Sayfa 3/5 İlkİlk 12345 SonSon
50 sonuçtan 21 ile 30 arası

Konu: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

  1. #21
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    SAFÂ

    Kalbin, arı-duru, kedersiz-küdûretsiz ve tertemiz olması di*yeceğimiz safâ; sofîye ıstılahında, beşerî, cismanî ve nefsânî bu*lanıklıklardan arı-berî ve şeffaf olma hâlidir ki; “Şüphesiz onlar bizim nezdimizde saflardan saf hayırlı kimselerdi.” meâ*liyle ve*receğimiz âyet-i kerime, bir kısım enbiya-yı izâmın tebcîli ve tak*diri makamında işte böyle bir safveti vurgular. Aynı kök*ten ge*len “Mustafa” kelimesi, her şeyin özü, hulâsası ve usâresi mânâ*larına gelmesi itibarıyla, her zaman, enbiya-yı izâm ve asfiyâ-i fihâm hazerâtının, oturup-kalkıp ulaşmayı hedefledik*leri, Hulâsa-i Mevcudât ve Rûhu Seyyidi’l-Kevneyn olan Efen*dimiz’in hususî mertebesine bakması açısından, “İsim, aynı mü*semmadır.” feh*vasınca, hem ayrı bir önem arzeder hem de en*biya arasında bir aşkınlık remzidir.

    Safâ; kaynakların en arı, en duru ve en bereketlisinden a*kıp, insanın gönül havzına ulaştıktan sonra, muhatap, hâl ve za*manın gereklerine göre, semâvî fakat arzî yeni bir dalga boyu ile yolları ve yoldakileri aydınlatarak yolcuları yürütüp, yolları da yürünür hâle getirmesi, sâlikin ruhunda hâsıl ettiği safvetle onu ulûhiyet hakikatine yönlendirip ruhunu münâcâtın sonsuz zevkleriyle şahlandırması ve gönlünü de sürekli aşk u şevk ve vuslat tutkusuyla coşturması açısından üç bölümde mütâlaa edilegelmiştir:

    1. Safâ-i ilmîdir ki; hak yolcusunun, seyahatini, Hz. Peygamber aleyhissalâtü vesselam’ın, ilim ve mârifet meş’alesi al*tında sürdürmesi, yol boyu hep Kitap ve Sünnet’e mukayyed kalarak, her zaman kılı kırk yararcasına sefer âdâbına riayette bulunması yanında, yolculuk meşakkatlerini göğüsleye göğüs*leye ve himmetini de Gayeler Gayesi’ne yönlendirip, hep me*tafizik gerilim içinde bulunma hâli diye yorumlanmıştır. Daha farklı bir yaklaşımla “safâ-i ilmî”, sâlikin, seyr u sülûk-i ruhanî*sini, Hz. Mişkât-ı Nübüvvet’in rehberliğinde sürdürerek, sürekli O’ndan gelen âdâbı gözetip, kalbini, ruhunu, aklını O’nun yo*luna kurban etmesi, O’nda ölüp O’nunla yeniden dirilmesi, O’nu takip etmesi, ruh dünyasında hep O’nunla oturup-kalk*ması, problemlerinde O’na müracaat etmesi, her işinde O’nun hakemliğine başvurması ve son haddine kadar ölesiye bir cehd ve gayretle, maiyyeti, maiyyetullah sayılan, o Seçilmişler Seçilmişi Hz. “Fahrü’r-Rusul”e iktida edip, Gayeler Gayesi’ne ulaş*ma mârifeti, muhabbeti, aşk u şevki ve daha değişik mazhari*yetleridir ki; Gülşen-i Tevhid sahibi bu makama işaret sa*de*dinde:

    رَو بِجُو عِلمي كِه بِگُشَايَد دِلَت حَل شَوَد اَز تُوبَتُو هَر مُشكِلَت

    “Git öyle bir ilim ara ki, senin gönlünü açsın ve her proble*mini halletsin.” der. İnsana hakikî hedefini ilham etmeyen, böy*le bir hedefe ulaşma mevzuunda gerekli stratejiler adına onun basiretine nur, iradesine fer, ruhuna aşk u şevk ve gön*lünde de gökler ötesi âlemlere ulaşma arzu ve iştiyakını uyar*mayan ilim, bütün bütün boş bir vehim ve hayâl olmasa da bir şey vaadet*mediği muhakkaktır.

    2. Safâ-i hâlîdir ki; kalbin, Hak mehâbeti ve hakikat aşkıyla açılıp kapanması, heyecan ve hafakanlarını, Cenâb-ı Hakk’a mü*nâcât, yakarış ve sızlanışlarıyla seslendirerek, yer yer ruhuyla hakikat arasına giren vahşetleri ve gurbetleri giderip gönlünü huzur esintilerinin yamaçları hâline getirmesi ve bütün varlığı –kendi nefsine bakan yönüyle– his, şuur ve idrak açısından sa*pan taşı gibi yokluğa fırlatması mânâsına gelir.

    Evet insan, hâli itibarıyla safvet ve şeffafiyete erince, onun gönlü ulûhiyet hakikatinin tecellîleriyle köpürür, ruhu hakikat aş*kıyla coşar ve içinde açılan menfezlerle, varlığın perde arkası güzelliklerini temâşâ ile kendinden geçer, derken duygularının dili çözülerek, kelimelerle, cümlelerle ifadesi mümkün olmayan münâcâtların en büyüleyicileriyle “Hazîratü’l-Kuds”e yönelir, o*rada içini döker, Hakk’ın teveccühünü duyar, zevklerin en engi*nine erer; hatta bazen öyle bir ân gelir ki, esmâda, Mü*semmâ-yı Akdes’in Zât’ı mülâhazasıyla, sıfâtta, Hz. Mevsûf-u Mukaddes’in rahamûtu murakabesiyle, köpüren hislerinin dal*gaları içinde meleklerin ibadet neşvesini bütün benliğinde hisse*der, ruhanî*lerin temkinine şahit olur, melekûtun esrârına büyülenir ve insa*nüstü bir hâl alır ki. Minhâc sahibi bu seviyeye işa*ret sadedinde:

    گَه وَصفِ اِين بَگُفتُ و گُو مُحَالَست گَه صَاحِبحَال بَدانَد اِين چِه حَالَست

    Bazen bu hususta söz söylemek muhaldir (daha doğrusu kîl u kâldir). (Bazen de bu hâlin ne olduğunu) ancak hâl sahibi bi*lir.” der ki fevkalâde yerindedir. Şimdi isterseniz, bu bölümü de مَنْ لَمْ يَذُقْ لَمْ يَعْرِفْ “Tatmayan bilmez.” deyip noktalayalım...

    3. Safâ-i ittisâldir ki; kulun, bütün bütün ef’âl, sıfât ve zâ*tını, Hazreti Vacibü’l-Vücub’un ef’âl, sıfât ve Zât’ında fani kılıp, daha doğrusu fani bilip, fani hissedip Hazreti Vücud ve Hazreti İlm’in sübühâtının müşahedesiyle müstağrak yaşamaktır. Bir di*ğer ifade ile, safâ-i ittisal, ubûdiyet hazzının rubûbiyet hakkı için*de mütelâşî olup gitmesi, varlığın perde arkası esrârının dört bir yanı tutması, Hazreti İlim ve Vücûd’un feyezânının vicdanı ta*mamen istilâ etmesi ve ötede insanın gözüne açılacak gerçe*ğin zılliyet plânında basiretle temâşâ edilmesi demektir. Biraz daha açacak olursak bu, lâhut âlemi ve bu âlemin bir kısım es*rârının, ceberût âlemi ve bu âleme ait bazı hususiyetlerin, melekût âlemi ve bu âlemin teferruatının, Hazreti Sadık u Masduk ve Kâşifu’l-Hakâik’in: فَبِيَ يَسْمَعُ وَبِيَ يُبْصِرُ وَبِيَ يَبْطِشُ وَبِيَ يَمْشِي “Ben’imle işitir, Ben’imle görür, Ben’imle tutar, Ben’imle yürür.” beyanı çerçe*vesinde O’ndan şerefsudûr olan hakâikin, bir kere de “kurb” ufkunda, kalb, sır, hafi, ahfâ rasathâ*neleriyle temâşâ edilerek, herkese açık olan nazarî ve za*rurî hakikatlerin sübjektif ilmîliğe dönüşmesi, bu bilginin yakînle derinleşmesi, yakînin –letâifin müsâadesi ölçüsünde– hakka’l-yakîne yönlen*dirilmesi ve “Sü*bühât-ı Vech”in şuaları karşısında hususiyetlerin bütün bütün silinip gitmesi, mahiyetlerin eriyip kül olması, artık sadece ve sadece Hazreti Kayyûmiyet’in du*yulup hissedilmesi*dir ki, böyle bir makamda, damla deryaya dönmüş, zerre gü*neşe karışmış ve her şey hiç ender hiç olmuş gibi tasavvurlar üstü zevkî ve hâlî bir durum istilâ eder insanın her yanını; eder de sâlikin nazarı kayyumiyetten başka bir şey görmez olur.. ve bir zevk zemze*mesi içinde, sadece O’nu bilir-O’nu duyar, O’nunla işler-O’nun*la başlar ve âdeta O’nunla otu*rur-O’nunla kalkar. Böyle bir te*levvünat içinde bazen iltibaslara girerek, her şeyi O’nun teza*hüründen ibaret saydığı anlar da olabilir.. evet, görme, bilme, duyma ve zevk etme konusunda herkes aynı mülâhazayı pay*laşsa da, his, şuur ve idrak meleke*sini Hazreti Mişkât-ı Nübüv*vet’le aydınlatamamış olanlar, yo*rumlarında ha*talara girebilir*ler. Böyle bir mülâhazayı ifade sa*dedinde, hata*sıyla-sevabıyla, söylenmiş dünya kadar güzel söz vardır. Biz, on*lardan sadece bir tanesini zikrederek konuyu kapamak istiyo*ruz:

    چُون تُـو دِيدِي پَرتَوِي آن آفِتَـاب تُـو نَـمَاندِي بَـاز شُد آبِي بَآب

    قَطرَه بُودِي گُـم شُـدِي دَر بَحرِ رَاز مِـي نَيَـابِـي زَمَـان اِين قَطرَه بَاز

    گَـرچِه گُم گَشتَن نَه كَارِ هَركَس اَست دَرفَنَا گُم گَشتَگَان چُون مَن بَس اَست

    “Vaktâ ki sen, o güneşin ziyâsını gördün (Sübühât-ı Vech’in nûrlarıyla yanıp kül oldun) artık sen kalmadın. Katre deryanın (dalgalarına) karıştı ve sen bir katre idin; şimdi ise sır denizinde kayboldun. Artık o katreyi (bir daha da) bulamazsın. Gerçi gâib olmak herkesin kârı değildir; ama benim gibi fenâ bu*lanlar da az değildir.”

    Safâ-i ittisali, hulûl ve ittihadı işmam edecek bir üslupla an*latanlar, kendi zevk ve hâllerini anlatıyorlarsa, bunlar yorum ve seslendirme iltibası içindedirler; derhâl Mişkât-ı Muhammediye’ ye sığınarak iltibaslarını düzeltmelidirler. Yok, böyle zevkî ve hâlî bir hususu bir düşünce sistemi ve felsefe ola*rak benimse*mişlerse, dalâlet içindedirler ve (Tirmizi) مَا أَنَا عَلَيْهِ وَأَصْحَابِي kal’ayı kudsi*yesine girecekleri âna kadar da bâğî sayılırlar.


    اَللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ، وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ..

    اَللَّهُمَّ عَفْوَكَ وَعَافِيَتَكَ وَرِضَاكَ.. اَللَّهُمَّ إِلَى مَا تُحِبُّ وَتَرْضَى، وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ مِشْكَاةِ الْهِدَايَةِ وَوَسِيلَةِ السَّعَادَةِ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ.



  2. #22
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    SÜRÛR

    Neş’e ve sevinç mânâlarına gelen sürûr; insanın içini ve dı*şını saran bir tür hoşnutluktur ki, her vicdanda farklı farklı his*sedilse de hemen hepsi Hazreti Enîs’ten gelen değişik dalga bo*yundaki “üns” esintilerinin lâtife-i rabbâniyeyi sarmasından iba*ret görülmüştür.

    Âşıklar, sürûru vuslat kokusuyla, sadıklar gönüllerinde vefa duygusuyla, kurb kahramanları ise tasavvurlar üstü yakîn telev*vünleriyle duyar ve her sınıf, derecesinin kendisine ifâza ettiği ölçüde

    قُلْ بفَضْلِ اللهِ وَبرَحْمَتِهِ فَبذلِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ

    “Söyle, onlar, Allah’ın fazlı ve rahmetiyle sevinip neş’elen*sinler; (evet) ancak bununla sevinin ki, bu (ötekilerin) toplayıp durduklarından hayırlıdır.” der ve kaynağını mülâha*zaya ala*rak ilâhî vâridlerin sevinciyle oturur-kalkar ve inşirah soluklar.

    İman ve imanın vadettiği bütün neticeler; İslâm ve İslâm’ın gösterdiği yüksek hedefler; Kur’ân ve O’nun dünyevî-uhrevî mey*veleri; ihsan ve onun işaret ettiği ru’yet hakikati, seviyesine göre hemen herkese Allah’ın birer fazlı ve rahmeti, bunların gö*nüllerde hâsıl ettiği neş’e ve sevinç de kalbin zümrüt tepelerinin sürûr çiçekleridir.

    Evet, iman, İslâm, Kur’ân ve ihsana mazhariyet en büyük bi*rer ilâhî mevhibe ve bu mevhibeden kaynaklanan; kaynakla*nırken de zımnî birer şükür ve senâ mânâsını tazammun eden sü*rûr, bütün dünyevî hazları, zevkleri, lezzetleri aşkın öyle lutuf*lar üstü bir lutuftur ki, topyekün dünya ve içindekilerle peylense değer.. onun o aşkın kıymetinden ötürü değil midir ki Kur’ân: “Bu onların toplayadurduklarından kat kat daha hayır*lıdır.”[1] ferman eder.

    Kur’ân’ın pek çok yerinde, hedefsiz ve akıbeti meçhul se*vinçlerin yerilmesine karşılık, Allah ve ulûhiyete ait maârif; Pey*gamber ve nübüvvetin vaadettiği şeyler; İslâm ve O’nun insanlığa armağanları yukarıdaki âyet gibi pek çok ilâhî beyanla:

    يَسْتَبْشِرُونَ، يَفْرَحُونَ، لَهُمُ الْبُشْرى، وَيَنْقَلِبُ إِلى أَهْلِهِ مَسْرُورًا، وَلَقّيهُمْ نَضْرَةً وَسُرُورًا

    “Onlar neş’elenirler..” “Sevinç duyarlar..” “Müjdeler ol*sun onlara!.” “Ve sevinçle döner yuvasına..” “Allah onların yüzlerine behçet ve güzellik, gönüllerine de sevinç verir.” vur*gu*lanır ve ötekilerin suiakıbetlerine karşılık, bunlara, neş’enin, sevincin, inşirahın zevki, lezzeti ve şiiri içirilir.

    Sürûr, vicdandaki duyuş ve hissedilişi itibarıyla, üç ana bö*lümde mütalâa edilmiştir:

    1- Zevk sürûru ki; sâlikin, Envâr-ı Hak’tan uzak kalma ve O’ndan kopup gitme endişesine, mârifetsizlik zulmetlerine yenik düşme korkusuna ve yalnızlık vahşetine maruz kalma telâşına karşı, bir teselli soluğu ve şifâ-bahş bir ilâhî iksirdir.


    Avâmın, Envâr-ı Hak’tan uzak kalma ve Hak’tan kopup gitme endişesi daha çok, Cennet’i çepeçevre sarmış bulunan mekârihi aşamaması, Cehennem’i ihata eden şehevâta takılıp kalması; havâssın yalnızlığa maruz kalma korkusu, mehâsine ve maruf olan şeylere iştiha duymaması, mesâvî ve suiahvâli de kerih görmemesi; haslar üstü hasların yalnızlık ve gurbet telâşı ise, dünya ve ukbâ, bura ve öteler arasındaki tercihte durak*lama, âhesterevlik etme şeklinde kendini gösterir. Bütün bu hu*suslar derecesine göre herkes için birer tasaya sebeptir. Ve se*beplerinin rüçhaniyetiyle gönül ufkunda doğan sürûr da bu ta*saya karşı ilâhî bir inşirah vesilesidir. Evet, ister bilgi ve mârife*tin zıddı olan cehalet, ister yanlış davranış ve taşkınlıkların esası olan bilgisizlik olsun, bunlar, birer birer veya hepsi birden ruh*larda keder ve tasa kaynağıdırlar. Yer yer sînelerde sürûr tecellî*siyle Hazreti Enîs-i Mutlak, zaman zaman insan ruhunu saran ilhad, inkâr ve dalâlet zulmetlerini giderir ve dostlarının gönülle*rini kendi nurâniyetiyle aydınlatarak, onları Nûr Âyeti’nin maz*harı birer ışık kaynağı hâline getirir. Buna, Cenâb-ı Hakk’ın sev*diklerini karanlıklardan ışığa çıkarması; çıkarıp bu kimselerin gönüllerini mârifet nurlarıyla ihyâ etmesi ve Nefha-yı Sübhâni*yesi’yle onları ebediyete namzet kılması da diyebiliriz ki, اَللهُ وَلِيُّ الَّذِينَ امَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ “Allah iman edenle*rin dostu*dur; onları (inkâr, ilhad ve dalâlet) karanlıkların*dan kurtarıp (i*manın, İslâm’ın, ihsanın) nuruna kavuşturur.” âyet-i pürenvârı.. أَوَ مَنْ كَانَ مَيْتًا فَأَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشِي بِهِ فِي النَّاسِ كَمَنْ مَثَلُهُ فِي الظُّلُمَاتِ لَيْسَ بِخَارِجٍ مِنْهَا “Ölü iken iman ile diriltip kendi*sini nurlan*dırdığımız, o ışıkla yürüyen, hiç (inkâr) karan*lıkları içinde kalıp ondan çıkamayan kimse gibi olur mu?” be*yan-ı Sübhânîsi gibi pek çok Kur’ân âyeti bu ilâhî teveccühün belli buutlarına işaret eder.

    İnsan ruhunun, hakikî menba-ı feyzi olan lâhut âleminden cüdâ düşerek dağınıklıklara dûçâr olmasına, vahşet duymasına, tatminsizliklere maruz kalmasına, başka arayış ve başka beklen*tilere sürüklenmesine karşılık أَلاَ بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ “Biliniz ki kalbler ancak Allah’ı anmakla huzur ve itminâna kavuşur.” uf*kunun şuâlarıyla beslenen kalb, sürûr-u ilâhî mevhibesini zevk ederek her türlü olumsuzluğun hakkından gelebilecek bir aşkın*lığa ulaşır.

    2. Şuhûdun sürûrudur ki; ilimden mârifete yükselen sâli*kin, ibadet ü taatı, kalbî muamelesi, ruhî irtibatı sayesinde be*denî ha*yatını, ihtiyar ve iradesini, ilâhî meşîet bahr-i muhiti için*de bütün bütün mütelâşî ve yok sayarak, Rabb’in irade ve ihti*ya*rıyla yeni bir varlığa ermesi ufkunda tecellî eden bir sürûrdur ve insanın uhrevî buudunun öne çıkması, itikat dairesinin sebepler âlemine galebe çalması ve hâdiselerin öteler dalga boyu husu*siyetleriyle duyulup hissedilmesinden ibaret sayılmıştır. Siz ister*seniz buna “fenâ fillâh” da diyebilirsiniz.

    Minhâc sahibi bu engin sürûru şöyle resmeder:

    حَـالَتِـى كَـز غَيب آيَــد پدِيد جُز بَذَوق آن عِلم رَا نَتوَان شَنيِد

    جَـهدِ مِـى كُن تَا زِ خُود يَايِى رَهَا وَاجِبِ اِين عِلم اَست اَگَر دَارِى بَهَا

    عِلمِ صُورَت پِيشَهءِ آبُ و گِل اَست عِلمِ مَعنَى رَهبَر جَـانُ ودِل اَست

    گَنجِ پُنهَانِيسـت عِلــمِ مَعنَـوِي دَرْ تُو آيَدْ گَر زِخُود بِيرُون شَوِي

    “Bir hâl ki gayb ilminden meydana gelir; o ilmi zevkten başka bir yolla duyup hissetmek mümkün değildir. Hep çalış ki kendinden kurtulasın; (zira bu ilme ulaşmanın yolu kendinden kurtulmadan geçer.) ve bu ilim sana vâcibtir eğer pahasını tedâ*rik edebilirsen.. sûrî ilim, su ve çamur tabiatlı, (ilâhî vâridlerle beslenen) mânevî ilim ise, gönül ve cân rehberidir. (Evet) mâ*nevî ilim bir gizli hazinedir; kendinden sıyrılabildiğin ölçüde sana gelir.”

    3- İcâbet-i semâ sürûrudur ki; tam mazhar olunabildiği öl*çüde, ruh mekanizmasının her yanından vahşeti izale eder.. hak yolcusunda Hazreti Müsemma-yı Akdes’i müşahede arzusunu kamçılar.. ve onda, temâşâ kapısının tokmağına dokunabilme ümidini coşturur; dahası ruhu uhrevî neş’e ve sevinçlere gark eder.

    Bu seviyedeki sürûr ufkunda bir yandan kalb, ruh ve bütün lâtifelerin en samimi bir istekle Hazreti Mütekellim-i Ezelî’ye yö*nelmeleri, diğer yandan da: اَگَر نَه خَواهي دَاد، نَه دَادي خَواه “Eğer vermeseydi, istek ve teveccühü de vermezdi.” fehvâsınca, Haz*reti Mennân u Mücîb’in duyup bildiği şeyleri kabul ve ica*betle şereflendirmesi ki; bu seviyeye eren hak yolcusu, her za*man ruhundaki sürûr çağıltılarıyla kendinden geçer.. dört bir yanında “Hazîratü’l-Kuds”ten gelen buğu buğu üns esintilerini duymaya başlar.. kendini âdeta, ceberût ve rahamût âlemleri*nin eşiğinin dibinde hisseder.. ve duygularını kuşatan köpük köpük gizli bir arzu ile, müşâhede kapısının tokmağına do*kun*ma heyecanıyla gerilir.. tıpkı saf bir ruh gibi “bî kem u keyf” duyup hissettikleriyle mest olur.. ve döner kendi tâlihine tebes*sümler yağdırır.


    اَللَّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنَ الَّذِينَ وُجُوهُهُمْ نَاضِرَةٌ؛ إِلَى جَمَالِكَ الْمُقَدَّسِ نَاظِرَةٌ.

    وَصَلَّى اللهُ عَلَى مُحَمَّدٍ عَلَيْهِ أَكْمَلُ التَّحَايَا وَعَلَى إِخْوَانِهِ مِنَ النَّبِيِّيِنَ وَالْمُرْسَلِينَ وَعَلَى آلِهِ أَجْمَعِينَ.


    --------------------------------------------------------------------------------

    [1] Yûnus sûresi 10/58.

  3. #23
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    TELVİN ve TEMKİN

    Renk verme, boyama, boyanma ve farklı görünümler arzet*me mânâlarına gelen telvin; sofiye ıstılahınca, bir hâlden bir hâle, bir tavırdan bir tavıra intikal ederek farklı renk ve gö*rüntü*ler sergileme.. konup-kalktığı yerler itibarıyla “müstevda” iken Hak rızâsı hedefli hareketleriyle hep “müstekar” olma pe*şinde koşanlara has önemli bir payedir.

    Eğer telvin –bazı kimselerin de ifade ettiği gibi– her zaman değişip durmak suretiyle farklı görüntüler sergilemek ise, telvin sahibi henüz hedeflediği ufka ulaşamamış, itminana erememiş, oturaklaşamamış “ibnü’s-sebil” ve “ibnü’z-zaman” diyebilece*ği*miz bir mübtedîdir. Aksine, şayet sahib-i telvin; ibtidâyı yaşar*ken intihâyı duyabiliyor ve değişip durmaları, konup kalkmaları لَبثْنَا يَوْمًا أَوْ بَعْضَ يَوْمٍ “Bir gün ya da onun bir bölümünde (orada) kaldık..” (yani o kadarcık bir “müstevda” yaşadık) sâbitesince görüp değerlendirebiliyorsa, o, niyet, irade ve azmiyle makam*dan makama, dereceden dereceye uçacak ve geçtiği noktaların üstünde sürekli hedefin gölgesini gördüğü, hatta O’nu duyduğu; ruh ve duygularıyla hep O’nunla olduğu için, yol aldığının, yol*larda oturup kalktığının ve merdiven çıktığının farkına bile va*ramayacak; hâle ait tebeddül ve tegayyürün hâsıl ettiği boşluk*ları, her zaman niyet ve nazar ufkuyla doldurup, hususiyle de hedefin câzibe ve ihtişamıyla meşbû, meşgul, hatta mahmur bu*lunduğu anlarda hep elvan ü eşkalden, zevken müberrâ ka*la*caktır. Bir de, yol boyu sergilediği yüksek performansa yer yer hedef televvünlü avanslar alabiliyorsa, artık onun “müstevda”ı aynen “müstekar” demektir.. evet, böyle bir seviye insanının televvünü, “ma yeûlü ileyh” itibarıyla her zaman temkin sayıla*bi*lir. Bu itibarla da, bu seviyedeki hakikat yolcularının, telvinde hep temkin solukladıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira bu mâ*nâdaki telvin, bir ilâhî şe’n ve sıfattır. Eğer o bir ilâhî şe’n ve sıfatsa; zaten onda eksik ve kusur tasavvur edilemez; edile*mez, çünkü Cenâb-ı Hakk Zât’ıyla olduğu gibi, sıfât ve şe’nleriyle de kusursuzdur ki كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ “O her gün (bî kem u keyf) ayrı bir şe’n ve hâldedir.” âyeti de bu gerçeği ihtar etse gerek.

    Tasavvuf erbabı, telvini iki bölümde mütâlaa edegelmiş*lerdir:

    1- Seyr u sülûkün başlangıcında, az-çok nefis ve hevâ insi*bağıyla alâkası olan telvindir ki; sâlik için tehlikelere, aldan*ma*lara; mehdiyet ve mesihiyet türünden bâlâpervâzâne iddia*lara açık ve her zaman istikbal vadetmeyen telvin..

    2- Na’t-ı ilâhî olan telvindir ki, Hak ve Hüdâ dalga boylu, acz, fakr, şükür ve tefekkür derinlikli, hüsn-ü âkıbete namzet, her zaman itminan edalı ve geleceğin temkin basamakları sayı*lan televvünleri şimdiden duyma, yaşama ve aksettirebilme hâ*lidir. Böyle bir telvinde aldanma oldukça nadir.. tehlikeler az.. şatahat ve iddialar ise hemen hemen yok gibidir. Dolayısıyla da birinci telvin gibi zahiri görkemli ve gürültülü fakat saçılıp sav*rul*maya namzet, renkli ve cazibedâr ama hevâ ve hevese açık değildir, değildir, zira:

    بَاد كَاهِي رَا بَهَا مُون مِي بَرَد بَاد كُوهِي رَا عَجَب چُون مِي بَرَد

    “Rüzgâr, saman çöpünü (sürükler) çöle götürür; ama dağı nasıl (sürükleyip) götürebilir ki?”

    Mîzanü’l-İrfan Sahibi de bu hususu dildâde bir üslûbla şöy*le ifade eder:

    “Hem telâş eyler mezâlikte[1] bütün,

    Eyler o tayy-i menzil gece-gün.

    Bir sıfattan diğere seyreyler o,

    Bir makamdan âhere devreyler o.

    .............................. .............................. ................

    Eyler ahvâli tebeddül dembedem,

    Başka bir âlemdedir her gün kadem.

    Eyler hem kat-i merâhil daimâ,

    Her an ayrı bir televvün rû-nümâ..

    Böyle eyler terakkî-i kemal,

    İşte telvin hâletidir bu hâl!”

    Temkin; oynak ve hafif-meşrepli olmanın zıddı; vakur, cid*dî, uslu ve oturaklı olma hâlidir ki; tasavvuf erbabınca, istika*mette derinleşip istikrar kazanma, yüzüp-gezmeden kurtularak huzûr ve itminana ulaşmaktan ibarettir. Böyle bir hak yolcusu, ibtidâsı aynı intihâ, sürekli rızâ ufkunun müşahedesiyle, hâlden hâle, makamdan makama intikali fark etmeden, her zaman vuslatın neşvesiyle, hüsn-ü âkıbetini duymanın itminanını yaşar ve çok defa sefer meşakkatinin zerresini bile hissetmez.

    Hak yolcusu, bidâyet-i hâl itibarıyla, hâlin gereği, hep televvün edalıdır; zira o, seyr u sülûk-i ruhânîde, esmâdan mü*semmâya, sıfattan mevsufa, hâlden makama, yolcular için uzun bir mesafe sayılan eb’âdı aşarken, sürekli farklı şeyler görür, farklı şeyler duyar, farklı şeyler hisseder; bu duyuş, bu görüş ve bu hissedişler, her zaman sâlikin benliğini tesir altına alacağın*dan, onun tavırlarından hep televvün akar.. ve bu yolda olma hususiyeti, hakikat yolcusunun hedefe ulaşacağı “ân”a kadar devam eder. Gün gelip de “fenâ fillâh” ufkunda, “bekâ billâh” hakikatı zuhûr edince, telvin de yerini temkine bırakır, televvün temekkünle becâyiş olur. Ve artık Mîzanü’l-İrfan Sahibinin de de*diği gibi:

    “Çün ere Maksûd’una merd-i Hüdâ,

    “İrciî” remziyle eyler nidâ..

    Kâbe-i maksûda bulunca vusûl,

    Matlab-ı âlâya erdikde yol;

    İşte temkin-i tarikattir bu hâl!

    Ekmel olmuş burda erbab-ı kemal...”

    der ve itminan soluklar.

    Temkin, itminandan bir iki kadem daha üsttedir ve وَلاَ يَسْتَخِفَّنَّكَ الَّذِينَ لاَ يُوقِنُونَ “Yakîne ermemiş olanlar, seni hafifliğe (ve telvine) sevketmesin.” fehvasınca ulü’l-azmâne bir oturmuşlu*ğun ifadesidir.

    Yolun başındakilerin temekkünü; sağlam niyet, ulü’l-azmâ*ne irade, kaynağından gelen tam bilgi ve yolun yol rehbe*riyle yürünmesine bağlıdır. Yani, maksat, rızâ-i ilâhî; azık, Ehl-i Sün*net anlayışı içinde dinin hayata hayat kılınması ve yolun da Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın rehberliğinde sürdürülmesidir ki; bunu: Gaye, Allah; maksad, O’ndan gelenlere karşı duyarlı olup olabildiğince titiz yaşamak; yol da değişik türden ifratlar ve tefritlere karşı istikamet ifadesi kabul edilen sırat-ı müstakîmdir.

    Kendini tamamen Hakk’a adamışların temekkünü; kalben ağyar münasebetlerinden sıyrılıp, her an sînesini Hak tecellîleri için pak tutmak suretiyle hazır bulunarak, ilâhî vâridleri avla*makla meşgul olmaktır ki; Hz. Hakkı:

    “Dil beyt-i Hüdâ’dır ânı pâk eyle sivâdan,

    Kasrına nüzûl eyleye Rahmân gecelerde..”

    tembihleriyle bu gerçeğe parmak basar.

    Ârif-i billah olanların temekkünü; makam-ı cem ünvanıyla da ifade edilen ihsan şuurunun en kâmil mânâda duyuluş ve his*sedilişiyle sürekli murâkabe hâlidir ki, “fenâ fillâh” ve “bekâ billâh”ın tam tahakkukuyla elde edilir ve bu sayeye hak eri kendi feyiz kaynağına muttali olarak teveccüh-ü tâmmeye erer ve ciddî bir iştiyak içinde tam bir hayretle hep O’na yönelir.. vücûd ve devamının, O’nun Vücûd ve Kayyûmiyetinden bes*len*diğini duymaya başlar; başlar ve Rehber-i Ekmel’in ziyâ-yı feyziyle ne vücûdiye ne de şuhûdiyeye girmeden

    (Tirmizi, Ebu Davud, İbn Mace)عَلَيْكُمْ بِسُنَّتِي وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ ile çerçevelenen haki*kat dairesinden, her şeyin varlığının da bekâsının da O’ndan ol*duğu mülâhaza*sıyla kendini daha bir güçlü, daha bir yerleşik hissederek, tam bir bekâya mazhariyetini, tam bir fenâdan geç*tiğini itiraf ve ifade sadedinde:

    هَجَرْتُ الْخَلْقَ طُرًّا فِي هَوَاكَا وَأَيْتَمْتُ الْعِيَـالَ لِكَيْ أَرَاكَا

    “Topyekün varlığı senin aşk u sevdan uğrunda terkettim. Seni görme yolunda iyâlimi de yetim bıraktım.” der, her şeyini yollara döker ve “Seni, Seni” mülâhazalarıyla dolaşır durur.


    اَللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ الرِّضَا بَعْدَ الْقَضَا وَبَرْدَ الْعَيْشِ بَعْدَ الْمَوْتِ وَلَذَّةَ النَّظَرِ إِلَى وَجْهِكَ وَشَوْقًا إِلَى لِقَائِكَ . وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الْهَادِي إِلَى سَبِيلِ السَّلاَمِ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ الْكِرَامِ آمِينَ يَا مُعِينُ.


    --------------------------------------------------------------------------------

    [1] Kaygan zemin.

  4. #24
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    MÜKÂŞEFE

    Keşf kelimesinden gelen mükâşefe; hakikat ehline, ilâhî sır*la*rın zuhûr etmesi demektir ki; sâlikin, mânevî mücâhede yo*luy*la yükselip esmâ ve sıfât hakikatlerini duyması, sezmesi ve bil*mesi ruh hâlinden ibarettir. Öyle ki, bu mertebeye ulaşan hak yolcusu, bir yandan ilâhî isim ve sıfâtlarla alâkalı seyahatini –isti*dadı ölçüsünde– tamamlamış sayılır; diğer yandan da, “arş-ı rahmet”in izdüşümü olan lâtife-i rabbâniyeye ilâhî sırlar ak*maya başlamış olur. Bu mazhariyete erenlere yer yer melekût âleminin perdeleri aralanır ve eşyanın perde-önü, perde-arkası ayân olur ki, sofîye buna; hicâbın mâverasındaki umûr-u gaybi*yeye ıttıla mânâsına mükâşefe der. Bu da, –erbabınca bilin*diği üzere– mükâşefenin taalluk ettiği hususlar itibarıyla, mücerret hakikatler ve gözle görülmeyen mânâlar olmasına kar*şılık; mü*şahedenin taalluk ettiği hususların zevât olduğu gerçe*ğine mu*vafık düşmektedir.

    Mükâşefeye; sırdaş dostlar arasında, birbirlerine karşı açıla*bildiklerince açılmaları şeklinde bir yaklaşım da söz konusudur ki –Hakk’ın, şe’n-i rububiyetine layık düşmeyen şeylerden mü*nezzehiyeti mahfuz– Hz. Ahmed-i Mahmûd’un bütün bütün nâ*sutiyeti aşıp makam-ı vâlây-ı: فَأَوْحى إِلى عَبْدِهِ مَا أَوْحى “Allah ona esrâr-ı kelâmını açtı ha açtı.” payesine ulaşması buna en üst seviyede bir misal teşkil eder.

    Mükâşefeye, dostun dosta sır armağan etmesi makamı di*yenler de olmuştur ki, Hak’la sevdikleri arasında sürekli böyle bir sır teâtîsi her zaman söz konusu olagelmiştir. Yani kul, kalbin esrârını, yine kalbin lisanıyla Rabbine fısıldar; Hazreti Allâmü’l-Guyûb da onun kalbinin yamaçlarına maarif lâl ü güherleri yağdırır, kul, mârifet ufkuna yükselerek Rabbini, güzel isimleri ve pak sıfatlarıyla tanıyıp onların envarına müstağrak olduğu ölçüde, Hz. “Gayb-ı Mutlak” da perde aralayarak onun gönül gözlerine nûr hakikatini ifaza buyurup onu ihsan şuurunun zirvelerine ulaştırır.. ve bu noktaya ulaşacağı âna kadar da her sâlikin lâhut ile münasebeti “min verâi hicâb” (perde arkası)dır. O, bu ufka ulaşması yolundaki seyahatinde, gördüğü şeyleri bü*yük ölçüde sisli-dumanlı bir cam arkasından temâşâ ediyor gibi görür; görür ve hiçbir zaman, sıfât ve şuûnun tecellîlerine, açık-seçik muttali olamaz. Muttali olduğunu zannettiği şeyler ise sırf bir vehm ü hayâldir.

    Hak yolcusu ile hakikat arasındaki perdeler, kulun Hak’la münasebeti açısından farklı farklıdır: Esmâ ve sıfât hakikatlerine kapalı bulunma bir perde olduğu gibi, kalbin, Allah’la beraber başkasına yönelmesi de ayrı bir perdedir. Varlığın felsefî kriter*lere göre yorumlanması –aynı ölçüde olmasa da– o da yine bir hâil sayılır. Hatta Mişkât-ı Muhammediye’nin dışında –O’nunla beraber bulunsa da– ayrı bir ışık kaynağı aramak da tehlikeli bir perdedir. Kibir, haset, ucup, riyâ, fahr ve enâniyet misillü iç inhi*raflar, hakikatin olduğu gibi duyulup hissedilmesine mani olması ölçüsünde, küfür ve dalâletin basamakları sayılan gü*nah*lar da önemli birer engel sayılırlar. Bu perdelerin sebebi*yet verip karşımıza çıkardıkları tezgâhları; nefis tezgâhı –şeytan tez*gâhı, kendine ve bizim hevesatımıza bakan yanlarıyla– dünya tezgâhı veya beşerî boşluklar, beşerî zaaflar tezgâhı diye sırala*yabiliriz ki, bunlar da her biri tek başına sâliki öldürücü bi*rer tuzaktır. Bu tuzaklar sürekli çalıştırıldığı ve beşerî boşluklar açık bırakıldığı takdirde söyleyeceğimiz her şey beyhude, her davra*nış bâd-i hevâ, bütün gayretler boşuna ve vuslat kuşa*ğında hicran yaşamamız da kaçınılmazdır.

    Bu perdelere takılmadan, yolda bulunmanın hakkını ve*renler için ilk mükâşefe, Hazreti Meşhûd-u Ezelî’nin, sâlikin kal*binde hâsıl ettiği bir mârifet tecellîsidir ki, onu elde eden ârif, sa*bit kadem olabilirse, yollar ona, şuhûda kadar açılabilir. Ne var ki, böyle bir tecellî süreklilik arzetmeyebilir; yer yer kesilir ve yol*lar bir bölümü itibarıyla kararır, yürüme esnasında sık sık du*raklamalar yaşanır. Ne var ki bütün bunlara rağmen hak yolcu*sunun kalbindeki yükselme arzusu hiçbir zaman dinmez; zaman zaman başı dönüp sarsılsa da, o, her zaman yürüyüp menzile ulaşma arzusuyla çırpınır-durur. Böyle dağdağalı bir yolculukta ye’se düşmeden yolda olmanın hukukuna riayet etmek bir ba*ba*yiğitliktir ve bu babayiğitliği devam ettirebilenler her za*man kesintisiz inkişaflara, aralıksız mükâşefelere ve derken ilmî*likten aynîliğe yürürler ki, bunun hemen iki kadem ötesinde temkin ve teyakkuz destekli “mükâşefe-i ayn” hakikatini duyup hissetme*ye başlarlar. Bu kudsî yolculuğu daha da sürdürebildikleri tak*dirde, seyahatleri gider müşahede ile noktalanır (bu*rada müşa*hedenin ayrı bir Zümrütten Tepe konusu olduğunu hatırlatıp geçelim).

    Mükâşefe-i ayn, ilâhî nûrların, sâlikin kalb ufkunu aşarak, onun umum letâifini ihata etmek suretiyle bütünüyle duygu*lar*da hissedilip yaşanması mertebesidir.. tabir-i diğerle o, medlûlu deliller üstü duymanın, zevketmenin unvanıdır. Seyr-i ruhanîsi*nin mebdei olması itibarıyla, bu mertebenin en büyük kahra*manı olan Hz. Rûh-u Seyyidi’l-Enâm (s.a.s.), başta Miraç olmak üzere, hayat-ı seniyyelerinin zirvelerinde, –O’nun hayatı hep zir*velerde geçmiştir– sürekli mükâşefeden müşahedeye yü*rüyerek, her zaman esrâr-ı imanı duyup zevketmiş; Cennet, Ce*hennem, melekler, hatta kader kalemlerinin cızırtılarına kadar ötelerle a*lâkalı en sırlı şeylere muttali olmuş, sonra da dönüp asliyet plâ*nındaki bu müşahedelerini, cüz’iyet ve zılliyet zemi*nindeki ben*delerine armağan ederek geçip gittiği kapıları aralık bırakmış; dahası, yürüdüğü yolları, kalblerdeki mârifet nûrlarına göz kır*pan reflektörler gibi ışığa açık işaretçilerle teminat altına almış ve gezip temâşâ ettiği makamlarda; مَا زَاغ الْبَصَرُ وَمَا طَغى fehva*sınca gözü kaymadan, bakışı bulanmadan ve başı dön*meden dolaşmış, sonra da bu kevn ü fesadın dahasına taham*mülü ol*madığı bir noktada, yolu da yolculuğu da arka*sındaki*lere ema*net ederek (Buhari, Müslim)اَللَّهُمَّ الرَّفِيقَ اْلأَعْلَى deyip Rabbine yürü*müş*tür. Arka*dan gelen vefalı dostları da, bu mükâşefe yo*lunda, se*bepleri ve neti*celeriyle miras aldıkları bu ruhânî seya*hat ve temâşâyı sür*dür*müş; his, müşahede ve duygularında, yerinde keskin ve isa*betli içtihadlarıyla, yerinde: (Taberi, Tarihu’l-Ümem ve’l-Müluk)يَا سَارِيَةُ الْجَبَلَ الْجَبَلَ gibi boşalma ifa*de eden sözleriyle, yerinde: “Perde-i gayb açılsa yakînim ziyâ*de*leş*mez.” türünden sır vermeleriyle ve ye*rinde de: “Ümitvâr olu**nuz şu istikbal inkılâbatı içinde en yüksek ve gür sadâ İslâm’ın sa*dâsı olacaktır.” gibi bişaretleriyle seslen*dir*miş ve mükâşefe*nin değişik televvünlerinden ne resimler ve ne mânâlar sunmuş*lardır.!
    َ

    اَللَّهُمَّ أَنْتَ اْلأَوَّلُ فَلاَ شَيْءَ قَبْلَكَ، وَأَنْتَ اْلآخِرُ فَلاَ شَيْءَ بَعْدَكَ، أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ كُلِّ دَابَّةٍ نَاصِيَتُهَا بِيَدِكَ، وَأَعُوذُ بِكَ مِنَ الْمَأْثَمِ وَالْمَغْرَمِ، وَصَلِّ اللَّهُمَّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ الْكِرَامِ.



  5. #25
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    MÜŞÂHEDE

    Bir şeyi temâşâ etme ve gözleme mânâlarına gelen müşâ*hede; ef’âlde esmâyı, esmâda “Müsemmâ-yı Akdes”i basiretle rü’yete denir. Diğer bir yaklaşımla, müşâhede, kurb erlerinin, “min verâi hicâb” ufkuna ulaşarak, eşyanın “ehadiyet-i Hakk”a (Hak birliği) şeffaf bir ayna hâline gelmesinden ibaret sa*yılmış*tır.

    Müşâhede, hak yolcusunun, temâşâsını basiret nûruyla ger*çekleştirmesi açısından rü’yet diyebileceğimiz görmeden ayrılır ki, İsmail Hakkı Merhum, Muhammediye Şerhi’nde bu farklılığa şöyle işaret eder: Yüksek bir mazhariyet olan müşâhede, basire*tin müşâhedesidir, basarın değil; zira basarla görülüp hissedilen şey, Hak nûrunun zılli, eseri ve tecellîsidir. Basiretle müşâhede edilene gelince o, Hak nûrunun hakikati ve “bî kem u keyf” kalben Hakk’ı temâşânın da bir unvanıdır.

    Müşâhede, daha evvel üzerinde durduğumuz mükâşefeden de farklıdır. Mükâşefe dairesinin rasat ufku, mânâlar ve mücer*ret hakikatler olmasına karşılık, müşâhedeninki –Zât-ı Ulûhiyet’in idrak edilemeyişi mahfuz– zevâttır. Diğer bir ifade ile müşâhe*de, Zât-ı Ulûhiyet hakkında, hususî mânâsıyla O’na ait teveccü*he esas sayılabilecek bir yöneliş; mükâşefe ise, ilâhî isim ve sı*fatları duyup hissetme ve yaşayıp zevk etme hâletidir.

    Müşâhedenin ayakları; duyup sezecek dipdiri bir kalb, işitip değerlendirecek fevkalâde bir duyarlılık ve ötelerle tam bir irti*bat ve konsantrasyondur ki,

    إِنَّ فِي ذلِكَ لَذِكْرى لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ أَوْ أَلْقَى السَّمْعَ وَهُوَ شَهِيدٌ

    “Şüphesiz ki bunda (ilâhî kelâm) kalb taşıyan ve dikkatini toplayıp kulak kesilen kimseye hatırlatma vardır.” ilâhî beyanı buna işaret ediyor gibidir..

    Müşâhedenin de mükâşefe gibi kendi içinde birbirinden farklı dereceleri vardır. Bu dereceler, hakikati temâşâ adına, de*ğişik kâbiliyetlerin kıymet ölçülerine göre, onlara tahsis edilmiş birer rasathâne mesâbesindedir. Bu rasathânelerden, herkes, i*manının enginliği, yakîninin derinliği ve gönlünün vüs’ati ölçü*sünde alış verişe mazhar olur ve müşâhede ile şereflendirilir.

    Bu derecelerin birincisi; ilim, iman hakikatiyle beslenen mâ*rifet müşâhedesidir ki, bu noktaya ulaşan sâlik, vicdanındaki güçlü yakîni sayesinde, idrak ufkuna sürekli, ilim televvünlü “vücûd” nûrlarının aktığını hisseder ve derin bir iştiyakla “Haz*retü’l-cem”e yürümeye başlar.

    İkincisi; müşâhede-i muâyenedir ki, bu ufka ulaşan ârif, de*lil ve müşâhedeleri aşıp, Hazreti Esmâ ve Sıfât’ın asliyetinde eri*yerek kendi zılliyetinin şuuru ile zıllî-şuhûdî bir tevhide erer ve artık gözü başka bir şey de görmez. Bu makamla alâkalı, “Mî*zanü’l-İrfan” Sahibi şunları söyler:

    Keşf-i zâtî var ki bir âlî makam,

    Orda geçmez sikke-i nakd-i kelâm.

    Kim ederse o makamda tâk-ı bâb,

    Hep nidâ-i “len terânî”dir cevâb...

    Hâl-i Mûsâ’dan verilirse nişân,

    Bir tecellî-i celalîdir hemân..

    Üçüncüsü müşâhede-i cemdir ki bu zirveyi tutan ârif-i kâ*mil, müşâhedeye inkılâb etmiş iman ve yakîni sayesinde bütün Esmâ-i Hüsnâ ve Sıfât-ı Kudsiye’yi câmi “Hazreti Vücûd”un onu cezbi ve nâsutiyetini ifnâsıyla, doğrudan doğruya, ukbâ na*za*rıyla, Hâlık’ı, Mabud’u, Rabb’i, Vâcid’i, Mûcid’i ve Ziyâ-yı vü*cûdu kim olduğunu bilir, bulur ve bütün bütün ağyar münase*betlerinden kurtulur.

    Bu makam münasebetiyle Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri: “Müşâhede, kalblerin safâsı vaktinde ve ilâhî nûrlar sayesinde id*rak olunan gaybın tecellîsinden ibarettir” buyurur. Mîzanü’l-İrfan Sahibi de bu mülâhazayı şöyle ifade eder:

    Ger tecellî eylese Sultan-ı Zât,

    Mahvolur tavr-u vücûd-u kâinat.

    Olsa Mahbub-u Hakikî cilveker,

    Hiç kalır mı zıll-i zulmetten eser..!

    Gerçi burda remzeder bazı zevât

    Berk-i Zât’ı zannederler aynı Zât...

    Haddizatında böyle bir yaklaşım, asliyetle zılliyeti birbirine karıştırma ve zevkî, hâlî, vicdanî bir temâşâyı, Zât-ı Hakk’ı mü*şâhede sanmaktır ki, bu da apaçık bir iltibas demektir. Aşağı*daki mısralar, böyle bir iltibasdan sızmış küçük bir-iki katredir:

    گَر دُو چَشم حَق شِنَاس آمَد تُرَا دُوست پُربِين عَرصَهِء هَر دُو سَرَا

    غَرِيقِ دَريَايِم اَگَرچِه قَطرَه ايِـم جُملَهءِ شَمسِـم اَگَرچِه ذَرَّه ايِم

    “Eğer sana, Hakk’ı tanıyan iki göz verildiyse, iki cihanı da Dost’la dolu gör! Biz her ne kadar katre isek de garîk-i derya*yız.. her ne kadar zerre olsak da bütün bir güneşiz.”


    اَللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ، وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ،

    وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى رَسُولِكَ الْمُجْتَبَى وَآلِهِ وَأَصْحَابِهِ ذَوِي الْقَدْرِ وَالْوَفَاءِ.


  6. #26
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    TECELLÎ

    Görünme, belirme, ortaya çıkma ve Allah’ın hususî lutufla*rına nail olma da diyeceğimiz tecellî; Cenâb-ı Hakk’tan ge*len meârif nûrları sayesinde, sâlikin kalbinde ilâhî sırların ayân ol*ması hâlidir ki; her hak yolcusu istidat ve seviyesi ölçü*sünde bu vâridatı vicdanında duyabilir.

    Ulvî-süflî, basit-mürekkep hemen her ortamda ve hususiyle de zahiri ve bâtını itibarıyla bütün kemalâta namzet ve ona en mücellâ bir ayna konumunda bulunan insanda, görülüp sezilen, duyulup hissedilen tecellîye “tecellî-i âsâr”; ilâhî ef’âlin kulun kal*binde münkeşif olması ve bakış zaviyesini ayarlayıp –Cenâb-ı Hakk’ın inâyetiyle– tabiatperestliğe düşmeden “tecellî-i esmâ’ya açılma mazhariyetine “tecellî-i ef’âl”; ilâhî isimlerin nûr*ları altın*da tamamen onların rengine boyanıp ve duygular itibarıyla on*ların aynası hâline gelmeye “tecellî-i esmâ”; Allah ta*rafından mü’minlere, hususiyle de sadık kullara ifaza olunan ve onları dört bir yandan saran tecellîye “tecellî-i rahîmî” veya “tecellî-i has”; bütün mevcudata ifaza olunan ve vücûd hakika*tine bakan muhit tecellîye “tecellî-i Rahmânî” veya “tecellî-i âmm”; Allah sıfatlarından birinin veya birkaçının mü’min bir kalbte münkeşif olmasına “tecellî-i sıfat” –ki böyle bir mazhari*yete eren kimseye Cenâb-ı Hakk onda tecellî ettireceği herhangi bir sıfatın in’ikas veya inkişafı sayesinde o kulunu, insan üstü bir seviyeye ulaş*tırır ve ona işitilmeyen sesleri işittirir, görülmeyen nesneleri gör*dürür– mebdei Zât’tan ayrılıp tamamen taayyün edecek şekilde ilâhî sıfatlardan herhangi bir sıfatla alâkalı mey*dana gelen te*cellîye “tecellî-i sıfatî”; tecellî-i esmâ ve sıfatın tavas*sutuyla, Hz. İlim veya Vücûd’un kâmil bir kalbte inkişafına “tecellî-i Zâtî” denir ki, böyle bir tecellîde esmâ ve sıfât-ı ilâhî iti*bara alınmama gibi bir mülâhaza söz konusu olsa da, işin aslı Cenab-ı Hazreti Vacibü’l-Vücûd ancak, esmâ hicabı ve sıfât muhitiyetiyle mülâ*haza edilebilmektedir.

    Hz. Zât’a ait tecellî, külliyet ve asliyet plânında bütün varlı*ğın vücûd-u ilmîden, haricî vücûd ufkuna ulaşmasının ‘ille-i gâi*ye’si kabul edilen Hz. Ahmed-i Mahmud-u Muhammed Mus*ta*fâ’ya has tecellî-i ulûhiyet ve rubûbiyet –ki ümmeti de bu te*cel*lîyi cüz’iyet ve zılliyet ölçüsünde paylaşır– bir dağ vasıta*sıyla Hz. Mûsâ’ya mahsus sırf tecellî-i rubûbiyet bu tecellî-i âza*mın kem*miyetsiz-keyfiyetsiz bir buudunu teşkil etmektedir.

    Son hususu sofîce bir yaklaşımla şöyle de yorumlayabiliriz: Hz. Mûsâ’nın böyle bir tecellîyi talebe cür’eti, Hz. Vücûd-u Hakk’a aşkı ve O’nunla konuşmaya olan iştiyakının heyecan, helecan ve kalakıydı ki, Hz. Hakikat-ı Ahmediye’nin zuhûrunun vesilesi olan Hz. Âdem’in memnu meyveye el uzatması misillü, onda tahammül-fersâ böyle bir arzu ve temayül hissi uyarmıştı.

    Evet, Hz. Mûsâ, peygamberlik emarelerinin peşi peşine zu*hûr ettiği bir sırada, “son nokta” deyip köpük köpük bir işti*yak*la; “Rabbim göster (cemâlini) bakayım Sana.” diye inlemiş; hik*metle gürleyen lisan-ı kudret de: “Sen asla Beni göremez*sin!”[1] mukabelesinde bulunmuştu. Yani, sen nasıl Beni görebi*lir*sin ki, henüz “Erinî” perdesinin verâsında ve ikilik kay*dıyla mu*kayyet bulunuyorsun.. oysa ki, sen, O’nun varlığının nûrunun bir gölge-

    sisin. Eğer, فَبِيَ يُبْصِرُ “Benimle beni görür.” uf*kuna yük*se*lebilir*sen; işte o zaman –لاَ تُدْرِكُهُ اْلأَبْصَارُ “Gözler O’nu ihata ede*mez.” hakikati mahfuz– beni görebilirsin. Evet bak*mak iste*di*ğinde, varlık dağına yokluk bakışıyla bakmalısın ki, tecellî vak*tinde varlık dağı olduğu gibi kalsın ve sen de görece*ğini göre*bilesin. Heyhât ki, böyle bir şeye Hz. Ahmed-i Muhammed’den başkası mazhar olabilsin..! Derken iştiyaka ce*vap, taleb-i rü’yete ret sa*dedinde Hz. Rab, Tûr veya mahiyet-i Mûsâ’ya tecellî etti; etti de Tûr veya Hz. Mûsâ, yahut ikisi bir*den sarsıldı ve yerle bir ol*dular. Ders-i irşad bitip de Hz. Mûsâ, Rubûbiyet tecellîsinin sat*vetiyle içine düştüğü mahiyet-i beşe*riye baygınlığından uya*nınca: “İlâhî! Seni lisan-ı kudsî ile takdis ve noksan sıfatlardan da tenzih ederim. Ben artık, bütün bütün ’fenâ fillâh’ ve ’bekâ billâh’ mülâhazasıyla Sana müteveccihim. Bizler Sen’i enâniye*timizin zulümâtiyle değil, ancak Sen’in Zât’ının nûrlarıyla müşa*hede edebiliriz. Ve ben bunun böyle ol*duğuna ilk iman eden*lerdenim.”dedi. Sözün özü:

    عِشْقِ جَان طُور آمَدْ عَاشِقا طُور مَست وَخَرَّ مُوسَى صَعِقًا

    “Aşk, Tûr’un cânı mesabesinde oldu.. ve Tûr âşıkâne mest olunca, Mûsâ da bayılıp yere yıkıldı.”

    Tecellî-i Rubûbiyetin birkaç perdesi vardır:

    1- Tecellî-i Zât’tır. Bu tecellî her ne kadar esmâ ve sıfât öte*si bir tecellî ise de, mülâhazada infirat esası söz konusudur. Mu*hammediye Sahibi, satır aralığında itizâli iğneleyerek bu ru*hânî idraki şöyle ifade eder:

    Hayali nakş-ı cânımda münkeşif olalı gönlüm

    Hep ism ü resmi mahvetti bu tasvir-i misalîden.

    Yüzünü görmeye imkân, çû vardır arz-u mendim,

    Kulağım hâlîdir zira kelâm-ı i’tizâlîden...

    2- Tecellî-i Sıfat’tır ki, Zât’tan ayrı ve muayyeniyet içinde bir veya birkaç sıfatla olan tecellîdir ve iki bölümde mütalâa edilir:

    Birincisi, ashab-ı temkînin mazhar bulunduğu celâlî tecellî, ikincisi de, erbab-ı telvînin lâzımı olan cemâlî tecellîdir.

    Bu itibarla, bir sâlike vücûd sıfatıyla tecellî edildiğinde, eğer o zât temkin ve teyakkuz erbabından değilse, Hz. Cüneyd gibi: “Cübbemin altında O’ndan gayrısı yoktur.” diyebilecektir. Vâhi*diyet sıfatının tecellîsi söz konusu olduğunda, yine erbab-ı tem*kin olmayanlar, zevk ettikleri hâlâtı, Hz. Bayezid gibi: “Ben özü*mü tesbih ederim; şanım ne yücedir!” şeklinde konuşabile*cek*lerdir.

    Bekâ sıfatının ihata ve istilâsı bahis mevzuu olduğunda da Hallâc-ı Mansûr misillü: “Ene’l-Hak” türünden şathiyyat söz ko*nusu olabilecektir.

    Ve tabiî, zevkî ve hâlî olarak değil de, hakikî bir temessülle kudret ve iradeye mazhar olan birisi için ki asliyet plânında –o Hz. Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’a has bir keyfiyettir– “Attığını Sen at*madın; bilesin ki onu Allah attı.” şeklinde tecellî edecektir. Ve*ya hallâkiyet sıfatına bir mir’ât-ı mücellâ olma haysiyetiyle Hz. Mesih için “Çamurdan kuş şeklinde bir şeyi inşa edip ona üfü*rürsün de o da biiznillah kuş olur.” mahiyetinde bir fevkalâ*de*lik söz konusu olacaktır.

    3- Tecellî-i Ef’âldir.. ve bu tecellî, tecellî-i sıfattan bir bölüm olup fâni fiillerin bâki fiillerde fenâ bulması demektir ki, bunu da yine Muhammediye Sahibi gayet selis bir üslubla şöyle ifade eder:

    Yine arz eyledi Dilber nûrun kasr-ı Celâlîden,

    Yine nâlân-ı şeydâyım şarâb-ı Lâyezâlîden,

    Yine keşf-i hicab etti gözüm gönlüm cehaletten,

    Ki, bu câna nida geldi nida-i Züt’teâlîden..

    Anın sevdasını buldum, geçip sevda-yı sevdadan,

    O sevdayı bulan geçti bu sevda-yı melâlîden...

    ......................

    Tecellî pususuna yatmış sâlik, bazen o denli mahmur hâle gelir ki; baktığı her yerde ve her şeyde O’nu duyar, O’nu hisse*der; hatta bazen kendisine, hâlin galebesi neticesinde nereye baksa, sürekli orada kendini görür ve böyle bir ruh hâletiyle ba*zen “Ene’l-Hak” iltibasına, bazen de هَلْ فِي الدَّارَيْنِ غَيْرِي “İki ci*handa benden başkası mı var?” şathiyyatına girebilir.

    Şimdiye kadar bu konuda pek çok iltibas yaşanmış ve pek çok şathiyyat duyulmuştur. Biz tek bir örnek verip konuyu ka*pamak istiyoruz:

    اين مَن نَه مَنَم اگَر مَنِى هَسـت تويى وَردَر مَن پيرَهنِى هَسـت توئى

    دَر رَاهِ غَمَت نَه تَنْ بَمَن مانَد نه جان وَر زَانكِه تُرا جَان وتَنِى هَست تويى

    “Ben ben değilem, eğer ben ben isem o Sen’sin! Eğer üze*rimde gömlek varsa o da Sen’sin. Sen’in yolunun gamlısı olarak bende ne ten ne de can kaldı. Eğer benim için bir ten ve can varsa o da Sen’sin.”

    Bu kabîl tecellîlerin hemen hepsi sıfatlara taalluk eden bir tür tecellîdir ki, akl-ı meâş veya vehm ü hayâllerine aldananlar, Hz. Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın ziyâ-yı himmet dairesinin dışına dü*şerek hem kendilerini helâk etmiş, hem de başkalarını aldat*mış olurlar.

    Böyle kaygan bir zeminde gelip-gidenlerin hâllerini de is*terseniz Mîzanü’l-İrfan Sahibinden dinleyelim:

    İnkişâf-ı Zât etse eğer zuhûr,

    Bazı sâlik burada bîkarar olur.

    Sâlike ayn-ı belâdır bu hâl,

    Mürşid olmak gerek ehl-i kemal..

    Yoksa o Mansûr gibi berdâr olur..

    Hâl-i sâlik orada düşvâr olur.

    Kim “Ene’l-Hak” derse Mansûr olmadan,

    Kâfir-i billah olur cân u ten

    Bu mezâlik bir belâdır hâsılı,

    Burada durmaz evliyânın ekmeli..


    اَللَّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِصِينَ الْمُخْلَصِينَ الْمُتَّقِينَ الْوَرِعِينَ الزَّاهِدِينَ الْمُقَرَّبِينَ وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَآلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ.


    --------------------------------------------------------------------------------

    [1] Aynı âyet.

  7. #27
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    HAYAT

    Dirilik ve canlılık sözcükleri ile ifade edebileceğimiz hayat; cehâlet, dalâlet ve küfürle ölmüş bulunan kalbî hayatın, iman, mârifet ve muhabbetle dirilmesi demektir ki,

    أَوَ مَنْ كَانَ مَيْتًا فَأَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشِي بهِ فِي النَّاسِ

    “Ölü iken iman ile diriltip nûra erdirdiğimiz ve halk içinde o ışıkla yürüyen.” meâlindeki âyet buna işaret etse gerek.

    1

    Erbab-ı hakikat’ça hayat, beden ve cismâniyet zulmetlerin*den kurtularak, kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselmek de*mektir. Bu mazhariyetin, külliyet kesbetmiş bir fert olması itiba*rıyla, Hz. Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’a bakan yanını وَكَذلِكَ أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ رُوحًا مِنْ أَمْرِنَا “İşte, böylece sana, emrimizden (kalblere diriliş vaad

    eden Kur’ân’ı vahyettik).” âyeti; bütün dirilmeye namzet insan*lara bakan yönünü de;

    يَا أَيُّهَا الَّذِينَ امَنُوا اسْتَجيبُوا للهِ وَلِلرَّسُولِ إِذا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْييكُمْ

    “Ey iman edenler, Peygamber sizi, din ve dünyanız itiba*rıyla dirileceğiniz şeylere dâvet ettiğinde, Allah ve Rasûlü’nün bu çağrısına icâbet ediniz!” fermân-ı Sübhânîsi ile te’lif etmek mümkündür...

    Arzın hayatı, ondaki bütün dirilişler, değişik buuttaki neşv ü nemâlar, gelişip yayılmalar; toprak ve onun muhtevası, su ve onun hayatiyeti, hava ve onun içindeki muhtelif gazlarla sımsıkı irtibatlı olduğu gibi, hakikî insânî hayat da, hakikat ilmi, irade ve himmet gücü, ahlâk ve karakter sağlamlığı, maiyyet-i ilâhiye iştiyakı ve böyle bir mazhariyeti duyma sevinciyle ciddî alâkalı*dır ki, bütün bunlar, aynı zamanda “meydân-ı tayarân-ı er*vâh”a uçmanın bir pisti ve ebedî hayata ulaşmanın da rampası*dır.

    Evet arz, bütün o potansiyel derinlik ve zenginliklerini:

    وَاللهُ أَنْزَلَ مِنَ السَّـمَاءِ مَاءً فَأَحْيَا بـهِ اْلأرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا “Allah gökten bir su indirdi ve onunla ölümünden sonra yeryüzünü diriltti.” وَأَحْيَيْنَا بهِ بَلْدَةً مَيْتًا كَذلِكَ الْخُرُوجُ “Biz, o su ile ölü bir beldeyi dirilttik. İşte (kabirden) çıkışınız da böyle olacaktır.” وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ “Biz, her canlı şeyi sudan var ettik.” beyanlarıyla ifade edilen kaynaktan elde ettiği gibi, imansızlık, mârifetsizlik, mu*habbetsizlik kuraklığına, çoraklığına maruz kalmış ve hatta öl*müş ruhlar da; inançla hayat ufkuna yönelir, mârifetle onu duy*maya başlar, aşkla onun enginliklerine açılır; azim, irade ve ka*rar*lılıkla da dirilirler; dirilir ve وَإِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ“Şüphesiz Sen en yüksek bir ahlâk üzeresin.” tebcîli ile serfirâz Ahlâk Kah*ra*manı’nın rehberliğinde تَخَلَّقُوا بأخْلاَقِ اللهِ “Allah ahlâkı ile ahlâkla*nın.”(Münavi) hedefini gerçekleştirdiği ölçüde, ilâhî maiyyete ula*şır; o maiyyetin eb’âda sığmayan ferah-fezâ ikliminde se*vinçle kanat çırpar; sürekli, şevkle şükür soluklar; mevsimi ge*lince, Hak hu*zurunda bulunmanın iştiyakıyla lâmekânî ve lâzamânî bir ufka erer ki, orada vicdanı her zaman:

    فَإِذا أَحْبَبْتُهُ كُنْتُ سَمْعَهُ الَّذِي يَسْمَعُ بِهِ وَبَصَرَهُ الَّذِي يُبْصِرُ بِهِ وَيَدَهُ الَّتِي يَبْطِشُ بِهَا وَرِجْلَهُ الَّتِي يَمْشِي بِهَا “Bir de ben onu sevdim mi, artık o*nun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli... (ilh.) olurum.”(Buhari) hakika*tini duyar; ruhu da فَرَوْحٌ وَرَيْحَانٌ وَجَنَّتُ نَعِيمٍ fehvâsınca, cennet*lerde, Rabbü’l-Âlemin’in civârında, Hz. Erhamü’r-Râhimîn’in maiyyetinde, Sultân-ı Akderu’l-Kâdirîn’in gücü ile hep sonsuza doğru pervâz eder durur.

    Artık, aynı hayat olan bu mertebede ne ölüm vardır ne de zevâl.. olsa olsa, nefis ve cismâniyet cihetiyle bir fenâ; kalb, ruh ve insânî lâtifeler itibarıyla da bir bekâ vardır ki; siz buna ister*seniz “fenâ fillâh-bekâ billâh-maallah” da diyebilirsiniz.

    Böyle yüksek bir neticeye ulaşan sâlikin hayatında, üç tür soluk veya nefes söz konusudur: Havf soluğu, recâ soluğu, mu*habbet soluğu. Nefis, cismâniyet ve beden adına önemli bir mis**yon eda ettiği gibi; havf, recâ ve muhabbet de kalbî, ruhî ha*yat hesabına ehemmiyetli birer dinamik sayılırlar. Yüce Al*lah’ın ulu*luğunu düşünmek, O’nun mehâfet ve mehâbetiyle otu*rup-kalk*mak, annesinin itabından endişe duyup da, yine onun şefkatli kucağına sığınan yavrunun duyduğu mânevî haz*zın kat katını insanın vicdanına ifaza eder. Evet, O’nun hak*kında hüsnüzan edip, rahmetinin enginliğini mülâhazaya al*mak, öylesine ruhânî bir sürûrdur ki, eğer tecessüm etse, bir mânevî Cennet şeklini alır. O’nun eserlerinin çehresinde isimle*rine ulaşmak, isimlerinin tecellî iklimlerinde dolaşıp sıfatlarını so*luklamak, onların taalluk noktalarını mülâhazaya alarak zev*kin hayret buutlu olanlarını duymak, tarifi, tavsîfi imkânsız öyle*sine engin ve rengîn bir haz*dır ki, böyle bir mazhariyeti ancak bu ölçüde bir miracı gerçek*leştiren şehsuvarlar duyabilirler.

    Bu kutlu yolun yol boyu televvünlerini her adımda duyma*salar bile, hiç şüphesiz bu cihan değer hedefe, rampadan hare*ketle, en hızlı ulaşacaklar, acz u fakr, şevk u şükür azığı ile yol*la*ra koyulanlardır. Onlardır ki, damla iken derya olmasını bilir, zerre iken kehkeşanların kol gezdiği iklimlerde dolaşır ve kendi*le*rini hiç ender hiç gördükleri hâlde, bir santral gibi bütün bir varlığın özüyle, gâyesiyle iç içe yaşarlar. Gezip dolaştıkları her yerde:

    “Fakrıyla eriştim fahre

    Münâcat eyleyip Hakk’a

    Derim ya Hayy ya Kayyûm”

    (İbrahim Hakkı)

    der, şevk u şükür gülbanklarıyla coşarlar.. coşar ve bu ufkun bir kadem ötesinde bulunan gerçek hayat ve gerçek vücûdun nûr*la*rıyla kendilerinden geçerler ki, bazılarının “vücûd”, “şuhûd” yorumları bir yana, hayatın ve vücûdun hakikatini “bî kem u keyf” duyar ve “Bir bu kadar zevke bu ömür kâfî değil” (Y.K.) derler.

    اَللَّهُمَّ اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ، صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ، وَصَلَّى اللهُ عَلَى رُوحِ سَيِّدِ اْلأَنَامِ وَوَسِيلَةِ حَيَاةِ الدَّارَيْنِ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ.


  8. #28
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    SEKR ve SAHV

    Sarhoşluk ve kendinde olmama hâli diyebileceğimiz sekir; sofîye ıstılahında sâlikin, sübühât-ı vechin şuâları karşısında mest olup kendini kaybetmesidir ki, onun yeniden his ve şuur âle*mine dönmesi demek olan sahv ile beraber zikredilir.. ve sahv u sekir şeklinde kullanılır.

    Sekir ile gaybet arasında her zaman bir eksiklik ve fazlalık söz konusudur. Şayet sekri yaşayan hak yolcusunun bâtını ilâhî vâridlere doymamışsa, o sekir noksandır.. ve böyle bir sâlik, gay*bet ve ihsas hâlleri itibarıyla, sürekli gel-gitler içindedir.. da*hası o, davranışları açısından da temkinden daha çok telvin e*da*lıdır. Böyle bir hak yolcusuna, kendinde olmama mânâsına sekrân demektense mütesâkir demek daha uygundur. Bazen de bunun aksine, sekre sebebiyet veren vâridler, sağanak sağanak gelir ve sâlikin bütün benliğini istilâ eder ki, işte o zaman tasta*mam bir sekir hâsıl olur.

    Bazen sekir; kavi bir iman, ciddî bir mârifet, dengeli bir havf u heybetten kaynaklanır ve daha geniş bir alanda kendini hissettirir. Has dairede sekre gelince o, vecd erbabına mahsus bir “hâl” olup, ne zaman hak yolcusu, sübühât-ı vechin nûrları veya “bî kem u keyf” cemal nimetleriyle şereflendirilse, hemen sekir hâsıl olur.. ruh, şevk u tarâba girer.. ve gönülde aşkın bir heyecan yaşanır. Sahv, sekrin zıddıdır ve sâlikin yeniden ihsas ve şuur âlemine dönmesi demektir. Sekri hak olan seyyahın sahvi de haktır. Ömürlerini gaybet vadilerinde ruhânî zevklere gömülerek geçiren hak âşığı mest u mahmurları, ne zaman sul*tan-ı hakikat istilâ etse, duygu dünyalarında bir damla gibi der*yaya düşer ve erirler.. bir cisim gibi yanar kül olur ve başkala*şırlar.. dahası bütün ihsas yolları ve köprüleri bir bir yıkılır.. her yerde ve her şeyde sadece O duyulur ve O hissedilir ki, böyle ihsas üstü hâli فَلَمَّا تَجَلّى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ مُوسى صَعِقًا “Rabbi dağa tecellî buyurunca, onu paramparça etti ve Mûsâ yığılıp ye*rinde kaldı.” beyan-ı Sübhanîsi’yle irtibatlandıran bir hayli in*san vardır.. ve böyle bir irtibattan hareketle; Tûr Dağı onca kuv*vetine salâbetine ve Seyyidinâ Hazreti Mûsâ da bir Ulü’l-azm Kelîmullah olmasına rağmen, dağın parça parça olduğu, Hazreti Kelimullah’ın da yıkılıp yerinde kaldığı gibi, ilâhî tecellîler sıra*sında erbab-ı vecd de başkalaşır; tavırdan tavıra girer; mest u mahmur davranır ve müteşâbihâtın geniş vadilerinde çok defa mest u mahmur konuşur:

    1

    1

    “Sâkiyâ doldur şarabı vakt-i iftardır bu dem,

    Mamur eyle bu harabı lutf-u izhardır bu dem.”

    (M. Lütfi)

    sözleri o deryadan bir damla ve o hâlden bir kesittir.

    “Nesimî Sâki lutfundan bu gün mest-i tecellîdir,

    Beni mest eyleyen dâim o meyden Mustafâ gördüm.”

    (Nesimî)

    beyanı mest u mahmur böyle bir gönlün nağmeleridir.

    Bu vadide söylenmiş sekirle alâkalı daha nice beyan vardır ki, konumuzun istiâp haddini aşar. Düşünün ki, o koca Hâfız bile divanına: أَلاَ يَا أَيُّهَا السَّاقِي أَدِرْ كَأْسًا وَنَاوِلْهَا sözleriyle başlar.

    Hak yolcusu sekir durumunda hâlî ve zevkî, sahv duru*munda da ilmî ve temkinîdir; sekir hâlinde o, kendi cehd u gay*reti olmaksızın, her zaman bir zemzeme-i haz ve lezzet içinde, sahv hâlinde ise, bir temkin ve ihsas, bir iradîlik ve şuur öncülü*ğünde hep Hazreti Hakikat’ı duymaya çalışmaktadır.

    Bazıları sekri, Hazreti Mahbûb’un tam duyulup hissedilmesi anında, kalbin fevkalâde galeyâna gelmesi şeklinde anlamışlar*dır ki, buna, nefsin gaybî vâridat karşısında zevk u sürura gö*mül*mesi veya aşkın galebe çalmasıyla sâlikin kendini yitir*mesi de diyebiliriz. Birinci sekir tabiî, ikincisi ise ilâhîdir. Ne var ki, se*kir neden kaynaklanırsa kaynaklansın, hak yolcusu sürekli hayret yaşar; hep şevk u tarâb içinde oturur-kalkar ve sekri daha da derinleştikçe, hayret ve dehşet vadilerinde dolaşmaya başlar; hatta bir an olur ki iradesi bütün bütün çözülür ve artık kendini O’nun varlığının nûrunun bir gölgesi gibi duyar ki, bu noktaya ulaşan sâlike “murad” denir. Böyle birinin fani sıfatları*nın yeri*ni, Hazreti Bâki’nin sıfatlarının tecellîsi işgal eder; eder ve artık o فَبِيَ يُبْصِرُ “Benimle görür.” hakikatinin mücellâ bir ay*nası hâline gelir.

    Böyle bir zirveye işaret sadedinde Semeretü’l-Fuad sahibi duygularını şöyle dile getirir:

    بُلبُلِ طَبعَم اَزُو گُويَـا شُـدَه چَشمِ دِيدِ مَن اَزُو بينـا شُدَه

    زُو شَنِيدَم نُطقُ و نُطقَم اُو بدَاد وَاِين اَســرَار دَر جَانَم نِهَاد

    هَست اَز نُورِ خُدَا رُوشَن دِلَم زَانكِه اَز نُورِ مُحَمَّد خُوش دِلَم

    “Bülbül tabiatlı benim dilim O’nunla çözülmüştür. Benim gö*ren gözüm O’nunla görmektedir. Ben nutku O’ndan işittim; O bu nutku bana lutfetti ve onunla sırları gün yüzüne çıkardı. Şimdi, Hüdâ’nın o parlak nûru sayesinde gönlüm pırıl pırıl.. ve yine bu sebeptendir ki, Hazreti Muhammed’in (s.a.s.) nûruyla hoş kalbli biri olmuşum.”

    * * *

    Bazıları sekri, kelimenin ifade ettiği mânâ itibarıyla yadır*gamış, aklen ve şer’an mezmum olan bir mefhumun tebcîl edil*mesi şeklinde anlamış ve ona karşı belli tavırlar içinde ol*muşlar*dır. Aslında aşk u vecdin gereği kendinde olmama “hâli” diye*bileceğimiz sekir, Hazreti Tecellî’nin insanı mest ve sermest e*den vâridat veya tayflarına bir mânâda maruziyet, bir mânâda da mazhariyetten kinaye olarak kullanılmıştır. Cihet-i câmia da, zevk u lezzet ve temyiz edememe gibi hususlar olsa gerek... Tevbe ile alâkalı bir hadis-i şerifte Hazreti Sahib-i Muhkemât, böyle muvakkat, fakat aşkın bir sevinç karşısında:

    اَللَّهُمَّ أَنْتَ عَبْدِي وَأَنَا رَبُّكَ bedevî misalindeki beyanıyla bize bu konuda kapı aralar.

    Kaldı ki, her zaman hâle mağlup, aşk u iştiyakla yanıp-tutu*şan dünya kadar insan gelip geçmiştir. “Ey mutribâ çal sazları mest u harabem men bu gece” (M. Lütfî) diyen zât, mecazın ce*vazıyla, başka değil, âşıkların şevk u tarâbını anlatıyor.

    Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da pek çok haki*kat yolcusu, her yerde temâşâ ettikleri ilâhî nûr, renk ve şekil kar*şısında, kendi çerçevelerine göre hep aynı şeyleri mırıldana*caklardır.

    Aslında, sâlikin kalbi vecd ile sarıldığı, gönlü Ebedî Mah*bûb’a aktığı, vicdanıyla gidip maiyyet yaşadığı esnada, En*biya basiret ve azmi gerekir ki bu türlü iltibaslara girilmesin. Yoksa, muhabbet çağlayanlarına yelken açan âşık u sadıklar, yer yer mecralarından taşarak aşkın yaşayacaklardır; yaşayacak ve be*raberliğin verdiği neşve ve sürurla her zaman kendilerini, o aşk dalgalarına salacak, hep “Hû” deyip hayret yaşayacaklar*dır.

    Sekir süresince hak yolcusunun gaybet duygusu hep “Hû” ile seslendirilir. Aşağıdaki mısralar –iltibasa açık yanları mahfuz– bu vadide söylenmiş güzel sözlerdendir:

    Dîdemin envarı Hû’dur, aklımın fermanı Hû;

    Dilimin ezkârı Hû’dur, nâlemin efgânı Hû;

    Gönlümün seyranı Hû’dur, cânımın cânânı Hû;

    Âşık-ı sermest olanlar Hû iledir Hû ile,

    Nakd-i cânın harç kılmış yoluna dildârının,

    Vaslı Hû’dur, faslı Hû’dur, derdine dermânı Hû.

    (Abdiyâ)

    Sahv, ârifin, his ve şuur gaybûbetinden sonra, ikinci bir ih*sas ve idrakle kendine gelmesi veya ömrünü, Enbiya-yı İzâm gi*bi hep gözleri açık, ihsasları tam ve şuuru yerinde olarak ge*çir*mesinden ibaret sayılmıştır ki, ona sekrin zıddı da diyebiliriz. Tokadîzâde Şekîb’in:

    “Bezminin mahrem-i bîhûşu olan ehl-i huzûr,

    İstemez neşvesini sahv ile etmek tağyir”

    beyti, konuyla alâkalı önemli bir çerçeve sayılabilir.

    Sekir bir hâl ise, sahv bir makamdır ve sekre göre daha ob*jektif, daha sıhhatli ve daha istikametli bir makamdır. Sekir, sübjektif Hak mülâhazasına istinad etmesine karşılık sahv, isim*leriyle mâlum, sıfatlarıyla muhat, nâ kâbil-i idrak Zât-ı Ecell u A’lâ mülâhazasına dayanmaktadır. Diğer bir tabirle sekir, infisal televvünlü, sahv ise ittisal edalıdır. İlkinde az-çok “fenâ fillâh” işareti, ikincisinde de “bekâ billâh” remzi sezilir. O’nun be*kâsıy*la bir bekâ billâh ki, böyle bir hâl, “bekâ billâh-maallah” söz*cük*leriyle ifade edilir.

    Bazıları, sekri sahva tercih etmiş ise de, bu, ya hâle mağlup olmuş mestlerin mülâhazasıdır veya sülûkun televvün vadile*rinde cereyan etmesinden kaynaklanmaktadır; zira sekirde gay*bet, sahvda huzur vardır. Sekrin hâle mağlubiyeti, sahvin ih*sas ve şuura merbut bulunması, sekrin televvün, sahvin temekkün ifade etmesi, sekrin, bazı velilerin yolu, sahvin Enbiya ve asfiyâ*nın mesleği olması gibi hususlar, sahvin birkaç kadem önde ol*duğunu göstermektedir ve وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ “Gel*mesi muhakkak yakîn gelinceye dek Rabbine ibadet et!” diğer bir yaklaşımla; gözlerin ölümle iman rükünlerinin ha*kikatine uyana*cağı âna kadar, seyr u sülûk-i ruhânîyi devam et*tir; ettir, zira nâmütenâhîye müteveccih seyahat de nâmütenâ*hîdir.

    Bundan başka sahv, hayat mülâhazasıyla da sımsıkı irtibatlı ve cem-i irade hâlidir. Sekirde “cem-i vücûd” ve “cem-i şuhûd” mülâhazalarının yer yer iradeyi baskı altına almalarına karşılık, sahvde: فَبِيَ يَسْمَعُ وَبِيَ يُبْصِرُ وَبِيَ يَبْطِشُ وَبِيَ يَمْشِي “Benimle duyar, Be*nimle görür, Benimle tutar ve Benimle yürür.” gibi Allah maiyyetinin tezahür ve tecellîleri sayılan bir hususî inâyet, hu*susî riayet ve hususî medet söz konusudur.

    رَبَّنَا اتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا رَشَدًا.

    وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَآلِهِ أبَدًا.


  9. #29
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    FASL – VASL

    Ayırmak, ayrılmak ve belli bir çerçeve içine yerleştirilmek de diyebileceğimiz FASL; dünya ve ukbâ alâkalarından –onla*rın kendilerine bakan yanları itibarıyla– sıyrılmak.. böyle bir sıy*rılmada iradenin dahli olabileceği mülâhazasıyla, ondan da sıy*rılmak.. neticede de bütün bu sıyrılmaları bir daha hatırlama*mak üzere nisyâna gömmekten ibaret sayılmıştır.

    Başlangıçta, nefsin cismâniyet üzerindeki hâkimiyetine kar*şı koyarak, insanî melekelerin öne çıkarılmasıyla başlayan fasl; kalbin, hakikî matlup ve maksûd olan Zât-ı Ulûhiyet’le mü*nase*beti ölçüsünde O’nu anıp, O’nunla meşgul olmak suretiyle baş*ka alâkaların gevşeyip çözülmesine; O’nun muhabbetiyle otu*rup kalkma sayesinde başka sevgilerin sönüp gitmesine –O’ndan ötü*rü sevmeler yine O’na râcîdir– O’nun mehâfet ve mehâbet ikli*mine sığınarak başka endişe ve korkulardan kur*tulmaya; ümit ve beklentilerde sadece ve sadece O’na yönele*rek, herkesten ve her şeyden alâkayı kesip, O’nu görmek, O’nu bilmek, O’nu söy*lemek ve O’nda fâni olmakla devam eder gi*der...

    Bu itibarla faslın başlangıcı, iradî olarak Allah’a yönelip bü*tün dünya ve ukbâ endişelerinden sıyrılmak.. ortası, böyle bir cehd ve gayreti bir daha aklına getirmeyecek şekilde ruhundan söküp atmak –zira, böyle bir faslı görüp hatırlamakta dahi varlık kokusu hissedilmekte ve “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah” ger*çeğinden gaflet olunmaktadır..– âlâsı ise, hakikî varlık ve mües*siriyet açısından, ikiliğe karşı bütün bütün kapanarak O’nun mü*lâhazasıyla erimek, irade ve iradenin müktesebatını da sıfât-ı Sübhaniye’nin birer yansıması şeklinde duyarak, his*sederek, sürekli vahdet nûrlarıyla müstağrak yaşamaktır ki; bazı mizaçlar bu mertebeye erince küllîyi cüz’îye, gölgeyi asla karıştı*rarak “vahdet-i vücûd”dan dem vuragelmişlerdir. Aslında, onla*rın bu hissi, olsa olsa bir zevk-i şuhûd olabilir; ama kat’iyen “vücûd” olamaz.

    VASL; ulaştırma, birleştirme, kavuşturma mânâlarına gelip, sâlikin, ilm-i şuhûd ile Hakk’a vuslatı şeklinde yorumlanmıştır ki; bazılarının zannettiği gibi o, kat’iyen kulun Hak’la, Hakk’ın da kul ile ittisâli demek değildir. Zira, Hazreti Kadîm, hâdisle (son*radan var edilen) kâim olamayacağı gibi, hâdis de kadîme mahal olamaz. İşte, bu kabîl anlayışlar bir kısım suitevillere se*bebiyet vereceğinden ötürü bazı muhakkikler, “Zât-ı Hak vuslat ve infisali kabul etmez” diyerek, وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَمَا كُنْتُمْ “Nerede olur*sanız olun Allah sizinle beraberdir.” medlûlünce, Hz. Zât’ın, her an iki cihanda mukaddes ve münezzeh bir çeşit vaslının söz ko*nusu olduğunu ısrarla vurgulamışlardır; vurgulamış ve sâlik vic*danındaki vaslı, mükâşefe erlerinin basiretlerinden zulmânî per*deler kaldırılarak, gönül gözlerinin maiyyet sır ve nûrlarına vâkıf ve âşina olması şeklinde anlamışlardır. Böyle bir maiyyet ve kurb anlayışının ise, en yumuşak panteistlerin bile ittisal ve infi*sal telâkkîleriyle te’lif edilemeyeceği açıktır. Çünkü, bu anla*yışa göre sâlik, sürekli keynûnetler (oluşumlar) ağında ve Hz. Kudret ve İrade’nin sevkiyle de hep insiyaklar süreci içinde bir muhtar u mecburdur. Böyle birine, konumu açısından dense dense kâbil, münfail, ayna denir ama; kat’iyen fâil, masdar ve asıl denemez.

    Hz. Mevlânâ’nın bu mülâhazaya katkısı şöyledir:

    گر بَجَهل آيِيم آن زِندَانِ اُوست وَر بَعِلم آيِيم آن بُستَانِ اُوست

    وَر بَخَواب آيِيم مَسـتَان وَيِيم وَر بخَندِيم آن زَمَان بَرق وَيِيم

    وَر بَخَشمُ وجَنگ عَكسِ قَهرِ اُو وَر بَصُلحُ وعُذُر عَكسِ مِهرِ اُو

    مَا كِيِيم اندر جِـهَانِ پِيجُ و پِيج چُون اَلِف اُو نَدَارَد هِيچ هِيچ

    “Eğer cehaletle gelirsek, cehalet O’nun zindanıdır.. eğer i*lim ile gelirsek, ilim O’nun bostanıdır.. eğer uyuklayarak gelir*sek, biz O’nun mestleriyiz.. şayet gülersek, o zaman da O’nun şimşeğiyiz.. eğer öfke ve cenkle gelirsek, bu O’nun kahrının yansıması; sulh ve özürle gelirsek, bu da O’nun mehridir.. bu cihanda iki büklüm olan bizler neyiz ki, (O’na karşı varlık iddia*sında bulunalım); biz bir elif gibiyiz ki, o elifin hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.”

    Vaslın da kendine göre dereceleri vardır:

    َ

    1. İçinde tevekkül, istiâne, tefvîz ve iltica mânâlarını da ih*tiva eden “ittisal-ı i’tisam” ki وَمَنْ يَعْتَصِمْ باللهِ , وَاعْتَصِمُوا باللهِ , وَاعْتَصِمُوا بـحَبْلِ اللهِ gibi âyetlere dayanır; iman, islâm mertebeleri*ne bakar.

    2. Amelde, ihlâsta halâsa ermeyi; yakînin hâsıl olmasıyla is*tidlâl yolundan müstağnî kalmayı ve tevhîd-i kıble sayesinde kalb dağınıklığından kurtulmayı da tazammun eden “ittisâl-i şu*hûd” dur ki, ihsan mertebesine işaret eder.

    3. Tasavvurlar üstü Allah’a yakınlık sayesinde, kurb nûrla*rının dört bir yanı ihatası, muhabbetin aşka, aşkın ateşe dönüp feverân etmesi, Hak beraberliğine ait esintilerin (üns esintileri) ruhu çepeçevre sarması ve bâtının, zâhirin önüne çıkması mâ*nâsında “ittisal-i vücûd”dur ki, bu seviyeyi idrâk etmeyenler için ne duyulması, ne hissedilmesi, ne de dile getirilmesi mümkün*dür. Yol bu noktaya ulaşınca, sâlik kendini bir düşünce fakirliği, bir idrâk âcizliği ve bir beyan güçsüzlüğü içinde bulur; bulur da kendi kendine bir لاَ حَوْلَ çeker, döner مَنْ لَمْ يَذُقْ لَمْ يَعْرِفْ“Tat*ma*yan bilmez.” der, nefesini toparlar ve sonra da Hz. Mevlânâ gibi:

    كَشفِ اين مَعنَى اگر خَواهِى بِيَا، تِيغِ {لا} زَنْ بَرْ سَرِ غَيْرِ خُدَا.

    بَعد نَفي خَلق كُن اثبَـاتِ حَق، تَاكِه گَردِى عَينِ بَحرِ ذَاتِ حَق.

    اَز مِيَان بَـر خِيَزد إين ما ومَنِي، پَس گدَا گَردَد بَحَق شَاهُ و غَنِى.

    عَالَمِ تَوحِيـد رُو بنُمَايَـدَت، آنچه گُفتَم جُملَه بَـاوَر آيـدَت.

    قَولِ عَارِف نِيست از تَقليدو ظَن، مَحضِ تَحقِيق ويَقِين اَست اين سُخَن.

    “Eğer bu mânânın “tam” açığa çıkmasını istersen, gel “Lâ” kılıcını mâsivânın başına vur.! Halkı nefyettikten sonra Hakk’ı isbat et; edebilirsen Hakk’ın zâtının tecellî denizine gark olursun. İşte o zaman biz ve benlik de ortadan kalkar. Zâtında fakir kim*se, O’nun (inâyetiyle) zengin ve sultan olur. Tevhîd âlemi sana zuhûr edince, dediklerimizin hepsine inanırsın. Ârifin sözü, zan ve taklit değil, o sırf bir tahkîk ve yakîndir.” der ve her yanı bir Bağ-ı İrem duygular âleminde seyahat eder.


    اَللَّهُمَّ عَفْوَكَ وَعَافِيَتَكَ وَرِضَاكَ وَصَلِّ اللَّهُمَّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَآلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ.


  10. #30
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    MÂRİFET

    Lügat mânâsı itibarıyla bilmek de demek olan mârifet; dü*şünce ve himmetle, vicdan ve iç tefahhusla elde edilen hususî bir bilgidir ki, ilimden farklı bir muhtevaya sahiptir. İlim; okuma, öğrenme, araştırma, terkip ve tahlil yoluyla elde edilen bir mük*tesebat olmasına karşılık mârifet; tefekkür, sezi ve iç müşahe*deyle ulaşılan ilmin özü demektir. İlmin zıddı cehalet, mârifetin*ki ise inkârdır.

    Ayrıca ilim, küllî ve umumî bir bilme, mârifet ise herhangi bir şeyi –bu şeye Zât-ı ulûhiyet de dahildir– vech-i cüz’üyle tanı*mak demektir. Bu itibarla da, öteden beri Hazreti Zât-ı Vahid ü Ehad’e bilittifak “Âlim” denmiştir ama, “ârif” denmeden hep ka*çınılmıştır. Ayrıca, daniş, irfan, vicdan kültürü, hüner ve sanat mânâlarına da gelen mârifet; erbab-ı hakikatça, bir şeyin “lâtife-i rabbâniye” ile duyulması, bilinen şeyin misal-i ilmîsi, icabında kaybolup sonra da dönüp gelen ve tekerrür ettikçe derinleşen hafıza, şuur, idrak mahfuzatı ve bir hakikati diğerlerinden tam tef*rik ve temyize yarayan yeterli malumat demektir ki; ef’âl ve sıfatların bilinmesi ve bilinen şeylerin de tafsile açık olmasıyla hulâsa edilebilir.

    Bir insanın mârifet erbabından olup Hak nezdinde arifler*den sayılabilmesi, onun Allah’ı, Allah’a ulaştıran yolları, hatta yollardaki handikapları ve bu handikapların aşılması için nazarî bilgileri, sonra da bu nazarî bilgilerini tatbik edebilme iradesini ortaya koymasına bağlıdır. Evet, “ârif-i billah” Hz. Zât-ı Ehad ü Samed’i ef’âl, esmâ ve sıfâtıyla bilip, muamele ve davranışla*rıyla bu mârifetini resmeden; her zaman gönlünü pak tutup her lâhza ihlâs arayışı içinde bulunan; gücü yettiğince, ahlâk-ı rezile ve onun saiklerinden uzak kalabilen; mukteza-yı beşeriyet ola*rak ruhuna bir pas düşüp de ufkunun kararması karşısında he*men cismaniyetine baş kaldırıp Hz. Müheymin’e sadâkatini fı*sıldayan; Hak rızâsı söz konusu olunca, başa gelen her şeye kat*lanmasını bilen; sonra da belli ölçüde, her zaman ışıklarını his*sedip zevklerini duyduğu, o her girizgahta Hak teyidiyle be*lir*ginleşmiş peygamberler yoluna ve peygamberlik dünyasına başkalarını da çağıran kâmil insan demektir.

    Bir diğer yaklaşımla mârifet; bir şeyin hakikatini kendi dı*şında herhangi bir mülâhaza ve belirleyici faktörle değil; tam kendi olarak idrak etme ve kendi iç unsurlarıyla belirleme de*mektir. Bu çerçevede Zât-ı uluhiyetle alâkalı mârifet, zâtî ve su*bûtî sıfatları itibarıyla Hazreti Zât’ı “bî kem u keyf” bilme de*mektir ki, bu insanın başka şeyleri ihata, idrak ve belirleyip bir çerçeve içine koymasından çok farklı bir mârifettir ve tamamen vicdanî duyuş, seziş ve bilişten kaynaklanmaktadır. Aynı za*manda bu duyuş ve seziş entüisyoncuların “sezgi” dedikleri şey*le de karıştırılmamalıdır. Evet o, ef’âl ve esmasıyla malum, sıfât ve na’tlarıyla maruf olsa da, hakikat-i zâtiyesi ve bu zâtın ihata edilmesi açısından idrakleri aşkın ve şuur ufkumuz itiba*rıyla da bir mevcud-u meçhuldür.

    اَلْعَجْزُ عَنِ اْلإِدْرَاكِ إِدْرَاكٌ itirafı, muhit olanın yetersizliğini ve farz-ı muhal Muhat’ın da kâbil-i idrak olmadığını ifade adına enfes bir beyandır ki, bu mazmun مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ sözleriyle fevkalâde güzel seslendirilmiştir.

    Evet, mutlak var olan O’dur.. en doğru gerçek de O’nun varlığını itiraf ve birliğini ikrardır. O’nun mârifetinin “elif-be” şeklindeki mebâdîsi, iman, İslâm hakikatine ve ihsan şuuruna ulaşmak; ulaşırken de, böyle mübarek bir hedefi gerçekleştir*mede, bütün feyizlerin ve bereketlerin asıl kaynağı olan hedefin dışındaki tâli besleyicilere asla iltifat etmeden, hedef ve kaynak eksenli olan sülûkü devam ettirmek ve her gün yeni bir tulû ümit ve iştiyakıyla hep O’na yönelmek ve her tulûda yepyeni bir vuslat neşvesi duymak; bütün bunların netice ve münteha*sında da, O’nun esma, sıfât ve şayet, O’nun gücünün gölgesi o*lan iradelerimizin hakkını vererek güç yetirebiliyorsak, Zât’ının esrarına vâkıf olmaktır.

    Lûtfiye-i Vehbî’de bu mülâhazalar şöyle seslendirilir:

    Sa’y edip ârif-i billah ola gör;

    Nail-i mârifetullah ola gör..!

    Çün “en u’raf” dedi Hazreti Vedûd,

    Mârifettir dû cihanda maksûd.

    Mârifet, zînetidir insanın,

    Pes olur mertebesi nâdânın.

    Mârifet devlet-i ruhanîdir,

    Mârifet eltaf-ı rabbanîdir.

    .............................. .........

    Ol senin olacak ey ruh-u revân,

    Hep senin olmuş olur iki cihân...

    Tasavvuf kitaplarında kudsî hadis diye rivayet edilen şu mü*barek sözler bu konudaki bütün şerhlerin, izahların esası ma*hiyetindedir ve bize oldukça ciddî ipuçları vermektedir.

    “Ey insanoğlu, nefsini bilen Beni bilir; Beni bilen Beni arar; Beni arayan mutlaka Beni bulur ve Beni bulan bütün arzularına ve dahasına nail olur; nail olur ve Benden başkasını Bana tercih etmez. Ey insanoğlu, mütevazi ol ki, Beni bilesin.. açlığa alış ki, Beni göresin.. ibadetinde halis ol ki Bana eresin. Ey insanoğlu, Ben Rabbim; nefsini bilen Beni de bilir.. nefsini terkeden Beni bulur... Beni bilmek için nefsini terk et; Benim mârifetimle ma*mur olmayan bir kalb kördür!”

    Mârifet-i ilâhiye bazen, “Hakkı bilenin dili tutulur.” fehva*sınca, sâlik için bir hayret, bir dehşet ve sükût ufku olur. Bazen de, “Hakkı bilenin dili çözülür.” medlûlünce, hak yolcusu için bir beyan kaynağı hâline gelir; onun heyecan ve ifadelerinde köpürür durur ve gider bütün kulaklarda yankılanır. Muham*med Parisâ’nın yaklaşımıyla: “Allah’tan başka zâtullahı bilen yoktur.” sözü de, “Allah’tan başkasını bilmem.” beyanı da ken*di vadilerinde doğrudur ve bu, aynı anda zıtların doğruluğu de*mektir.

    Evet, O’nun varlığından başka hakikî vücûd ve O’nun ef’âlinden başka hakikî ef’âl yoktur; var görülen şeyler tama*men izafî, esbaba nisbet edilen şeyler de nisbîdir. İşte bu itibar*ladır ki, hakikî mârifet; ârifin, Marûf’un ziyâ-yı nûrunda eriyip zâtı cihetiyle yok olması ve mercii yönüyle de ikinci ve hakikî varlığa ermesi sayılmıştır. Siz bunu “fenâ fillâh-bekâ billâh” mü*lâ*hazalarıyla da ele alabilirsiniz...

    Zannediyorum, Minhâc sahibi de:

    گَرتُو بِينَايِي زِ اَنوَارِ يَقِين عَارِفُ و مَعْرُوف رَا جُز اُو مَبِين

    “Eğer yakîn nûrlarıyla görebiliyorsan, ârif ve Marûf’u ayrı ayrı görme!” o kıvrak ifadeleriyle bu mülâhazayı vurgulamak istemiş.

    Büyük Fuzûlî de bu derinliği şu damlalarla seslendirir:

    “Hikmet-i dünya ve mâfîhâyı bilen ârif değil;

    Ârif odur bilmeye dünya ve mâfîhâ nedir?”

    Bundan başka sofîler, mârifet adına bir diğer çerçeve daha ortaya koyarak onu, ilâhî esmâ hakikatlerinin bilinmesi, varlıkta tecellî vak’asının kavranması, var oluş esrarının keşfedilmesi, vücûd hakikatinin asliyet ve zılliyet itibarıyla vuzuh ve inkişafı, din gerçeğinin, Hz. Murad’ın meşietine uygun temsili ve taakku*lu şeklinde yorumlamışlardır ki; bu konulardan her biri başlı ba*şına kitaplık birer mevzûdur ve bu sahifelerin istiap haddini a*şar. Burada biz sadece Ziyâiyye’de nazmen ifade edi*len, ko*nuyla alâkalı bazı önemli ifadelere temas edip geçmeyi düşü*nüyoruz:

    Bab-ı salis mârifettir ey civan,

    Bunda dönemez çarh-ı beyan-ı lisan.

    .............................. ............................

    Bunda kâtip yok, yazmaz kalem dahi,

    Bunda dil dönmez, beyan olmaz ahî..

    .............................. .......................

    Perdelendi bunda mir’ât-ı ukûl,

    Bu makama olmaz idrak-i vusûl.

    Burada pervaz eyler murğ-i hayâl,

    Buna olmaz misallerden bir misal...

    .............................. ..........................

    Burada Allah’tan olur hep mevhibe,

    Nûr-u nûranî mukaddes bir mertebe..

    .............................. .............................

    Bütün avalim burada müstağrak kamu,

    On sekiz bin âlemden vâsi’dir O...

    .............................. ........................

    Burada Bir’den başka yoktur hak vücûd,

    İşte bu vahdet olur asıl şuhûd..

    Bu şuhûda başka mânâ verme sen!

    Küfr olur, ilhad olur ey nûr beden.

    Baş gözüyle olmaz asla bu şuhûd,

    Böyle rü’yetten münezzehtir Vedûd...

    Sır iledir bu mânâ hep aşikâr,

    Sırra var da sen de anla ey nigâr!

    Burada yoktur ilm u idrak-i beşer,

    Acz u hayrettir bu vadide hüner.

    Aczini idrak olur idrak-i Hak,

    Gör ne söyler Hazreti Sıddîk’a bak..!

    * * *

    Aslında, mârifet makamı, bir hayret, bir dehşet ve bir me*hâbet makamıdır. Tasavvuf erbabının, mârifetle alâkalı müta*lâ*alarının hemen hepsinde bu anlayışa rastlamak müm*kündür. Bunlardan bazıları mârifeti, heybet duygusunun feve*ranıyla mebsuten mütenasib (doğru orantılı) görmüş ve mârife*tin art*ması ölçüsünde heybetin de derinleşebileceğine hükmet*mişler*dir. Bazıları mârifeti, sekine ve itminanın ayakları şeklinde de*ğerlendirmiş; mârifet nisbetinde de iç sükun ve temkinin arta*ca*ğını vurgulamışlardır. Bazıları, kalbin “üns billâh”a ermesi ve sâ*likin kurb süreci yaşaması şeklinde yorumlamışlardır. Şiblî’nin yaklaşımı ise daha farklı menfezler aralar mahiyettedir. Ona gö*re mârifet: Ârifin, Allah’tan başka hiçbir şeyle zâtî alâkasının kal*maması, O’nun aşkında şikayete kapalı olması ve yerli yerine oturmuş kulluk mülâhazaları sayesinde, dava ve iddialardan ka*çınarak Hak mehâfetiyle oturup kalkması, akıbeti hakkında da dolu dolu endişeler duymasından ibarettir.

    Evet, hakikî mârifet, onu besleyen sağlam kaynaklarla çok iyi irtibatlanmış, peygamberlik ruh ve mânâsının vesayetine sı*ğınmış beşerî ufuk ötesi hakâikle şöyle veya böyle münasebete geçmiş, böyle birinin faniyât u zâilâtla bizzat alâkadar bulun*ması ve Rabbinden başkasına tenezzülü söz konusu olamaz. Kur’ân, bu zirveyi إِنَّمَا يَخْشَى الله مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمؤُا gibi cami beyanla vurgular ve işte bu önemli mârifet-haşyet münasebetini hatırla*tır. Hazreti Ârif-i Mutlak da: (Keşfu’l-Hafa) أَنَا أَعْرَفُكُمْ باللهِ وَأَشَدُّكُمْ لَهُ خَشْيَةً sözle*riyle bu zirveye daha farklı derinlik menfezleri açar.

    Kalbi bu ölçüde Rabbiyle irtibatlı, gerçek ârifin “libas-ı tak*vâ”sıyla alâkalı daha dünya kadar cevher-i hikmet meşcereliği ve akl-ı meâdın güzergâhı sayılan tasavvufî eserle*rin, hakikat meşhergâhı olan sahifelerinde serdedilmiştir ki, işte onlardan birkaçı:

    Ø Hak mârifetine eren birinin nazarında, dünya, dünya ci*hetiyle daralır, büzüşür bir fincana döner.

    Ø İlâhî mârifette derinleşen ruhların her zaman nâmütenâhî genişlemeleri söz konusudur.

    Ø Gönül dünyasının ballar balı sayılan Hak mârifetini ta*dan*lar, servetlerini yele verir, Hak kurbetine koşarlar.

    Ø Gönülde mârifet peteğinin zenginliği, aşk u şevk ve mu*habbetin en esaslı kaynaklarındandır ki, bu kaynakların feveranı ölçüsünde, sâlik, vuslat iştiyakıyla yanar-tutuşur ve bu ölçüde yanıp tutuşmayı da mazhariyetinin hakikî bedeli sayar.

    Ârifi başkalarından ayıran şu hususlar da fevkalâde calib-i dikkattir: Ârif, yaptığı işlerde kat’iyen beklentiye girmez.. maddî payeler bir yana, mânevî mansıblar uğrunda bile rekabet dü*şün*mez, gıpta yaşamaz ve yaşatmaz.. o, elindekine göz diken*lerle cedelleşmez.. kendini en küçük kimselerden dahi üs*tün görmez.. kaçırdığı fırsatlardan ötürü “ah u vah” edip şika*yette bulunmaz.. elde ettiği maddî muvaffakiyetlerden dolayı da gafi*lane sevinç ve küstahlıklara girmez; hatta Hz. Süleyman mülkü dahi kendisine bahşedilse, Hak maiyyetini arar ve başka şeylere teveccühü israf sayar.. bütün varlığa karşı onların nefisle*rinden ötürü kat’î tavır alır ve “üns billâh”ın bir saniye ve bir salisesini cihanpaha bilir.. halkın içinde Hak’la beraber olma ikiliğini, iradesinin en büyük zaferi ve Hakk’ın ona en engin ih*sanı kabul ederek azminin çehresinde ilâhî meşieti, sa’yinin ne*ticesinde rabbanî inâyeti ve her kademede daha nice ayrı ayrı hikmeti, ayrı ayrı kerameti temâşâ edip kesrette vahdetin cilve*lerini gö*rür.. çoğu Bir’e irca ederek damlanın deryaya dönüştü*ğünü an*lar.. bir tek zerrenin güneşleri ifade ettiğini kavrar.. hiç*liğin nasıl bir vücûd meşcereliği olduğunu vicdanen müşahede eder ve çok kere mest ü müstağrak yaşar.

    Temkin, sebat, ciddiyet, ledünnîlik ve kararlılık böyle müte*kâmil bir mârifetin en önemli tezahürleri sayılırlar. Evet, gerçek mârifet odur ki sâlik, gün boyu “üns billâh” ve maiyyet tecellî*leri*nin sağanağı altında yaşadığı hâlde, onun, iç ve dış dünya*sında asla boşluk emaresi hissedilmez.. davranışlarında kat’iyen lâubalilik görülmez.. en coşkun nimet ve vâridat fevvareleri kar*şısında bile nefsanî israf ve küstahlığa düşmez.. ak*sine bilgisinin vüs’ati ölçüsünde temkine koşar, teyakkuzla oturur-kalkar ve yaşayışını kalbî ve ruhî hayat eksenli sürdür*meye çalışır.

    Elbette ki herkesin, aynı ölçüde, bir mârifet ufku üveyki ol*ması mümkün değildir; kimileri, Cenâb-ı Hakk’ın lâzım-ı mu*kad*desi sayılan sıfatları ve O’nun ef!âl-i sübhaniyesi arka*sındaki nimetleri idrak ufkunda dolaşır; dolaşır, enfüsî ve afakî delilleri temâşâ ve değerlendirmekle sürekli, gönlündeki hakikat aşkının, Hakikatler Hakikati’ne olan münasebetlerinin destanla*rını mırıl*danır.. fiillerden isimlere, isimlerden na’t ve sıfatlara gi*der-gelir ve gidip gelirken de, imanın, mârifetin, muhabbetin, aşkın, cezb u incizâbın farklı telden mûsıkîleriyle ürperir.. tekvinî emirlerde görüp duyduğu her disiplinin, vicdanında bir aksini duyar.. ve “daha var mı?” diyerek bir başka temâşâ ve bir başka zevk-i ru*hanîye koşar ki işte bu yol, enbiya-yı izamdan te*varüs edilen, herkese açık objektif hakikat yoludur ve bu yolun yolcusu her an ayrı bir mârifetin zafer kahramanı gibi, Hakk’ın iltifat takları altında hep O’na yürür...

    Kimileri, zât, sıfât ve nuût-u ilâhînin ziyâ ve tecellîlerinin be*şer ufku itibarıyla bir iltisak ve iltika noktasına ulaşmış gibi pek çok buudun tek buud hâline gelmiş olma his ve şuuruyla “cem” mülâhazasına girer; girer de nefsi ve zâtı itibarıyla fenâ bulup gider, sonra da Hazreti İlim ve Vücûd’un kayyûmiyetiyle yepye*ni bir varlığa erer.

    Evvelkilerin, sıfât ve nuût âleminde dolaşıyor olmalarına karşılık ikinciler, o sıfat ve na’tların kaynağına müteveccihtirler; –sıfatların ayniyet ve gayriyet mülâhazalarını nazarî ilimler mec*muaları sayılan kelâm kitaplarına havale ediyorum– dolayı*sıyla da onların bu temâşâ, bu duyuş ve bu değerlendirişleri, ne Zât mülâhazasına zihnî bir hicab sayılan mücerred sıfât hedefli ne de sıfatları nefyini işmam eden mücerred Zât hedeflidir. Bu iti*barla da böyle bir yol hasların yolu sayılmış ve kurb yolcuları*nın şehrahı kabul edilmiştir.

    Bu yolda, Kitap, Sünnet, akıl ve fıtratın şehadetleri, Allah’ın sanat eserleriyle âdeta pırıl pırıl çok dallı bir yol gibi belirir her yerde. Sâlik ayaklarını bu teminatlı şehraha sağlam basabil*mişse, artık o, her yerde Hakk’ın kendi nefsine şehadetini duyar ve شَهِدَ اللهُ der; melekler ve ilim erbabının ikrarlarını, bu beliğ ilâ*nın bir aks-i sadâsı gibi vicdanında işitir.

    وَالْمَلئِكَةُ وَأُولُوا الْعِلْمِ sözlerini soluklar.. derken, O’nun Zât’ının lâzımı olmayan bütün vasıta ve vesilelerin eriyip gittiğini görür ve tam bir huzur-u zevkîye erer.

    Kimileri de, insanın idrak ufkunu aşkın öyle bir mârifet çağ*la*yanı içindedirler ki, onların dünyasında delillerin ağzında birer fermuar.. bütün şahidler, Şahid-i Hakikî’nin huzurunda bulun*manın verdiği hicapla iki büklüm.. bütün vasıtalar, yakını uzak etme hacaletiyle tir tir.. dellallar da suskun ve o âna kadar or*taya attıkları beyanların tashihiyle meşgul. Her şeyin “bî kem u keyf” bir vicdan müşahedesiyle, Kutup Yıldızı gibi kendi etra*fın*da dönüp durduğu işte bu nokta, sık sık “sübühat-ı vech” ile gözlerin kamaştığı, melekler gibi sâlikin de bakışlarının bulan*dığı, “sen”in, “ben”in “Hû”ya teslim-i silah ettiği bir zirvedir. Bu zirveye ulaşan insan yer yer, ilmin de, vücûdun da hakikî kay*nağının çepeçevre her şeyi kuşattığını görür; tarif ve yorumu, herkesin kendi seviyesinin maşrıklarından bir sürü tulûu birden duyar, birden yaşar, birden zevk eder ve her zaman “cem” mı*rıl*danır durur. Bu cem sâlikin, isimlerin, zât, sıfât ve ilâhî ef!âl ile tecellî-i iltisakının duyulup hissedilmesi ve vicdanın da vesile ve vasıtalara açık yanları itibarıyla dağınıklıktan kurtulup ...وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجعُونَ ufkuna ulaşmasıdır; yoksa o, bazılarının vehmettiği gibi “fenâ-i mutlak” ve “ittihad” demek değildir.

    رَبَّنَا اتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا رَشَدًا، وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الَّذِي انْشَقَّتْ بهِ اْلأسْرَارُ وَانْفَلَقَتْ بِهِ اْلأنْوَارُ وَعَلَى الِهِ وَأَصْحَابِهِ اْلأطْهَارِ.


Sayfa 3/5 İlkİlk 12345 SonSon

Benzer Konular

  1. Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
    By BaRLa in forum Risale-i Nur'u Yeni Tanıyanlara
    Cevaplar: 46
    Son Mesaj: 16.06.09, 18:56
  2. Göz, kalbin elçisidir.
    By SiLa in forum Nasihatlar
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 16.01.09, 19:57
  3. Kalbin askerleri...
    By Reyhani in forum Tasavvuf
    Cevaplar: 5
    Son Mesaj: 09.01.09, 22:18
  4. kalbin mi KIRIK...?
    By HiRaNuR in forum Hayata Dair
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 22.12.08, 18:48
  5. KaLbİm zÜmRüT tEpElErİnDe...
    By ArzuNur in forum Mübarek Gün Ve Geceler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 22.09.08, 22:31

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •