Sayfa 1/5 123 ... SonSon
50 sonuçtan 1 ile 10 arası

Konu: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    Share
  1. #1
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    RİYÂZET

    Hayatın disipline edilmesi; yeyip-içme ve yatıp-kalkmanın hamd ü şükür gayeli ve ihtiyaç ölçüleriyle mukayyet hâle getirilerek dengelenmesi şeklinde yorumlayacağımız riyâzet; so*fîye ıstılahında, nefsin terbiyesi ve ahlâkın tehzibi mânâlarında kulla*nılmış, yemek-içmek-uyumak dahil, nefsin arzu ettiği şeylere kar*şı kesin tavır belirleyerek cismanî istekleri gemleme yolu kabul edilmiştir.

    Zühd ü takvâ ve kurb u mükâşefe maksadıyla, dünyanın be*den-i hayvânîye bakan zevklerinden kaçınma ve nefsin bâlâ*pervâzâne arzu ve “dayatma”larına karşı, kalbî ve ruhî ha*yat at*mosferine sığınarak, vicdanî ve iradî melekeleri harekete geçirip sürekli Allah yolunda olabilme de riyâzetin bir diğer yo*rumu.

    Tasavvufta belli işaret kristalleri sayılan “hâl” ve “makam” rızâ ve muhabbet yörüngeli Hak yolculuğunda, riyazâtla ulaşılan ve duyulan bir kısım ukbâ buudlu televvünlere ve televvün*ler ötesi, tariflere sığmayan zevk-i ruhânî havuzlarıdır. Bu havuzlara ulaşabilme ve onlarda ruhun muhabbet ve rızâ ka*natlı ferah-fezâ dünyasını duyma, yaşama hep riyâzetin kolları ara*sında, nefsin terbiyesi ve ruhun tehzibi vadilerinde gerçek*leşir.

    Riyâzet insanı, aynı zamanda bir sadâkat eridir. O hem Hak’la muâmelesinde hem de halkla münasebetlerinde hep ve*fâ ve sadâkat peşindedir. Zaten, insanın, dünyevî eğilimler*den ve cismanî temayüllerden sıyrılarak, kendini Cenâb-ı Hakk’a adayıp, hakikat eri olmayı hedeflemesi mânâsına gelen riyâzetin gayesi de, nefsin terbiye edilip insanlığa yükseltilmesi, Allah sevgisinin, insânî duygu, düşünce ve davranışların kay*nağı hâline getirilmesi; yani hep Allah için düşünülmesi, Allah için konuşul*ması, Allah için muhabbet duyulması “lillah, livechillah, lieclil*lâh” dairesi içinde kalınarak, her zaman Hakk’ın soluklanmasından ibaret sayılmıştır.

    Bazılarına göre riyâzet, nefsin horlanıp hakir görülmesi şek*linde de yorumlanmıştır ki, bunu fenalıktan başka bir şey düşünmeyen “nefs-i emmâre”ye veya hodgâmlık cihetiyle insanın kendi kendini sıfırlayıp enâniyetten tecerrüdüne ya da şahsî ar*zuları itibarıyla “Ölmeden evvel ölünüz!” teklifine bir cevap sa*yılabilecek mahiyetteki bedenî istekleriyle ölme mânâsına ham*letmek mümkündür. Bu itibarla da buna, “terbiye-i nefs” de*ğil de “riyâzet-i nefs” demek daha uygun olur ki; tıpkı toprak gibi nefsin de didik didik edilip sürülmesi, bağrına iyi ve güzel şey*lerin nüvelerinin saçılması, üzerine, varlığın esas unsurları sayı*lan su, hava ve ateşin salınması suretiyle yoğrulması, yumuşatılması ve güllere, çiçeklere kâselik yapabilecek kıvama geti*rilmesi demektir ki:

    خَاك شُو خَاك تَا بَروُيد گُل كه بَجُز خَاك نِيست كهِ مَظهَرِ گُل

    “Toprak ol toprak ki, gül bitsin; zira topraktan başkası gü*lün mazharı değildir..” sözleri de zannediyorum bu terbiye ve tekâmülü, bu mahviyet ve tevâzuu anlatmaktadır.

    Ayrıca, tasavvuf düşüncesinde, nefsi, kendi boşluklarından, kendi zaaflarından uzaklaştırarak ona ikinci bir tabiat kazandırma mânâsına “riyazâtü’l-edeb”; sülûkte, murâdın çok iyi be*lir*lenip tek hedef hâline getirilmesi mânâsına “riyazâtü’t-taleb” şeklinde ikili bir yaklaşım da söz konusu olmuştur ama, bunları da yine, nefsin terbiyesi ve ahlâkın tehzibi mânâlarına ircâ ede*rek yorumlayabiliriz. Lücce sahibinin:

    حِكمَتْ اَندَر رَنج تَن تَهذِيبِ عَقل و جَان اَست

    “Teni incitmedeki hikmet akl ü cânın tehzibidir.” şeklindeki sözleri de bu mülâhazayı teyîd eder mahiyettedir.

    Riyâzet mevzuunda, riyâzet erbabınca, farklı şöyle bir tak*sime de gidilmiştir:

    a- Mübtedîlerin riyazâtı ki; ilim ile ahlâkın, ihlâs ile amelin tehzib edilip, tam bir hakşinaslıkla Hakk’ın da, halkın da hukukuna riayetten ibaret görülmüştür.

    b- Yolun sonuna yaklaşmışların riyazâtı ki, iç dünyası itiba*rıyla sâlikin, bütün bütün ağyardan tecerrüd edip, derûnundaki nokta-i istinad ve nokta-i istimdadın sesini alarak, sürekli vicdan ibresinin gösterdiği istikameti takip etmesi.. dahası onun yol mülâhazası ve yolculuk televvünatını tamamen unutması şek*linde yorumlanmıştır.

    c- Müntehîlerin riyazâtı ki, hâl ve zevk itibarıyla şâhid ve meşhûd ikiliğinden kurtularak cem’u’l-cem –ileride üzerinde du*rulacak– mertebesine yürünmesinin yani kalbin derinliklerinde esmâ ve sıfâtın vahdetini duyarak Mün’im’i aynen Müntakim, Kâbız’ı tıpkı Bâsıt, Mâni’i de Mu’tî gibi görüp zevketmek, farklı ve birbirine zıt gibi görünen esmâ-i İlâhî, sıfât-ı Sübhânî ve on*ların bütün eserlerini denge ve uyum televvünüyle bir tek şey gibi duyup hazzetmenin ünvanı saymışlardır.


  2. #2
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    HÜRRİYET

    Meşru her isteğin, herhangi bir engelle karşılaşmadan ger*çekleştirilmesi.. veya herhangi bir baskı, mahkûmiyet, boyundu*ruk altında bulunmama hâli.. ya da seçme, seçilme ve hareket serbestisi şeklinde yorumlanan hürriyet, ister düşünce tarihi, is*ter hukuk açısından üzerinde en çok yazı yazılan ve söz söyle*nen bir mefhum.

    İnsanın temel hakları kabul edilip üzerinde durulan hürri*yetler; şahsî haklar, siyasî haklar, umumî haklar kategorileri ve bunların teferruâtı sayılan, inanma, ibadet etme, barınma, ça*lışma, mülk edinme, düşünme, düşünülen şeyleri ifade etme hürriyetlerinden, seçme, seçilme, danışma, denetleme, vazife ver*me, vazifeden alma, aday olma hürriyetlerine kadar pek çok çeşitleriyle Kalbin Zümrüt Tepeleri’ne, doğrudan doğruya mevzû teşkil etmeseler de, her zaman insanoğlunun en önemli meseleleri olarak kabul edilegelmiştir.

    Hürriyet; insan vicdanının önemli bir rüknü sayılan irade*nin en esaslı rengi, en ehemmiyetli fakültesi ve en hayatî bir buudu olarak Allah’ın insanoğluna en müstesna ihsanlarından bi*ridir. Bu büyük ve müstesna ihsan, İslâm literatürlerinde, fer*din kendi haklarına sahip olması şeklinde tarif edilmiştir ki; vu*zûhu biraz da aksinin kavranılmasına bağlıdır. Bunun aksi ise, ferdin haklarına başkasının sahip olmasıdır ki, bu da düpedüz kölelik demektir. İnsana bu hakları, hususî bir çerçevede bahşe*den Allah’tır. Bu itibarla da insanın, bu hakları değiştirmeye, tebdil etmeye, satmaya hakkı yoktur. Hürriyetle alâkalı bu gü*nahlar*dan birini işleyen insan, insanlığının bir bölümünü yitir*miş sayı*lacağı gibi, Allah indinde de ciddî bir sorumluluk altına girmiş sayılır. Zira, böyle bir anlayış ve davranış her şeyden ev*vel insâ*nî değerlere karşı saygısızlık demektir. Böyle bir saygısız*lığı irtikâp edenin, kendi varlığının şuurunda olduğu söylene*mez; ken*dini idrak edememiş birinin de, gerçek, muhabbet ve Hakk’a kulluktan nasibi yoktur.

    Hulâsa olarak diyebiliriz ki, Allah’ı tanımayan haknâşinas*ların, insânî haklara sahip olma mânâsında, hür olduklarından bahsedilemeyeceği gibi, Allah’tan başkasına kul olma düşünce*sinden sıyrılamamış kimselerin de hürriyetlerin*den söz etmek mümkün değildir.

    Ancak bütün bunlar, Kalbin Zümrüt Tepeleri’ne esas teşkil eden hürriyet için birer mebâdî mahiyetindedir ve “maksûdun bizzat” sayılmazlar.

    Tasavvufta hürriyet; insanın Allah’tan gayri hiçbir şey ve hiç*bir kimsenin boyunduruğu altına girmemesi, hiçbir şeye ser*fürû etmemesi mânâsına hamledilmiştir ki, riyâzetin en önemli meyvelerinden biri sayılır.. ve kalbin Hakk’ı gösteren bir mir’ât-ı mücellâ hâline gelmesinin de en açık emaresidir. Bin ri*yâzet ve*ya inâyetle bu noktaya ulaşmış hak yolcusu, kalben, topyekün varlık ve eşya ile alâkasını keser; hürriyet semâlarında pervâz eden hulyaları, hürriyet iştiyakıyla şahlanan gönlü, hür*riyet mı*rıldanan duyguları ve egosunu saran kayıtları bir bir kırmış ben*liğiyle, biricik mihrabına yönelir ve Hz. Hâris felsefe*siyle, düşün*ce dantelasını ötelere ait atkılar üzerinde örgüler du*rur.

    Evet, gerçek hürriyet ancak, insanın dünyevî endişelerden, mal-menal gibi gâilelerden kalben sıyrılıp, âlem-i halka ait bü*tün husûsiyetleri ve âlem-i emre ait bütün derinlikleriyle Hakk’a yönelmesi sayesinde gerçekleşebilir. Büyükler bu düşünceyi ifa*de için:

    بَند بَكُسِل بَاشُ آزاد اَى بُسَر چَند بَاشِي بَندِ سِيمُ و بَندِزَر

    “Evlat, kölelik bağını çöz ve azat ol; daha ne kadar zaman al*tın ve gümüşün esiri olarak kalacaksın?” demişlerdir ki, Hz. Cüneyd’in hürriyeti kendisine soranlara: “Cenâb-ı Hakk’a bağ*lı*lıktan başka bütün kayıtlardan kurtulduğun zaman gerçek hürriyeti tatmış olursun.” şeklindeki cevabı da aynı gerçeğin bir başka şekildeki ifadesinden ibarettir.

    Evet, eğer hürriyet, Cenâb-ı Hakk’a hâlisâne kullukla meb*sûten mütenâsip (doğru orantılı) ise –ki öyledir– hayatlarını baş*kalarının gölgelerinde geçirenlerin hür olduklarını söylemek ol*dukça zor, hatta imkânsızdır. Konu ile alâkalı, bir hak dostu şöy*le der:

    كُوسِ نَاموس أرزَنِي اَزْ چَرخ اَنجُم بَر گُزَار

    چُون دَفِ رُسوَاييست اينْ پُر جَلاَ جِل چَنبَراست

    “Eğer nâmus davulunu çalmak istersen, yıldızlar çarkından geç; zira zillerle dolu bu çember bir rüsvaylık defidir.”

    Hakikî hürriyet kemal-i ubûdiyetin lâzımıdır; bu iki şeyi eş anlamlı bile kabul edebiliriz. Bu itibarla, denebilir ki insan, Allah’a kulluğu ölçüsünde hürdür. Kulluktan nasipsiz olanlar hür olamayacakları gibi, gerçek insânî değerleri kavramaları da mümkün değildir. Zira bunlar, hiçbir zaman beden ve cismâni*yetin girdaplarından kurtulamaz, kalbin, ruhun hayat uf*kuna ulaşamaz ve özlerini kendine has derinlikleriyle duyamaz*lar.

    Hayatını, hep bedenî mülâhazalar ağında geçiren, mazhar olduğu nimetler karşısında iki büklüm olacağına küstahlaşan, üzerindeki ilâhî mevhibeleri bozbulanık hırslarla yaşayan, ka*zandığında şımarıklaşan, kaybettiğinde inkisardan inkisara dü*şen ve elindeki imkânları yitireceği endişesiyle tirtir titreyen bir talihsiz, cihanlara sultan olsa da hür değildir.

    Evet, kalb, değişik matluplara, mahbuplara, maksûdlara dil*beste olduğu sürece kat’iyen hür olamaz. Değişik mülâhaza*larla sürekli başkalarına bedel ödeyen birisi nasıl hür olabilir ki.! Rica ederim, ömrünü bir kısım dünyevî çıkarlar ve cismanî hazlar karşılığında şuna-buna ipotek etmiş birinin hür olmasına imkân var mı?.

    Allah’ın bir insanı, kesrete müptelâ edip, onun kalbini fâ*niyât u zâilât arenası hâline getirmesi ve onu hep cismâniyetin girdaplarında dolaştırması böyle bir talihsiz için en büyük “mekr-i ilâhî” olmasına karşılık, bir diğerinin, bâtınını, dünya*nın; nefis ve hevesâtımıza bakan yanlarına karşı kapaması; di*ğer bir ifadeyle, kalbi dünyadan, dünyayı da kalbten uzaklaştırması en büyük bir ihsân-ı ilâhîdir. Bu ise insanı gerçek hürriyete taşıyan bir mânevî köprüdür.





  3. #3
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    ÎSÂR

    İnsanın, başkalarını kendisine tercih etmesi mânâsına gelen îsâr; ahlâkçılara göre, toplumun menfaat ve çıkarlarını şahsî çı*karlarından önce düşünmek.. tasavvuf erbabınca ise, en hâli*sâne bir tefânî düşüncesiyle topyekün şahsiliklere karşı bütün bütün kapanıp, yaşama zevkleri yerine yaşatma hazlarıyla var olmanın unvanı kabul edilegelmiştir.

    Îsârın tam karşıtı “şuhh”tan doğan cimrilik ve şahsî çıkar duygusudur ki, Hak’tan, halktan ve Cennet’ten uzak kalmanın âmili sayılmıştır. Evet, “şuhh”tan “buhl” diyeceğimiz cimrilik; “îsâr” ruhundan da “cûd”, “sehâ” ve “ihsan” sözcükleriyle ifade edeceğimiz cömertlik, semâhat ve civanmertlik doğmuştur. Cûd: ferd-i mü’minin, gönlünde herhangi bir rahatsızlık duy*madan, sahip olduğu şeylerin, hiç olmazsa bir kısmını infak etme*sinin ve başkaları için o kadar var olabilmesinin adıdır.

    Sehâ; müminin, infakı ve başkalarını düşünmeyi önde gö*türmesi ve kendi mutluluğu içinde, hatta onun da önünde onla*rın mutluluğunu düşünebilmesi, ihsan ise; onun, ihtiyacı olduğu hâlde başkalarını kendine tercih edebilmesidir ki:

    وَلاَ يَجدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بهِمْ خَصَاصَةٌ

    “Onlar, mü’minlere verilen şeylerden nefislerinde herhangi bir kaygı duymaz ve muhtaç olsalar bile onları kendilerine tercih ederler.” âyetiyle işaret edilmek istenen îsâr zirvesi de işte bu*dur. Biz, buna, o has ve enfes tarifiyle ihsan da diyebiliriz.

    Îsârın gayri ihtiyarî olanına “esere” denir ki, ortada çiğne*nen bir hak söz konusu değilse sabır vâridatından öte bir mezi*yeti yoktur ve kat’iyen îsâr seviyesinde de değildir.

    Yukarıda yarım yamalak karşılıklarıyla aktarmaya çalıştığı*mız cûd ve sehâ, aynı zamanda seviye ve derece farkını da ifa*de etmek üzere şöyle sıralanabilir:

    1- Hak yolunda ve O’ndan ötürü iman ve ehl-i iman uğ*runda candan geçilmesidir ki, civanmertliğin zirvesi sayılır.

    2- Riyâset ve makam mevzuunda her türlü fedakârlıkta bu*lunmadır ki, birincisine nisbeten bir kadem daha geri kabul edilmiştir.

    3- Maddî refah ve mutlulukta başkalarını düşünme ki, ön*cekilere göre oldukça ucuz bir kahramanlıktır.

    4- Bedel ve karşılık beklentisine girmeden ilim ve fikir bez*linde bulunmak ki diğerleri kadar ağır olmasa gerek.

    5- Sa’yin semeresini infak ki, zekât ve sadaka gibi sorumlu*luklarımız bu cümleden sayılabilir.

    6- Güler yüz, tatlı dil ve değişik hayırlara vesile olma ki, he*men herkesin muvaffak olabileceği bir hayır türüdür.

    Bunlardan birincisi, cûd ve sehânın zirvesi, îsârın da esaslı bir derinliğidir ki, ona muvaffak olmak her babayiğidin kârı de*ğildir. Bu babayiğitliği Baharistan sahibi şöyle seslendirir:

    بَسِيم و زَر جَوَانمَردِي تَوَان كَرد خُوش آنكَس که جَوَانمَردِي بَجَان كَرد

    “Gümüş ve altınla cömertlikte bulunmak kolaydır; hoştur o kimse ki, canıyla cömertlik eder.”

    İnsanların temsil durumları itibarıyla îsâr da kendi içinde de*rece derecedir:

    1- Başkalarını yedirip içirip kendisinin aç ve susuz durması ve başkalarını görüp-gözettiği hâlde kendisini yer yer ihmal etmesi ki, herhangi bir kul hakkını çiğnememe kaydıyla ebrâr ah*lâ*kındandır ve insanı evc-i kemalât-ı insaniyeye çıkarır.

    2- Herkese ve her şeye rağmen, Allah’ın ona olan bütün ih*sanlarını, sadece ve sadece O’nun rızâsını düşünerek bezlet*mektir; bezlettikten sonra da düşünmemektir ki mukarrabînin tavrıdır. Bu tavrın temsilcilerinde verme hazzı bir*kaç kadem daha alma sevincinin önündedir.

    3- “Îsâr-u îsârillah” sözleriyle ifade edilen hâldir ki; apaçık hususî mazhariyetlere bile birer mahmil bularak, ücret ve huzû*zât vaktinde bütün mevhibeleri nisyâna gömüp, sadece ve sadece O’nu duyup, O’nun varlığının ziyâsının gölgesi oldu*ğunu hissetmektir ki, “Akrabü’l-Mukarrabîn”in yoludur. Bu mânâda, Hz. Şeref-i Nev-i İnsan ve Ferîd-i Kevn-i Zaman bir îsâr kahra*manıdır; O kahramanın mîrâcı da bu engin arayış sayesinde O’nu aranan biri hâline getirmenin serencamesidir.. O’nun gök*ler ötesi âlemlerden, dönüp insanlar arasına inmesi hiç kimseye nasip olmayan bir “îsâr” derecesi ise, ümmeti adına Cennet’ten çıkıp cehennemlere gözyaşı salması, salıp bü*tün insanları dile*mesi de hiç kimsenin tasavvur bile edemeye*ceği bir başka îsâr derinliğidir.

    اَللهُمَّ اجْعَلْنَا بـجَاهِ نَبيِّكَ الْمُصْطَفى مِنَ الَّذينَ {لاَ يَجدُونَ في صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بهِمْ خَصَاصَةٌ} وَصَلِّ اللهُمَّ عَلى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلى الِهِ وَصَحْبه وَسَلِّمْ.



  4. #4
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    EDEP

    Akıllılık, usluluk, hâl, tavır ve davranış güzelliği veya insan*lara iyi muamelede bulunma mânâlarına gelen edep; sofîlerce “edeb-i şeriat”, “edeb-i hizmet”, “edeb-i Hak” ünvanları altında yanlışlıklardan korunma ve yanlışlığa sürükleyen sebep ve sâik*leri bilmekten ibaret sayılmıştır. Edeb-i şeriat: Dinin usûlünü bi*lip uygulamak; edeb-i hizmet: Cehd ü gayret ve hizmette her zaman birkaç kadem önde; ücret, takdir ve bilinmede birkaç ka*dem geride bulunmak; ayrıca, esbaba tevessülde kusur etme*me*nin yanında bütün iyilik ve güzellikleri Allah’tan bilmek; edeb-i Hak da: Hakk’a yakınlığı temkinle bezeyip, şatahat ve lâu*bâliliğe girmemekten ibarettir.

    Bir diğer yaklaşım da, “edeb-i şeriat”, “edeb-i tarikat”, “edeb-i mârifet” ve “edeb-i hakikat” şeklindedir ki; birincisi: Al*lah Rasûlü’nün, hususî, umumî, kavlî, fiilî, hâlî ve takrîrî bütün sünnetlerini hayata geçirip yaşamak; ikincisi: Mürşid ve muallime karşı tam teslimiyet, tam muhabbet, ölesiye hizmet, soh*bete devam ve kalbinde itiraza yer vermemek; üçüncüsü: Ya*kınlık ve temkin dengesini, havf ve recâ muvâzenesini, lutuflara mazhariyet ve acz u fakr mülâhazasını muhafaza etmek; dör*dün*cüsü: Cenâb-ı Hakk’a tahsîs-i nazarla beklentilere girme*mek, endişelere düşmemek ve gönül gözlerini ağyar hayâlinden bile korumak şeklinde yorumlamışlardır.

    Aslında, bir bakıma tasavvuf da “edep” demektir.. her “va*kit”, her “hâl” ve her “makam”ın hususî edebiyle bir edep.

    Ne var ki, bu edeplerden her biri, insanın iç âleminde ger*çekleştirebildiği ölçüde, onun ahlâk, tavır ve davranışlarında da kalıcı olabilir; yoksa, vicdanın enginlikleri ve duyguların derin*likleriyle bütünleşememiş bir edebin devam ve temâdisi söz ko*nusu olmadığı gibi, insanı, iç âlemine göre değerlendiren Allah nezdinde de bunlar, hiçbir kıymeti hâiz değildirler. O rengin ve zengin ifadeleriyle hem edebi hem de edebin bu farklı yanlarını Hz. Mevlânâ ne hoş ifade eder:

    پيش اَهلِ دِل اَدَب بَر بَاطِنَست زَانكِه اِيشَان بَر سَرَائِر فَاطِن اَست

    پيش اَهلِ تَن ادَب بَر ظَاهِرَست كِه خُدَا زِ ايشَان نَهانرَا سَاترست

    اَز خُدَا جُويِيم تَوفـيـق ادَب بِى ادَب مَحرُوم گَشت اَز لُطفِ رَب

    “Gönül erbabınca edep bâtınîdir; zira onlar, sırlara açık ve muttalîdirler. Beden insanı olan ehl-i ten nezdinde ise edep zâhirîdir; çünkü Cenâb-ı Hakk onlardan bâtınî olan şeyleri gizle*miş*tir. Biz, her zaman Allah’tan edebe muvaffak olmayı dile*riz, (zira) edebi olmayan, Cenâb-ı Hakk’ın lutfundan mah*rumdur.”

    Ebû Nasr Tûsî’ye göre edep, şu üç maddede hulâsa edi*lebi*lir:

    1- Söz üstadları ve sözde süs arayanların edebi ki, gönlün sesi ve soluğu olmaması itibarıyla tasavvufçularca “kîl u kâl” sayılmıştır.

    2- Din-i Mübîn-i İslâm’ı, kalbî ve ruhî hayat seviyesinde tem*sil edenlerin edebi ki, nefsin riyazâtla, duyguların muhabbet ve mehâfetle yoğrulması ve kılı kırk yararcasına şer’î hudutlara riayetten ibaret olan şer’î edep.

    3- Sürekli muhâsebe ve murâkabe ile, “tecellîgâh-ı ilâhî” olan kalbi pâk tutanların edebi ki, hayâllerine bile, huzurun edebine muhalif herhangi bir hâlin târî olmaması şeklinde yo*rumlanmıştır.

    Hakikat erleri, her mânâdaki edebe fevkalâde önem vermiş ve onu insan ruhuyla bütünleştirme istikametinde her türlü takdirin üstünde bir cehd göstermiş, bu konuda dünya kadar söz söylemiş ve bu sözleri en hâlisâne duygularla temsil etmeye ça*lışmışlardır.

    İşte o altın sözlerin mîrî olanlarından biri:

    لِكُلِّ شَيْءٍ زِينَةٌ فِي الْوَرَى وَزِيـنَـةُ الْـمَـرْءِ تَـمَـامُ الأدَبِ

    قَـدْ يَـشْـرُفُ الْـمَرْءُ بِـآدَابِـهِ فِـينَا وَإِنْ كَانَ وَضِيعَ النَّسَبِ

    “İnsanlar arasında her şeyin bir süs ve zînet yanı vardır; in*sanoğlunun zîneti ise, edebindeki tamâmiyettedir. İnsan vardır ki o, nesebiyle göz doldurmasa bile, âdâbıyla mazhar-ı şereftir.”

    Ve işte Divân-ı Ali’den, halk üslûbuyla söylenmiş bir başka cevher:

    لَيْسَ الْبَلِيَّةُ فِي أَيَّامِنَا عَجَبْ بَلِ السَّلاَمَةُ فِيهَا أَعْجَبُ الأعْجَبْ

    لَيْسَ الْجَمَالُ بِأَثوَابٍ تُزَيِّنُهَا إِنَّ الْـجَمَالَ جَمَالُ الْعِلْمِ وَالأدَبْ

    “Şimdilerde belâ şâyân-ı taaccüp değildir; asıl insanı şaş*kın*lığa sevkeden şey bunca belâlar içinde sâlim kalabilmek*tir. Güzellik, giyilen elbisenin insana kazandırdığı güzellik değil*dir; hakikî güzellik, ilim ve edep güzelliğidir.”

    Avârif’te de, edeple alâkalı şu ürperten tespit yer almakta: “İman tevhidi gerektirir; tevhidi olmayanın imanı da yoktur. Tevhid dinî esasların hayata geçirilmesini iktiza eder, dinî hayatı olmayanın tevhidi olduğu da söylenemez. Dinin hayata hayat olması edebi zarûri kılar, edebi olmayanın müteşerrî olabileceğini düşünmek bir tenâkuzdur.” Nasıl olmasın ki:

    أَنبِيَا چُون بَا ادَب رَفتَند رَاه هَر يكي شُد خَاصّ دَرگاهِ إله

    “Zira nebîler, katettikleri yolu edeple katettiler. Katetti ve her biri Allah dergâhının seçkini hâline geldi.”

    Ayrıca edebi, fiilî ve kavlî diye ikiye ayıranlar da olmuştur ki, biz bunlardan fiilî olanının, edebin genel tarifleri içinde üzerinde durmuş ve izah etmeye çalışmıştık. Şimdi bir kere daha hatırlatmak üzere, o konuda söylenmiş bazı değerli sözleri kay*dedip geçelim:

    Edepdir kişinin dâim libâsı

    Edepsiz kişi üryâna benzer.

    .............................

    Edep ehl-i ilimden hâlî olmaz

    Edepsiz ilim okuyan âlim olmaz

    .............................

    Edep iledir nizâm-ı âlem

    Edep iledir kemal-i âdem

    Kavlî edep, düşüncede safvetin, gönülde istikametin, Al*lah’la engin bir münasebetin ifadesi açısından, asırlarca hem medrese, hem de tekyede, hakkında çok şey söylenmiş bir ko*nu*dur.

    Vehbî:

    Boşboğazlık ile açma deheni, lîk âdâbıyla söyle sözünü!

    Eyle evvel sözüne endişe, sonra düşmeyesin teşvişe.!

    sözleriyle katılır bu melek-enîs örfaneye.

    Bir başkası da:

    Edep bir tâc imiş nûr-i Hudâ’dan,

    Giy ol tâcı emin ol her belâdan!

    ifadeleriyle soluklar edep adına hislerini.

    Hz. Mevlânâ’nın:

    خَوَاجَه دَريَاب كِه جَان دَر تَن انسَان اَدَبَست...


    matlaıyla o uzun ve lâtiflerden lâtif edeble alâkalı manzumesi ise, takdirlerimizi aşacak mahiyettedir:

    “Efendi bil ki, insanın tenindeki cân edepdir. İnsanoğlunun göz ve kalb nûru edepdir. Âdem bir ulvî âlemdendir, süflîden de*ğil; bu dönen kümbetin hem dönmesi hem de revnak ve zî*neti edepdir. Şeytanın başına ayağını koymak istersen, gö*zü*nü iyi aç, şeytanın canını çıkaran edepdir! İnsanoğlu eğer edepden yoksun ise, o insan değildir; zira insanoğlu ile hayvan arasındaki fark edepdir. Aç gözlerini bak, Allah kelâmı olan Kur’ân âyet âyet edepdir. Akıldan sordum: ‘İman nedir?’ Akıl kalb kulağına ‘iman edepdir’ dedi.”

    İslâm’ın, güzel kabul ettiği söz ve davranışlar şeklindeki tari*fiyle, edebin ahlâkla alâkalı olanı ve Hz. Peygamber aleyhissa*lâtü vesselâmın, kavli, fiili ve takrîriyle şekillenen, şe*killenip fık*ha esas teşkil eden kısmı ayrı bir tahlil konusu ve bu çerçevenin dışında kalırlar..



    اَللهُمَّ وَفِّقْنَا إِلى مَا تُحِبُّ وَتَرْضى،

    وَصَلِّ اللهُمَّ عَلى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَالِهِ وَصَحْبهِ أَجْمَعِينَ.



  5. #5
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    İLİM

    İnsan duyularıyla elde edilen veya Allah’ın (c.c.) vahiy ve il*ham yoluyla bildirdiği bilgi ki, zaman zaman onun herhangi bir tezahürünü ifade sadedinde: Gerçeğe, vâkıa uygun bilgi veya birşeyi olduğu gibi kavrama mânâlarına da hamledilmiştir. Aynı zamanda, ilim, kesin olsun olmasın, tasavvur veya hüküm ola*rak, mutlak mânâda idrak etme, düşünme ve anlama mânâla*rına da gelir. Hatta çok defa, ilim sözcüğüyle mârifet mânâsını kasdettiğimiz de olur.

    İlim bahsinde, hangi konunun bizi daha çok alâkadar ettiği belli olmakla beraber, az dahi olsa, ilim, ilmin sebepleri ve bö*lümleri gibi bir kısım tasavvurî taksimlere temasın yararlı olaca*ğına inanıyorum.

    İlim, kendi içinde vasıtalı ve vasıtasız olmak üzere ikiye ay*rı*lır:

    a- Her insan ayrı ayrı bir kısım hususiyetlerle yaratılmıştır. Bu hususiyetleri bilmek, değerlendirmek her ferde vasıtasız ola*rak verilmiş bir bilgi mevhibesidir. İnsanın, havasızlık, susuzluk, açlık, tasa, sevinç gibi hususları idrak etmesi.. ve çocukların süt emmesi, kuşların uçması, balıkların yüzmesi, bülbülün yuva ör*mesi, yeni doğmuş yavruların kendileri için tehlikeli sayılan şey*lerden sakınmaları gibi özelliklere veya bu özelliklerle ha*yatları için yapılması lâzım gelen şeyleri anlamaları mânâsına gelen şuur veya idrake vasıtasız ilim diyoruz.

    b- Buna karşılık, akıl ve hisler aracılığıyla öğrenilen ilimler de vasıtalı ilimlerdir. Maddî şeylerle alâkalı bilgiler daha çok, görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma duyularıyla elde e*dilir. Fizikötesi bilgiler ise, zihin, muhakeme, kalb, sır, hafî, ah*fâ, hatta sâika ve şâhika yollarıyla..

    Konuyla alâkalı değişik bir taksim de, ilmin elde edilme yol*ları açısından karşımıza çıkar. İslâm’a göre ilmin sebepleri üç*tür:

    1- Göz, kulak, burun, dil ve deriden ibaret olan, bizim “sağ*lam duyu organları” dediğimiz “havâss-ı selîme.”

    2- “Haber-i sâdık” sözcüğüyle ifade edeceğimiz doğru ha*ber ki, o da kendi içinde ikiye ayrılır:

    a. Yalan üzerinde ittifakları mümkün olmayacak kadar çok sayıdaki bir cemaatin ihbârı mânâsına gelen “mü*tevâtir haber.”

    b. Allah tarafından gönderilen peygamberlerin mesajları mânâsına “haber-i rasûl.”

    3- İlmin üçüncü sebebi de akıldır. İster düşünülmeden he*men akılla bilinen bedihiyyât kabîlinden olsun, isterse düşünü*lerek ve istidlâl yoluyla ulaşılan bilgiler nev’inden olsun, bu ka*bîl ma’kûlâtın zâhirî sebebi akıldır. Bundan başka ilim, aklî ve naklî olmak üzere ikiye ayrılır.

    Bunlardan birincisini şu üç kategoride hulâsa etmek müm*kündür:

    1- Sağlık ve eğitim gibi topluma lüzumlu ilimlerdir ki, lü*zumları nisbetinde vâcib veya farz-ı kifâye sayılmışlardır.

    2- Din nazarında mezmum olan ilimlerdir ki, sihir, simyâ, re*mil, tılsım ve hokkabazlık gibi mârifetleri bu cümleden saya*bili*riz.

    3- Mübah ve îcabında vâcib sayılan ilimlerdir ki, hendese, hesap, kelâm, tıp, fizik, kimya ve tarih gibi ilimler bu kategori i*çinde mütalâa edilirler.

    Naklî ilimler de kendi içinde mükâşefe ve muâmele adla*rıyla iki bölümde hulâsa edilmişlerdir. Bunlardan muâmele kıs*mı, fiil ve terkten ibaret olmak üzere dört bölümde ele alın*mıştır:

    1- Usûl ki; Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas’tan ibarettir. Aynı zamanda bunlara “edille-i şer’iyye” de denir.

    2- Fürû ki; bunlar da, ibadet, muâmelât, münâkehât ve u*kûbât gibi adlarla kitaplarda yerlerini almışlardır.

    3- Mukaddimât ki; lügat, sarf, nahiv, maânî, beyan, bedî gibi ilimlerdir.. ve bunlar, hadis, tefsir, fıkıh ilimlerini sıhhatli an*lama yolunda sadece birer vasıtadırlar.

    4- Mütemmimât ki; bu da tamamen Kur’ân ilimleriyle a*lâka*lıdır. Kur’ân’ın lafzıyla alâkalı olan kısmı: Mehâric, tashîh-i huruf, aşere, takrib unvanlarıyla.. mânâsına taalluk eden bö*lüm*ler, tefsir ve te’vil adlarıyla.. ahkâmıyla alâkalı kısımlar da usûl kitaplarının konusu olan, nâsih-mensûh, hâss-âmm, celî-hafî, hakikat-mecaz-kinâye, mücmel-müfesser, muhkem-müte*şâbih gibi isim ve unvanlarla ele alınmış ve işlenmişlerdir.

    Naklî ilimlerin mükâşefe kısmına gelince, bu da, ledünnî ve vicdanî namlarıyla iki bölümde mütalâa edilmiştir ki, “Kalbin Zümrüt Tepeleri”ni doğrudan doğruya alâkadar eden de işte bu bölümdür. Bu bölümde ele alınıp işlenen şeyler, bir açıdan müs*takil gibi görünse de, esasen bunlar da yine Kitap ve Sün*net’e dayanmaktadır. Bu temiz kaynaklardan istinbat edilme*yen, Kitap ve Sünnet filtresinden geçmeyen vâridat ve mevhibeler kuş*kuyla karşılanır. Bunların hücciyetleri bir yana, sübjektif bağla*yıcılıklarının olduğu bile söylenemez.

    Hz. Cüneyd: “Peygambere uğramayan yollar kapalıdır, ne*ti*ceye ulaştırmaz” veya “Kitap ve Sünnet bilmeyenin arkasın*dan gidilmez!” sözleriyle..

    Ebû Hafs: “Her zaman hâl ve davranışlarını Kitap ve Sün*net’e göre değerlendirmeyen ve kendini kontrol etmeyen, bu meydanın erlerinden sayılmaz” beyanıyla..

    Ebû Süleyman-ı Dârânî: “Kalbe gelen vâridatı ancak Kitap ve Sünnet gibi iki şâhid-i sadıkla kabul ederim.” tembihiyle..

    Ebû Yezîd: “Otuz sene nefsime karşı mücâhedede bulun*dum, ilmî ölçülere riayet kadar ona ağır gelen bir şey görme*dim.” tesbitleri ve “Bir insana göklerde tayarân etme kerâmeti*nin verildiğini görseniz dahi aldanmamalısınız; onun emirler, nehiyler ve şer’î hudutlara riayet mevzuundaki hassâsiyetine bakmalısınız!” ikazlarıyla..

    Ebû Saîdi’l-Harrâz: “Dinin ruhuna muhalif olan bâtın bâtıl*dır” vecizesiyle..

    Ebu’l-Kâsım Nasrâbâzî: “Tasavvufun özü, Kitap ve Sün*net’e sımsıkı sarılmak, hevâ ve bid’atlerden uzak kalmak, kusur*lardan dolayı herkesi mâzur görebilmek, evrâd ü ezkârda tekâ*sül göstermemek, elden geldiğince ruhsatlardan uzak dur*mak ve dinde şahsî yorumlardan sakınmaktan ibarettir.” irşa*dıyla bu önemli hususu ders veriyor olsalar gerek.. ve daha ni*celerinin, konuyla alâkalı ne lâl ü güher ifadeleri..!

    َ
    َ
    ْ
    َ
    Bu meydanın erlerine göre “ilim” “hâl”den önce gelir. Zira “hâl” tamamen ilme tâbidir. Aslında ilim enbiyanın mîrâsı, â*limler de bu peygamber terikesinin vârisleridirler. Bu konuda اَلْعُلَمَاءُ وَرَثةُ الأنْبيَاءِ fermân-ı Nebevîsi, ulemâ için pâyeler üstü bir pâye ifade eder.

    Gerçeğin ilmi veya gerçeğe ulaştıran bilgi, kalblerin hayatı, basîretlerin nûru, sînelerin vesile-i inşirâhı, akılların cevelangâhı, ruhların lezzet kaynağı, hayrette kalanların rehberi ve dostu, yalnızların “enîs ü celîs”i, meleklerin temennâ durdukları kıy*metler üstü kıymeti hâiz, arz televvünlü, semâ kaynaklı bir mâidedir.

    Evet, ilim, imana önemli bir basamak, hidâyet ve dalâleti, şüphe ve yakîni birbirinden ayıran esaslı bir mihenk ve insanın insanî yanlarını ortaya çıkaran ilâhî bir sırdır.

    بَعِلْمَسْتْ آدَمِـي اِنسَانِ مُطلَق چُو عِلمَش نِيست شُد حَيوَانِ مُطلَق

    عَمَلِ بِي عِلْمْ بَاشَدْ جَهْلِ مُطلَق بَجَهل اَى جَان نَـشَايَد يَافتَن حَقّ

    “Âdemoğlu ilimle mutlak insan, ilim olmayınca da mutlak hayvandır. İlimsiz amel mutlak cehâlet, ey cân cehâletle Hak bulunmaz.” diyen hak dostu mübalağa etmemiş olsa gerek...

    Tasavvuf erbabınca ilim; akıl, sem’ u basar yoluyla elde e*di*len bilgi ve mârifetten daha çok, verâlardan akıp gelen te*cellî-i ilm-i ilâhî dalga boylu öyle bir nûr ve ziyâdır ki, gelir bü*tün ruhu sarar ve insanın derûnundaki sır yamaçlarında, hafî te*pelerinde, ahfâ zirvelerinde çiçek çiçek tüllenir ve hep Son*suz’un vâridatıy*la gürler. Bu ilâhî tecellîye mazhariyetin mebdei, sır ve ötesinin Şems-i Ezel’e teveccühü, beden ve cismâniyetin kalb ve ruh seviyesine yükselmesi ve sînenin iman, muhabbet, aşk ve cezbe ile Zât-ı Hakk’a yönelmesi; müntehâsı da ilm-i le*dünnîdir.

    İlm-i ledünnî: وَعَلَّمْنَاهُ مِنْ لَدُنَّا عِلْمًا fehvâsınca, berzahsız, hi*cap*sız doğrudan doğruya “Hazîratü’l-Kuds”den insânî enginlik*lere yağan bir bârân-ı rahmettir. Kulluktaki derinlik, Allah ve Rasûlü’ne karşı vefâ ve sadâkat, duyguların rızâ eksenli, davra*nışların ihlâs yörüngeli olması ve kalbin de yakînden yakîne koş*ması, ledünnî vâridat için, hatta o vâridatın sağanak sağa*nak boşalması için bir yol ve bir şart-ı âdîdir.

    Bütün enbiyanın ilmi, Cenâb-ı Hakk’ın vahyi ve tâlimiyle zu*hûra gelmesi açısından bilasâle ilm-i ledünnî olduğu gibi, on*la*rın arkalarından giden ilhama mazhar evliyâ ve asfiyânın ilim*leri de bittebaiyye o mâhrûların –ay yüzlüler– ziyâ-i ilimleri*nin şuâları olması itibarıyla ledünnî sayılır. Bu ilmin Hz. Hızır’a tah*sisi, belli bir zaman, belli bir makam ve belli bir hâl itibarıyla*dır ki, o ilmin bazı cüz’iyâtı açısından Hz. Hızır, kendine fâik olan bazı zâtlara, mercuhun hususî bir kısım meselelerde râcihe tereccühü nev’inden öne geçmiştir. Yoksa onun ne Hz. Mûsâ’ya ne de diğer ulülazm zâtlara üstünlüğü söz konusu değildir.

    Ayrıca, Hz. Mûsâ’nın ilmi, ilâhî ahkâmın mârifeti ve bu mâ*rifetin, eşyanın perde önü ve perde arkası muvâzenesini ko*ruma gibi bir derinliğe açık olmasına karşılık, Hz. Hızır’ın bilgisi daha çok eşyanın bâtınına ait idi. Nitekim, bu ayrıma, Hz. Mûsâ ile konuşması esnasında Hızır da işaret eder: “Yâ Mûsâ! Ben Allah’ın bana tâlim ettiği bir ilme sahibim ki, sen onu bilemez*sin. Sen de, Allah’ın sana tâlim ettiği bir bilgiye maliksin ki, ben onu bilemem.” (Buhari)

    Evet, ilm-i ledünnî, tâlim ve taallümle elde edilmeyip Cenâb-ı Hakk’ın hususî bir mevhibesi ve bir kuvve-i kudsiyesinin nûrânî tecellîsidir. Bu tecellî, sanattan Sâni’e eser*den Müessir’e giden bir bilgi olmaktan daha çok, Sâni’den zîşuur sanata, Müessir’den esere akan bir mârifettir. Hatta o, es*râr-ı Hakk’a ait mahrem vâridatın insan ruhunda taayyününden ibaret sayıl*mıştır.

    وَالله أَعْلَمُ بالصَّوَابِ.






  6. #6
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    HİKMET

    İlim, irfan, fıkıh, felsefe, sebeplerin ruhunu kavrama, eşya*nın perde önü ve perde arkasına ıttıla, kâinat kitabı ve dinin ö*zündeki fayda, maslahat ve gayelere vukuf gibi.. pek çok mâ*nâlara gelen hikmet; hakikat ulemâsınca, daha çok faydalı ilim ve salih amel beraberliği şeklinde yorumlanmıştır ki, bunlardan biri diğerinin iradî sonucu, beriki de bir kısım yeni mevhibelerin başlangıcı ve mukaddimesidir.

    Yukarıdaki yaklaşımı nazar-ı itibara alarak bazıları, tıpkı aklı, “amelî ve nazarî” şeklinde iki bölümde ele aldıkları gibi, hikmeti de “amelî ve nazarî” diye iki kısma taksim etmişlerdir. Nazarî hikmet, varlık ve hâdiseleri, bir meşher gibi temâşâ et*mek; bir kitap gibi okumak; bir senfoni gibi dinlemek; her za*man eşyanın perde arkasını kollamak; fizik ve metafizik dün*yalar*daki sırlı münasebetleri mütâlaa etmek, çözmeye ça*lışmak ameliyesi, cehdi ve mevhibesidir.

    Amelî hikmete gelince o, böyle nazarî bir yolla elde edilen ilim, irfan, alâka, münasebet ve kulluk şuuruyla bu meşherin sa*hibine, bu kitabın kâtibine, bu koronun idarecisine yönelip ubû*diyetle O’nu aramak, aşkla, şevkle hep O’na koşmak, hay*ret ve dehşetle O’nun huzurunda olmanın saygı ve mehâbetini yaşa*maktır. Bu itibarla da hikmeti, evveli tefekkür, tefahhus, te*ces*süs ve temâşâ; ortası itaat ve ibadet; sonu da zevk-i ruhânî ve ebedî saadet şeklinde hulâsa edebiliriz.

    Ayrıca bu önemli hususların yanında, Kur’ân’ın hikmetle alâ*kalı şu tesbitleri de her biri başlı başına birer esas sayılacak mahiyettedir.

    1- Hikmet, Kur’ân’ın incelikleri ve sırları mânâsına gelir ki, bu, aynı zamanda Kur’ân’ın şerh ve izah ettiği kâinat kitabının da sırları ve incelikleri demektir. Bu gerçeğe Kur’ân:

    يُؤْتِي الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا

    “Allah hikmeti dilediğine verir; kime de hikmet verilirse, o*na bol bol hayır verilmiş demektir.” âyetiyle işaret eder.

    2- Peygamberlik ve esrâr-ı risâlet ki, bu mânâ, hadisçilerce Sünnet’e hamledilmiştir ve وَاتَاهُ الله الْمُلْكَ وَالْحِكْمَةَ “Allah Dâvud Aleyhisselâm’a saltanat ve hikmet verdi.” Veya وَلَقَدْ اتَيْنَا لُقْمَانَ الْحِكْمَةَ ”And olsun biz Lokman’a hikmet verdik.” gibi âyetler bu gerçeği ihtar eder.

    3- Nazarî ve amelî hikmet mânâlarını da ihtiva eden bir câ*miiyetle hayırhahlıktır ki,

    أُدْعُ إِلى سَبيلِ رَبِّكَ بالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ

    “İnsanları Rabbin yoluna hikmet ve mev’ize-i hasene ile davet et!..” meâlindeki âyetler de bu anlamdaki hikmeti hatırla*tır.

    Hikmeti, yerli yerince davranma ve her şeyi yerli yerince kullanma şeklinde yorumlayanlar da olmuştur. Mûtedil ve müstakim olma mânâlarına da gelen bu son tesbiti şu şekilde biraz daha açmak mümkündür:

    1- İfrat ve tefrite girmeden her şeyin hakkını verip itidali ko*rumak.. sorumluluklarımızı şer’î çerçeve içinde anlamak ve ye*rine getirmek.. esbap dairesi içinde kaldığımız sürece sebep*lere riayette kusur etmemek.. iyiliklerde dahi olsa aşırılığa gir*meyip dinin, her şart altında yaşanılırlığı düşüncesini korumak.. ve ha*yatı Sünnet programlı yaşamaya çalışmak..

    2- Hakk’ın takdirlerini kendi tercihlerimiz önünde düşün*mek ve O’nun şer’î ve kevnî her türlü icraatını gönül rızasıyla karşılayıp, ömürlerimizi أَسْلِمْ تَسْلَمْ “Teslim ol, selâmeti bul!” çiz*gisinde sürdürerek “her işte hikmeti vardır, abes fiil işle*mez Al*lah” mülâhazasını bir lâhza bile hatırdan çıkarma*mak..

    1

    3- Düşünce ve davranışlarımızda, peygamberâne bir azim ve idrakle

    قُلْ هذِه سَبيلي أَدْعُو إِلَى اللهِ عَلى بَصيرَةٍ أَنَا وَمَنِ اتَّبَعَني

    “De ki: İş*te benim yolum; basiret üzere Allah’a davet ediyorum.. ben de, bana tâbi olanlar da...” gerçeğini ruhlarımızda duyup her şeyi Fetânet-i Âzam’ın vesâyetinde basîretle plânlayıp icrâ etmek bu hikmet telâkkilerinin birer televvünü sayılabilir.

    Büyük ölçüde hikmetin kaynağı vahiy ve ilhamdır. Bu açı*dan da, peygamberlerin ve derecesine göre diğer mürşidlerin, metâları hikmet birer hakîm olduklarını söylemek yerinde bir tesbit olsa gerek. Zira bu zâtlar, kendilerine sığınan gönül ve ruh hastalarını “tıbb-ı ruhânî” ile tedavi eder ve ellerinden geldi*ğince onların kalbî hayatlarını “ahlâk-ı rezile” virüslerinden temiz tutmağa çalışırlar.

    Bu itibarla da, onların hareket sahaları ve meşguliyet alan*larını da göz önünde bulundurarak, aşağıdaki önemli meselele*rin tahlili içinde işaret nev’inden bir kere daha “hikmet” demek istiyoruz:

    1- Hikmet; bir düşünce, tasavvur ve davranış bütünlüğüdür. Evet düşüncede isabet, ifadede gereklilik ve ölçü, sonra da o çizgide hareket tam bir hikmet televvünüdür..

    2- İlimde yakîn, amelde sağlamlık ve itkan hikmete bir di*ğer yaklaşım.. buna ilmin amel ile ve sanat ruhunun itkanla beslenmesi de diyebiliriz.

    3- Dinin gaye ve maksatlarını kavrayıp, onu ferden temsil etmenin yanında, topyekün hayata hayat kılma düşünce ve cehdi de hikmetin bir başka çizgisi.

    4- Varlığın özü ve iç yüzündeki gerçeği, her nesneye ait ay*rı ayrı hususiyetleri ve bu hususiyetler arasındaki münasebetleri, Yaratıcı tarafından hedeflenen gayeleri idrak ve şuur da hikme*tin ayrı bir buudu..

    5- Sebepler ve illetler âlemine yönelerek, varlığı fayda ve maslahat yanlarıyla görüp tanımak, tahlil ve terkiplerde bulun*mak, Yaratıcı’nın halifesi olma unvanıyla, O’nun izni ve emri dairesinde varlığa müdahale, hilâfet televvünlü, sanat buutlu hikmetin ayrı bir yanı.

    6- Nizam ve âhengiyle kâinattaki her şeyin yerli yerinde olması ilâhî hikmetinden hareketle, kendi dünyamızda bu den*ge ve düzenin korunmasına riayet, arz, atmosfer ve semâlardaki muvazenenin muhafazası istikametinde değişik ad ve unvanlar*la değişik ilim dallarını geliştirmesi de hikmetin ayrı bir yorumu.

    7- Her zaman en iyi hedefleri takip ederek, sevk ve idare edilenler arasında, iyilik ve güzellik arayışları içinde bulunmak, insanlarla muâmelelerimizde ilâhî ahlâkla tahalluk etmek sure*tiyle arzı ve arzdaki idârî sistemleri semâvîleştirme gayreti göste*rerek peygamberlerin gönderilme gayelerini gerçekleştirmek de hikmetin bir diğer enfes tarafı...

    İnsanoğlu her zaman, şeytanın telkin ve vesvesesiyle, rah*mânî mantık ve muhakemeyi tefrik edebilmesi için, aklını Ra*sûlüllah’ın (s.a.s.) emrine vererek tetikte olma mecburiyetin*de*dir. İşte ancak bu sayededir ki, insanda, müsta*kim muhake*me ve ilâhî hikmet mevhibeleri belirmeye başlar.. duygu, dü*şünce istikameti güçlenir ve derken fert, davranış bütünlüğüne ulaşır.. sonra da bu duygular işlene işlene onun tabiatıyla bü*tünleşir ki, bu da ilâhî ahlâkla ahlâklanma demek*tir. İsterseniz buna nazarî aklın amelî akla, nazarî hikmetin de amelî hikmete inkılâp etme*si.. veya bir kısım büyüklerin yakla*şımıyla, insanın melekî yan*larının şeytânî yönlerinin önüne çıkması da diye*biliriz.

    ْ

    Bu açıdan da, ilim ile amele, hikmet gerçeğinin birer par*çası, birer derinliği olarak bakmak icab eder ki, bu da amel, ima*nın bir cüz’ü olmasa da, dinin bir yanı olduğu hakikatini ifa*de demektir. Zaten, İslâmiyet’te, bilgiden hemen kulluğa ge*çilmesi de herkesin ittifak ettiği bir esastır ki, وَمَا خَلَقْتُ الْجنَّ وَالإِنْسَ إِلاَّ لِيَعْبُدُونِ “Ben, cin ve insanları bana kulluk yapsınlar diye yarattım.” âyeti de bu hususu ihtar etmektedir. Evet, her*hangi bir konuda, nazarî olarak derinleşip de amele geçmeme, fayda*sız bir gayret, dolayısıyla da apaçık bir hüsrandır. Başta da ifade edildiği gibi; varlık bir hikmet kitabı, bir hikmet meşheri, Kur’ân da bu hikmetler mecmuasının dili, tercümanı, yorum*cusu ve tarifnâmesidir. İnsanların vazifesi ise, Kur’ân’da kâinat kitabını okumak, kâinat meşherini tanımaya çalışmaktır ki, böyle biri, Kur’ân’ın ifadesiyle hayr-ı kesîre mazhar olur ve letâifinin engin*liğine, zenginliğine göre de değerler üstü değerlere ulaşır. Aksi*ne, varlığın çehresindeki gerçekleri görüp de arkasındaki haki*katlere ulaşamama ve bu nizamla hedeflenen ga*yeyi sezeme*me, varlığın ve var olmanın en önemli mesajını alamamadır ki, bu da mutlak bir kazanç kuşağında apaçık bir kaybetme de*mektir.



    اَللهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ، وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ.. امِينَ.





  7. #7
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    FİRÂSET
    َ

    Tasavvurda zenginlik, düşüncede tutarlılık, varlığın perde arkasına ıttılâ ve basiretli davranma da diyebileceğimiz firâset; insanın, kalbini kin, nefret, iğbirar, nifak ve ucup gibi.. mânevî hastalıklardan temizleyip, iman, mârifet, muhabbet ve aşk u şevkle bezemesi sayesinde Allah’ın, onun içine attığı öyle bir nûr*dur ki, ona mazhar olan fert, feritleşir, duyuş ve sezişleriyle derinleşir; hatta başkalarının gönüllerindeki sırlara aşina olup, simaların arkasındaki gerçekleri görebilir.. ve tabiî, eşyanın perde arkasına uyanabildiği ölçüde, “Hazreti Allâmü’l-Guyûb’ un mücellâ bir mir’atı hâline de gelebilir..! Bu mânâdaki firâsete işaret sadedinde, gayb ve şehadetin fasih lisanı Rûh-u Seyyidi’l-Enâm:

    اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ، فَإِنَّهُ يَنْظُرُ بنُورِ اللهِ

    “Mü’minin firâseti karşı*sında titreyin; zira o bakarken Allah’ın nûruyla ba*kar.” Buyu*rur. Firâsetin, iman nûruyla yakından alâkasını gös*terme bakı*mından يَا أَيُّهَا الَّذينَ آمَنُوا إِنْ تَتَّقُوا الله يَجْعَلْ لَكُمْ فُرْقَانًا “Ey iman eden*ler, eğer Allah’a karşı hep takvâ dairesi içinde bulunur*sanız, O size furkan (açık-kapalı, hakkı bâtıldan, doğ*ruyu eğriden, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden temyiz ve tefrik edecek bir kabîliyet, bir ışık) verir.” meâlindeki âyeti de burada zikretmek uygun o*lur zannederim.

    Firâset, ister yukarıdaki tarif ve izahlar çerçevesinde kalbin, Hazreti Allâmü’l-Guyûb’un ilim ve füyûzâtına açılması ve bu mazhariyete erenlerin, görüş, düşünce, karar ve hükümlerinde isabet kaydetmeleri şeklindeki yorumu ile; ister, bilgi birikimi, tecrübe, mümarese, sezi enginliği ve karakter bilgilerini değer*lendirerek elde edilen neticeleriyle olsun, o tamamen bir mev*hibe-i ilâhiyedir.. ve bu ilâhî mevhibeden en çok hissemend o*lanlar da, hiç şüphesiz –derecelerine göre– evliyâ, asfiyâ ve en*biyadır. Bunlar arasında ufuk firâset ise, heykel-i akl-ı evvel Hazreti Seyyidü’-Enbiyadır ki; Allah: إِنَّ في ذلِكَ لآيَاتٍ لِلْمُتَوَسِّمينَ “Keskin nazar firâset erbabı için elbette bunda ibretler vardır.” beyanıyla, umum basiret, his ve idrak insanlarına işaret buyurmasına mukabil,


    وَلَوْ نَشَاءُ لأرَيْنَاكَهُمْ فَلَعَرَفْتَهُمْ بسيمَاهُمْ وَلَتَعْرِفَنَّهُمْ في لَحْنِ الْقَوْلِ

    “Dileseydik onları sana (oldukları gibi) gösteriverirdik de si*malarından hepsini tanır ve hepsini konuşma üsluplarından anlardın.” ferman-ı samedânisiyle o zirveler zirvesi firâset insanının açık farkına îmâda bulunmaktadır...

    Firâset, imandaki iç derinlik, yakîndeki enginlik ölçüsünde daha bir kuvvetli ve keskin hâl alır. Hatta bazı hususî mazhariyet*ler sayesinde o, insan basîretinde Hak nazarının aynı tecel*lîsi olarak zuhûr eder ki; firâset etrafındaki müşahede ve söyle*nen sözler bunun çokça meydana geldiğini ve anlatılanla*rın da mübalağa ve mücazefe olmadığını gösterir.

    Ebû Saîdi’l-Harrâz: “Firâset ziyâsıyla temâşâ eden, Hak naza*rıyla bakmış sayılır.” der.

    Vâsıtî: “Firâset kalbte şimşek gibi çakıp, mukayyet bütün gayb âlemlerini aydınlatan ve insanoğlunu, topyekün varlığı, ol*duğu gibi görüp değerlendirme seviyesine yükselten ledünnî bir şuâdır.” tesbitinde bulunur.

    Dârânî: “Firâset, nefsin derinliklerinin keşfi ve gaybın ayân, pinhânın da nihân olmasıdır.” yorumuyla yaklaşır konuya.

    Şah-ı Kirmânî: “İnsan, haramlara karşı gözünü kapar, şehe*vânî duygulardan elini-eteğini çeker; iç dünyasını mura*kabe ile, dış âlemini de Sünnet-i Seniyye’nin ihyasıyla onarır ve her zaman helâl dairesinde kalabilirse, böyle biri firâsetinde asla yanılmaz.” hatırlatmasını yapar.

    Bunların hemen hepsi de, iman sayesinde inkişaf eden firâ*setlerdir.. ve bunlarda yanılma payı da oldukça azdır. Gör*düren O ve gören gözler de O’ndansa, niye yanılsınlar ki..!

    Allah Rasûlü’nün, şahısları çok iyi tanıyıp, herkesi yerli ye*rinde istihdamında, Rabbinin O’na bu tür ihsanı söz konusu olduğu gibi, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin kerâmetvârî pek çok tesbit, teşhis ve takdirlerinde de aynı ikram-ı ilâhî bahis mevzuudur.. ve o hususlarla alâkalı firâsetleri ifade etmek için kocaman mücelletler ister.

    Ayrıca, aklın ve ruhun hikmet-i vücûduyla alâkalı ve bazı kimselerin ileride yapacakları iyiliklerden ötürü, avans nev’inden onların mazhar oldukları ve olacakları firâsetler de vardır ki, bunlara, sebeplerinden evvel “Müsebbibü’l-Esbab”ın hususî ilti*fatı nazarıyla bakılabilir.

    Şimdi İbn Mes’ûd’un beyanı içinde bunlardan örnek olarak bir kaçını zikredelim:

    1- Mısır Azizi ki, Hz. Yusuf için:

    أَكْرِمي مَثْويهُ عَسى أَنْ يَنْفَعَنَا أَوْ نَتَّخِذَهُ وَلَدًا

    “Ona güzel bak ve hoş tut; ümit edilir ki, bize faydası do*kunur veya evlat ediniriz.” demişti..

    َ

    ْ

    2- Şuayb (a.s.)’ın kızı ki, Hz. Mûsâ hakkında:

    يَا أَبَتِ اسْتَأْجرْهُ إِنَّ خَيْرَ مَنِ اسْتَأْجَرْتَ الْقَوِيُّ الأمينُ

    “Babacığım!, bunu işçi olarak tut, zira senin çalıştıracağın en en iyi adam, böyle kuvvetli ve güvenli biri olmalıdır.” tesbitinde bulunmuştu.

    3- Firavun’un zevcesi ki, Hz. Mûsâ’yı ırmakta bulunca:



    قُرَّتُ عَيْنٍ لي وَلَكَ لاَ تَقْتُلُوهُ عَسى أَنْ يَنْفَعَنَا أَوْ نَتَّخِذَهُ وَلَدًا

    “Sana ve bana göz aydınlığı.. öldürmeyin; bize faydalı ola*cağı ümit edilir. Ya da onu evlat ediniriz.” firâsetini göstermişti.

    Bir de, riyâzet; açlık, susuzluk, uykusuzluk ve çile çekmekle elde edilen firâset vardır ki, böyle bir firâsetin bilhassa iman ve amel-i salihe iktiran etmeyenine istidraç nazarıyla da bakılabilir. Bu kabîl sezi ve keşiflerde, mü’min-müşrik, Müslüman-Hristi*yan, veli-rahip farketmez; heskes belli şeyler sezebilir.

    Bundan başka bazıları, şekil ve kıyafetten hüküm istinbatını da firâset içinde mütalâa etmişlerdir ki, böyle bir sezi, hangi mâ*nâya gelirse gelsin, tasavvuftaki firâsetle alâkasının olmadığı be*dîhîdir.

    اَللهُمَّ اتِ نَفْسي تَقْويهَا وَزَكِّهَا أَنْتَ خَيْرُ مَنْ زَكَّاهَا أَنْتَ وَلِيُّهَا وَمَوْليهَا.(Muslim, Nesai)

    وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلى رَسُولِكَ وَصَفِيِّكَ الْمُصْطَفى وَعَلى الِهِ وَأَصْحَابهِ.





  8. #8
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    VECD ve TEVÂCÜD

    İnsan benliğini bütünüyle iştiyakın sarması; hâlin, akıl, man**tık ve muhakemenin önüne geçmesi diyebileceğimiz vecd, Ce*nâb-ı Hakk’ın, kulunun kalbine sürpriz bir teveccühü ve bek*lenmedik bir vâridatıdır. Böyle bir tecellî cemâl dalga boyuyla gelince “üns” esintileri hâsıl olur; celâl televvünlü olunca da tem*kin ve sükûn meydana gelir.. ve tabiî bu celâlî tecellîler ara*sında, hüzün, keder, havf ve dehşet fırtınaları da eksik olmaz.

    Vecdi, zikr ü fikrin kalbe galebe çalması esnasında ruhun, aş*kın feveranlarına tahammülden aciz olması şeklinde yorum*layanlar da olmuştur. Cenâb-ı Hakk’ın celâlî ve cemâlî tecellîle*rinden bol bol hissemend olan kalbin duyup yaşadığı hayret, he*yecan ve ürperti de vecd adına ortaya atılan yorumlar ara*sında.

    Vecd, vücûddan farklı bir hâlettir. İleride anlatılacağı üzere vücûd; nefsin te’sir dairesini aşıp bütün bütün cismaniyetten sıy*rılarak “bî kem u keyf” hakikî matlûba zaferyâb olmaya mu*kabil, vecd; kalbin beklenmedik bir anda, sürpriz olarak muhab*bet, şevk, iclâl ve tâzim gibi ahvâlin feveranı keyfiyetidir ki, bu*nun bir kadem ötesinde de, sürekli evrâd ü ezkârın semeresi sa*yılan “mevâcîd” hakikati gelir.

    Vecd, genelde iki şekilde tezahür eder:

    1- İlâhî bir kısım vâridat ve tecellîyât-ı Sübhâniye’nin, insan kalbinde, onun kast ve iradesi taalluk etmeksizin tekellüfsüz hâ*sıl olmasıdır ki; biz buna, yerinde “mükâşefe” de deriz ki; ve böyle bir doğuş veya mükâşefeyi bir kısım esbap ve emare ile irtibatlandırmak söz konusu değildir.

    2- İnsanın bütün benliğini saran ve onda ağlama, hay*kır*ma, ürperme hisleri hâsıl eden bir zevk ü şevk veya dehşet ü hayret tecellîsidir ki, halka-i zikir ve hatme yapılan mahallerde, hakikat ilminin müzakere edildiği meclislerde çok görülür.

    Bu türlü vâridat ve tecellîlerin, açıktan herhangi bir sebebe iktiran etmeyip külfetsiz zuhûr edenine “vecd” denir ki, Konyalı Zerkûbî’nin çekiçlerinin sesinden Hazreti Mevlânâ’nın coşup:

    جَانـهَاي بَسـتَه اَندَر آبُ و گِل چُون رَهنَد اَز آبُ و گِلهَا شَاد دِل

    دَر هَوَايِ عِشق چُون رَقصَان شَوَند هَمَچُو قُرصِ بَدر بِى نُقصَان شَوَند

    “Su ve balçığa bağlanmış cânlar, su ve balçıktan kurtu*lunca, aşkın hava ve esintileriyle raksetmeye başlar ve dolunay gibi noksansız olurlar.” demesi bu cümledendir.

    Biraz külfet, biraz zorlama ve konsantrasyon arayışı netice*sinde meydana gelene de “tevâcüd” denir. Zaten tevâcüd “te*fâul” bâbından olması itibarıyla, mevcud olmayan bir şeyi izhar veya onu hâsıl etme yolunda gösterilen ekstra gayret espri*sine dayanır ki, bunu da Efendimiz (s.a.s.)’in: “Kur’ân o*kur*ken ağla*yınız, eğer ağlayamazsanız kendinizi ağlamaya zorlayınız!”(ibn Mace) me*âliyle vereceğimiz nûrefşân beyanıyla irtibatlandır*mak müm*kündür.

    Şimdi bu son durum itibarıyla “tevâcüd”ü de evvelki üç hu*susa ilâve edecek olursak, konuyu şöyle özetlemek uygun o*lur zannediyorum:

    1- Tevâcüddür; zorlama, tekellüf ve iç âlemle konsantras*yon yolunda elde edilmeye çalışılan vecde benzer bir keyfiyettir ve yoldakilerin hâlidir.. tabiî, kalbî ameller adına da ayarı en düşük olanıdır.

    ْ

    2- Vecd’dir; iman, mârifet, muhabbet ve zevk-i ruhânî ile do*nanmış bir kalbin, beklenmedik bir anda şevk ü tarâb veya bir kısım vâridatla coşmasıdır ki, üzerinde durduğumuz konu*nun esasını teşkil eder ve ثلاَثٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ وَجَدَ حَلاَوَةَ الإِيمَانِ “Kimde şu üç şey bulunursa, imanın tadını tatmış olur.”(Buhari, Muslim) gerçeğine da*yanır. Bu gerçeğin hulâsası da: Allah ve Rasûlü’nü her şey*den fazla sevme, sevdiklerine Allah (c.c.) için muhabbet etme, Ce*hennem ve Cehennem vesilelerine karşı teyakkuz ve ürperti içinde bulunma.. gibi hakikatlerdir.

    َ

    ْ

    ْ

    3- Mevâcîddir; evrâd ü ezkâr ve kalbin, Hazreti “Vâcibü’l-Vücûd” ve “Vâhibü’l-Hayat”la münasebet derinliği ve O’na yaklaşma yollarını araştırması sayesinde sürekli metafizik geri*lim, sürekli duyuş ve sürekli değişik vâridlere mazhariyettir ki,

    وَرَبَطْنَا عَلـى قُلُوبهِمْ إِذ قَامُوا فَقَالُوا رَبُّنَا رَبُّ السَّـموَاتِ وَالأرْضِ لَنْ نَدْعُوَ مِنْ دُونِهِ

    “Biz, onların kalblerini pekiştirdikçe pekiştirdik de doğrulup başkaldırdı ve kükreyerek: Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. O’ndan başkasını anmamız söz konusu değildir.” mef**humu ile sunacağımız âyet de bu soluk soluğa aşkın, heye*ca*nın ifadesidir.

    4- Vücûddur; ve makam-ı ihsanın zirvesi كَأَنَّكَ تَرَاهُ... ufku*nun soluğu-sesi ve “sübühât-ı vech” heyecan ve dehşetine maz*hariyetin de televvünatı şeklinde yorumlanmıştır.

    Vecdin, ayrıca kendi içinde de bir kısım dereceleri vardır:

    1- Birinci derecede vecd, iradî olarak, görme, duyma, dü*şünme çerçevesinde cereyan eder ki; bu mertebe, kalbin, iman ve mârifet halâvetini duyup ağyara kapanması mertebesidir.

    2- Kalbin derinliği ölçüsünde ve ona akan feyizler saye*sin*de, vicdan mekanizmasının “sem u basar” ve tefekkür üstü te*nevvür ve doğuşlara uyanma hâletidir.

    3- Bütün letâif-i insaniyenin, O’nun boyasına boyanması sa*yesinde, ağyar düşüncesinin bütünüyle ortadan kalkıp, her şeyde O’nu görme, O’nu bilme, O’nu düşünme, O’nunla hem*hâl olma tasavvurlar üstü keyfiyetidir. Öyle ki, insan o mertebede bazen yarım adımlık bir aşkınlıkla “dehşet”e, bir tam a*dımla da “heyman”a girer –ki zannediyorum– tabii ve akıl idra*kimizle onları yorumlamada biraz zorlanacağız.



    اَللهُمَّ تَمَّ نُورُكَ فَهَدَيْتَ فَلَكَ الْحَمْدُ، عَظُمَ حِلْمُكَ فَغَفَرْتَ فَلَكَ الْحَمْدُ،

    وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلى مَنْ أَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَعَلى الِهِ وَأَصْحَابهِ أَجْمَعِينَ.





  9. #9
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

    DEHŞET ve HEYMAN

    Vecd u tevâcüdün sonunu hayret ve heymanla noktalamış*tık. “Hayret”e daha önceki bölümlerde anlatıldığı mülâhazasıyla temas etmeyecek; fakat onun bir başka varyantı sayılan “deh*şet”le, makam olmasa da sâlik için bazı ahvâlde bir uğrak sayı*lan “heyman”dan birkaç cümle ile bahsetmek istiyoruz.

    Korkutan veya ürperten bir hâdise veya manzara karşısında duyulan havf ve ürküntü mânâlarına gelen “dehşet”, hak yolcu*sunun, seyr-i ruhânî esnasında ve Mahbub’un cemalinin tecellî*leri karşısında tutulup kalması şeklinde yorumlanmıştır ki, Kitap ve Sünnet’te onunla alâkalı sarih bir beyan olmasa da, فَلَمَّا رَأَيْنَهُ أَكْبَرْنَهُ وَقَطَّعْنَ أَيْدِيَهُنَّ “Onu karşılarında görür-görmez aşkınlığına (büyülendi) ve (şaşkınlıktan) ellerini kestiler.” meâliyle verece*ği*miz âyetle irtibatlandırmak mümkündür.

    Dehşeti; insanın, bir türlü aklına sığdıramadığı, sabredip kar*şısında duramadığı ve ilmiyle, idrakiyle kavrayamadığı her*hangi bir hâdise ile yüz yüze geldiğinde tutulup kalma şeklinde de ifa*de etmişlerdir ki, buna “şuhûd”un akla galebe çalması, mu*hab*betin sabrın sınırlarını zorlaması ve “hâl”deki televvünün insan idrakini aşması da diyebiliriz. Zannediyorum, konuyla alâkalı şöyle bir yaklaşım yerinde olur:

    1. Hâlin, hak yolcusunun ilim ve idrakini bastırması, vecdin onun tâkatini aşması, keşfin himmetin üstüne çıkması duru*mun*da sâlik yer yer “dehşet” soluklar. Kur’ân okunurken, na*maz kı*lınırken hudû ve huşû esas olmakla beraber, insanın ira*de*sini a*şan feveranla hudû ve huşûun delinmesi.. aşırı vecd u mevâci*din sâlikte, temkin ve muvazene keyfiyetini sarsmasın*dan kalbin mânevî aritmiye girmesi, Hakk’ı talebin her zaman sa*dâkat ve vefa istemeseine karşılık, şuhûdun cazibesiyle, sâli*kin aceleciliğe düşmesi.. gibi hususlar buna birer misal teşkil e*debilirler.

    َ

    2. Sâlikin, zevkî veya hâlî şuhûdundan, ufkundaki resim ve suretler silinip onun her yanını “cem” televvünleri kaplayıp “ezel” onun zaman ufkunun önüne geçince, ruh da Hak müşâ*he*desiyle müşâhedeye erince –ki bir kudsî hadiste bu ma*kama فَبيَ يَسْمَعُ وَبيَ يُبْصِرُ “Benimle duyar benimle görür.” şek*linde işa*ret edilmiştir.– hak yolcusu kendini dehşetin dalgaları içinde bu*lur.

    3. Sâlik u muhibbin, beklenmedik şekilde kalb yamaçları Vâ*ridat-ı Sübhâniye ve Eltâf-ı İlâhiye sağanağına tutulduğunda veya dört bir yanını kurbet ziyâları sardığında ve pinhânlar a*yân o*lup en kâmil mânâda “ihsan” ufku zuhûr ettiğinde onun ben*liğini bütünüyle bir dehşet kaplar; o da kendini tamamen gay*bûbetin enginliklerine salar ve dehşet mülâhazalarına teslim olur.

    “Öyle bilmezdim ben kendimi

    O ben miyim ya ben O mu?

    Âşıkların budur demi

    Yandıkça yandım bir su ver!”

    Gedâî

    bu makamla alâkalı söylenmiş güzel ve sade sözlerdendir.

    Yoldakilere ait bu duyuş ve seziş bazen iltibaslara da vesile olabilir; olabilir ve ömrünü Kitap-Sünnet endeksli yaşamayanlar ve şuuraltılarını Mişkât-ı Muhammediye (s.a.s.)’den akıp gelen ışıklarla beslemeyenler, bu türlü ahvâlde her zaman aldanabilir ve temkine, teyakkuza ters bir kısım şatahata girebilirler.

    Heyman:

    Heyman içtikçe daha bir yanan ve bir türlü suya kanmayan mânâlarına geldiği gibi, aşk yüzünden deli ve kara sevdalı anlamlarına da gelir.

    1

    Tasavvuf erbabına göre heyman, âşık u sâlikin, yol esna*sında kalbini saran sürpriz tecellî ve ilâhî mevhibelerle, taaccüp, istihsan ve ruhânî zevklere dalıp kendinden geçmesi ve irade*sine hakim olamaması demektir. Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahîha’da heymanla alâkalı açık bir beyan olmadığından, çoğu ehl-i hakikat, “dehşet” gibi onu da makamlardan herhangi bir makam görme yerine bir “hâl” ve televvün şeklinde anlamışlar*dır. Bazıları onu, وَخَرَّ مُوسى صَعِقًا “Mûsâ baygın olarak yere yı*kıl*dı...” âyetiyle irtibatlandırmak istemişlerse de, vahyi telâki ma*kamıyla, kendinden geçmenin birbirine uygun düşmediği açık*tır. Bence, Tûr Hâdisesi’ne böyle bir yaklaşım yerine; celâlî tecellînin, bütün suret ve resimleri silip, hakikat-ı mücerrede dalga boyunda zuhûruyla, biraz da Hz. Museviyet’in gereği ola*rak du*yulan bir hayret ve şuurlu bir dehşet demek daha uygun olur zannediyorum...

    Heymanı da tıpkı dehşet gibi üç kategoride tahlil etmek mümkündür:

    1. Yolculuğun ilk merhalelerinde, acz u fakr, hisset ve de*ğer*sizliğinin şuurunda olan sâlikin, kadrini, kıymetini çok aş*kın ekstra lutuflara mazhar olunca, Hz. Eyyûb gibi “Senin hiçbir lut*fundan müstağni kalamam.”(Buhari, Nesei) deyip, ilâhî tecellîlere sinesini aç*tıkça açarak “Daha yok mu?”[1] mülâhazalarıyla köpürme mer*tebesidir ki, yoldakilerin ekserisinin, bu vadideki düşünce ve davranışlarını bu mertebeye ircâ etmek mümkündür.

    2. Sâlikin, halihazırdaki hulûs ve istikbaldeki meziyetlerine avans mahiyetinde lutfedilen aşkın vâridât karşısında, yeni bir idrak, taze bir ruh ve gerilmiş bir irade ile, o esnada kapısı arala*nan acâib ve garâibi derin bir temâşâ zevkiyle seyredip رَبَّنَا أَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا “Rabbimiz, nûrumuzu (ikmal ve) itmam buyur!” diyerek, ciddî bir azim ve tam bir metafizik gerilimle, elde edilen mazhariyetlerin ötesine hâhiş duyma ruh hâletidir ve

    “Parmağım aşkın balına

    Bandıkça bandım bir su ver.”

    (Gedâî)

    sözleri, bu seviye ile alâkalı söylenmiş güzel sözlerdendir.

    3. Heymanü’l-fenâdır ki; sâlik, hâlî veya zevkî olarak ka*dem-nazar vahdetine ulaşır ve kâinatı fenâ ve zeval ufkundan müşâhedeye başlar.. derken her an değişik bir buutta “bekâ bil*lâh” tecellîleriyle artık varlığı bütünüyle görmez olur ve ihsan mertebesinin bir vâridatı olarak görüldüğünü tam hisseder ve görebileceği şevkiyle de coşar.

    Tabiî bütün bunlar, imanın gücü, yakînin derinliği, kalbî muamelenin devamı ve ahvâl-i sadıkanın da temâdisi nisbetin*de zuhûr ederler ki, bu evsafın tam temsil edilmesi de yine Hz. Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın tebaiyetine bağlıdır; O’na bağlılığın tam hissedilmediği ahvâlde, zuhûr eden fevkalâdelik*ler çok defa insanı aldatabilir. Tâlib-i feyz-i Hüdâ olanlar, mut*laka Hz. Mu*hammed (s.a.s.) halkasına girmeli; âşık-ı nûr-u Hüdâ olanlar da behemehâl o halkanın ritmine uymalıdırlar.



    اَللهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ عِلْمًا نَافِعًا، وَأَعُوذ بكَ مِنْ عِلْمٍ لاَ يَنْفَعُ، وَأَسْأَلُكَ عَمَلاً مُتَقَبَّلاً، وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَالِهِ وَصَحْبهِ أَجْمَعِينَ.





    --------------------------------------------------------------------------------

    [1] Kaf sûresi 50/30.

  10. #10
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2



    BERK





    Lügat mânâsı itibarıyla “şimşek” sözcüğüyle karşılayacağı*mız “berk”, hak yolcusuna yolun ilk merhalelerinde tecellî eden bir nûrdur ki, “kurb” sâlikleri için ilk davetiye sayılır. Ehl-i haki*kat, tecellî-i berkiyeyi, Kur’ân-ı Kerim’de, değişik üsluplarla ele alınıp ifade edilen





    وَهَلْ أَتَاكَ حَديثُ مُوسى إِذ رَأَى نَارًا فَقَالَ لأهْلِهِ امْكُثُوا إِنِّي انَسْتُ نَارًا

    “Sana Mûsâ’nın haberi de geldi; hani O bir ateş görmüştü de, ailesine: Hele siz durun da ben bir ateş gördüm demişti.” meâlindeki âyetlerle irtibatlandırarak, böyle bir ışık çakmasının, peygamberler için nübüvvetin, veliler için de vilâyetin mebdei gerçeğinin hatırlatılmak istendiğine dikkat çekildiğini anlamış*lardır.

    Hakikat yolundaki seyahatin ilk adımlarını iman, amel-i sa*lih ve yakaza teşkil ettiğinden, berke ilk hakikî adım denmesi doğru olmasa da, onu, a’mâle göre değil de ahvâlin ilk adımla*rından biri olarak kabul edip izafî bir evveliyet verebiliriz.

    Berkle vecd arasındaki fark, vecd, huzur-ı hâne-i halvette, berk ise, harem-i harîme mahrem olma adına duhûle izin esna*sında tecellî eder. Bu itibarla da, vecd, “hâl” nûrlarından şevk ve kalak salar insanın gönlüne; salar ve talepte “hel min me*zîd” ufkuna, ahvâlde de terakkiye davet eder. Berk ise, ba*sar ve basirete göz kamaştıran bir ışık gibi çarpar ve Dost kapısı*nın aralandığını ihtar eder. Vilâyet eşiğini aşma merhalesinde olan*lar için İbn Fârıd’ın heyecan dolu şu sözlerini kaydedip geçe*lim:

    أَبَرْقٌ بَدَا مِنْ جَانِبِ الطُّورِ لاَمِعُ أَمِ ارْتَفَعَتْ عَنْ وَجْهِ لَيْلَى الْبَرَاقِعُ

    “Tûr tarafından göz kamaştıran bir şimşek mi çaktı, yoksa Leylâ’nın yüzündeki nikablar mı aralandı?..”

    Evet, cismaniyet gecesinde iz iz Leylâ zahir oldu ve gönül*lere vuslat ümidini saldı; derken sînelerdeki geceler gündüzlere dönüştü.

    Berk, vuslat yoluna girmeye izin olması itibarıyla, hak yol*cusuna bir seyahat “start”ı sayılır ve “seyr ilallah” adına ev*velâ, Cenâb-ı Hakk’ın velî namzedi kuluna, îtâ ve azametini du*yur*ması; ve o kulun da bu hususta kendi aczini, fakrını duy*ması, Allah’a olan muhabbet ve alâkasını hissetmesi, fâniyât ve zâilât*la ünsiyete bedel “üns billâh”a açılması gibi ilk vâridata işa*ret sayılabilir. Ayrıca, yol meşakkatine ve mekânın vahşetine karşı, Tûr’da Hazreti Mûsâ’nın mazhar olması nev’inden, sâlikin bir şeyler duymaya ve vahşeti de ünsiyete çevirmeye ihtiyacı var*dır. Evet berke, ünsün halâveti, yolda bulunanın merâretine mukabil gelsin diye bir “mağrem” ve “mağnem” dengesi naza*rıyla da bakabiliriz.

    Sâniyen, berkle huzur hatırlatılarak, sâlike temkin sinyali ve*rilir ve bu sinyalle onun gönlüne “Haziratü’l-Kuds”e girme tedbir ve temkini atılmak suretiyle iç âleminde rağbet kadar reh*bet de uyarılır ki, hak yolcusu seyahatinde ne ye’se düşsün ne de şatahata girsin...

    Sâlisen; berk dalga boyuyla gelen vâridat, Rabbin mülâtafe ufkundan, yolcuya yol azığı nev’inden bir ihsandır ki, gönderene bakan yönüyle bir vesile-i iftihar ve gönderilene ait yanıyla da bir netice-i iftikardır. Hak yolcusu bu mazhariyetini sürekli

    قُلْ بفَضْلِ اللهِ وَبرَحْمَتِهِ فَبذلِكَ فَلْيَفْرَحُوا

    “Onlara söyle, ancak Allah’ın lutfu ve rahmetiyle ferahla*sın*lar.” diyerek soluklar. Üzerinde eltaf-ı Sübhâniyeyi düşünür*ken, “her şey O’ndan” der ve “Elhamdülillah” çeker.. ve bu ihsanlara liyakatsızlığı açısından da

    “Değildir bu bana layık bu bende

    Bana bu lutfile ihsan nedendir?”

    (Gedâî)

    der iki büklüm olur. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun: أَنَا سَيِّدُ وَلَدِ ادَمَ وَلاَ فَخْرَ “Ben insanoğlunun efendisiyim bunda fahr yok.”(Tirmizi, ibn Mace) sözü bu gerçeği câmi bir kristaldir.



    َ

    اَللهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ فَوَاتِحَ الْخَيْرِ وَخَوَاتِمَهُ وَجَوَامِعَهُ وَأَوَّلَهُ وَاخِرَهُ وَظَاهِرَهُ وَبَاطِنَهُ وَالدَّرَجَاتِ الْعُلَى مِنَ الْجَنَّةِ.. وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الشَّفِيعِ الْمُشَفَّعِ وَعَلى الِهِ وَصَحْبهِ ذوِي الْقَدْرِ الْوَفِيِّ.





Sayfa 1/5 123 ... SonSon

Benzer Konular

  1. Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
    By BaRLa in forum Risale-i Nur'u Yeni Tanıyanlara
    Cevaplar: 46
    Son Mesaj: 16.06.09, 18:56
  2. Göz, kalbin elçisidir.
    By SiLa in forum Nasihatlar
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 16.01.09, 19:57
  3. Kalbin askerleri...
    By Reyhani in forum Tasavvuf
    Cevaplar: 5
    Son Mesaj: 09.01.09, 22:18
  4. kalbin mi KIRIK...?
    By HiRaNuR in forum Hayata Dair
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 22.12.08, 18:48
  5. KaLbİm zÜmRüT tEpElErİnDe...
    By ArzuNur in forum Mübarek Gün Ve Geceler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 22.09.08, 22:31

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •