Sayfa 5/5 İlkİlk ... 345
47 sonuçtan 41 ile 47 arası

Konu: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1

  1. #41
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1


    MUHABBET

    Muhabbet: Sevgi, kalbî alâka, herhangi bir şeye veya herhangi birine düşkünlük ma’nâlarına gelir ki; insanın duygularını bütünüyle te’siri altına alması i’tibâriyle aşk, vuslat arzusuyla yanıp-tutuşma şeklinde daha derin buudlara ulaşmasına da şevk u iştiyak denir. Muhabbeti, kalbin Mahbûb-u Hakîkîyle münâsebeti.. O’na karşı duyulan, önüne geçilmez şiddetli iştiyak.. gizli-açık her mes’elede O’nunla mutlak mutâbakat.. her mevzûda Sevgili’nin murad ve isteklerinin kollanması.. ve vuslat demine kadar kendinden geçip ayılmama şeklinde de ta’rif etmişlerdir ki bunların hepsini bir noktaya irca mümkündür: Yâ Hakk diyerek doğrulup Allah huzûrunda durma; bütün kaygılardan, fânî alâkalardan kurtulma...

    Gerçek muhabbbet, insanın, bütün benliğiyle Sevgili’ye yönelip O’nunla olması, O’nu duyması ve topyekün başka arzulardan, başka isteklerden sıyrılabilmesiyle tahakkuk eder ki, böyle bir mazhariyete ermiş babayiğidin kalbi her an Sevgili’ye âid ayrı bir mülâhaza ile atar.. hayâli, her zaman O’nun büyülü ikliminde dolaşır.. duyguları her lâhza O’ndan başka başka mesajlar alır.. irâdesi bu mesajlarla kanatlanır ve gönlü sürekli vuslat mesîrelerinde seyahat eder.

    Muhabbet kanatlarıyla nefsini aşan, aşk u şevk buudunda Rabb’ine ulaşan muhib, zâhirî uzuvları, bâtınî duygularıyla gönlünün Sultanı’na âid hak ve mükellefiyetlerini yerine getirirken, kalbi de hep O’nu müşâhede ile meşgul.. hüviyeti, Hakk’ın sübuhât-ı vechiyle yanmış ve hayrette.. dudağında kâse-i aşk ve önünde bir bir gayb perdeleri aralanırken o, bu perdelerin arkasından sızan baş döndürücü ma’nâların mütalâasıyla mahmûr ve erişilmez bir temâşâ zevki içindedir. Yürürken Hakk’ın emriyle yürür, dururken O’nun emriyle durur. Konuşurken O’ndan esintilerle konuşur, susarken de O’nun hesabına susar. O, kimi zaman “billah”, kimi zaman “minallah”, kimi zaman da “maallah”dır.

    Muhabbet, Hakk’a nisbet edildiğinde ihsan, halka isnat edilince de baş eğme, söz dinleme, kayıtsız-şartsız inkıyâd etme ma’nâlarına da hamledilmiştir ki, Râbiat’ül-Adeviyye’nin:

    -Allah’a isyan edip durduğun halde O’nun muhabbetinden dem vuruyorsun.. kasem ederim bu anlaşılır gibi değil! Eğer muhabbetinde sâdık olsaydın O’na itaat ederdin; çünkü seven sevdiğine itaat eder” sözleri bu mülâhazayı ifade etme bakımından oldukça ehemmiyetlidir.

    Muhabbetin iki önemli rüknü vardır:

    1) Zâhirî ki; her zaman Sevgili’nin hoşnutluğunu takip etmektir.

    2) Bâtınî ki; iç âlemini O’nunla alâkalı olmayan herşeye karşı bütün bütün kapamaktır. Hakk erleri, muhabbet dediklerinde bu ma’nâdaki muhabbeti kastederler. Onlara göre, lezzet, menfaat, hatta ma’nevî hazlara karşı duyulan alâkaya muhabbet denmez.. dense dense ona “mecâzî sevgi” denir.

    Ne var ki, muhabbeti hakîkî dahi olsa, Mahbûba taalluku i’tibâriyle, herkeste aynı seviyede değildir:

    1) Avamın muhabbeti, düşekalka bir muhabbettir ki, bunlar, Hakikat-ı Ahmediye’nin (as) gölgesinde ihsan rüyâları görür, ma’rifet şafaklarına dair emareler müşâhede eder.. ve yer yer ötelerden şahaplarla ürperir, uzaktan uzağa hayret ra’şeleri duyarlar.

    2) Havassın muhabbeti ki; onlar, muhabbet âleminin üveykleri gibidirler. Hemen her zaman Kur’ân’ın aydınlık dünyasında Ahlâk-ı Muhammedî’yi (sav) temsille ömürlerine derinlik kazandırırlar.. onu temsil ederken de, maddî-mâ-nevî, bedenî-ruhî hiçbir beklentiye girmez, hiçbir zevke talip olmazlar.. vazîfelerini en seviyeli şekilde yerine getirip başarılı bir temsil sergileyebilirlerse, salkımları ağırlaşan meyve ağaçları gibi, tevâzû kanatlarını yerlere kadar indirir ve “Sevgili!” der inlerler.. bir falso ve fiyaskoyla sarsıldıklarında da nefislerinin başına çullanır ve onunla yaka-paça olurlar.

    3) Havâs ötesi havâssın muhabbetidir ki; bunlar Muhammedî (sav) semâda yağmurla bütünleşmiş bulutlar gibidirler; varlığı O’nunla duyar, O’nunla yaşar.. O’nunla görür, O’nunla soluklarlar. Hiç bitmeyen bir devr-i dâim için-de sürekli dolar-boşalır; dolarken, hasret, çile ve vuslat arzusuyla dolarlar; boşalırken de ışığa biner, yeryüzüne iner ve canlı-cansız bütün varlığı şefkatle kucaklarlar.

    Muhabbet seviyeleri farklı dahi olsa, O’na aşk u iştiyakla yönelen herkes, alâkasının seviyesine göre mukâbele ve iltifâta mazhar olur. Birinciler, husûsî rahmet ve inâyet bulurlar O’nun kapısında.. ikinciler, celâlî ve cemâlî sıfatların idrâk ufkuna ulaşır, beşerî boşluklardan ve karanlıklardan kurtulurlar.. üçüncüler, O’nun vücudunun nurlarıyla ziyâdâr olup eşyânın hakîkatına uyanır ve varlığın perde arkasıyla münâsebete geçerler. Yani Cenâb-ı Hakk evvelâ, sübühât-ı vechiyle tecellî edip, sevdiği kimselerin cismânî ve zulmânî sıfatlarını yakar-yıkar, sonra da cemâlî nurlarıyla onları, sem’ u basar gibi ilâhî sıfatlar dairesine alır; damlayı derya, zerreyi de güneş yapar. Yani onları, benlik ve nefisleri cihetiyle acz u fakra uyarır, yok oldukları iz’ânına ulaştırır ve gönüllerini Zât-ı Ulûhiyetin envâr-ı vücûduyla doldurur.

    Bu mazhariyete eren muhib, varlık ve yoklukla izâh edilmeyen bir ebedî hayâta erer ve ateşte kızarmış bir demirin, ateş olmadığı halde, kendini ateş zannedip “ben ateşim” dediği gibi, o da duyuş ve sezişlerini bu türlü hulûl ve ittihâd şâibeli sözlerle mırıldanır. Bu türlü durumlarda esas olan göz açıklığı ve sünnet mîzanlarıdır. Ama; hâle mağlup, müşâhede ve hazlarıyla mahmûr Hakk erleri, bazen bu gerçeğe muhalif beyanda da bulunabilirler. Bu gibi durumlarda insaf ve onların niyetlerini araştırmak, aceleden hüküm vermemek çok önemlidir. Aksine, insan farkına varmadan “ -Kişi sevdiğiyle beraberdir” sözüyle maiyyet-i ilâhiyyeye mazhar pek çok kimseye düşmanlık beslemiş ve "..." kudsî hadîsinde ifâde buyurulduğu gibi, Allah dostlarına düşmanca tavır almakla, Allah’a karşı ilânı harp etmiş olur.


  2. #42
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1


    AŞK

    Aşk; şiddetli sevgi, iptilâ, düşkünlük, kemâl, cemâl ve müşâkeleden dolayı duyulan aşırı muhabbet ki, böylesine, daha ziyade mecâzî aşk denir.. bir de, cemâli kemâl noktasında, kemâli cemâl kutbunda o Ezel ve Ebed Sultanı’na karşı duyulan kalbî alâka ve muhabbet vardır ki, ona da hakîkî aşk denir.

    Allah’a karşı duyulan bu derin muhabbet veya “aşkı hakîkî” bizi O’na ulaştırmak için, yine O’nun tarafından bize armağan edilmiş ışıktan bir kanattır. O’na, varlığın esası olan Nûr’a ulaşmak için muvakkaten rûhun kelebekleşmesi de denebilir.

    Aşk; varlığın en esaslı ve aynı zamanda da en sırlı sebebidir; Allah Zât’ının bilinmesini sevip, istediğinden ve gelecekte gerçeğe uyanık ruhların O’nun esmâ, sıfat ve zâtına karşı duyup izhâr edecekleri derin alâkadan ötürü mükevvenâtı yaratmıştır. İnsanlar da söz ve ferman dinlememe şeklinde zuhûr eden aşk, Hâlik’ın, acz ve mahlûkata has temayüllerden münezzehiyeti ve O’nun istiğnâi zâtîsine muvafık gelecek şekilde öyle bir muhabbettir ki; hilkat onun bağrında gerçekleşmiş, insanlık onunla günyüzüne çıkmış, gönüller onunla donanmış ve Hakk’la münâsebetin en önemli merkezi haline gelmiştir.

    Aşk, vuslat kademelerinin final noktasıdır; o noktaya ulaşan muhibbin, atacağı bir adım ya kalmıştır veya kalmamıştır... Hakk’ın ilk tecellîsi, Zât’ının iktizâsından ibaret olan işte bu muhabbet üstü muhabbettir. Bilâ kayd u şart, O’na aşk isnadından kaçındığım için bu tâbiri bilhassa kullanıyorum. Bu ilâhî muhabbete ilim diyenler de olmuştur; çünkü o mutlak ve münezzeh olan Zât âleminin tecellî itibariyle ilk tenezzülüdür. Bu tenezzüle; Allah ilminden ibaret olması itibariyle “ilim,” görmek ve görünmek muhabbetinden ötürü “aşkı münezzeh”, bütün varlığı ihtivâ etmesi zâviyesinden “levh,” herşeyin tafsilatıyla ele alınması noktasından da “kalem” denir ki, “ceberût” ve “Hakîkat-ı Ahmediyye” de bu âlemin bir başka ünvânıdır. Aşk-ı münezzeh, Hakk’ın Zât’ıyla alâkalı bir sırdır; O’nun diğer sıfatları ise, aşka müzâftır. Bundan dolayıdır ki, aşk kanatlarıyla uçanlar, doğrudan doğruya Zât’a ulaşır ve hayrete ererler. Diğerlerinde, eşyâ ve esmâ berzahlarından geçme zarureti vardır.

    İnsanı, Allah’a ulaştıracak yollar sayılmayacak kadar çoktur.. tasavvuf ve hakîkat ilimleri, o yollarda yolcuların zâdı, zahîresi, ışığı, rehberi; tarîkatlar da, bekleme salonları, sonsuza açılma limanları ve bu uzun yolculukla alâkalı tâlim ve terbiyeyi derpiş eden mekteplerdir.

    Mahlûkâtın solukları sayısınca Hakk’a uzanan bu vuslat yollarını iki ana tarîka ircâ edebiliriz.

    1) Hakk yolcusuna riyâzet; az yeme, az içme, az uyuma, çok tefekkürde bulunma ve gereksiz ihtilattan sakınma gibi disiplinlerin telkin edildiği yol ki; bazılarının “berzâhiyye,” bazılarının da “sofî tarîkatları” dedikleri tasavvuf sistemlerinin çoğu bu esaslar üzerinde arşiyelerini ikmal ederler. Bu yolun sâliklerinin, en önemli virdleri, “esmâ-i seb’a” denilen “Lâ ilâhe illallah, Allah, Hû, Hakk, Hayy, Kayyûm, Kahhâr” gibi mübarek isimlerdir. Bu isimlerle, nefsin yedi mertebesi addedilen, “emmâre, levvâme, mülhime, mutmainne, râdiye, merdiyye, sâfiye veya zekiyye” derecelerinin kat’edilmesi hedeflenir. Bazıları bu isimlere, “Kâdir, Kaviyy, Cebbâr, Mâlik, Vedûd” gibi celâlî isimleri bazıları da “Ferd, Vâhid, Ehad, Samed” gibi cemâlî isimleri ilâve ederler.

    2) Kitab ve sünnete ittibâ üzerinde hassasiyetle durulup evrâd u ezkârın teşvik edildiği yol ki; bu yolda sülûk edenler, her mes’elede sünneti tâkib eder ve her işlerini sünnetle irtibatlandırmaya çalışırlar. Husûsî birkaç ism-i şerifi vird edinme yerine, Allah Rasûlü’nün ibadet, duâ, zikir, fikir usûlünü araştırır ve Allah’ı bütün esmâsıyla anarlar. Bu yolda yürüyenler kılı kırk yararcasına, şerîat ahkâmına riâyet etmenin yanında, mürşid ve rehberlerine de sımsıkı bağlanır, sonra da kendilerini aşk u cezbenin gel-gitlerine salıverirler. Zaten aşk u cezbe zuhûr ettikten sonra, onların gözlerinde varlık kendine bakan yönleriyle bütün bütün silinir-gider; derken nefis ve enaniyet cihetiyle yokluğa ulaşır; zevken ve şuhûden vahdeti duymaya başlarlar ki bu noktada, bir kere daha temkinle yüz yüze gelir ve sülûklarını tamamlamış olurlar.

    Bu yolun en önemli esasları ibadet, aşk, cezbe, zikrullah ve sohbettir. Gerçek aşkın son sınırlarında dolaşan sâlik, vecd u cezbe gibi bazan kendini şevk ve iştiyak akıntıları içinde de bulabilir ki, o da aşkın ayrı bir buudu sayılır.


  3. #43
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1


    ŞEVK U İŞTİYAK

    Şiddetli arzu, aşırı istek, marifet kaynaklı neş’e, sevinç ve hasret çekme ma’nâlarını ihtiva eden şevk; sofîyece, tam idrak ve ihâta edilemeyen veya müşâhede edilip de sonra kaybolan mahbûba “sevgili” karşı, kalbin arzu ile coşması şeklinde ta’rif edilmiştir. Bazıları onu, ma’şûkun cemâlini görmek için âşığın kalbinde tütüp duran neş’e, sevinç, heyecan ve hasret; bazıları da, mahbûba meyl ü muhabbetten gayrı, âşığın kalbindeki bütün hâtıraları, bütün meyilleri, bütün iştiyâkları, bütün arzuları ve bütün dilemeleri yakıp kül eden bir kor şeklinde yorumlamışlardır.

    Şevkin menşei muhabbet, muhabbetin neticesi de şevktir. Hasretle yanan bir kalbin şifâsı vuslattır; şevk de bu yolda nurdan bir kanat.. âşık vuslata erince, şevk de zâil olur; ama iştiyak daha da artar ve müştâkın vicdanı her mazhariyetten sonra köpürür ve “ -Daha var mı, artırılamaz mı?” der. Onun içindir ki, her an ayrı bir marifet, ayrı bir muhabbet ve ayrı bir zevk-i rûhânî ile aşkı, şevk ufkunda, şevki, iştiyâk kutbunda devredip duran Ufuk İnsan ve Kutup Peygamber (sav), bir vuslat kuşağı sath-ı mâilinde en birinci dilek olarak: “Allah’ım Sen’den, Sen’in cemâl-i bâ kemâlini müşâhedeye ve Sana vuslata şevk istiyorum” sözleriyle O’na yalvarır ve mezîd ister.

    Bazı tefsirciler, “ -İman edenlerin Allah’a olan sevgileri çok daha sağlam ve daha güçlüdür” (Bakara, 2/165) âyetini tefsir ederken şunları da kaydederler: Şevk, minvechin idrâk olunup, minvechin idrak olunmayan şeylerde bahis mevzûdur. Yoksa, tam idrak ve ihâta edilebilen şeye karşı şevk olamayacağı gibi, hiçbir zaman bilinip kavranması mümkün olmayan şeylere karşı da şevk tasavvur olunamaz. Evet insan, görmediği, sesini işitmediği, evsâfına muttali olmadığı şeylere iştiyak beslemediği gibi, tamamiyle ihâta ve idrâk edebileceği nesnelere karşı da alâka ve arzu hissetmez.

    Şevk u iştiyak iki şekil ve iki surette cereyan eder:

    1. Sevgiliyi müşâhede ve vuslattan sonra meydana gelen ayrılık esnasındaki iştiyaktır ki; Mevlânâ’nın “ney”i, Yunus’un “dolab”ı, o ürperten inilti ve gıcırtılarıyla, ezel bezmindeki vuslat ve maiyyete duydukları şevkten birer feryattır ve bu feryat “Şeb-i arûs”a kadar da sürüp gidecektir.

    2. Müştak olan âşık, sevdiğini perde arkası görür, fakat tam ihâta edemez; hisseder, ama tam duyamaz.. parmağını aşkın balına banar; ne var ki bir adım daha atmasına izin verilmez.. “yandıkça yandım bir su!” der ama, yanması matluptur, çığlıkları nazara alınmaz...

    Ruhun, böyle zamanüstü “elest bezmi”nde O’nu müşahede edip de sonra beşeriyetin gereği veya teklif sırrı ve gayba imânın öne çıkması sebebiyle, muvakkat bir hasret ve hicrâna atılan insanoğlu, bir ömür boyu O’nu sayıklar durur ve O’na iştiyakla yanar, tutuşur. Bundan daha önemlisi de, nezih ruh, temiz gönül ve selim fıtratlara karşı, istiğnâ-i zâtisine muvâfık şekilde Zât-ı Akdes’in şevkidir... Kimbilir belki de, sînelerde ocak gibi tütüp duran iştiyâkın asıl kaynağı da bu şevktir..?

    Şevk, zâhir ve bâtın duyguları mahbûba tevcih edip ondan başkasına karşı olan iştihâlara bütünüyle kapanma, iştiyak ise, ona karşı arzu ve isteklerle dolup taşmadır.. ve bunların her ikisi de ruhu besleyen önemli kaynaklardandır. Her ikisi de elemli, fakat inşirah verici, sıkıntılı, fakat ümit va’dedicidirler.

    İnsanlar arasında, aşkla yanıp, şevkle inleyenden daha ızdıraplı fakat aynı zamanda daha mes'ûd kimse yoktur. O, vuslat mülâhazasıyla neş’elenip çoştuğu zaman o kadar rûhânîleşir ki, o esnada “cennete gir!” deseler, ihtimal ki girmez. Ayrılık hasretiyle de öyle yanar-yakılır ki, Dost’la hemhâl oluncaya kadar, ateşini cennet kevserleri bile söndüremez. Ne var ki, içinde bulunduğu o cehennemden kurtulmayı da hiç mi hiç düşünmez... Düşünmek bir yana, onun şevk u iştiyakına cennet sarayları dahi mâni olsa, cehennem ehlinin ateşten kurtulmak için feryatlar kopardığı gibi, o da çığlıklar atar.

    Dünya insanları şevki, şevk ehlini bilmez, şevk ehli de, kendini dünyaya kaptırmış nâdanlara hayret eder ve onların hallerinden ürperir. Nasıl ürpermesin ki, Cenâb-ı Hakk, Hz. Davud’a şöyle ferman eder: Ya Dâvud, eğer dünyaya meyl ü muhabbet gösterenler, onları nasıl beklediğimi, onlara olan şefkatimi ve günahlara baş kaldırmalarını nasıl istediğimi bilselerdi, Bana olan şevk u iştiyakla ölürlerdi...”

    Şevk, bir alev gibi bütün benliği sarınca, âşık, ızdırap ve haz karışımı duygularla coşar ve çığlık atar:

    “Şevk başımı döndürüp beni hayrete sürükledi; şevk ciğerimi kebâb etti; şevk gözlerimle uykum arasına girdi.. şevk beni aştı; şevk beni ızdıraba boğdu; şevk ruhuma dehşetler saldı.” Bazen, ruhtaki bu infiâl bedene akseder, onu raks ve semâa zorlar. İnsan iradesinin “hâl”e yenik düştüğü bu durumlarda âşık mâzur sayılır:

    “Vecd ehlini husûsî hallerinden vazgeçirmek isteyene: ‘Sen bizimle aşk şarabını tatmadın, bırak bizi, de!’ Behey ma’nâ bilmez nâdan; ruhlar sevgiliye karşı şevkle köpürünce, cesetler oynamaya başlar. Ey aşıkları coşturup mâşûka sevkeden rehber! Ayağa kalk ve onları şahlandır; kalk sevgilinin adıyla gönüllerimize hayat üfle!”

    Acz u fakr yolu itibâriyle şevk, hizmette fütur getirmeme, ye’se düşmeme; mâruz kalınan, en kötü, en çirkin gibi görünen durumlarda bile, Cenâb-ı Hakk’ın bir eser-i rahmeti var olabileceği mülâhazasıyla buruk, hüzünlü fakat ümitli bir bekleyiş ve Allah’a karşı fevkalâde güven içinde bulunma şeklinde yorumlanmıştır ki, günümüz hizmet erlerinin dört buud ve dört derinliklerinden biri sayılır.


  4. #44
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1


    CEZBE, İNCİZAP


    Çekme, çekip kendine bağlama, kendinden geçme ve rûhî heyecan sözleriyle ifadelendireceğimiz cezbe tasavvuf ıstılahında, Allah’ın kulunu kendine çekmesi, bundan doğan vecd hali ve sâlikin beşerî sıfatlardan sıyrılarak İlâhî vasıflarla -ahlâk-ı âliye-i Kur’âniye de diyebiliriz- ittisafı ve tecelliyât-ı Celâl ile vahdeti duyup hissetme veya müşâhedesidir ki, bu tecellîlere ma’kes olan pâk ve müstaid ruh, kendini ötelerden kabarıp gelen dalgaların gel-gitlerine salar; tıpkı yüzme ameliyesiyle bütünleşmiş iyi bir yüzücü gibi, endişesiz, korkusuz, telaşsız ve derin bir teslimiyetle; bazen de şevk u tarâb içinde yüzerdurur.

    Cezbe, insanın özüyle irtibatlı “ile’l-merkez-merkez çek” bir kuvve-i kudsiye tarafından, yine onun yaratılış gayesine ve mahiyet ibresinin gösterdiği ufka doğru bir çekme ve cezbetme ise; incizab, ruha vârid bu davete, onun karşı koymadan “severek, isteyerek geldim” demesidir.

    Cezbe, esbab-ı âdiye ile elde edilemeyecek kadar büyük bir mevhibe ve mazhariyettir; bu mazhariyetin biricik sebebi de cebr-i mukaddes ve ihtiyar-ı mübecceldir. Evet, hem cezbeyi kucaklayacak ruhdaki istidat ve gönüldeki safvet, hem de maâliyâta namzed bu nezih fıtratın ikinci bir mevhibe ile şereflendirilmesi, ikisi de Hakk’a aittir. “ -İşte bu Allah’ın bir fazlıdır; onu dilediğine verir..”(Hadîd, 57/21) verir de bir “ân-ı seyyâle” içine, koca zaman parçalarını ve onlardaki şuunâtı sığıştırır, bir tek adıma cennetlere ulaşma gücünü bağışlar ve bir nazara kömürü elmas haline getirme kabiliyetini bahşeder.

    Evet, insan iradesiyle, aşılması imkânsız gibi görünen çok uzun mesafeler, çok baş döndürücü irtifalar, Hakk’ın cezbedip yükseltmesiyle, mi’rac gibi bir hamlede, bir nefhada oluverir. Bu ma’nâya işaret içindir ki, bir mübarek sözde şöyle denmiştir: “ -Hazret-i Rahmân’ın cezbelerinden tek bir cezbe ins-ü cinnin amel (leriyle elde edilen kurbete) denktir.”

    Hakk’ın cezbiyle ruhlarında, îman-İslâm-ihsan esrarını duyan münceziblere “Üveysî meşreb” denir ki, bunların bütün duygu, düşünce, hissiyat ve davranışları, o kudsî cezbe ile müncezib olmaları sayesinde hep istiğrak ve hayret içinde geçer.

    Bazen de, cezbe ile, riyazat ve ibadet arasında “devir” gibi bir salih daire teşekkül eder; Hakk yolcusu, ibadet ve riyazeti ölçüsünde cezbe ile taltif edilir ve cezbesi nisbetinde de kendini riyazet ve ibadete verir. Şer’î kıstaslar ibresinin gösterdiği istikamette hareket edildiği sürece de bu alışveriş ve bu doğurgan teselsül devam eder. Aksine, Mişkât-ı Muhammed (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ)’nın nûrefşân ikliminden uzaklaşıldığı ölçüde de çeşit çeşit iltibaslar baş gösterir, lâubâlilikler zuhur eder ve şer’î mükellefiyetlerin hafife alınması gibi zulmânî hallerle karşılaşma “fâsit daire”leri içine girilir.

    Her şeyden evvel cezbe bir istidat ve bir ilk mevhibedir.. Allah’ın bu ilk cebrî atâsı olmadığı takdirde, Hakk yolcusu, mücerred riyazet, ibadet ve tasfiye ile ne o cezbeyi elde edebilir, ne incizâba erebilir ne de “ism-i vedûd”dan süzülüp gelen ışıkla kâinat çehresindeki cezb u incizâb dalgalanmalarını görüp anlayabilir.. ve böyle birisine, “hiçbirşey değil” denmesi doğru olmasa bile, ciddî bir şey olduğunu söylemek de oldukça zordur.

    “Cezbe-i aşk olmayınca neylesin şeyhim beni,
    Hakk’tan ilham gelmeyince neylesin şeyhim beni..!”
    Yunus

    Cezbe insanı, bazen, kendini feyz-i ilâhî muhitinde, müstağrak görerek, dünyayı da, ukbâyı da, dünya ve ukbâ ile münasebetlerini de öyle bir nisyana gömer ki, artık O’nun tecellîlerinden başka birşey göremez.

    “Bir cezbe verdi tab’ıma bahrin hurûşu kim,
    Sandım muhît-i feyz-i ilâhî hayâlimi...”
    Muallim Naci

    der ve kendini, kendi gibi diğer şeyleri de o Cazibedâr-ı Mukaddes’in cezbiyle mest ü sermest görür. Evet, “muhabbet-i ilâhînin cezbesinden ve şarab-ı muhabbetden herkes ve herşey mesttir: Felek mest, melek mest, nücûm mest, semavât mest, şems mest, kamer mest, zemin mest, anâsır mest, nebat mest, şecer mest, beşer mest ve baştan başa bütün canlılar mesttir.”

    Cezbe iki türlü olur:

    1. Hafî (Gizli olanı) ki: Cezbeli Hakk’ı sever. Hakk’ın emirlerini yerine getirmekten derin bir zevk alır ve sürekli daha derin bir haz kaynağına doğru çekildiğini hisseder.

    2. Celî (Açık olanı) ki: O, her an daha da inkişâf eden, daha da büyülü bir hal alan, çok derin bir duyuş ve sezişle, O Mutlak Cazibedâr’ın cezbiyle, üns, huzur ve itmi’nân tüten sırlı bir dünyaya müncezib olduğunu duyar ve hep meczûb olarak yaşar.. tabiî, halden anlamayanlar, onun hayatındaki televvünâta bakar ve onu deli sanırlar. Bu hal ve bu iltibâsı ifâde etmesi bakımından, Abdülaziz Mecdi Efendi’nin, cünûn redifli şu gazeli oldukça manidârdır:

    “Cezbe derler bir cünûn vardır fevz-i emin
    Bundan eyler îtilâ bâlâyâ esrar-ı cünûn”

    Evet, cezbenin zahiren cinnete benzeyen yanları vardır; ama yine de ikisi birbirinden çok farklı şeylerdir. Cezbe tecellileriyle halden hale intikal edip duran meczûbun idraki, ya kayıp normal beşer idrakinin altına düşer, düşer de, ondan hiss-i selim, akıl ve şer’i şerifle tevfiki imkânsız haller zuhur etmeye başlar.. veya yükselip âdî insanlar seviyesini aşarak öyle beşer üstü bir zirveye ulaşır ki, onun ötesindeki seyahatinde, hep elinde sünnet meş’alesi, hiss ü aklın önünde sonsuzluğa pervaz eder durur da, görenler onu mecnûn zanneder.

    Heyhat! Aklın altına kayıp düşmüşlük ifadesi cinnet nerede; aklı, hissi tevfik-i ilâhînin yedeğine alıp sürekli onların önünde yürümek nerede..?


  5. #45
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1


    DEHŞET VE HAYRET

    Aşk u şevk vâdilerinde seyahat eden her yolcu, zaman zaman aşk ateşiyle yanar-gezer, zaman zaman da Sevgili’nin sunduğu ölümsüzlük şarabını içer ve şevk ü târâbla coşar.. yanıp gezerken “ey sâkî aşkın od’una yandıkça yandım bir su ver!” der inler; Sevgili’nin aralanan kapısını iştiyâkla süzerken de “parmağım aşkın balına bandıkça bandım bir su ver!” der, yalvarır ve “mezîd” ister.

    Yolcuda, yolculuk düşüncesi, dünya endişesi ve mesâfeler mülâhazası bâkî kaldığı sürece; tâbir-i diğerle, yolcu tecellî-i esmâ ve sıfâtı aşıp tecellî-i zâtla şereflendirileceği “an”a kadar, ateş ve şürb, yanıp-yakılma ve perde arası cilvelerle “ -Rableri onlara tertemiz bir şarap sunmuştur”(İnsan, 76/21) nasibini alıp ma’rifet vâdilerinde mezîd arama- devam eder. Böyle bir sînede her yeni vâridat, yeni yeni iştiyâk menfezleri açar.. her açılan menfezden onun gözüne - gönlüne ışıklar akar-gelir. Onun duygu ve düşüncesi, eşyâ ve gönlü arasında bir tığ gibi işler ve kendi ma’rifet kaneviçesini örer.. bir arının; çiçeklere bal olma yolunu açıp onları peteklere taşıdığı gibi, o da esmâ ve sıfât-ı ilâhînin tecellîleriyle salınan çiçekleri gönlüne taşır, onları vicdanın kadirşinâs imbiklerinden geçirir.. kirpiklerinin gidip tâ sıfât hüzmelerine iliştiğini duyar gibi olur.. ve “Zât!” der kendini hayret ve dehşete salar...

    Gülistân sahibinin:

    -Yer yer cemâlini gösterir ve tamamen görünmeden de hemen saklanırsın! Böylece kendi pazarını kızıştırır bizim de ateşimizi arttırırsın. Ben gönlümü kaptırdığım (sevgiliyi) perdesiz görünce bana bir hâl olur. (Bir hâl olur ki) yolumu yitiririm. Kâh olur sevgili (sînemde) ateş yakar; kâh olur bir serpinti ile onu söndürür. Onun içindir ki, beni, hem yanıp kebâb olmuş, hem de (deryalarda) boğulmuş görürsün” sözleriyle, sâlikin ateş ve şürb hâlini ifadesi, dehşet ve hayret mûsikîsiyle seslendirilmiş gibidir. İsmail Hakkı Bursevî’nin:

    -Bak gör, "bütün ebrâr oldu mest, o lâyezâl cemâlinden yedi, beş, dört oldu mest” sihirli beyanlarıyla onları sürekli mest ü mahmûr göstermesi, değişik zâviyeden ve ayrı bir yaklaşım...

    Hakk yolcusu, dehşet ve hayret vâdilerinde dolaşırken, kalp balansı iki âleme göre ayarlanmamışsa, yâni duygular, hâlin enginliklerinde pervâz ederken, mantık ve muhâkeme mişkât-ı nübüvvetle irtibatlı değil ve seyahât Hakikât-ı Ahmediye (as) zıllinde sürdürülmüyorsa, bîhûş olma, muvâzeneyi kaybetme, şaşkınlığa düşme, dolayısıyla da rûh-u şeriata muhâlif söz ve davranışlarda bulunmak kaçınılmaz olur.

    -Mısır kadınları Hz. Yusuf’un cemâlini gördüklerinde “kendilerinden geçmiş ve o dehşet içinde” kendi ellerini kesmişlerdi. (Ey gözümün nûru efendim!) eğer onlar senin cemâlini görselerdi, ellerindeki hançerleri kalplerine saplarlardı. Senin güzelliğinin bahsedildiği yerlerde; Yusuf’un güzelliğinden söz etmek efsâneden ibâret kalır.” O sihirli, o kıvrak ve o içten sözleriyle Molla Câmi, dehşet ve hayreti ne güzel anlatır! Fânî ve güzelliği kendinden olmayan dünyevî hüsün ve cemâller insanı böyle baştan çıkarırsa, güzellikler ve kemâller, güzellik ve kemâlinin pek çok perdelerden geçmiş gölgesinin gölgesi bulunan bir Zât’ın müşâhede ve mükâşefesiyle hâsıl olan hayret ve dehşetin başdöndürücülüğünü kavramak zannediyorum bizler gibi fânîlere müyesser olmayacaktır.

    Hizmet erlerinin, hizmet mülâhazasıyla, maddî-mânevî, cismânî-ruhânî bütün zevklerini sarıp-sarmalayıp, gözün, kulağın ulaşamayacağı bir kenara koymaları hizmetlerinin çehrelerinde İlâhî inâyetin cilvelerini görüp, hayretlerle, hayranlıklarla dopdolu, ve vazife-inayet arası gelip-gitmeleri ve bir ölçüde hizmetin dışında herşeye karşı kapalı bulunmaları (Zuhruf, 43/32) hazine-i hâssasından ışık ordusuna husûsî bir hayret mevhîbesi olsa gerek...


  6. #46
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1


    KABZ U BAST

    Hemen her seviyedeki insanın, değişik buudlarda yaşama yörüngesi içine girip onu te’sir altına alan “kabz u bast”, yaşadığı hayatın şuûrunda olan ve duyarak yaşayan hemen her ferdi alâkadar eder.

    Kabz; tutulma, derdest edilme, avuç içine alınma, can çıkacak hâle gelme veya ma’nevî feyizlerin kesilmesi ve insanın mâhiyetindeki boşlukları i’tibâriyle, sımsıkı bir münâsebet içinde bulunması lâzım gelen ebedî feyiz kaynağıyla alâkasının sarsılması ve boşlukta kalması demektir. Buna karşılık “bast ise, yayma, açma, sergileme, ferah-fezâ bir duruma erme veya insanın, varlık içinde rahmet vesîlesi olma noktasına yükselip eşyâyı istîab haddine ulaşması” şeklinde ta’rif edilebilir.

    Havf u recâ (korku-ümit) irâdî birer tavır ve Hakk yolunun sâlikleri için bir ilk menzil ve ilk nokta olmasına karşılık; kabz-bast, bir kısım irâdî sebeplerin dışında, hakîkat yolcusunun yolunu kesen veya onu şahlandırıp kanatlandıran nihâî sınırda sırlı bir alış-veriştir.

    Havf u recâ, istikbâle âid, sevilip sevilmeyen şeylere karşı bir endîşe hissi, bir ümîtlenme neşvesi ise kabz u bast, halihazır itibâriyle kalbe gelen değişik boy ve renkdeki dalgaların te’sirinde, kalbin neş’eyle atması veya kasvetle kasılması şeklinde de yorumlanabilir...

    Ma’rifet yamaçlarında seyâhat edenler için kabz ne ise, yoldakiler için havf, onlar için bast ne ise, yoldakiler için de recâ’ aynı şeydir.

    Kabz u bast; itibârî bir mâhiyeti olan insan irâdesinin nisbî te’siri bir yana, Allah’ın elindedir. Ve “Allah hem kabz eder hem de bast eder.” (Bakara, 2/245) Bütün varlık, O’nun kabza-i tasarrufunda olduğu gibi, semâlardan insanın kalbine kadar herşeyi dilediği zaman evirip-çeviren de O’dur. “Kalp, Hazret-i Rahmân’ın parmakları arasındadır ve onu hâlden hâle çevirir ve istediği şekli verir...” Peygamber sözü de bunu hatırlatmaktadır.

    Allah, dilediği zaman kalpleri öyle sıkar, öyle ihtiyâçlara boğar ki, artık O’ndan gayrı kimse o ihtiyâcı gideremez.. ve öyle de onlara genişlik ve inşirâh verir ki gayri hiçbir şeye ihtiyâç hissetmezler.

    Kabz celâlî, bast cemâlîdir; birinde “vâhidiyet” sırrıyle azâmet ve ululuk, diğerinde de rahmet ve tecellî-i tenezzül nümâyandır. Birinde, zerreden sistemlere kadar bütün varlığı elinde tesbîh gibi çeviren kudretin ürperticiliği; diğerinde, bu ezip-geçen akıl almaz büyüklüğün, bu herşeyi iki büklüm eden müthiş ceberûtun hayret ve dehşetiyle tir tir titreyen ruhlara “üns” esintileri halinde iltifât ve okşayıcılık vardır.

    Ne var ki, herkes bu tecellî ve bu iltifâtı aynı seviyede duyup hissedemez. Zira kabz ve bastın tecellîleri biraz da şahısların sînelerinin genişlik ve darlığıyla mebsûten mütenâsip (doğru orantılı) gelir. Evet, bir avâmın iç sıkıntısı veya gönül inşirâhı şeklinde hissettiği şeylerle; gözleri, verâlara doğru aralanmış kapı aralığından, hep gözetlenip durduğu şuûrunda olan, heyecân ve endîşe dolu hüşyâr bir kalbin, yerinde inbisât ve neş’e, yerinde de endîşe ve burukluğu bir olmayacaktır.

    Herşey gibi kabz u bast da Yaradan’ın tasarrufunda ve gecelerin gündüzleri, gündüzlerin de geceleri ta’kîb etmesi misillü birbirini ta’kib eder durur. Sebeblerin âdî birer şart telakkî edilmeleri mahfûz, İlâhî irâde, kabz u bast dilimlerini daraltır, genişletir; gerilimlere iter veya sevinçle coşturur. Evet, insan bazen çok geniş bir zaman dilimini kabzın pençesine düşmeden kuşların havada uçtukları gibi pervâz eder-geçer. Bazan de bir boşluktan bir boşluğa yuvarlanıyor gibi, kabz hâlleri sıklaşır, kabz dilimleri genişler, ruh bunalır ve insan da âdeta iki büklüm olur.

    İlâhî bir mevhibe olan makâmın hakkını verememe bir kabz vesîlesi olduğu gibi, çok defa günâhlar da berabe rinde kabz getirirler. Bu itibârla, kabz hâli, bir mü’min için her zaman bir teyakkuz vesîlesi olmalıdır. Gafletlere karşı tavır alınmalı, günahlar, tevbe ve iyiliklerle savılmalı ve gönül gözü bir kere daha verâlara tevcîh edilmelidir.

    Bast hâli; kabzın, hayret, ürperti, yokluk ve hiçlik melodileriyle gelmesine karşılık, neş’e, sevinç ve şatahat şeklinde tecellî eder. Bu itibârla bast, öteleri müşâhedeye açılamamış ve uhrevîliklere göre akord olamamış bir kısım çelimsiz ruhlar için aldatıcı ve kaybettirici olabilir. Bu türlü tehlikeler kabz hâli itibâriyle de söz konusu edilebilir.. ama kat’iyen, bast kadar değildir. Zira, kabzla sıkışmış insan, her an vicdânıyla “sımsıkı tut beni, tut ki düşerim Sensiz!” der, cisimlerin hava boşluklarını aştıkları gibi o da hevâîlik boşluğunu aşar, O’nun inâyetiyle bütünleşir ve o kasvetli zaman diliminde, bast hâliyle ulaşılamayan noktalara ulaşabilir.

    Onun için bast hâlinde bazı ruhların gaflet ve gevşekliklerine karşılık kabz hâli hemen herkes için bir teyakkuz faslı sayılmıştır.

    Ayrıca, bize âid kusur ve gafletlerle gelmiş bir kabz, ilerideki bir bastın başlangıcı, şatahat ve gevşekliğe götüren bir bast da tehlikeli bir kısım kabzların sebebi olabilir...

    Gerçek mü’min, her hâli, kendi çerçevesi içinde değerlendirip semere almasını bilen insandır.

    Kabz u bast O’ndan birer tecellîdir bilene,
    Şükr için bast yapar, kabz eder insan bilene...


  7. #47
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1


    FAKR U GINÂ

    Fakirlik, yoksulluk, muhtaç bulunduğu şeylere sahib olamama ma’nâlarına gelen fakr; erbabınca kalben bütün varlıktan vazgeçip, sadece ve sadece abd ve Ma’bûd münasebeti içinde bulunma ve yalnız Allah’a muhtaç olma, varlığa karşı ihtiyaç alâkalarından kurtulma şuuruyla yaşamaya denir ki, tasavvufçuların “fakr”dan anladıkları da işte budur. O, halkın anladığı ma’nâda fakirlik ve yoksulluk olmadığı gibi, insanlara karşı ihtiyaçlarını izhâr ederek dilencilikte bulunmak da değildir.

    Fakr; varlığı kendinden olmayan herşeyden alâkayı kesip, doğrudan doğruya Hazret-i Ehad u Samed’e teveccühten ibarettir. Bu itibarladır ki; insan bütün fâniyat ve zâilâtı kalben terk edip, sıfat ve zât-ı İlâhî’de, fânî olduğu ölçüde fakra ulaşmış ve “ -Fakirlik iftihar vesilemdir” fehvâsınca fahre ermiş sayılır. Bir kudsî sözde de ifade edildiği gibi, fakr, îman ve iz’ânın bir buudu haline gelince, bütün iradeler, bütün meşîetler ve bütün havl u kuvvetler silinir gider de, sadece ve sadece Allah kalır... Böyle birisinin dünyalar dolusu serveti de olsa, fânî ve zâil olması itibâriyle herşeyi vehm u hayal farzederek, sadece O’nu görür, O’nu bilir, O’nu düşünür.. ve acz u fakr şuuruyla sadece ve sadece O’na güvenir, O’na dayanır ve O’ndan başka herşeye karşı âdetâ kapanır. Nâbî merhum ne hoş söyler:

    “Eyleme fakra hakaretle nazar ey Nâbî,
    Fakr, âyinesidir suret-i istiğnânın

    Fakr ile alâkalı bir hoş söz de Hz. Mevlânâ söyler:

    "-Fakr, herşeyin özü, onun gayrısı ise sûret ve şekildir. Fakr bir şifa, başkası ise marazdır. Bütün âlem bir hevâ, bir çalım ve gurur, fakr ise varlığın sırrı ve özüdür.”

    Aslında insan, kendi acz, fakr ve ihtiyacını îman şuuruyla görüp sezmese bile bir realite olarak o hep aciz, fakir ve muhtaçtır ki, Cenâb-ı Hakk onun bu tabiî durumunu hatırlatma sadedinde şöyle buyurur: “ ÍÓ«†«ÓÍÒÔÁÓ«†«‰ÊÒÓ«”Ô†«ÓÊÚ ÔÂÔ†«‰Ú·Ô‚Ó—Ó«¡Ô†«ğ‰ÓȆ«§ğ†ËÓ« §Ô†ÁÔËÓ†«‰Ú/ÓÊğÈÒÔ†«‰ÚÕÓÂğÍœÔ -Ey insanlar, siz hepiniz Allah’a muhtaçsınız; Allah ise, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan bir Ganiyy u Hamîd’dir.” (Fâtır, 35/15) Evet insan “mümkinü’l-vücûd” iken vücûda gelebilmek için O’nun tercîh, takdîr ve meşîetine muhtaç olduğu gibi varlığını devam ettirebilmek için de yine her lâhza O’nun feyz-i vücûduna muhtaçtır.

    İnsanın fakr ve ihtiyacı O’nun zilletine sebep değildir. Aksine, fakrının şuurunda olduğu ölçüde izzetine vesiledir. Zira “Ganiy-yi Mutlak” olan Allah’a karşı fakr u ihtiyaç şuuru gınânın ta kendisidir. Evet insan, vicdânındaki nokta-i istinâd ve nokta-i istimdâdı duyup, hissedip O’na yöneldiği nisbette başka şeylere muhtaç olmadığı şuur ve idrâkine ulaşır ki, böyle birisi tam bir fakir olduğu halde, hiç kimseye ve hiçbir şeye karşı ihtiyaç hissetmez. Ve yine böyle bir fakir, kendi varlığı dahil herşeyi Cenâb-ı Hakk’tan bilir ve sahib olduğu şeyleri O’nun vücûdunun ziyasının bir gölgesi sayar ki, tevhîd şuurunun bu seviyeye ulaşmasına “fenâ fillah” denir.. ve iki adım ötede de “bekâ billah” vardır. Bu ma’nâ ile alâkalı olarak Hayâlî merhum şöyle der:

    “Hayâlî fakr şalına çekmek cism-i üryanı,
    Ânınla fahrederler, atlas u dîbâyı bilmezler.”

    Fakr; evliyânın şiârı, asfiyânın hâli ve Hakk sevgisinin de en bâriz emâresidir.

    Fakr; Cenâb-ı Hakk’ın, dostlarının kalbine koyduğu öyle bir sırdır ki, onunla nurlanan gönüller ma’mûr olur.

    Fakr; insanın kalb gözünü, Hakk’ın tükenmez hazinelerine açan nurdan bir anahtardır; bu anahtara sahib olan dünyanın en zengini sayılır.

    Fakr; gınânın kapısıdır; o kapıdan geçebilenler vicdanlarında “Mâlikü’l-Mülk” ün sonsuz definelerine ulaşırlar. Ulaşırlar da, fakrı ayn-ı gınâ bulurlar. Bu itibarla da, Hz. Cüneyd’in de buyurduğu gibi, diyebiliriz ki: “Gınâ, fakrın kemâle erme keyfiyetinden başka bir şey değildir.”

    Evet, Allah’a karşı iftikâr tamamlanınca, mutlak gınâya ulaşılır.. gınâya ulaşılınca da, insan ruhu başka birşeye ihtiyaç hissetmez ki, halk arasında: “Asıl zenginlik kalp zenginliğidir” sözünün ma’nâsı da bu olsa gerek...

    Evet insan, böyle bir zenginliğe erince âdetâ her yerde geçerli bir kredi kartını elde etmiş gibi olur. Böyle sırlı bir sermayeye sahip olan ise ne güçsüzdür, ne de fakir. Bir eski söz bu yeni gerçeği, hiç yoktan iyidir ölçüsünde şöyle anlatır:

    Kuvvet O’nun biz güçlüyüz;
    O’nun namıyla ünlüyüz,
    Zirveler aşar yürürüz,
    Zorluklar âsandır bize...

    Malımız yok pek ganîyiz,
    O’nun ile olduk aziz,
    Tefekkürdür mesleğimiz
    Yaş kuru irfandır bize.


Sayfa 5/5 İlkİlk ... 345

Benzer Konular

  1. Kalbin Mi Kırıldı?
    By ArzuNur in forum Edebiyat
    Cevaplar: 4
    Son Mesaj: 03.05.09, 21:44
  2. Kalbin Halleri
    By ArzuNur in forum Tasavvuf
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 03.02.09, 21:26
  3. KaLbİm zÜmRüT tEpElErİnDe...
    By ArzuNur in forum Mübarek Gün Ve Geceler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 22.09.08, 22:31
  4. Kalbin Yapısı
    By Konyevi Nisa in forum Kalp Sağlığı
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 14.08.08, 10:52
  5. Kalbin Şekli
    By SiLa in forum Kıssadan Hisse
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 11.08.08, 13:13

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •