbın rengine bo*yanması demek olan bu hâl veya bu makam damlanın derya*laş*tığı, zerrenin kâinatlaştığı, hiçlerin vücûd pâyesiyle şeref*lendi*rildiği mir’âtiyet makamıdır. Ziyâ Paşa, Harâbât mukad*dimesin*de derin bir şiir zevkiyle bu hâli şöyle resmeder:

    “Ey varlığı, varı var eden Var!

    Yok yok, Sana yok demek ne düşvar.!”

    1

    Damlaya derya olma yolunu açan, zerreyi güneş hâline geti*ren, yoka var olma payesini kazandıran, ibtidâ ile intihâyı câmi ve herkese açık objektif bu tevhidin üstadları peygamber*ler*dir. Onlar, söz ve mesajlarına tevhidle başlar, du*racakları yer*de de sükûtî tevhid mülâhazasıyla sükût ederler. Aynı zamanda, hak yolcularının Allah’a açılma sürecinde ilk rıh*tım, ilk liman ve ilk rampaları da yine bu ibtidâ ile intihânın birleşik noktası sayı*lan objektif tevhid mülâhazasıdır. İlk mürselden Son Nebi ve Mürsel’e kadar, vazife ve sorumluluğu “yakaza” şehrahında gö*türen bütün hak elçilerinin birinci mesaj*ları, اُعْبُدُوا اللهَ مَا لَكُمْ مِنْ إِلهٍ غَيْرُهُ “Allah’a ubûdiyette bulunun ki, sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur.” sözleriyle ifade edilen imanın işte bu rükn-ü a’zamı ol*muş; daha sonra da bunun vu*zûh ve inkişâfıyla alâkalı diğer e*mirler...

    Böyle bir tevhid telâkkisi, İslâm’a girişin kapısı, onu, ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn mertebesinde duyup zevk et*menin kaynağı, Hakk’ın kendini, kendi bildiği gibi –istidatlara göre– bildirmesinin de ilk çağrısıdır. Böyle bir tevhid anlayışıyla İslâm’a girilir; fıtratları yol almaya müsâit olanlar onunla yol alır; onunla nazar ve istidlâlî araştırmalarına gerçek derinliğini ka*zandırır; onunla izâfî hakikatlerin perde arkasına muttali olur ve onunla kadim ve hâdis farkının içyüzünü görür; Yaratan ve ya*ratılan arasındaki en büyük münasebet olan Hâlık-mahlûk mü*na*sebetini kavrar, abd ve Mâbud alâkasını anlar.. hatta yine o*nunla, Rabb’in yaratıklarına karşı mukaddes, münezzeh mü*bâ*yenetini, O’nun sıfatlarının kemal, külliyet ve asliyetini; kendi sıfatlarının da eksiklik, cüz’iyet, zılliyet ve izâfîliğini idrak eder; e*der ve bütün mülâhazalarını enbiya-yı izâmın telâkki çerçeve*sine oturtur. Bu üstadların tarif ettiği çerçevede, tevhid adına tenzih ederken ta’tîlden, Hakk’a yakınlığı seslendirirken hulûl ve ittihattan, kendini O’nun tecellîlerini temâşâya salarken tem*silden, sıfatlarını yorumlarken de teşbih ve tecsim hatasına düşmekten kurtulur ve günde –lâakal– kırk defa tekrar ettiği sı*rat-ı müstakîm erbabından olma liyâkatini ortaya koymuş olur.. ve yine bu mânâdaki tevhidle hak yolcusu, kaza ve kaderin biri*cik gerçek kaynağını kavrar; Mutezile ve Cebriye’nin felsefe kay*naklı inhiraflarında ömrünü tüketmez; O’na yönelir.. O’na kul*lukta bulunur.. O’nu sever.. O’na karşı her hükmüne derin bir saygı duyar.. her şeyi O’ndan bilir –iradesindeki tercih hakkı mahfuz– her şeyi O’ndan bekler.. her zaman O’na itimat eder.. dünya ve ahiret mutluluğunu da O’ndan diler ve dilenir.

    * * *

    Tevhidi, mahiyet ve sıfatlardan mücerret bir vücûd olarak kabul eden Aristo, İbn Sînâ ve Nasîruddin et-Tûsî gibi mütefek*kirler, kendilerinden sonra daha farklı şekilde sistemleşip devam edecek olan monizm inhirafına kapı aralamış ve pek çok batıl ce*reyanın doğmasına vesile olmuşlardır. Tevhidde hulûl ve itti*hada sapanlar ise –bunun neoplatonizm cereyanı ile İslâm ilâhi*yatına bulaştığı da söylenebilir– varlığı, Hazreti Vâcibu’l-Vü*cûd’un mütemâdi tezâhürü ve eşyayı da âdeta O’nun aynı gibi görerek “tevhid” dedikleri aynı noktada şirke girmişlerdir. İlâhî sıfatları inkâr eden Kaderiye ve Cehmiye’nin Allah’a acz isnad etmeleri ve insan iradesini ilâhlaştırmaları açıktır ve dalâ*letleri de izahtan vârestedir. Hele insanı, eli-kolu bağlı, kaderin kâhir rüzgârları karşısında savrulup duran çer çöp telâkkileriyle ele a*lan Cebriye’nin hâli, aklın bedâhetine bütün bütün ters ol*manın yanında Allah’a karşı da en büyük bir iftiradır. İşin doğ*rusu, bü*tün bu cereyanların hemen hepsinde bir dâne-i hakikat bulunsa da müntesipleri ifrat ve tefritlerle inhiraflardan kurtula*mamış ve ortaya attıkları düşüncelerle de arkadan gelenlere bir sürü kay*ma noktaları hazırlamışlardır.

    Bize gelince; peygamberlerden duyup öğrendiğimiz, onla*rın doğru vârislerinin beyan, tavır, iç müşâhede ve keşifleriyle i*kinci kez tanıyıp zevk ettiğimiz, görüp şâhit olduğumuz tevhid; Yüce Yaratıcı’nın rubûbiyet ve mârufiyeti, bizim de ubûdiyet ve mârifetimiz açısından Kur’ân ve Sünnet-i Sahîha’nın ısrarla üze*rinde durduğu ana temalardandır. Kur’ân ve Allah Rasûlü, sık sık Cenâb-ı Hakk’ın zât, sıfât, esmâ ve ef’âlini, keyfiyeti meçhul “arş” üzerinde istivâsını, enbiya-yı izâm ve rusül-ü fihâmla ko*nuşmasını, kezâ istediğine, kendiyle konuşma imkân ve şerefini bahşetmesini pek çok yerde zikreder ve O’nun hayatını, ilmini, sem’ini, basarını, kudretini, iradesini, kelâmını, yaratmasını, öl*dürmesini, öldürdükten sonra diriltmesini, rızık vermesini sürekli hatırlatır ve tevhidi bütün bunların hepsine bağlayarak bizi böy*le bir kabul ve iz’âna çağırır.

    اَلله لا إِلهَ إِلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ لاَ تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ...الخ âyetinden قُلِ اللهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَـاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَاءُ...الخ âye*tine, اَلرَّحْمنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوى beyanından

    الـم، اَلله لا إِلهَ إِلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ fermanına,

    َ

    وَقُلِ الْحَمْدُ للهِ الَّذِي لَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا...الخ âyetin*den İhlas Sûre-i Muaz*zaması’na kadar he*men bütün Kur’ân’da O*nun rubûbiyet maz*mununun bir nabız gibi attığını, O’nun vü*cûd ve rubûbiyet nûr*larının bütün eşya ve hâdiselerin çehre*sin*de yıldızlar gibi her za*man parıldayıp dur*duğunu görmek müm*kündür. Rubûbiyet da*iresinin bu ihtişamı*nı görüp sezen her vic*dan, bu geniş ve şü*mullü rubûbiyet tab*losu veya iç içe rubûbi*yet tabloları karşısın*da, derin bir ubûdiyet şuuruyla geri*lime geçer ve “böyle bir tev*hid-i rubûbiyet şöyle bir tevhid-i ulûhiyet ister” diyerek:

    1

    اَلْحَمْدُ للهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ âyetlerini okur ve vicdanında tevhid-i rubûbiyetin dört mer*tebe*sini birden duya*rak iki büklüm olur.. يَا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا...الخ hi*tâbına “lebbeyk” çekerek temkine geçer.. وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ tembihiyle O’nun ezelî rubûbiyetine karşı lâyezâl bir ubûdi*yet şuuru mesa*jını alır.. فَاعْبُدِ اللهَ مُخْلِصًا لَهُ الدِّينَ fermanından O*na tahsis-i naza*rın esas olduğunu anlar.. قُلْ يَا أَيُّهَا الْكَافِرُونَ لا أَعْبُدُ مَا تَعْبُدُونَ...الخ sûresini, başının üs*tünde bir bayrak gibi dalgalandırır, bütün mâ*sivâya karşı tavrını ilân eder.. إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ ile fıtratının gâyesini haykırır ve bu yüce gâyeyi yerine getirme hususunda da fevkalâde bir mahviyet, tevâzu ve tezellülle her şeyi O’ndan beklediğini iti*rafta bulunur.. ve ulaştığı bu hitap makamı ve kur*bet ufkunun hak*kını eda sadedinde, birbiriyle iç içe iki mertebe tevhid-i ulû*hiyeti ilân ve itirafını

    اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ tale*biyle tavzih eder pekiştirir.. bu pozitif istidâdan sonra غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ cümlesiyle bu isteğin negatif buudunu beyanla da hassasiyet ve titizliğini ortaya kor ve günde ortalama kırk defa tevhid-i rubû*biyetten tevhid-i ulûhiyete ve bu gerçeğin azametiyle de tevhid-i ubûdiyete koşa*rak “ahsen-i takvîm”e mazhariyetinin hakkını e*da etmeye çalı*şır. Hulâsa; Kur’ân-ı Ke*rim’in tevhid hakkındaki beyanı fevka*lâde açıktır. O’nun emret*tiği tevhid hem “tevhid-i rubûbiyet” hem de “tevhid-i ulûhiyet” tir. Sûrelerin en uzunu o*lan Bakara Sûre-i Celîlesi’nden en kısa sûrelerden sayılan Sûre-i İhlas’a kadar hemen her sûrede açık kapalı tevhid takrir edilir. İhlas Sû*resi’nde bir yandan tevhid-i ulûhiyet takrir edilirken di*ğer yan*dan da Cenâb-ı Hakk’ın kemal sıfatlarıyla muttasıf ve noksan sı*fatlardan da münezzeh olduğu vurgulanır. Kâfirûn Sû*resi ise, açık bir netice olan ibadet ve perestişin Allah’a yapıla*cağını ih*tar eder ve bizi tam bir tevhid-i kıbleye çağırır. Aslında, ciddî bir tetkike tâbi tutulduğunda görü*lecektir ki Kur’ân-ı Ke*rim, te*melde, hep tevhid yörüngesi üze*rinde yürümektedir. Evet O’nda, Allah’tan, Allah’ın isim, sıfat ve fiillerinden haber veren âyetler “tevhid-i ilmî-yi haberî”ye meşhur ifadesiyle “tevhid-i ulûhiyet”e delâlet eden beyanlardır. Eşi, şeriki, zıddı, niddi ol*mayan Mâbud-u Mutlak’a ibadete ve O’ndan mâadasını da وَنَخْلَعُ وَنَتْرُكُ مَنْ يَفْجُرُكَ fehvâsınca mâbu*diyetten azle delâlet e*den fermanlar da, “tevhid-i irade-i talebî”, mâruf ifadesiyle “tevhid-i rubûbiyet”i gösteren delillerdir.

    Diğer bir yaklaşımla, tevhid-i rubûbiyet veya tevhid-i ilmî, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm’ın haber verdiği hakikatleri tas*dik; tevhid-i amelî veya tevhid-i ulûhiyet de emrolunan şeyleri emrolunduğu çerçevede yerine getirme ve yasaklanan şeyler*den de içtinab etmekten ibarettir. Tevhid-i ilmînin tamamiyeti, Zât-ı Bârî’yi kemal sıfatlarıyla muttasıf bilip noksan sıfatlardan da tenzih etmekle gerçekleşir; tevhid-i amelî ise, böyle bir Zât-ı Ecell-i Âlâ’ya ibadet etmek, muhabbet duymak, O’na karşı ihlâslı davranmak ve havf u recâ dengesini korumakla tahakkuk eder.

    Pratik olarak gerçekleştirilebildiği takdirde potansiyel intihâ sayılan, halihazırdaki durumu itibarıyla Hak yolcusunun ibtidâ televvünlü bütün seyahatleri, deliller, bürhanlar ve afakî-enfüsî müşâhede ufkunda cereyan eder. Deliller, bürhanlar, afakî-en*füsî müşâhedeler tevhidin en sağlam ayaklarıdırlar; her sâlik, seyr-i sülûk-i ruhânîsinin hemen her merhalesinde, bunların iş’ar ve işaretlerini makamıyla münasebet içinde imtisas eder, değerlendirir; değerlendirmelerin daha engin yorumlara, du*yuş*lara açılması ölçüsünde de delilde aynı medlûlü duyar.. şa*hitte “bî kem u keyf” meşhûda ulaşır.. ve peygamberlerin sun*dukları mesajları; keşiflerin, zevklerin, vicdanî duyuşların gökler kadar engin atmosferinde, medlûl, meşhûd ve müberhen önce*likli; hatta âdeta, delilden, şâhitten, bürhandan azade kalmış gibi duygular üstü duymaya, görmeler üstü görmeye, işitmeler üstü işitmeye başlar ve بِغَيْرِ كَيْفٍ وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالٍ ufkunda ulvî ve nezih bir temâşâ zevkine erer. İşte, âfakta ve enfüste gö*rülüp sezilen bu delil ve şahitler sayesinde, Allah’ın eşya ve hâdi*seler üze*rinde hususî mührünün nümâyân olması demek olan bu tevhid telâkkisi objektiftir ve herkese açık bir mârifet uf*kudur. Böyle bir kabulün inkişafıyla, zâhirî sebeplerin gerçek mahiyet*lerinin orta*ya çıkması ve bütün esbab ve illetlerin Hazreti Mü*sebbibü’l-es*bab karşısında mütelâşi olup gitmesi, ak*lın iç diya*lektiğinin tamamen sükût etmesi ve artık delil, şahit, bürhan de*ğil de, bun*larla hâsıl olan mânânın bir işrakla nokta*lanması ise, haslara ait bir tevhid tezahürüdür.. derinlik ve televvünü de hâ*lin ve zevkin enginliğine bağlıdır. Böyle bir noktayı ihraz eden sâlik, artık e*mareler ve işaretlerle değil de, vic*danındaki duyuş, seziş ve iş*rak sayesinde deliller ve işaretlere terettüp eden hususî iltifat*lara müstağrak yaşar, iş’arlar, işaretler üstü Hazreti Şâhid-i Ezelî’nin, onun içine attığı ışıkla hep nûr dü*şünür, nûr konuşur, nûrla o*turur-kalkar ve Hazreti Münevvirü’n-nûrun sübühât-ı vec*hiyle sürekli mahmur dolaşır. Deliller, bürhanlar, onun hâlinin dilini kullanma inkişafına erince, bir mânâda o da artık ne delil der; ne tevekkülde hâricî sebep arar ne de başka vesileler arkasında koşar; aksine, her şeyi O’nunla bilmeye, O’nunla gör*meye, O’nunla tanıyıp O’nunla sevmeye ve görüp duyduklarını Onun*la mârifete, aşka, şevke, cezb u incizâba çevirmeye başlar ve ömrünü “cem”, “fark” arası gel-gitlerin dalgaları arasında sür*dürür du*rur.

    Bu nokta, her şeyin Hazreti Vacibü’l-Vücûd’a, ayne’l-yakîn seviyesinde zuhûr makamı olması itibarıyla, zâhirî sebepler bü*tün bütün silinip gitmeseler de, saâdet ve necat gibi önemli me*selelere sebep olmaları görünümünü yitirir ve matlaşırlar. İman, tasdik, mârifet, muhabbet gibi bâtınî sebeplerin duyuluş ve his*se*dilişleri daha bir artarak ve derinleşerek devam eder. Onun içindir ki hakikî bir hak yolcusu, seyr u sülûk-i ruhânîde terakki ettikçe, ibadet ü taata karşı şehvet ölçüsünde bir düşkünlük gös*termeye başlar.. mârifet ve muhabbeti arttıkça, dua ve münâ*cat*larıyla coşar ve Hak dergâhının her zaman şakıyan bir bülbü*lü hâlini alır; oturur-kalkar ve kalbinin diliyle hep O’nu mırılda*nır. Ama, ne burada durup öteleri temâşâ etmesi, ne de kuşlar gibi göklerde kanat çırpıp mesafelerle savaşması, onun mebde*den müntehâya mahviyet, tevâzu ve hacâlet içinde sür*dürdüğü kulluktaki temkin ve âhengine asla zarar vermez.

    Hazreti Vacibü’l-Vücûd’un zâtına tahsis buyurduğu tevhide gelince; o, evvelâ enbiya, sonra da asfiyâya mahsus bir mazha*ri*yettir.. ve bizim için böyle bir mârifet ve zevk ufkunu tam idrak edip duymak da imkânsız gibidir; zira o, Rabb’in, kendi rubûbi*yetine şâyeste ve

    شَهِدَ الله أَنَّهُ لا إِلهَ إِلاَّ هُوَ... الخ , اَلله لا إِلهَ إلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ... الخ , هُوَ الله الَّذِي لا إِلهَ إِلاَّ هُوَ...الخ , إِنَّنِي أَنَا الله لا إِلهَ إِلاَّ أَنَا فَاعْبُدْنِي... الخ

    gibi âyetlerle ifade buyurduğu “tevhid-i tâmm”ı, erbabının dup*duru gönüllerine ifâzası ve onlara gönül dilleriyle bunu seslen*dirme imkânını bahşedip hususî bir tevhidle şereflendirmesi; şe*reflendirip o engin ihsanlarını, onların aczlerinin çehresinde daha bir derinleştirmesi, sonra da bu incelerden ince hususu,

    مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ. , مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ يَا مَعْبُودُ , مَا شَكَرْنَاكَ حَقَّ شُكْرِكَ يَا مَشْكُورُ. , مَا ذَكَرْنَاكَ حَقَّ ذِكْرِكَ يَا مَذْكُورُ..

    gibi sözlerle bir mârifet mülâhazası, bir ibadet şuuru, bir acz u fakr tavrı, bir şevk u şükür iştiyakıyla ifade ettirmesi büyük bir mazhariyettir. Ve onlardan olmayanın da bunu kavraması müm*kün değildir. Nasıl mümkün olabilir ki bu, hususî bir mevhibedir ve hangi şart-ı âdiye bina edilirse edilsin, Hazreti Vehhâb’ın bir atıyyesidir; O’nun atıyyelerini de ancak matıyyeleri yüklenir ve temsil eder.

    Böyle bir tevhidi, kâmil mânâda ancak enbiya-yı izâm ve asfiyâ-yı fihâm efendilerimiz duyup hissedebilirler; hissedebil*dikle*rinin de ancak mezun oldukları miktarını fâşedebilirler. Asfiyâ o vadide her zaman at koşturur, kapalı mo*tif ve sembollerle –hadlerinin elverdiği ölçüde onu solukla*maya çalışır; daha gerilerdeki evliyâ ise, gerektiğinde onu ke*lâm-ı nefsiyle mırılda*nır; ama bunların hepsi de, gereksiz yere hâl ve zevk ifşâsından fevkalâde sakınır; hatta fâşetmeyi ulûhiyet haysiyetine karşı irti*kab edilmiş bir hata sayar ve ağ*yara sır vermiş olmadan ötürü tir tir titrerler.

    Herhalde böyle bir konuda, enbiya-yı izâmın mesajlarını ye*terli bularak, mevzuu onların idrak ufkuna göre seslendirip اَلْعَجْزُ عَنِ اْلإِدْرَاكِ إِدْرَاكٌ itirafıyla hakikatin ilmini ve ehassü’l-havâs*sın tevhid telâkkisini Allah’a havale etmek en selâmetli yol olsa gerek.

    İster akide açısından, ister tasavvufî zevk ve hâlin ifadesi ola*rak tevhidi en zirvedekilerin mülâhazası içinde düşünürken dahi, kat’iyen Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın rehberlik ve da*ire-i irşadının dışında kalmamaya çalışmak bir esastır; zira O’nun mişkât-ı nübüvvetinin dışında, en parlak ışıkların, en en*gin zevklerin ve en derin mârifetlerin dahi nefsânî birer zevk ve yalancı birer ziyâ olmaları ihtimalden uzak değildir.

    Çelebizâde Abdülaziz Efendi’nin, İbrahim Hakkı Hazretleri*nin: “Hüdâ Rabbim nebim hakka, Muhammed’dir Rasûlullah” şeklindeki manzum akidesi türünden “Gülşen-i Niyaz”daki mev**zûn ifadeleri hem akide kitaplarındaki geleneğe hem de asfiyâ telâkkisine uygun olması itibarıyla, sözlerimizi böyle bir na*zımla noktalamak istiyoruz:





    Vahdet-i zâtı eyleyüp tahkîk,

    Etmişimdir sıfâtını tasdîk.

    İlim, kudret, hayat, sem’ u basar,

    Zât-ı pâkinde oldular muzmer.

    Gerçi zâtla kadîm oldu sıfât,

    Ne sıfât zâttır ne de gayru’z-zât.

    Aceze’l-vâsıfûne an sıfâtik,

    Ma arafnâke hakka ma’rifetik.

    Ehadiyette yok şebîh ü nazîr,

    Mülkte hâcet-i müşîr ü vezîr..

    Ne arazsın ne cism ü cevhersin,

    Ne müteşekkil ne musavversin.

    Yâni min haysü zâtihi’l-akdes,

    Sıfât-ı Hak hemîn tecerrüd bes.

    Sende yoktur eyâ Semî’ u Mucîb,

    Hadd ü add ü tecezzî vü terkîb.

    Sana nisbetle yâ Aliyye’ş-şân,

    Ne zamana itibarı var ne mekân..

    Olmadı yok o ihtimal yine,

    Ekl ü şurb ü libas ü nevm ü sine.

    Pâktır dâmen-i celâlet-i Hak,

    Şehvet isnad olunmadı mutlak.

    Fer’ ü asl ihtimalin eyledi sed,

    Âyet-i “lem yelid ve lem yûled”.

    Lem yezel ü lâ yezâlsin bîşek,

    Safha-i dil bu itikada mihenk.

    Hem evvelü bidâyet Ol’dur Ol,

    Âhirü nihâyet de Ol’dur Ol.

    Muhdis-i âlem O Zât-ı Kadîm,

    Hem masnû-ı feyz ü fazl-ı amîm.

    Eser-i sun’u âlem ü âdem,

    Hükm-ü vefkıncedir vücûd u adem.

    Emr-i “Kün” le zuhûr etti tamâm,

    Ulvî vü süflî cümle-i ecrâm.

    Etmeseydi eğer feyz-i vücûd,

    Bilinmezdi resm ü râh-ı şuhûd.

    Hâlık-ı hayr ü şer cenâbındır,

    Hem masdar-ı her fiâl bâbındır.

    O’dur merkez-i hatâ vü sevâb,

    O’na vâbestedir sevâb ü ikâb.


    اَللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ، وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ،

    وَصَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الَّذِي هُوَ وَسِيلَةُ التَّوْحِيدِ وَعَلَى إِخْوَانِهِ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ ذَوِي التَّمْكِينِ السَّدِيدِ.


Sayfa 4/5 İlkİlk ... 2345 SonSon

Benzer Konular

  1. Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
    By BaRLa in forum Risale-i Nur'u Yeni Tanıyanlara
    Cevaplar: 46
    Son Mesaj: 16.06.09, 18:56
  2. Göz, kalbin elçisidir.
    By SiLa in forum Nasihatlar
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 16.01.09, 19:57
  3. Kalbin askerleri...
    By Reyhani in forum Tasavvuf
    Cevaplar: 5
    Son Mesaj: 09.01.09, 22:18
  4. kalbin mi KIRIK...?
    By HiRaNuR in forum Hayata Dair
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 22.12.08, 18:48
  5. KaLbİm zÜmRüT tEpElErİnDe...
    By ArzuNur in forum Mübarek Gün Ve Geceler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 22.09.08, 22:31

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •