ZEVK, ATAŞ
Bir şeyden hoşlanma, haz duyma, cümbüş ve eğlence mâ*nâlarına gelen “zevk”, sofîye ıstılahında, ilâhî tecellîlerin ilk esin*ti*leri ve şuhûd ufkunun yer yer zuhûr eden vâridlerindendir ki, “bevârik-i mütevâliye” de diyebileceğimiz ilâhî ışık tayflarının Hakk’ın kenzen bilindiği kalbi sarmasıdır.. ve doğruyu eğriden tefrik etmenin de birinci konağıdır. Meâliye iştiyak ve davranış safveti bu konakta konaklamanın pasaportu ve vizesi sayılabilir.
Allah’la kalbî muamele, vefa çizgisinde cereyan ettiği sü*rece, “şürb” kelimesiyle de ifade edebileceğimiz zevk-i ruhânî, sâkîsiz, kâsesiz kalbin enginliklerinde duyulmaya başlar ve hak yolcusu, dünyevî kıstaslarımız açısından derecesine göre mest ü mahmûr hâle gelir. Sürekli “zevk” sürekli “şürb”e, sürekli şürb de susama mânâsına gelen sürekli “ataş”a sâik olur; olur da sâlik ruhunda hep yanmaları kanmalarla beraber duyar ve
“Ey sâkî aşkın oduna
Yandıkça yandım bir su ver.”
(Gedâî)
der, dolaşır. Öyle ki, hak yolcusu, O’na karşı her an artan arzu ve iştiyakla, zevki hasretle, doymayı da açlıkla beraber hisseder ve aralanan kapının ardına kadar açılması sevdasıyla yanar tu*tuşur. Tabiî, böyle bir yolcu için artık, mazhar olduğu bu tecel*lîlerin inkıtâı bir imsak, yeniden zuhûru da bir iftar hâlini alır; alır da o, sık sık
“Ver şarab-ı aynemâ’dan vakit iftardır bu dem,
Ma’mur eyle bu harâbı lutf-i izhardır bu dem”
(Muhammed Lütfî)
der ve hep beklentilerini mırıldanır.
Bir diğer yaklaşımla ataş, o Biricik Maksûd’u talep ve özle*mede öyle bir iştiyak ve hırstır ki, sevgiyle coşan sâlikin sînesi magmalar gibi ateşlerle köpürürken, gözleri وَسَقَاهُمْ رَبُّهُمْ ’la tül*lenen bulutlarda “Ciğerim kebap oldu, ahıma iltifat yok mu?” der, sızlar; sızlar zira, müştak cismâniyet fanusunda mahsur kal*dığı sürece, Mahbub-u Hakikî tam tecellî etmez. Bu itibarla da, berzahta sayılan müştakın susuzluğu, onu cayır cayır yakacak şekilde arttıkça artar.. bu ruhânî zevk ve ataşı şu beyitler ne hoş ifade eder;
دِيـدَار مِي نُمَايى و پَرهيز مِيكُني بازَارِ خِويش وآتَشِ ما تيِز مِيكُني
.............................. .............................. ..
أُشَاهِدُ مَنْ أَهْوَى بِغَيْرِ وَسِيلَةٍ فَيَلْحَقُنِي شَأْنٌ أَضِلُّ طَرِيقًا
يُـؤَجِّـجُ نَـارًا ثُمَّ يُـطْـفِي بِرَشَّةٍ لِذَاكَ تَرَانِي مُحْرَقًا وَغَرِيقًا
“Cemal gösterir, sonra da görünmeden sakınırsın. Böylece hem kendi pazarını hem de bizim ateşimizi kızıştırırsın. Beni baştan çıkaran sevgiliyi gördükçe bana öyle bir hâl olur ki, yo*lumu şaşırırım. O önce beni ateşlere yakar; sonra da bir su ser*pintisiyle söndürür.. onun için beni hem ateşlere yanmış, hem de suya garkolmuş görürsün.” (Gülistan). Bir başka zaviyeden zevk, acı-tatlı yanlarıyla, lisan, beden ve diğer uzuvlarla duyulup hissedildiği gibi kalb ve vicdanla da duyulup hissedilir. Allah Rasûlü:
ذاقَ طَعْمَ الإِيمَانِ مَنْ رَضِيَ باللهِ رَبًّا وَبالإِسْلاَمِ دِينًا وَبمُحَمَّدٍ -صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ- رَسُولاً
“Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, peygamber o*la*rak da Hz. Muhammed aleyhisselâmdan hoşnut olan imanın tadını zevk etmiş olur.”(Müslim, Tirmizi) sözleriyle bu ruhânî hazza işaret buyu*rurlar. Vâkıa O, bu ledûnnî zevki bazen cismanî zevkleri anlatan kelimelerle de ifade etmiştir ki, Ashâb-ı Kirâm’ı savm-ı visalden menettiği yerde: إِنِّي لَسْتُ كَهَيْئَتِكُمْ إِنِّي أُطْعَمُ وَأُسْقى “Ben sizin gibi de*ğilim; ben yedirilip içiriliyorum.”(Buhari, Müslim) derken böyle bir üslûp kul*lanmıştır. Ne var ki, kalbî ve ruhî hayat açısından söz konusu o*lan zevkin ruhânî olanıdır ve “vecd”e göre de süreklilik ifade eder; eder de, kalb ve ruhu her zaman ayrı bir televvünle bes*ler. Yerinde de geçtiği üzere vecd ve heyman ise, hususî tecellî*lerle, bazı ahvâle ait vâridlerdir ki, göz kamaştırıcılığına rağmen sâlikin mübtediliği ölçüsünde ve onun havsalasıyla mebsuten mütenasip (doğru orantılı) olarak zuhûr eder.
Zevk; temel kaynakları itibarıyla da farklı farklıdır. İman, tas*dik ve taate karşılık Cenâb-ı Hakk’ın, Cennet, ebediyet ve rü’yet gibi her biri, dünya hayatının binlerce senesini aşan fâiki*yeti cihetiyle, O’nun vaatlerinde halâvet ayrı bir zevk ufku.. in*san vicdanının, maddî-mânevî, dünyevî-uhrevî bütün lezzet*ler*den sıyrılarak “üns billâh” ufkuna yönelip sürekli O’nunla hem*hâl olması ayrı bir haz buudu.. kurb-u mutlak’a mazhari*yetle –bütünüyle terk-i enâniyet mânâsına– kendinden uzaklaşa*rak sadece O’nu görme, O’nu duyma, O’nu bilme zir*vesine yükse*lerek “bekâ billâh-maallah”ın temâdi eden zevkle*rini duymak ayrı bir halâvet şâhikasıdır.. evet herkes, imanı, tas*diki, mârifeti ve ledünnîliği ölçüsünde ruhânî zevklerden “hissemend” olur.
Cismanî zevkler, doyma noktasına ulaşınca, insanda onlara karşı bir alâkasızlık meydana gelmesine mukabil, ruhânî zevk*lerde sürekli bir ataş (susuzluk) hâli yaşanır. Buna; hiç eksilme*yen bir zevkle içtikçe içme arzusu da diyebiliriz. Öyle ki sâlik, mürşid-i kâmilin söz ve davranışlarıyla onun ruhuna boşalttığı ilâhî mevhibelere karşı “daha yok mu?” diyerek her zaman yol*da ve tetikte olma hâli ve vicdanın mârifet, muhabbet ve zevk-i ruhânî adına nâmütenâhiye açılma keyfiyetidir ki, böyle bir vic*dan, daha doğrusu onun en birinci rüknü olan kalb, kurb-u mut*lak’a ulaşacağı âna kadar sürekli “Sen’i Sen’i!” der-du*rur.. gün gelip de bütün bütün cismâniyet hapsinden kurtularak, bedenin ağırlıklarından sıyrılır.. kalb ve ruhun semâlarında, za*man ve mekân-üstü olma mazhariyetiyle, hemen her lâhza ataş ve şürb arası gelir-gider ve aralanan kapıların ardına kadar açıl*masını intizar etmeye başlar.
Bir de mürid ve sâlik, murad ve mahbub hâline geliverince artık O’nun ziyâsıyla nûrlanır.. O’nun boyasıyla boyanır.. der*ken “Sübühât-ı Vech”in mâsivayı bütün bütün yakıp kül etme*siyle varlığın gerçek mahiyeti zuhûr eder; değişik ahvâl ve televvünler aşılarak, her lâhza “Muhavvilü’l-ahvâl, Kesîru’n-ne*vâl, Hâliku cemii’l-ef’âl” ünvanıyla, “bî kem u keyf” Zât-ı Vâ*hid-i Ehad duyulup hissedilmeye başlar ki, Hz. Mevlânâ aşağı*daki mısralarıyla bu ufka işaret eder:
شَرَابِي خُور كه جَامَشْ رُويي يَارَستْ بيَاله جَشم مَست بَادَه خَوارَستْ
شَــرَابِـي خــور زِجــام وَجْــه بَــاقِــي {سَقَاهُمْ رَبُّهُمْ} اوُ رَاسـتْ سَـاقِـي
ظُهُور آنْ مَـىْ بُودْ كَز لوث هَـسْتـي تُـرابَــاكي دِهَــدْ دَرْوَقْـتِ مَـسْـتِـي
زَهي شَربت زهي لـذت زهـي ذوق زهي دولت زهي حيرت زهي شوق
“Bir şarap iç ki, kâsesi yârin yüzü, kadehi de bâde ile mest olanların gözü olsun. Vech-i Bâkî bardağından bir şarap iç ki, sâkîsi, ‘Rableri onlara şarab-ı tahûr içirdi.’ (hakikatiyle mermuz zât) olsun. İşte o mey’in zuhûru sana, mestlik vaktinde cismâni*yet pisliğinden paklık kazandırır. Bu ne garip şerbet, bu ne tuhaf lezzet, bu ne güzel zevk, bu ne acip devlet, bu ne müt*hiş hayret, bu ne garip şevk.!”
Bir başkası da bu makam münasebetiyle duygularını;
“Bak, وَسَقَاهُمْ رَبُّهُمْ ’den cümle ebrâr oldu mest,
Ol Celâl-i Layezâl’den yedi, dört, beş hepsi mest”
mısralarıyla dile getirir ve şarab-ı aynemâ’yı kalblerimizin du*daklarında dolaştırır gibi olur...
اَللهُمَّ اسْقِنَا مِنْ شَرَابِ حُبِّكَ وَاجْعَلْنَا مِنَ الْمَحْبُوبينَ،
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا سَيِّدِ الْمَحْبُوبينَ وَعَلى الِهِ وَأَصْحَابهِ الْمَقْبُولينَ.