Sayfa 3/3 İlkİlk 123
27 sonuçtan 21 ile 27 arası

Konu: Mesneviden Hikayeler 6. Cilt

  1. #21
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Mesneviden Hikayeler 6. Cilt









    DEFİNE YIKIK YERDEDİR

    Tanrı rahmet etsin, hikaye etmiş, Gazi padişah Mahmut’u anarak inciler delmiştir. Hint savaşında o ulu ve temiz kişi bir köle elde etti. Onu halife yaptı tahta oturttu. Ona ordu verdi onu kendisine oğul edindi.

    Bu hikayeyi uzun boylu ve etraflı olarak o din büyüğünün kitabında bul oku. Hasılı o çocuk, o güzelim tahtın üstünde o büyük padişahın yanı başında otururdu.

    Daima yanar yakılır, ağlar dururdu. Padişah dedi ki ey bahtı kutlu! Neden ağlıyorsun? Devletin mi bozuldu? Padişahlardan üstünsün, padişahlar padişahı ile düşüp kalkmadasın. Sen şu tahtın üstünde oturuyorsun vezirlerle asker, tahtının önünde ay ve yıldızlar gibi saf, saf duruyorlar.

    Çocuk şundan ağlıyorum dedi; anam memleketimizde. Beni daima seninle korkutur seni aslan Mahmut’un elinde göreyim derdi. Babam, anama sıkılır, bu ne kızgınlık, bu ne kötü dilek. Bundan başka bir beddua bulamıyor musun da böyle kötü ve öldürücü bir bedduada bulunuyorsun. Ne merhametsiz ne taş yürekli anasın. Onu adeta yüzlerce kılıçla kesip öldürmedesin diye kızar savaşırdı.

    Ben ikisinin sözüne şaşardım, gönlüme bir korkudur bir derttir düşerdi. Mahmut acaba ne cehennem adam ki derdim, helake felaketlere örnek olmada. Senin korkundan titrer dururdum. Keremlerinden ağırlamalarından tamamı ile gafildim. Neden anam şimdi gelsin de beni taht üstünde görsün ey cihan padişahı!

    İşte yoksullukta ey daralmış adam, o Mahmut’a benzer, tıpkısıdır. Tabiatın, seni yoksullukla korkutur durur. Fakat ey yüce ve adalet sahibi Mahmut’un merhametini bilsen sonu hayır olsun, Mahmut olsun dersin.

    Ey gönlü korkup duran, yoksulluk sana göre Mahmut’tur. Seni yoldan çıkaran tabiatını pek dinleme. Yoksulluğu adam akıllı avlasan o çocuk gibi kıyamete dek ağlarsın. Beden, insanı besleme hususunda anaya benzer ama sana yüz düşmandan daha düşmandır.

    Bedenin hasta oldu mu sana ilaç aratır, kuvvetlendi mi seni şeytanlaştırır, bir put haline sokar. Şu sitemlerle dopdolu olan bedeni bir zırh bil; ne kışa yarar ne yaza. Sabredersen kötü arkadaş iyidir. Sabır insanın göğsünü açar, insanı genişletir. Ayın gece sabretmesi, onu apaydın bir hale kor. Gülün dikene sabrı, onu güzel kokulu bir hale getirir. Aslanın pislik ve kan içinde kalıp sabretmesi, onu deve yavrularıyla doyurur.

    Peygamberlerin münkirlere sabretmesi onları Tanrı hası yapmış, sahip kıran etmiştir. Kimde bir düzgün esvap görsen bil ki onu sabretmek, uğraşıp kazanmakla elde etmiştir.

    Kimi aç çıplak görürsen bu hali, sabırsızlığına tanıktır. Kim ürker, canı dertler içinde kalırsa mutlaka bir kötü kişiye arkadaşlık etmiştir. Eğer sabretsen ülfetine tahammül edip vefa göstersen sevdiğinden ayrılmaz, başını dövmezdin.

    Balla sütün karıştığı gibi Tanrı huyuyla huylansaydın “Ben batanları sevmem” der, kervandan arda kalmış ateş gibi yol üstünde yalnız başına kala kalmazdın. Sabırsızlıktan Tanrıdan başkasına eş oldun mu onun ayrılığı ile dertlenirsin, hayrın kalmaz. Sohbetin halis altınsa nasıl oluyor da haine emanet ediyorsun?

    Tanrı ile düş kalk, onun huylarıyla huylan da emanetlerin zayi olmaktan da emin olsun, eksilmekten de. Huyları yaratanın huyuyla huylan, peygamberlerin ahlakını yetiştirip besleyen Tanrının ahlakına bürün.

    Ona bir kuzu versen sana bir sürü bağışlar. Her sıfatı, kemale götüren zaten Tanrıdır. Kuzuyu kurda emanet edebilir misin? Sakın kurtla Yusuf’u yoldaş etme. Kurt kurnazlıktan gelir, tilkilenirse sakın aldanma, ondan iyilik gelmez.

    Bilgisiz adam bir müddet seninle gönül arkadaşlığında bulunsa bile nihayet cahillikten sana bir zahım vurur. Onun iki aleti vardır, o hunsadır. Her iki aletinin işi nihayet meydana çıkar. Erlik aletini kadınlardan saklar onlara bir kız kardeş olur. Erlerden de kadınlık aletini, eliyle örtüp gizler. Kendisini erkek gösterir.

    Tanrı, “Onun gizli ayıbını meydana çıkarır, burnunun üstünde erlik aleti gibi gösteririz” de, gözü olan kullarımız o işvecinin hilelerine aldanıp çuvala girmezler” dedi.

    Hasılı her alet insanı erkek etmez. Eğer bilgin varsa kendine gel de bilgisizlikten kork. Tatlı sözlü cahil dostun sözlerine pek kapılma. O sözler eskimiş, yıllanmış zehre benzer.

    Anasının canı, gözümün nuru der ama günden güne artan duran dertten, hasretten başka bir şey vermez sana. O ana, babaya açıkça, yavrucuğum mektepten bezdi, soldu sararsı der. Başka karından olsaydı ona bu kadar cefada bulunmadım. Doğrusunu istersen bu yavrucuk, senin oğlun olmasaydı ve ben doğurmasaydım, yine anası bu sözü söylerdi.

    Kendine gel, bu anadan, onun merhametinden kaç. Babanın sillesi, onun helvasından yeğdir. Ana, nefistir... Baba da cömert akıl. Akla uyan önce daralır ama sonunda yüzlerce genişliğe uğrar.

    Ey akılları ihsan eden Tanrı, feryada yetiş. Sen bir şey dilemezsen hiç kimse dilemez. İstek de sendedir, ihsan da. Biz kimiz ki? Evvel de sensin, ahir de. Hem sen söyle, hem sen dinle, hem sen ol. Biz bunca malımız mülkümüzle yine hiçbir şey değiliz.

    Yarabbi, bize tekliflerde bulundun, lütfet de secdeye rağbetimizi arttır; bize cebir tembelliğini gönderip şevkimizi söndürme. Cebir, kamillerin kolu, kanadıdır... Tembellerin bağı, zindanı. Bu cebri Nil suyu gibi bil. Mümine sudur, kafire kan. Kanat, doğan kuşlarını padişaha götürür, kuzgunları mezarlığa. Şimdi sen, yokluğu anlatmayı bırak. Çünkü panzehiri benzer de zehir sanırsın.

    Ey kapı yoldaşı kendine gel. Hintli çocuk gibi yokluk Mahmut’un dan korkma sakın. Şimdi bürünmüş olduğun varlıktan kork. O varlık hayali de bir şey değildir, sen de bir şey değilsin.

    Hiçbir şey olmayan bir şey, hiçbir şey olmayan bir şeye aşık olmuş; hiç var olmamış, hiç var olmamışın yolunu kesmiştir. Bu hayaller, ortadan kalktı mı akla sığmaz şeylerin apaçık görünür sana.

    İnsanların başbuğu doğru söylemiştir: “Dünyadan geçip giden kişinin, ölüm yüzünden bir derdi, bir acısı yoktur. Elindekini kaçırdığından dolayı yüzlerce acıya düşer.”

    Neden her devletin, her nimetin mahzeni olan ölümü kıble edinmedin? Şaşkınlığımdan bütün ömrümce hayalleri kıble edindim, onlar da ecel gelince kaybolup gittiler der. Ölenlerin hasreti ölümden değildir. neden suretlere kapıldık kaldık? Diye acınırlar. Bunların bir suretten köpükten ibaret olduğunu görmedik. Halbuki köpük, denizden doğar, denizde gelişir ve hareket eder. Deniz köpükleri karaya attı mı mezarlığa git de o köpükleri seyret. Nerede sizin hareketiniz, oynaşmanız? Deniz sizi mahvolmaya mı terk etti de.

    Onlar da sana dille dudakla değil de hal diliyle bu soruyu bize sorma, denize sor desinler.

    Köpük gibi olan suret de dalga olmadan nasıl oynar? Yel olmadıkça toprak nasıl olur da havalanır? Suret tozunu gördün ya, yeli de gör. Köpüğü gördün ya, icat denizi de seyret.

    Gör, gör ki sende yalnız bu görüş, bu bakış işe yarar. Bundan ötesini sorarsan yağsın, etsin, ilik ve sinirsen ibaretsin. Fakat yağın mumları ışıklandırmaya yaramaz. Etin sarhoşa kebap olmaz. Bütün bu bedenini bakışta erit, bakışa yürü, bakışa git, bakışa var! Bir bakış vardır, iki alemi de görür, padişahın yüzünü de. Bu ikisinin arasında sayıya sığmaz fark var. Gizli şeyleri Tanrı bilir ama gözüne bir sürme ara.

    Yokluk denizini anlattık, duydun ya. Çalış da daima bu denizde ol. Çünkü tezgahın aslı yokluk alemidir; orada hiçbir şey yoktur, bomboştur, oranın nişanesi bulunmaz. Bütün ustalar, işlerini göstermek için yokluğu ve sınıklık yurdunu ararlar. Ustalın ustası Tanrının da tezgahı yokluktur. Nerede yokluk fazlaysa orası Tanrı tezgahıdır, Tanrı işi oradadır. Yokluk, en yüksek derece olduğundan yoksullar, oraya vardılar, öndülü aldılar. Hele bedenini malını yok etmiş derviş hepsinden ileridir. Fakat iş beden yokluğundadır, dilencilikte değil.

    Dilenci malı bitmiş kişidir; kanat sahibi ise bedenine kıyan kişi. Artık dertten şikayet etme. Çünkü dert, insanı yokluğa sürüp götüren rahman bir attır.

    Ben bu kadarını söyledim ötesini sen düşün. Fikrin donmuşsa, düşünemiyorsan yürü, zikret. Zikir, fikri titretir, harekete getirir. Zikri bu donmuş fikre güneş yap. İşin aslı cezp eder. Fakat kardeş, işten kalıp o cezbeyi bekleme. Çünkü işi bırakmak, nazlanmaya benzer. Canı ile oynayan hiç nazlanabilir mi?

    Oğul ne kabul edilmeyi düşün, ne ret edilmeyi. Sen daima emri nehyi gör gözet. Derken cezbe kuşu, birden bire çerden çöpten yapılmış yuvasından uçar, görünüverir. Onu gördün mü sabah oldu demektir, mumu o vakit söndür.

    Gözler, perdeleri delip hakikati görmeye başladı mı bu nur, onun nurudur artık. Bu nura sahip olan, dışa bakar içi görür. Zerrede ebedi varlık güneşini görür, katrada bütün denizi.


    Mesnevi'den Hikayeler

  2. #22
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Mesneviden Hikayeler 6. Cilt









    ZAMAN YAPRAKLARINDAKİ GİZ

    Kadının biri kocasına dedi ki: Ey adamlığı bir adımda aşan! Bana hiç bakmıyorsun, neden? Ne zamana kadar bu horlukta kalacağım?

    Kocası dedi ki: Boğazına bakıyorum, çıplağım ama elim ayağım var, çalışıp çabalıyorum. Güzelim, ere kadının boğazına ve elbisesine bakmak farzdır. Ben ikisine de bakıyorum. Bu hususlarda eksiğin gediğim yok.

    Kadın, gömleğinin yenini gösterdi. Pek kaba ve kirliydi. Dedi ki: Kabalığından bedenimi yiyor. Kimse kimseye bu çeşit elbise verir mi? Kocası a kadın dedi, sana bir sorum var: Yoksul adamım ben elimden bu geliyor. Doğru, bu çok kaba, çok çirkin, fakat ey düşünceli kadın, bir düşün. Bu mu daha kötü yoksa boşanmak mı? Bu mu daha kötü, yoksa boşanmak mı? Bu mu sana daha kötü geliyor yoksa ayrılık mı?

    Ey kınayıp duran bela, yoksulluk, eziyet ve mihnet de böyledir işte. Şüphe yok ki heva ve hevesi terk etmek acıdır ama Tanrıdan uzak olma acılığından daha iyidir.

    Savaş ve oruç güçtür, çetindir. Fakat bu güçlük ve çetinlik, Tanrının kulu kendinden uzaklaştırmasından, böyle bir derde uğratmasından yeğdir. İhsan ve lütuflar ıssı Tanrı, bir gün, ey benim hastam, ey benim mihnetime uğrayan kul, nasılsın? Derse hiç zahmet ve eziyet kalır mı? Hatta böyle demese bile, böyle dediğini duymasan, anlamasan bile senin o zevkin yok mu? Tanrının senin hatırını sormasıdır işte.

    Gönül hekimleri olan güzeller, hastaların hatırını sormaya düşkündürler. Utanır, söz olmasın derlerse bir çare bulurlar, yine haber gönderirler. Haber bile göndermeseler bunu düşünürler ya. Hasılı hiçbir sevgili yoktur ki aşkından haberi olmasın?

    Ey duyulmamış, eşsiz hikayeler arayan, aşıkların hikayesini oku. Bunca uzun zamanlardır kaynar durursun ama yine de tatar aşı gibi yarı pişman bir haldesin ey kadid olmuş adam!

    Bir ömürdür Tanrı adaletini görmüş, o tadı almışsın da yine görmeyenlerden daha namahremsin. Talebelik eden üstat olur. Öyle olduğu halde sen günden güne geri gitmişsin a inatçı kör. Anandan babandan haberin yok, geceyle gündüzden de ibret almamışsın.

    ÖRNEK:

    Bir arif, papazın birine sordu: Sen mi daha yaşlısın sakalın mı?

    Papaz dedi ki: Ben ondan önce doğdum. Sakalsız nice zamanlarım var.

    Arif dedi ki: Sakalın ağarmış, eski halini terk etmiş. Öyle olduğu halde yazıklar olsun, kötü huyun hala dönmemiş! O senden önce doğmuş seni geçmiş. Sense tirit sevdası ile böylece kala kalmışsın. Önce doğduğun renktesin hala. Ondan bir adım bile ileri atmamışsın. Hala kaptaki ekşi ayransın. Hala o yoğurdun yağını ayıramamışsın. Hala balçık küpteki hamursun, bir ömürdür ateşli tandırdasın ama hala pişmemişsin. Heves yeli ile başın dönüyor ama tepedeki ot gibi ayağın toprakta. Musa kavmi gibi Tih çölünün ıssısında, durduğun yerde tam kırk yıl kala kalmışsın a akılsız adam! Her gün ta akşama kadar koşup duruyorsun. Fakat kendini yine de ilk konak yerinde görmedesin. O öküze aşık oldukça şu üç yüz yıllık uzaklıktan kurtulamazsın. Onların da gönüllerinden öküzün hayali çıkmadıkça ıssı bir girdaba benzeyen o çölde kaldılar.

    Bu öküzü bir tarafa bırak, Tanrıdan sonsuz lütuflara ermiş, nihayetsiz nimetler görmüşsün. Fakat öküz tabiatlısın, onun için o büyük büyük iyilikler, bu öküzün aşkı ile gönlünden gidiverdi. Bari şimdi bedeninin bütün cüzilerinden sor. Şu dilsiz uzuvlarının yüzlerce dili vardır.

    Aleme rızk veren Tanrının nimetlerinin zikri zaman yapraklarında gizlenmiştir.

    Sen gece gündüz hikaye arar durursun. Halbuki senin cüzilerinin cüzileri, sana hikayeler söyler durur. Onlar yokluktan var olalı nice neşeler gördüler, nice gamlar tattılar. Çünkü hiçbir cüzi lezzetsiz bitmez. Istıraplarla zayıflar, kuru kalır.

    Halbuki senin cüzün kaldı da o iyilik, o nimet, aklından gitti. Daha doğrusu gitmedi,beş duygunla yedi endamından gizlendi. Yaz gibi hani. Yazın pamuk biter de o kalır, fakat yaz hatırlanmaz olur. Yahut da buz gibi. Kışın olur da kış gizlenir, buz bize kalır. Bu o güçlükten bir armağandır. Kışın da yazın armağanları şu meyvelerdir.

    Ey yiğit bunun gibi senin her cüzün de bedenin de Tanrının bir nimetini söylemededir. Şu kadın gibi yirmi oğlu vardı da her oğlu, bir güzel halini anlatmadadır.

    Sarhoşluk ve oynaşma olmadıkça gebe kalınmaz. Bahar olmayınca bahçelerde bir şey doğar mı? Gebelerle kucaklarındaki çocuklar, baharın o kadınlarından aşkına delalet eder. Her ağaç çocuklarını emzirmededir. Hepsi, Meryem gibi gizli bir padişahtan gebe kalmıştır. Ateş sula gizlenir ama üstünde yüz binlerce köpük coşar. Ateş pek gizlidir, fakat köpük, on parmağı ile ateşin varlığına delalet etmededir. Vuslat sarhoşlarının cüzileri de, bunun gibi hal ve söz timsallerinden gebe kalır. Hal güzelliğine karşı ağızları açık kalmıştır onların. Gözleri cihan nakşına örtülmüştür.

    O doğanlar bu dört unsurdan doğmazlar. Onun için de bu gözlere görünmezler. Onlar, tecelliden doğmuşlardır. Bu yüzden renksiz perdeyle örtülüdürler. Doğmuşlar dedim ya, hakikatte doğmamışlar da. Bu söz, ancak anlatmak için söylenmiş bir sözdür.

    Sus da “Kul-söyle” padişahı söylesin. Bu çeşit güllere karşı bülbüllük satmaya kalkışma. Bu gül, coşmuş köpürmüş, söyleyip duran bir güldür. Ey bülbül, bana karşı sözü kes de kulak kesil.

    Her ikisi de yani hal de, söz de, tertemiz iki güzele benzer. Vuslat sırrına iki adil şahittir bunlar. Bu iki seçilmiş latif güzellik de gebeliklere ve geçmiş zamandaki haşirlere şahadet ederler. Yeniden yeniye gelen temmuz ayında buzun, her an kış hikayelerini söylemesi gibi. Hani buz da soğuk rüzgarları, zemheriyi, yaz günlerinde o güç zamanları söyler ya.

    Kışın meyve ve Tanrı lütfunun hikayelerini anlatır. Güneşin gülümsediği zamanları, çimen gelinlerine dokunup eksiltmesini söyler. İşte onun gibi senden de hal gitti, cüzün o halin armağanı olarak kaldı. Ya ona sor, yahut da hatırla.

    Gama giriftar oldumu çeviksen derhal sıçrar, o ümitsiz deminden kurtulursun. Ona, ey hali, nimetleri o yüceliği inkar eden gam, dersin...

    Her dem baharda, neşede değilsin de gül yığınına benzeyen bedenin, neyin ambarı ya? Gül yığını bedenin, düşüncen de gül suyu gibi. Gül suyu, gülü inkar ediyor ha. Şaşılacak şey bu işte!

    Nimetleri inkar eden maymun huylulardan saman bile esirgenir. Fakat peygamber huylu kişilere güneş ve bulut, saçı olarak saçılır. O küfür inadı, maymun adetidir. Şu hamd-ü şükürse Peygamberin yoludur.

    Perdelerin yırtılması, maymun huylulara neler etti? Peygambere benzeyenlerse ibadetleri, ne faydalar verdi! Mamur yerlerde kuduz köpekler vardır. Yücelik ve nur definesi, yıkık yerlerdedir.

    Şu doğma, ayın tutulmasından olmasaydı bunca filozof, yolu kaybeder miydi hiç? Akıllı fikirli kişiler, bu yol yitirme yüzünden burunlarının üstünde ahmaklık dağını gördüler.


    Mesnevi'den Hikayeler

  3. #23
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Mesneviden Hikayeler 6. Cilt









    KAZANMADAN RIZK DİLEYEN YOKSUL

    Çaresiz bir müflis, derde düşmüştü. Hiçbir şeyi yoktu, binlerce zehir yutmuştu. Namazlarda, dualarda yalvarmakta, ey Tanrım, ey kurdu kuşu koruyan! Sen, beni yorulmadan, çalışıp çabalamadan yarattın. Şu alemde rızkımı da benim kazancım olmadan ver.

    Başında gizli olan beş inci verdin. Beş duygu daha ihsan ettin ki onlar da gizli. Bu ihsanların sayıya sığmaz. Ben utanıyorum anlatmadan acizim. Beni yaratan yalnız sensin. Rızkımı da sen düzene koy demekteydi.

    Yıllarca bu duada bulundu. Nihayet ağlayıp yalvarışı tesir etti. Hani çalışmadan, yorulmadan helal bir rızk isteyen adam vardı ya, onun gibi. Nihayet tanrı adaletine sahip Davut Peygamber zamanında bir öküz, onu kutluluğa ulaştırmıştı. Bu adamda yüzünü yerlere sürdü, yalvarıp sızladı, nihayet meydandan icabet topunu çeldi. Bazen duasının kabul edilmeyişine bakıp kötü zanlara düşüyor, niçin duam kabul edilmiyor diyor, derken yine Tanrının lütuf ve keremi, gönlüne muştuluklar veriyor, duasının kabul edileceğine delil oluyordu.

    Çalışıp çabalarken yorulup ümitsizliğe düşünce Tanrı tapısından gel sesini duyuyordu. Tanrı alçaltıcıdır, yücelticidir. Bu ikisinden başka hiçbir işi yoktur.

    Yerin alçalışına bak, göğün yücelişine bak. Kainatın devranı bu ikisinden hali değildir. şu yerin yücelip alçalışı da bir başka çeşittir. Yılın yarısında çorak bir hale gelir, yarısında yeşerir, tazeleşir.

    Mihnetle dolu olan zamanın yücelip alçalması, büsbütün başka tarzdadır. Yirmi dört saatin yarısı günden olur yarısı gece. Zıtlarla uzlaşan mizacın yükselmesi, alçalması da şudur: Gah insan sıhhatli olur, gah hastalanır, inler.

    Dünyanın bütün hallerini böyle bil. Kıtlık, bolluk, barış, savaş, hep denemelerden meydana gelir. Şu dünya, havada bu iki kanatla uçar. Canlar da bu ikisi yüzünden korku ve ümit yurtlarında yurt edinirler.

    Böylece dünya, şimal rüzgarına benzeyen hayatla ve sam yeli gibi titrer durur. Nihayet İsa’mızın tek renge boyayan birlik küpü yüzlerce renkli küpleri kırar. Çünkü o alem, tuzlaya benzer. Oraya ne düşerse renkten arınır.

    Toprağa bak. Çeşit, çeşit renkte bulunan insanları mezarlarda bir renge sokmada. Bu, görünen bedenlerin tuzlası, mana alemine ait tuzlaysa bundan tamamı ile ayrıdır.

    O mana tuzlası manevidir. O, ezelden ebede kadar yenilikler içindedir. Eskilik bu yeniliğin zıddıdır. Halbuki o alemin yeniliği zıtsızdır, eşsizdir, sayıya da sığmaz. Nitekim Mustafa’nın nurunun cilası ile yüz binlerce çeşit karanlık ışık kesildi.

    O ulu er yüzünden Yahudilerin. Tanrıya şirk koşanların, Hıristiyanların, Mecusilerin hepsi bir renge boyandılar. Yüz binlerce kısa ve uzun gölgeler o sır denizinin nurunda bir oldular. Ne uzunluk kaldı, ne kısalık, ne genişlik. Çeşit, çeşit gölgeler, güneşe rehin oldu. Fakat mahşerdeki tek renge boyanış, iyiye de apaçık görünür, kötüye de.

    O alemde manalar, surete bürünürler. Suretlerimiz, hülyalarımıza uygun olur. O zamanda mektupların sureti açığa çıkar, elbiselerin astarı yüz olur, herkesin içi, dışına döner. Şimdi gizli şeyler, alacalı öküze benzer. Söz iği, alem içinde yüzlerce renkte bir iplik gibi görünür.

    Şimdi yüzlerce renge boyanma, yüzlerce gönül sahibi olma devri. Tek renkli olma alemi nereden tecelli edecek? Şimdi zencilik zamanı. Rum diyarına mensup olanlar, beyaz güzeller gizli. Şimdi gece, güneş gizli.

    Kurdun devri, Yusuf kuyunun dibinde. Kıptilerin nöbeti, Firavun padişah şimdi. Bu suretle de herkese lüzumlu, lüzumsuz gülüp duran ve kimseden esirgemeyen rızktan şu köpeklerde birkaç gün rızıklansınlar, hisselerini alsınlar bakalım.

    “Gelin” buyruğu verilinceye kadar aslanlar, orman içinde beklemedeler. Bu emir geldi mi o aslanlar, yayıldıkları yerden çıkarlar. Tanrı hicapsız olarak yayılacakları, geçinecekleri yerleri gösterir.

    İnsanın mahiyeti, insanlık, karayı da kaplar, denizi de. Alacalı öküzler o kurban gününde kesilirler. O kurban günü, korkunç bir kıyamettir. Müminlere bayramdır, öküzlere helak olma günü. O kurban gününde bütün su kuşları, gemiler gibi deniz üstünde akarlar, yüzerler.

    Bu suretle de “Helak olan apaçık delilleri helak olur.” Kurtulan kurtulur ve yakıyne erer. Doğan kuşları, padişaha giderler, kuzgunlar, mezarlığa. Kemikle ekmek gibi pis şeylerin cüzileri, bu cihanda kuzgunların mezesi gıdasıdır.

    Hikmetin kadrini bilme nerede, bağ bahçe nerede? Nefsiyle savaşmak, kahpe adama layık değildir. eşeğin ardından öd ağacı yakılmaz eşeğin ardına da misk sürülmez.

    Kadınlara savaş yazılmamıştır. Nefisle savaşmaksa onların işi olamaz. Çünkü bu, büyük savaştır. Ancak nadir bazı kadında da bir Rüstem vardır. Meryem gibi gizlidir o.

    Nitekim erlerin bedeninde, yüreksizliklerinden kadınların gizlendiği vardır. Kim, erliğe hazırlanmamış, er olmamışsa o dişilik, öbür alemde surete bürünür. O gün adalet günüdür. Adalet, her şeyi layık olduğu yere koymaktır. Ayakkabı ayağındır, külah başın. Bu suretle her isteyen isteğine erişir her batan batacağı yere kavuşur. Hiçbir istek isteyenden esirgenmez. Parlaklığın eşi güneştir, suyun eşi bulut.

    Dünya Tanrının kahır yurdudur. Kahrı seçtiysen kahır göre dur. Kahır kılıcı, denize, karaya düşmüş. Kahrolanların kemiklerine, kıllarına bak. Damın çevresinde kuşların kanatlarını, ayaklarını seyret. Bunlar, sessiz, sözsüz sana Tanrı kahrını anlatırlar.

    Ölü, gömüldüğü yerde bir yığın toprak kaldı. Öldüğü zaman geçtikçe o yığın da düzeldi gitti. Tanrı adaleti, herkesi eşiyle çift etmiştir; fili fille, sivrisineği sivrisinekle.

    Ahmed’e mecliste dört seçilmiş dost, enis olur, Ebucehl’e de Utbe’yle Zül-hımar! Cebrail’le canların kıblesi Sidre’dir, karnına kul olanların kıblesi sofra. Arifin kıblesi vuslat nurudur, filozaflaşan aklın kıblesi hayal.

    Zahidin kıblesi ihsan sahibi Tanrıdır, tamahkarın kıblesi altınla dolu torba. Mana gözetenlerin kıblesi sabırdır, surete tapanların kıblesi taştan yapılan suret.

    Batın aleminde oturanların kıblesi lütuf ve ihsan sahibi Tanrıdır, zahire tapanların kıblesi kadın yüzü. Böylece eski yeni... Say dur. Usanırsan yürü, işine bak. Bizim rızkımız, altın kase içindeki şarap, köpeklerin rızkı, yal yedikleri yere dökülen tutamaç suyu.

    Ne huyla huylandırdıysak ona layıksın. Seni o rızk için göndermişizdir. Onu ekmeğe aşık ettik, o huyu verdik ona. Bunu sevgiliye aşık ettik, sarhoş yaptık, bu huyu verdik buna. Huyundan razıysan, hoşlanıyorsan neden ondan kaçıyorsun öyleyse? Dişilik hoşuna gittiyse çarşafa gir. Rüstemlikten hoşlanıyorsan al hançeri. Bu sözün sonu yoktur. O yoksul da yoksulluk derdiyle arıkladı, gücü kuvveti kalmadı.

    Bir gece rüyasında gördü. Ne rüyası, rüya nerede? Doğru özlü sofi, uyumadan rüya görür. Hatif ona dedi ki: Ey bir çok yorgunluklar görmüş er, kağıtçılarda bir kağıt ara. Komşun olan kağıtçıda gizlidir o. Kağıtlarını ele al.

    Onların arasında şu şekilde, şu renkte bir kağıt var. Onu gizle bir yerde oku. Oğul, onu kağıtçıdan çaldın mı kalabalıktan, iyi kötü adamlardan bir kenara çekil. Yalnızca oku. Okurken kimseyi yanında bulundurma.

    İş yayılır, ortaya düşerse bile dertlenme. O defineden senden başka hiç kimsecik, bir arpa bile alamaz. Elde etmen uzarsa sakın ümitsizlenme her an “ Tanrıdan ümit kesmeyin” ayetini vird edin.

    O muştucu, bunu söyleyip elini, adamın göğsüne koydu, hadi dedi, yürü, zahmet çek!

    O genç dalgınlık aleminden kendine gelince ferahından adeta dünyaya sığmıyordu. Tanrının koruması ve lütfu olmasaydı sevincinden çatlayacaktı doğrusu. Öyle bir sevinmişti ki. Kulağı, altı yüz perdenin ardından Tanrı sesini duymuştu. İşitme duygusu, perdeleri aşmış, başını yüceltmiş, feleği geçmişti.

    Öyle bir an olur ki insanın görüş duygusu ibret ıssı olur, gaip perdesinden bile geçer. Duyguları, perdeyi aştı mı artık birbiri ardına ve boyuna görür, duyar. Adam, kağıtçı dükkanına geldi. Meşk kağıtlarına el attı.

    O yazılı kağıt çabucak gözüne ilişti, Hatif’in söylediği alametlerin hepside o kağıtta vardı. Kağıdı koltuğuna koyup hayırlı pazarlar olsun usta, ben gidiyorum artık dedi. Tenha bir bucağa çekildi, kağıdı okudu. Adeta şaşırdı kaldı.

    Bir definenin yerini göstermekte olan böyle bir değer biçilmez kağıt, meşk kağıtlarının arasına nasıl girmişti? Sonra aklına şu geldi: Her şeyi koruyan, Tanrıdır.

    Koruyucu Tanrı nasıl olur da birisinin, abes yere bir şey aşırmasına müsaade eder? Ova, baştanbaşa altınla, para ile dolu olsa hiç kimse, Tanrının izni olmadıkça bir arpa bile alamaz. Tutulmadan, kekelemeden yüzlerce kitap okuyan Tanrı taktir etmediyse aklında hiçbir şey kalmaz. Fakat Tanrıya kulluk edersen bir kitap bile okumadan yeninden, yakandan duyulmadık bilgiler bulursun.

    Musa’nın avucu, koynundan ziyalandı, nurlar saçtı, nuru, gökyüzündeki aydan da üstündü. Bu heybetli gökyüzünden dilediğin, ey Musa, koynundan baş gösterdi. Bil ki yüce gökler, insanın anladığı şeylerin aksidir; gökler, o akisten ibarettir. Yüce ulu Tanrının eli, iki alemden de önce aklı yaratmadı mı? Bu söz, hem apaçıktır, hem de pek gizli. Çünkü sinek, ankaya mahrem olamaz. Oğul, yine hikayeye dön de defineyle o yoksulun kıssasını tamamla.

    Kağıtta şu yazılıydı: Bil ki şehrin dışında bir define var. İçinde mezar olan filan kubbe var ya. Hani arkası şehre, kapısı Ferkat yıldızına karşı. O türbeyi ardına al, yüzünü kıbleye çevir. Sonra yayla bir ok at. Kutlu kişi yaydan oku attın mı okun düştüğü yeri kaz.

    O yiğit kuvvetli bir yay aldı, oku boşluğa doğru attı. Derhal kazma kürek getirdi. Sevine,sevine okunun düştüğü yeri kazmaya koyuldu. Hem kendi körleşti, hem kazması, küreği. Fakat gizli defineden hiçbir eser görünmedi.

    Böylece her gün ok atıyor, düştüğü yeri kazıyor, fakat bir türlü definenin yerini bulamıyordu. Bunu adet edindi. Daima orayı burayı kazıp durduğundan şehre bir dedikodudur yayıldı, iş halkın ağzına düştü.

    Pusuda duran, fırsat gözleyen adamlar, bu işi padişaha haber verdiler. Filan, bir define bildiren kağıt bulmuş diye söylediler. Adam, padişah tarafından duyulduğunu anlayınca teslim olmadan, kadere boyun eğmeden başka çare görmedi. Padişah kendisine işkence yapmadan, kağıdı padişahın önüne koydu.

    Dedi ki: Şu kağıdı buldum ama defineyi bulamadım. Define yerine hadsiz, hesapsız zahmetlere girdim. Defineden bir habbe bile meydana çıkmadı. Fakat ben yılan gibi bir hayli kıvrandım durdum. Bir aydır ağzımın tadı yok. Bunun ziyanı da haram oldu bana, kârı da. Belki bahtın şu perdeyi açar ey savaşı kutlu olan kaleler fethetmiş padişahım.

    Padişah da altı ay, belki de daha fazla ok attı, her yanda define aradı durdu. Fakat eziyetten, dertten, sıkıntıdan başka bir şey elde etmedi. Define adeta ankaya benziyordu, ismi var cismi yok.

    İşin eni, boyu uzayıp duruyordu. Padişah, nihayet o defineden usandı. Her tarafı yer yer eştirmişti. Günün birinde kağıdı, herifin önüne atıp dedi ki: al şu kağıdı. Definenin eseri bile görünmedi. Senin işin yok, bu iş sana daha layık.

    Bu işi olanın yapacağı şey değil. Gülü yakıp dikenin etrafında dolanmak akıl karı değil. Demirden ot bitmesini bekleyen olabilir ama bu hülyaya tutulan, az olur. Bu iş için senin gibi yorulma bilmez bir adam gerek. Sen mademki yorulmuyorsun, var ara. Bulursan ne ala, onu sana helal ettim. Bulamazsan yorulmazsın kazar durursun. Akıl, ümitsizlik yoluna gider mi hiç? Aşk lazım ki o tarafa koşsun.

    Hiç bir şeye aldırmayan aşktır, akıl değil. Akıl, faydalanacağı şeyi arar. Aşk yılmaz, canını sakınmaz, utanma nedir bilmez. Değirmen taşının altına gitmiş gibi belalara uğrar, sabreder.

    Öyle pek yüzlüdür ki hiç arkasını dönmez. Bir fayda elde etmek ümidini öldürmüştür içinde. Neyi var, neyi yoksa ortaya kor, oynar, yutulur, bir ücret aramaz. Tanrının aldığı gibi yine hepsini Tanrıya verir, tertemiz olur. Tanrı, ona sebepsiz olarak Tanrı vergisini Tanrıya bağışlar. Cömertlik, sebepsiz olarak vermektir. Temizlik, her şeyi Tanrıya verip arınmak, her şeriatın dışındadır. Çünkü şeriat, ya Tanrı ihsanına nail olmayı, yahut Tanrı kahrından kurtulmayı arar. Varlıktan arınanlarsa Tanrının has kurbanlarıdır. Onlar, ne Tanrıyı sınarlar, ne de ziyana, kara aldırış ederler.

    O dertli definenin kağıdını padişah, o dertlere uğramış fakire verince; yoksul adam, düşmanlarından, onların saçmasından emin oldu, gidip sevdalandığı şeye adamakıllı sarıldı.

    İnsanı dertlere düşüren aşka yar oldu. Köpek, yarasını yalaya yalaya iyi eder. Aşk ıstırabına hiçbir yar, hiçbir ortak yoktur. Aşığa alemde bir tek mahrem bile bulunmaz. Aşıktan daha deli kimse yoktur. Akıl, onun sevdasına karşı kördür, sağırdır. Çünkü bu, herkesin deliliğine benzemez ki. Hekimlik bilgisinde bunu iyileştirecek hükümler yoktur. Bir hekim, bu çeşit deliliğe uğrasa hekimlik kitabını kanı ile yıkar, yazılanların hepsini silerdi.

    Bütün akılların hekimliği, aşka göre çizilmiş suretlerden başka bir şey değildir. bütün güzellerin yüzleri, onun yüzünün perdesidir. Ey aşk mezhebine giren, yüzünü kendine çevir. Sana meftun olan, senden başkası değildir.

    O adamda kendini kıble yapmış, dua edip durmuştu. “İnsan ancak çalıştığını elde eder.” Bundan önce bir cevap duymadan yıllarca dua etmişti. İcabet edilmeden dua ediyor, Tanrı kereminden “Lebbeyk” sesini gizli olarak işitiyordu.

    O illetli adam, ulu yaratıcının cömertliğine güvendiğinden tefsiz oynuyordu. Ona ne bir hatif sesi gelmişti, ne bir haberci ulaşmıştı. Ümit kulağı, “Lebbeyk” sesiyle doluydu ama. Ümidi, dilsiz, sessiz “gel” demekteydi. O davet, gönlünden usancı silip süpürüyordu. Dama gelmeyi öğrenen güvercini çağırma, kov, o bir yere gidemez, kanadı bağlıdır.

    Ey hak Ziyası Hüsameddin, onu kovsan da seninle buluştuğu için can kanadı bitmiştir; kovsan da can kuşu, sebepsiz olarak senin damının etrafında döner dolaşır.

    Onun yiyeceği ,içeceği, konacağı yer, hep senin damındır. Yücelerde kanat çırpar ama tuzağına aşıktır. Hatta ruh, bir an hırsızlamacasına o fütuhattan dolayı sana şükretmese, münkir olsa.

    Durup dinlenmeden kin güden aşk sahnesi, derhal o inkar eden göğüse ateş dolu bir leğen koyuverir. Aya gel, tozdan vazgeç. Aşk padişahı seni çağırmada, çabuk dön der. Ben, güvercin gibi sarhoşçasına bu damın, bu güvercinliğin etrafında kanat çırpmaktaydı. Aşk Cebrailiyim, Sidre’m sensin. İlletliyim, Meryem oğlu İsa sensin bana. O inciler saçan denizi coştur. Şu hastayı bu gün bir hoşça sor, soruştur. Çünkü sen, onunsun, deniz de onundur. Bu an, onun nöbet zamanıdır ama aldırma.

    Zaten bu, onun meydana getirdiği bir feryattan ibarettir. Yarabbi, sen gizli olanı koru, onu meydana çıkarma. Ney gibi iki ağzımız var. Bir ağız, onun dudaklarında gizli. Öbür ağız, size görünmede, feryat etmede, havaya bir hay huydur salmada.

    Fakat can gözü açık olan bilir ki bu baştan çıkan feryat da o baştan çıkmadadır. Neyin bu feryadı, onun soluklarından. Ruhun hay huyu, onun hay huylarından. Ney, onun dudakları ile hemdem olmasaydı alemi şekerle doldurabilir miydi?

    Kiminle yattın, hangi tarafından kalktın da böyle deniz gibi coşup köpürmedesin? Yahut da “Ben rabbime konuk olurum” hadisini okudun, ateş denizinin ta içine atıldın. Fakat “ey ateş, soğu” narası, ey kendisine uyulan zat, senin canını korudu.

    Ey hak Ziyası, din ve gönlün Husam’ı! Hiç güneş, balçıkla sıvanır mı? Bu toprak parçaları, senin güneşini örtmek istediler ama, dağların gönlündeki lâ’l madenleri, sana delalet etmede. Bağlar, bahçeler, senin gülümsemelerinle dopdolu.

    Senin erliğine mahrem olacak Rüstem nerede ki senin yüzlerce harmanından bir buğday tanesini söylemeye kalkayım. Senin sırrından bir ah etmek istersem ancak Ali gibi bir kuyuya gitmeli, kuyunun içine ah etmeliyim.

    Kardeşlerin gönüllerinde kin olduğundan Yusuf’umun kuyu dibinde kalması daha iyi. Sarhoş oldum, kendini ortaya atacağım artık. Kuyu nedir ki? Ben gidip ovanın ta ortasına çadır kuracağım. Ateşli şarabı ver avucuma da ondan sonra benim sarhoşça debdebemi, azametimi seyret.

    O yoksul, defineyi elde edemedi ama söyle, beklesin. Çünkü biz, bu anda neşeye gark olduk. Ey yoksul, artık sen Tanrıya sığın. Ben gark oldum, benden yardım isteme. Artık o hikayelerde işim yok benim. Ne kendimden haberim var, ne sakalımdan! İçine bir kıl bile sığmayan şaraba gurur, izzeti nefis filan sığar mı hiç?

    Saki, büyük bir sağrak sun da şu zengini sakalından, bıyığından kurtar. Gururundan bize bıyık buruyor, fakat bize hasedinden de sakalını yolup durmada. Onun bütün riyalarını, düzenlerini biliyoruz. O mattır, mattır, mat.

    Pir, beş yüz yıl sonra, ondan ne doğacak? Kıldan kıla ve apaçık görür. Halkın aynada gördüğünü pir, pişmemiş kerpiçte görür. Kaba sakallının evinde görmediği, köseye bir bir görünür.

    Denize git, sen balık oğlusun. Neden çerçöp gibi sakalına düştün böyle? Çerçöp değilsin sen, bu senden uzaktır. Sana inciler bile haset eder. Denizde, dalgalar arasında olman daha doğrudur. Deniz birdir. Eşi, ortağı yoktur. İncisi balığı da dalgasından başka bir şey değildir.

    Ona eş, ortak olsun... Buna imkan yoktur. Böyle şey, o denizden, o denizin pak dalgasından uzaktır. Denizde ikilik ve ıstırap yoktur. Fakat şaşıya ne söyleyeyim? Hiç hiç! Ey şemen, şaşılara arkadaşız madem, müşrikçe konuşmak gerek. O birlik, vasıf ve hal bakımındandır. Fakat söz meydanına ancak ikilik gelebilir. Ya şaşı gibi bu ikiliği iç, yahut ağzını yum, güzelce sus! Yahut da nöbetle gah sus, gah söyle. Hasılı şaşıca davul döv vesselam. Bir mahrem gördün mü can sırrını söyle. Gül gördün mü bülbüller gibi nara at.

    Hileyle, geçici şeylerle dolu bir tulum görürsen dudağını kapat, kendini küp haline sok. O, suyun düşmanıdır, onun önünde oynama. Yoksa bilgisizlik taşını atar, küpü kırar. Cabilin eziyetlerine sabretmek, ehil olanlara ciladır. Nerede bir gönül varsa sabırla cilalanır. Nemrut’un ateşi, İbrahim’e bir ayna temizliği verdi, aynayı cilalar gibi onu da arıttı, cilaladı. Nuh kavminin cefası ile Nuh’unu sabrı, Nuh’a ruh cilası oldu.


    Mesnevi'den Hikayeler

  4. #24
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Mesneviden Hikayeler 6. Cilt









    HASAN-I HARKANİYE AİT HİKAYE

    Bir derviş, Ebül-Huseyn-i Harkan’ın şöhretini duyup Talkan şehrinden yola çıkmıştı. Dağlar aştı, uzun ovalar geçti, şeyhi görmek için özü doğru olarak, Tanrıya yalvarıp yakararak bunca yol aldı.

    Yolda gördüğü cefalar, çektiği eziyetler, anlatılmaya değer ama ben kısa kesiyorum. O genç, yolu bitirip maksadına ulaştı. O padişahın evini sordu. Öğrenip kapısına geldi, yüzlerce saygıyla kapı halkasını vurdu. Şeyhin karısı, kapıdan başını çıkardı.

    Ey kerem sahibi, ne istiyorsun? Dedi. Derviş, ziyaret için geldim deyince. Kadın kahkahayla gülüp dedi ki: Sakalına bak yahu. Hele şu yolculuğa, şu uğradığın derde bak. Yerinde, yurdunda işin yok muydu da beyhude yere yollara düştün? Bir ahmağı görmek hevesine mi düştün, yoksa yurdundan mı usandın? Yahut da şeytan sana bir boyunduruk urdu, vesveseler verdi, sana bu yolculuk kapısını açtı.

    Birçok kötü sözler söyledi, küfürlerde bulundu, dırıldandı durdu. Onların hepsini söyleyemem ben. Kadının sayısız gülümsemesinden, hikayeler söylemesinden derviş, pek dertlendi, dertlere uğradı.

    Dervişin gözlerinden yaşlar aktı, dedi ki: Bütün bunlarla beraber o adı tatlı padişah nerede? Söyle bana.

    Kadın dedi ki: O bomboş riyakar bir hilebazdır. Ahmaklara tuzaktır. Yol azıtanlara kementlik eder. Senin gibi sakalını değirmende ağartan yüz binlerce kişi azgınlıktan ona düşmüştür. Onu görmez, esenlikle yerine yurduna dönersen senin için daha hayırlıdır. Onu görüp de azmazsın hiç olmazsa. Onun işi gücü laftır, kase yalayıcı, hazır sofraya oturucu bir heriftir. Fakat davulunun sesi, etrafa yayılmış nasılsa.

    Bu kavim İsrail oğullarına benzer, öküze taparlar. Böyle bir öküze el vurup adarlar işte. Bu hazır sofraya oturan adama kapılan, geceleyin bir leştir, gündüzün işsiz güçsüz bir adam. Bunlar yüzlerce bilgiyi, yüceliği bırakmışlardır da bir hileye, bir riyaya kapılmışlardır. İşte hal bu.

    Nerede Musa’nın soyu? Gelse de şu öküze tapanların kanlarını dökse. Yazık! Şeriatı, Tanrıdan ürküp sakınmayı ardına atmış. Nerede Ömer? Gelse de şiddetle doğruluğu emretse. Bunlar her kötü şeyi mübah biliyorlar. Bu ibahilik bunlardan yayıldı, fesatçı kalleşe de ruhsat oldu adeta. Nerede Peygamberle sahabesinin yolu. Nerede namaz, nerede tesbih, nerede onların edepleri.

    Genç, yeter diye bağırdı, apaydın günde bekçinin ne lüzumu var? Erlerin nuru doğuyu da tuttu batıyı da. Gökler bile hayrette kalıp secde ettiler.

    Tantı güneşi Hamel burcundan doğdu da bu güneş utancından perde arkasına girdi. Senin gibi bir şeytanın saçmaları, nereden beni bu kapının tokmağından döndürecek? Ben bulut gibi yele kapılıp gelmedim ki beni bu kapıdan bir tozla çevirebilesin. Öküz bile o kerem kıblesi olunca nur kesilir, fakat o nur olmadı mı kıble, küfürdür, puttur. Heva ve hevesten gelen, ibahilik sapıklıktır, azgınlıktır, fakat Tanrıdan gelen, ibahilik yüceliktir.

    O hesaba sığmaz nurun doğup parladığı yerde küfür iman kesildi,şeytan Müslüman oldu. O, yücelik mazharıdır, Tanrı sevgilisidir. Bütün ileri meleklerden öndülü kapmıştır. Melekten Adem’e seçde etmeleri ondan ileri olmalarındandır. Deri daima içe secde eder.

    A kocakarı, sen Tanrı mumunu üflüyorsun ama hem sen yanıyorsun, hem başın, ey ağzı kokmuş. Bir köpeğin ağzından deniz pislenir mi? Güneş üflemekle söner mi?

    Eğer görünüşe göre hüküm veriyorsan bu aydınlıktan daha aydın, daha görünür ne var? Söyle. Zahirden olanların hepsi, bu zuhurun karşısında noksanın, kusurun en ilerisidir. Kim Tanrı mumunu üflerse o mum sönmez, üfleyenin ağzı yanar. Senin gibi bir çok yarasalar rüya görürler ama bu alem, güneşten yetim kalır mı?

    Ruh denizlerinde öyle kuvvetli dalgalar olur ki Nuh tufanından yüzlerce defa üstündür. Fakat Kenan’ın gözünde kıl bitmiştir de o yüzden Nuh’u da bırakmıştır, gemiyi de. Dağa tırmanmaya kalkışmıştır. Fakat derhal yarım bir dalga, dağı da aşağılıkların dibine atmıştır, Kenan’ı da. Ay, nurunu saçar köpek havlar durur. Hiç köpek ayı kendisine ortak edebilir mi? Ay ışığı ile geceleyin yol alanlar, köpek havlaması ile yollarından kalırlar mı? Cüzü, külle doğru ok gibi gider. Kokuşuk kocakarının ardına düşer mi hiç?

    Şeriatın canı da ariftir, takvanın canı da. Marifet, geçmiş zamanlardaki zahitliğin mahsulüdür. Zahitlik, ekmeye çalışmaktır. Marifet de o ekilenin bitmesidir.

    Şu halde çalışmak ve inanmak, bedene benzer. Bu ekmenin canı da biten mahsuldür ve onu devşirmektir. Doğruluğu emretmek de odur, doğruluk da o. Bu günümüzün de padişahıdır, yarınımızın da. Deri, daima latif içe kuldur.

    Şeyh “Ben Tanrıyım” dedi ama ileri gitti, bütün körlerin boğazını sıktı. Kulun varlığı Tanrı varlığında yok olunca ne kalır? Bir düşün a çıfıt.

    Gözün varsa aç da bak. Lâ dedikten sonra artık ne kalır? O göğe aya tüküren dudağın, boğazın, ağzın kesilseydi keşke. Şüphe yok ki o tükürük, göğe çıkmaz, döner, senin suratına gelir.

    “Ebuleheb’in ruhuna kıyamete kadar “Elleri kurusun” bedduası geldiği gibi o tükürük de kıyamete kadar Tanrıdan, senin sıratından gelir. Davulu var, bayrağı var, ülkesi var. Böyle bir padişaha hazır sofraya oturur diyen köpektir. Gökler onu ayına kuldur. Doğu da ondan ekmek dilemektir, batı da.

    Fermanında “Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım” hadisi yazılı olan zat, bir zattır ki herkes, onun nimetlerine, onun rızk taksimine muhtaçtır. O olmasaydı gökyüzü olmazdı, dönmezdi, nurlanmazdı, meleklere yurt kesilmezdi. O olmasaydı denizler olmaz, denizlerdeki heybet vücut bulmaz, balıklar ve padişahlara layık inciler meydana gelmezdi.

    O olmasaydı yeryüzü olmaz, yeryüzünün içinde defineler, dışında yaseminler yaratılmazdı. Rızklarda onun rızkını yemektedir. Meyveler de onun yağmuruna karşı dudakları kupkuru bir haldedir.

    Kendine gel de, bu işteki düğüm, tersine düğümlenmiştir. Sana sadaka verene sen sadaka ver. Ey yoksul zengine zekat ver. Bütün altınlar bütün ipekli kumaşlar, yokluktadır yoksuldadır. Senin gibi bir kötü, o makbul ruha eş olmuş, Nuh’un nikahındaki katil gibi adeta. Bu yurda mensup olmasaydın şimdi seni paramparça ederdim. O Nuh’u senden halâs ederdim, ben de kısasa uğrar, şeyhin yolunda ölmek şerefiyle yücelirdim.

    Fakat zamanın padişahlar padişahının evinde bu çeşit küstahlıkta bulunamam. Yürü, dua et ki bu yurdun köpeğisin. Yoksa şimdi yapacağımı yapardım sana.

    Ondan sonra derviş herkese sormakta, şeyhi her tarafta araştırmaktaydı. Birisi dedi ki: O kutup, odun getirmek üzere ormana gitti. O Zülfikar düşünceli ve ateşli derviş şeyhin havasına uyup ormanın yolunu tuttu. Şeytan, aklına ayı tozla örten bir gizli vesvese vermekteydi. Bu din şeyhi neden böyle bir kadını evinde tutuyor, onunla düşüp kalkıyor?

    Zıt, nasıl olur da zıddıyla beraber bulunur? Halkın imamı olan bir zat nerede, maymun nerede? Diyordu. Sonra yine ateş gibi dönüyor, Lâ havle okuyor, ona itirazım küfürdür, kindir diyordu. Ben kim oluyorum ki Tanrının işlerine karışıyorum? Nefsimden neden böyle şüpheler, kınamalar geliyor?

    Derken nefsi yine saldırıyor, bu yüzden gönlünden kuyumcular potasından çıkar gibi duman tütüyordu. Şeytanla, diyordu, Cebrail’in ne münasebeti var ki onunla konuşsun, düşüp kalksın, beraber yatsın uyusun. Azer, nasıl olur da Hilal’le geçinebilir? Yol kesen nasıl olur da kılavuzla beraber bulunur?

    O bu düşüncedeyken ünlü şeyh, bir aslana binmiş, çıkageldi. Kükremiş aslan odunu çekmekteydi. O kutlu zat da odunlarının üstüne binmişti. Kamçısı bir yılandı. Yücelikle yılanı bir kamçı gibi eline almıştı. İyice bil ki, her şeyh, sarhoş aslanın üstüne biner. O görünür, bu görünmez ama can gözünden gizli değildir. onların altında yüz binlerce aslan vardır, odun çeker durur. Gayp gözü, onu görür.

    Fakat adam olmayan da görsün diye Tanrı, onları bir bir baş gözüne de gösterir. O padişah, dervişi uzaktan görüp güldü. Sakın dedi, aldanma, şeytanı dinleme.

    O ulu şeyh, gönlünün nuru ile dervişin içinden geçeni bildi. O nur, ne güzel bir delildir. O hünerli zat, dervişin yola düşmesinden o ana kadar aklından geçenleri bir bir söyledi. Ondan sonra o güzel güzel çileyip şakıyan zat, kadını kınamsı hususunda da ağzını açıp, dedi ki: O tahammül nefis havasında değildir. bu zan senin nefsinin havasıdır, orada durma. Ben sabredip bu kadının yükünü çekmeseydim aslan, benim yükümü çeker miydi hiç? Ben Tanrı yükünün altında kendinden geçmiş sarhoş ve köpürmüş bir deveyim. Onun buyruğunda yarı ham bile değilim ki halkın kınaması, yermesini düşüneyim.

    Bizim geri kalanımızda onun buyruğudur, ileri gidenimizde. Canımız yüz üstü koşarak onu aramadadır. Bizim tekliğimiz, çiftliğimiz, hava ve hevesten değildir. canımız, mühre gibi Tanrı elindedir.

    O ahmağın nazını da çekeriz, onun gibi yüzlercesinin nazını da. Bu, renk aşkından, koku sevdasından değildir. bu kaza ve kader, bizim dersimizin talebeleridir. Artık savaşımızın debdebesi nereye varır, bir düşün. Nereye mi varır? Yere bir yol olmayan bir yere. Işığı, gözleri alan Tanrı ayına ancak. O nur, bütün vehimlerden ve tasavvurlardan uzak olan nurun nurunun nurunun nurudur!

    Dedikoduyu senin için aşağılattım. İbret al da kötü huylu arkadaşla arkadaş ol, uzlaş. “Sabır, sıkıntının anahtarıdır” sırrına ermek için gülerek hoşlanarak onun derdini çek. Bu aşağılık kişilerin aşağılığını çekersen sünnetlerin nuruna ulaşırsın.

    Peygamberler aşağılık adamların zahmetlerini çok çektiler. Bu çeşit yılanlardan nice ıstıraplara uğradılar. Yargılayan Tanrının muradı, hükmü, ta ezelden tecelli ve zuhur etmekti. Zıddı olmadıkça bir şey görünemez. O misli olmayan padişahın zıddı yoktur.

    “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” ayetindeki hikmet

    Bunun için padişahlığına ayna olmak üzere bir gönül sahibini halife edindi. Ona hadsiz, hesapsız arılığını ihsan etti, ondan sonra karanlıklardan da ona bir zıt verdi.

    Ak ve kara iki bayrak dikti. Birisi Adem’di bunların öbürü yol kesen İblis. O iki büyük ordu arasında savaşlar oldu, geldi geçti.

    İkinci devre Habil geldi, onun pak nurunun zıddı Kaabil oldu. Adalet ve zulümden ibaret olan bu iki bayrak, böylece devir devir, Nemrud’a kadar geldi dayandı.

    O İbrahim’in zıddı ve düşmanı oldu. O iki ordu birbirine kin güttü, savaştı durdu. Savaşın uzamasından hoşlanmayınca ikisinin arasını ateş ayırdı. O iki taifenin müşkülü halledilsin diye ateşi, azabı hakem yaptı. Devir, devir zaman, zaman bu iki fırka, Firavunla esirgeyici Musa’nın zamanına kadar yıllarca savaştı. Savaş bitmedi tükenmedi. Bu iş, haddi aşıp usanç verince de Tanrı, denizi hakem yaptı; bakalım hangisi öndülü alacak dedi.

    Mustafa’nın devrine, onun zuhuruna kadar bu böyle gitti. O zuhur edince Ebucehil’le o cefa askerinin başbuğuyla savaştı. Tanrı, Semud kavmi için, bir haykırış hizmetkar tuttu, onların canlarını alıverdi. Ad kavmi için tez kalkan ve hızlı giden bir hizmetkarı tuttu, yeli kullandı.

    Karun’un halini de bildi, onu defetmek için de yeryüzünü kullandı. Yer, halim olmakla beraber ona kinlendi, onu yuttu. Yerin halimliği adeta kahroldu da Karun’u da dibine kadar sömürdü, hazinesini de. Bu bedenin direği lokmadır. Açlık kılıcına karşı ekmek, bir zırhtır. Öyle olduğu halde Tanrı, senin ekmeğine bir kahır mayası kodu mu o ekmek boğaz illeti gibi kursağında durur, boğazını sıkar, seni öldürür. Seni soğuktan koruyan şu elbiseye Tanrı, zemheri mizacını verir. Bu güzelim cüppe buz gibi soğuk olur, kar gibi ziyan verir.

    Kürkten de kaçarsın, ipekli elbisenden de. Ondan kaçar zemheriye sığınırsın. Sen iki dağ tepesi değilsin,bir dağ tepesisin, yalın kat bir adamsın sen. Zelle azabından gafilsin.

    Şehre, köye Tanrı emri geldi: Eve duvara, onlara gölge verme, yağmura, güneşe mani olma dendi. Bu suretle o ümmet peygamberlerinin yanına koştular. Ey ulu kişi dediler, çoğumuz öldük. Artık arkasını tefsirden oku. O eli sopalı er, sopayı yılan yaptı. Aklın varsa bu nükte sana yeter. Gözün var ama anlayışın yok. Adeta donmuş bir kaynak, bir et parçası.

    Bunun içindir ki düşünceleri meydana getiren, bezeyen Tanrı, ey kul, anlayışlı bir surette bak demektedir. Soğuk demiri döv demiyor, bunu istemiyor, fakat ey demir, hiç olmazsa Davut’un yanında dön dolaş.

    Bedenin ölmüş, İsrafil’in yanına koş. Gönlün donmuş, yürüyüp giden güneşe git. Hayallerden öyle libaslara büründün ki neredeyse kötü zanlı sofestailere karışacaksın.

    Sofestai’de zaten akıl yoktu. Bu yüzden duygudan da oldu, varlıktan da mahrum kaldı. Kendine gel, şimdi söz çiğnemek devri. Söylersen halka rezil rüsva olursun.

    İm’an ne demektir? Kaynaktan su akıtmak. Bedenden can gitti mi o cana “giden revan” derler. Canı beden bağından çözüp kurtararak çayırlığa, çimenliğe salıveren hakim. Hayatla ruhu ayırt etmek için ona bu iki lakabı taktı. Bunu fark edenin canına aferin. Bu suretle de Tanrı fermanına uyan, dilerse gülü diken, dikeni gül yapan kişideki ruhu anlattı.

    İnananlar, o zararlı yelin elinden kaçmışlar, hepsi bir daire içine sığınmışlardı. Yel, adeta tufandı, onun lütfu da gemi. Onun bu çeşit nice gemileri var, nice tufanları.

    Tanrı, bir padişahı gemi yapar. Hırsı ile kendisini saflara vurur. Maksadı halkın emin olması değildir, ülke zapt etmektir. Değirmen beygiri koşar, döner durur. Maksadı da dayak yemeden kurtulmaktadır. Su çekmekten yahut susamdan şırlagan yağı çıkarmaktan haberi bile yoktur.

    Öküz, arabayı çekmek eşyayı götürmek için değil, dayak korkusundan yürür, yeler. Fakat Tanrı, ona öyle bir acı korkusu vermiştir de o yüzden işler de görülür gider. Her kazanç sahibi de bunun gibi alemi ıslah için değil, kendisi için çalışır. Her biri derdine bir melhem arar. Derken bir alem de bu yüzden düzene girer. Tanrı korkuyu bu aleme direk yapmıştır. Herkes can korkusu ile bir işe sarılmıştır.

    Tanrıya hamd olsun ki böyle bir korkuyu mimar etmiş, onunla yer yüzünü düzene koymuştur. Bunların hepside iyiden, kötüden korkarlar. Fakat hiçbir kimse yoktur ki kendi kendisinden korksun. Şu halde hakikatte herkese hakim olan birsidir ve o, duygularla duyulmaz ama çok yakındır insana. O, bir gizli yerde duyulur ama bu evin duyguları ile duyulmaz. Tanrının anlaşılacağı, duyulacağı duygu değildir, o duygu, başka bir duygudur.

    Hayvan duygusu, o suretleri görseydi öküzle eşek de vaktin Beyazıd’ı olurdu. Bedeni, ruha mazhar eden, gemiyi Nuh’a burak yapan, dilerse ey nur arayan, gemiyi değiştirir, tufan haline getirir.

    Ey yoksul, her an sana bir tufandır, bir gemidir. Seni gama neşeye ulaştırır durur. Gemiyle denizi görmüyorsan bütün cüzilerindeki şu titreyişi, şu kaynaşmayı gör. Gözler, korkunun aslını görmediğinden çeşit çeşit hayallerden korkar insan.

    Sarhoş bir herif, körün birine bir yumruk indirir. Kör sanır ki kendisini deve tepti. Çünkü o sırada deve sesini duymuştur. Körün aynası kulaktır, göz değil. Derken yine hayır, bu bir taş olacak. Belki şu çınlayıp duran kubbeden geldi der. Bu da değil, o da değil, öbürü de değil. Bunları o korkuyu yaratan gösterir. Korku ve titreyiş, mutlaka başkasındandır. Hiçbir kimse kendisinden korkar mı? O filozofcuk, korkuya vehim der. O, bu dersi eğri anlamıştır.

    Hakikati olmayan vehim olur mu hiç? Hiç gönül doğru olmayan bir yere akar mı? Yalancı, doğru olmasa bir yalan kıvırabilir mi? İki alemde de bir yalan doğrudan meydana gelir. Doğrunun revacına, parlaklığına bakar da yalancı o ümitle yalan söyler.

    Ey yalancı, bu yalanın da doğru yüzünden geçmede. Nimete şükret de doğruyu inkar etme. Filozofluk taslayandan mı söyleyeyim, onun sevdasından mı bahsedeyim? Yoksa Tanrının gemilerini denizlerini mi anlatayım?

    Hadi onun gemilerinden bahsedeyim. Çünkü o bahis, gönle öğüt verir. Külden bahsedeyim. Çünkü cüz, küllün içindedir. Her vesileyi Nuh ve kaptan bil, bu halkın sohbetini de tufan say. Aslandan ve erkek ejderhadan az kaç da aşinalarından, akrabalarından daha fazla sakın. Onlar seninle buluşup ömrünü ziyan ederler. Onları anma, gayb aleminden elde ettiğin mahsulü bitirir.

    Susuz eşek gibi her birinin hayali, beden kabından düşünce şerbetini emer, sömürür. O kovucuların hayali, abıhayattan elde ettiğin çiğ tanesini emiverir. Daldan suyun çekilmesine alamet, o dalın kupkuru kalması, oynamamasıdır.

    Her uzuv taze dala benzer. Ne yana çekersen eğilir. Dilersen ondan sepet, hatta çember bile yaparsın. Fakat suyu çekildi mi, kökünden su almaz oldu, kurudu mu dilediğin gibi bükülmez.

    Kuran’dan “Namaza kalksalar da üşenerek kalkarlar” ayetini okusana. Dal kökünden meme emmiyor ki. Bu alamet, taş gibidir. Kısa keseyim de yoksulu, definesini onun hallerini söyleyeyim. Her fidanı yakan ateşi gördün ya. Hayali yakan can ateşini de seyret. Candan böyle bir ateş yalımlandı mı ne hayale aman vardır ne hakikate.

    O, her aslanın, her tilkinin düşmanıdır. “her şey helak olur, ancak onun hakikati bakidir.” Onun hakikatine var, varlığından vazgeç. “Bismi” deki elif gibi kelimede kaybol. O elif, Bismi’de gizlenmiştir. O, hem Bismi’de vardır, hem yoktur. Böyle ulanmak için hazfedildi mi kelimede yok olur. O, ulanma içindir, be harfiyle sin harfi, onunla birbirine ulanmıştır. Fakat be harfiyle sin harfinin ulanması, elifin bulanmasına razı olmaz.

    Bu ulanmada, bu buluşmada bir harf bile sığmazsa artık sözü kısa kesmem lazım benim. Bir harf bile sin’le be’yi ayırıyor. Burada susmak, ne lüzumlu bir şey. Elif, varlığından yok olmuştur ama o harfi olmaksızın da be’yle sin, elifi söyler durur.

    “Sen atmadın attığın vakit o attı” ayeti Peygamberin varlığı olmadan inmiştir. Peygamber de kendi varlığından geçmiş, susmuş, Tanrı diliyle söylemeye koyulmuştur da ondan sonra “Allah dedi” demiştir. İlaç, ilaç olarak kaldıkça tesirsizdir. Fakat içildi, yendi de varlığından geçti mi tesir eder.

    Ormanlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa yine Mesnevinin biteceğini umma. Toprak oldukça ve kerpiç dökücü, toprağı karıp dört sopadan meydana gelen kalıba döktükçe bu kitabın şiiri de uzar gider.

    Hatta toprak kalmasa, yapılan kerpiç kurusa yine onun denizi coşar, köpürür... Köpüklerden toprak düzer. Orman kalmasa, ağaçlar tükense ormanlık, bu sefer denizin içinden biter, baş gösterir. Onun için sıkıntıları gideren o zat, “Bizim denizimizden zuhur eden sözleri rivayet edin. Bu hususta size bir teklif yoktur” dedi.

    Denizden dön, yüzünü karaya ko. Oyundan oyuncaktan bahset, çocuğa bu daha iyi. Çocukluğunda oyunla oynarsa da yavaş yavaş akıl denizine aşina olur, o denize dalar yüzer. Çocuk, oyunla akıllanır, oynaya oynaya aklı başına gelir onun. Oyun, görünüşte akla uymaz ama iş böyledir işte. Deli çocuk, oyun oynar mı? Cüzü lazım ki külle dönsün.

    İşte o yoksulun hayali, riyasız olarak gel, gel demekle beni aciz bıraktı. Onun sesini sen duymazsın ama ben duyarım. Çünkü gizlilik aleminde onun sırdaşıyım ben.

    Onu define arıyor sanma. Define kendisi. Dost, manada dosttan başka bir şey olabilir mi? Her lahza o, kendisine secde etmede. Yüzünü görmek için önüne bir ayna koymuş secde ediyor. Aynada hakikati bir habbecik görseydi ondan bir hayalden başka bir şey kalmazdı.

    Hayalleri de yok olurdu, kendisi de. Bilgisi, bilgisizlikte mahvolmak olurdu. Bizim bilgisizliğimizden başka bir bilgi, şüphe yok ki benim diye baş gösterirdi.

    Adem’e secde edin diye ses gelip durmada. Adem’seniz bir an olsun kendinizi görün. Bu ses meleklerin gözünden şaşılığı giderdi de yeryüzü, onlarca lacivert gökyüzünün aynı oldu.

    Tanrıdan başka tapacak yoktur dedi, tapacak yalnız Tanrıdır demekle ondan başka varlık yoktur demiş oldu ve birlik açıldı. O dostun, o doğru yolu bulmuş sevgilinin kulağımızı çekme zamanı geldi.

    Kulağımızı tutup çeşmeye götürerek ağzını burada, bu suyla yıka, halktan gizlediğin şeyleri söyleme demesinin tan vakti. Fakat söylesen de o meydana çıkmaz ki. Yalnız sen açmayı kastetmekle suçlu olursun, o kadar.

    Fakat ben, onların etrafında dönüp duruyorum işte. Bunu söyleyen de benim dinleyen de. Yoksulun ve definenin suretini söyle. Bunlar, eziyet çekenlerdir, o eziyeti anlat bakalım.

    Rahmet çeşmesi, onlara haram oldu. Öldürücü zehri kadeh kadeh içiyorlar. Eteklerine toprak doldurmuşlar, şu kaynakları doldurmaya geliyorlar. Denizden yardım gören bu kaynak, şu iyi kötü bir avuç toprağın çalışıp çabalaması ile dolar mı hiç?

    Fakat sizi bıraktım, size karşı kurudum, ebediyen de akmayacağım der. Halk, iştah bakımından ters tabiatlıdır. Öyleleri vardır ki suyu bırakır, içmez de toprak yer. Halk peygamberlerin tabiatlarına zıttır, tutar ejderhaya dayanır. Göze mühür vurmasını, gözü kapatmasını bildin, fakat neden göz yumdun, bunu da bildin mi?

    Gözü yumdun da onun yerine şu gözlerini neye açtın? Bir bir, bil ki kapadığın gözün yerine gelen kötü gözlerdir onlar. Fakat inayet güneşi parlayıp doğmuş, ümidini kesenlere lütfetmiştir. Rahmetiyle görülmemiş bir tavla oyununa girişir. Küfrün ta kendisini tövbe haline kor.

    O cömert Tanrı halkın bu bahtsızlığını görüp iki yüz tane sevgi çemberi akıtmıştır. O, koncaya dikenden sermaye verir, dikenden gonca bitirir. Yılan boynuzu ile yılanı süsler, bezer. Gece karanlığından gündüzü çıkarır. Yoksulun elinden zenginlik izhar eder. Halil’e kumu un yapar, Davut’a dağı enis kılar.

    O karanlık bulutların altındaki dağ, olanca vahşetiyle beraber ağız açar, zir ve bem perdelerinden çenk çalar. Ey halktan nefret eden Davut, kalk. Onları terk ettin, yerine bizi dinle, beraber çalalım der.

    O derviş dedi ki: Ey sırları bilen, bu define için ömrümü ziyan ettim. Hırs şeytanı, acele ettirdi, bana. Ne yavaşlığım kaldı, ne tedbirim, ne ihtiyatım. Tencereden bir lokma bile yemedim. Yalnız avucum siyahlandı, ağzım yandı. Bunu iyice bilmiyorum, bari bu düğümü bağlayana müracaat ederek çözeyim demedim.

    Tanrının sözünü Tanrının sözü ile tefsire kalkış. Kendine gel de zannına uyup hezeyan etme a pek yüzlü! Düğümü kim bağladıysa o çözer. Bu nükteleri, bu sırları, yine söyleyen açar. Sana o çeşit söz, kolay anlaşılır gibi gelir ama Tanrı remizleri kolay anlaşılır mı hiç?

    Adam yarabbi dedi, bu işten tövbe ettim. Kapıyı sen kapadın, yine sen aç! Duada da bir hünerim yokmuş, yine başımı hırkaya çekiyor, sana yalvarıyorum. Hüner nerede, ben neredeyim, doğru bir gönül nerede? Bunların hepside senin aksin, hepsi de sensin. Her gece rüyada bir tedbire girişmede, bir fikre düşmedeyim. Suda gark olan gemiye döndüm. Ne ben kalıyorum, ne hünerim kalıyor. Beden de bir leş gibi bihaber olarak bir tarafa düşüyor.

    O yüce padişah, seher çağına kadar her gece “evet, Rabbiniz değil miyim?” diye sormada. “Evet” diye cevap vermede. Nerede “Evet, Rabbimizsiniz” diyen? Hepsini de uyku seli aldı götürdü. Yahut da bir timsah, hepsini paraladı, yedi.

    Sabah çağı, karanlıklar kınından parlak kılıcını çekip de, doğu güneşi, geceyi dürünce bu timsah da yediklerini kusar. Yunus gibi o timsahın midesinden kurtulur, koku ve renk alemine yayılırız. Halk, Yunus gibi Tanrıyı tesbih etti, o karanlıklar aleminde o yüzden rahat kaldı. Her biri seher vakti, gece balığının karnından çıkınca der ki: Yarabbi, ey kerem sahibi, o korkunç geceye rahmet definesini gömmüş, ona bunca tat vermişsin.

    O üstü pul pul, yol yol olan ve bir timsaha benzeyen gece, gözlerimizi, kulaklarımızı kuvvetlendiriyor, bedenimiz rahatlaşıyor. Bundan böyle senin gibi birisi, bizimle beraber olduktan sonra bize korkunç görünen şeylerden kaçmayız.

    Musa, onu ateş gördü ama nurdu. Biz geceyi bir zenci gibi gördük, halbuki o huridir. Bundan böyle denizi, çerçöpün örtmemesi için senden bir göz isteyelim. Büyüklerin gözleri açıldı da ellerini çırpmaya, oynamaya başladılar. Ama bu elle, bu ayakla değil. Halkın gözünü, ancak sebepler bağlar. Sebepten korkup titreyen, eshaptan değildir. fakat bizim eshabımız; hakikat ehlidir. Tanrı, onlara kapı açmış, onları odanın baş köşesine geçirmiştir. Tanrı eline nispetle müstahak olan da Tanrı azatlısıdır, bağdan kurtulmuştur, müstahak olmayan da. Yokluk alemindeyken hak mı kazanmıştık da bu cana ulaştık, bu bilgiyi elde ettik? Ey ağyarı yar eden, ey dikene gül libası ihsan eyleyen! Toprağımızı ikinci defa olarak yine süz de hiçbir şey olmayanı yine bir şey haline getir! Bu duayı da önce sen emrettin, yoksa bir toprak parçasında sana dua etmeye kudret mi olurdu?

    Ey hikmetine hayran olduğumun Tanrısı, mademki dua etmemizi emrettin, bu emrettiğin duayı sen kabul et. Geceleyin anlayış ve duygular gemisi kırılır. Ne bir ümit kalır, ne korku, ne yeis. Tanrım beni rahmet denizine daldırır, bakalım, ne hünerle doldurup geri gönderecek?

    Birisini ululuk nuru ile doldurur, öbürünü vehimlerle, hayallerle. Kendimde bir rey, bir tedbir olsaydı her yaptığım, her giriştiğim iş, kendi hükmünce olurdu. Geceleyin aklım, benim buyruğum olmadan gitmezdi. Kuşlarım, tuzağımda dururdu. Can duraklarını bilir, uykumda da, uyanıkken de, sınandığım zaman da onları anlardım. Bu işleri bağlayıp çözmek elimde değil, değil de yine de bu ululanmam, bu kendimi beğenmem nedir? Gördüğümü görmemiş sandım da yine dua zembilini kaldırdım.

    Ey kerem sahibi, elif gibi hiçbir şeyim yok... Mimin gözünden daha dar bir gönlüm var ancak. Bu elif, bu mim, varlığımızın anasıdır. Anamız olan mimin eli dardır, elifse ondan daha yoksul! Elifin bir şeyi yok demek gaflettir, mim gibi gönlü daralmış bir hale gelmek akıl alametidir. Kendimden geçtiğim zaman hiçim. Fakat aklım başıma geldi mi ıstıraplara düşer, kıvranır dururum.

    Artık böyle bir hiçe bir şey yükleme. Böyle kıvrandıran şeye devlet adını takma. Zaten beni iyileştirecek bir şeyim yok. Bu yüzlerce derde de vehimden uğradım. Hiçbir şeyim yok, o haldeyim işte. Bana lütfet. Zahmetler çektim, rahatlaştır beni, rahatımı arttır benim. Göz yaşlarıma gark oldum, üryan bir halde durmadayım. Senin kapını görecek göz yok bende. Gözsüz kuluna rahmet et de gözyaşları, şu yazıda bir yeşillik, bir ot bitirsin. Gözyaşım kalmazsa gözyaşı ihsan et. Peygamberin yaş dökücü gözleri gibi hani. O bile bunca devletiyle, bunca ululuğuyla, bunca ileri oluşuyla beraber Tanrı kereminden gözyaşı istedi.

    Artık benim gibi eli boş bir kase yalayıcı, nasıl olur da kanlı gözyaşlarını iplik gibi salmaz? Öyle bir göz bile gözyaşına meftun olduktan sonra benim göz yaşlarım, yüzlerce ırmak olmalı.

    Onun göz yaşlarının bir katrası, benim iki yüz ırmağımdan yeğdir. Çünkü o bir katrayla insanlar da kurtuldu, cinler de. O cennet bahçesi bile yağmur isteyince çorak ve çirkin toprak nasıl istemez? Kardeş, elini duadan ayırma. Kabul edilmiş, edilmemiş, bununla ne işin var senin? Ekmek bile bu göz yaşına mani olursa elini ekmekten yumak gerek. Kendine çeki düzen ver, çevikleş, yan yakıl da ekmeğini göz yaşlarınla pişir.

    O böyle dua edip dururken Tanrıdan ilham geldi, bu müşküller açıldı.
    Dendi ki: Hatif sana yaya bir ok koy, at dedi, yayın zıhını adamakıllı çek demedi ki.

    Yayı iyice ta kulağına kadar çek demedi, bir ok koy,atıver dedi. Sen, ukalalığından yayı çekmeye okçuluk hünerini göstermeye kalkıştın. Bu katı yayı bırak da yürü, alelade yaya bir ok koy, fazla gitmesine savaşma. Düştüğü yeri kaz, defineyi orada bulmaya çalış, altınları elde et.

    Tanrı, şah damarından yakındır insana. Halbuki sen ok gibi olan düşünceni uzaklara atmadasın. Ey yayı kurup oku atan! Av yakında, sen uzağa düşmüşsün. Kim daha uzağa ok atarsa daha uzaktadır. Böyle bir defineden daha uzağa düşer o.

    Filozof kendisini düşünceyle öldürdü. Koş de ona, zaten defineye arkasını çevirmiştir o. Koş de. Ne kadar fazla koşarsa gönlünün muradından o kadar uzaklaşır.

    Padişah, “Bizim için savaşanlar” dedi, bizden uzaklaşmaya çalışanlar demedi a kararsız adam! Kenan gibi hani. O da Nuh’dan arlandı da o koca dağın tepesine çımaya kalkıştı. Kurtulmak için dağa ne kadar koştu, tırmandıysa kurtuluştan o kadar uzaklaştı.

    Her sabah, daha katı bir yayla daha uzağa ok atıp define arayan bu yoksul gibi. Daha katı olan her yayı, eline aldıkça defineden o derece mahrum olmaktaydı. Bu atalar sözü, alemde söylenir durur: Şeytanın canı azapta gerek. Çünkü bilgisiz kişi hocadan utanır, kalkar, gidip yeni bir dükkan açar.

    Ustana danışmadan açtığın o dükkan, bil ki kokmuş bir dükkandır, akreplerle, yılanlarla doludur o suretten ibaret adam. Çabuk yık bu dükkanı da yeşilliğe, gül fidanlarına, içilecek suların bulunduğu yere dön.

    Kibrinden, işin iç yüzünü bilmediğinden güya kendisini kurtaracak dağı kurtuluş gemisi yapmaya kalkışan Kenan’a benzemez. O define arayana da okçuluğu hicap oldu. Halbuki isteği hazırdı, koynundaydı. Nice bilgi, nice zeka, nice zeka, nice anlayış vardır ki yolcuya bir gulyabani, bir harami kesilir.

    Cennetliklerin çoğu ahmaktır. Bu suretle de filozofun şerrinden kurtulur onlar. Kendini faziletten de üryan bir hale getir, saçma şeylerden de... Böylece rahmet, her an sana insin dursun. Anlayışlı olmak; sınıklığın, niyazın zıddıdır. Anlayışlı olmayı bırak, ahmaklıkla uzlaşmaya bak. Anlayışı hırs ve tamah tuzağı bil. Temiz kişinin şeytan gibi akıllı olmakla ne işi var?

    Aklı, fikri ileri olanlar, bir sanatla kanaat ederler. Fakat o kadar ileri anlayışlı olmayanlar sanatı görür, sanatkarı bulurlar. Ana küçücük yavrusunu gündüzün kucağına alır, ona el ayak olur, onu her şeyden korur.


    Mesnevi'den Hikayeler

  5. #25
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Mesneviden Hikayeler 6. Cilt









    ÜÇ YOLCU

    Oğul, burada bir hikaye dinle de hünerlerine kapılıp belalara uğrama.

    Bir Yahudi, bir Müslüman, bir de Hıristiyan yolda arkadaş oldular. Bir mümin, iki sapıkla yoldaş oldu. Aklın şeytan ve nefisle arkadaş olması gibi.

    Yol hali bu bir de bakarsın, bir Maraga’lı ile bir Rey’li arkadaş olur. Beraber yerler, beraber içerler. Baykuş, karga ve doğan, bir kafese düşebilir. Hapiste bir temiz kişiyle bir beynamaz arkadaş olabilir. Bir konaktaki kervan sarayda doğu ve batı halkıyla Maveraünnehir’li bir araya gelir.

    Aşağılık ve yüce kişiler, kış ve kar yüzünden bir kervansarayda günlerce kalırlar. Fakat yol açıldı, mani kalmadı mı hepsi ayrılır, her biri bir yana gider.

    Akıl padişahı, kafesi kırdı mı kuşların her biri bir tarafa uçar. Bundan önce neşelenerek, sevinerek kendi cinsinin havası ile geldiği yere uçar giderdi ya. Kafeste ve zindan da iken de her an ağlayıp inleyerek kanat açar ama uçmaya yol ve imkan yoktur. Fakat yol oldu mu her biri, anarak kanat açtığı yere uçar, yel gibi uçup gider. Ağlayıp vah ettiği tarafa fırsat buldu mu koşar uçup kavuşur. Bedenine bak. Bu cüzüler, nereden toplanıp bedenine geldi. Kimisi suya, kimisi toprağa, kimisi yele, kimisi ateşe mensup. Kimi arştan gelmiş, kimi ferşten. Kimisi güzel, kimisi çirkin.

    Her biri kar korkusundan bu kervansaraya sinmiş, geldikleri yere tekrar dönmeyi umuyor. Çeşit çeşit kar var, her taraf donmuş, hiçbir yerde hayat kalmamış. O adalet güneşinden uzak kalmışlar, o uzaklık kışından buz kesilmişler. Fakat o kızgın güneşin harareti bir geldi mi dağ bile kum ve yün kesilir.

    Can verirken beden nasıl erirse kendilerinde candan eser olmayan cansızlar bile öyle erir.

    Bu üç yoldaş bir konağa vardılar. Orada bir devletli, kendilerine helva hediye etti. Bir ihsan sahibi, “Ben yakınım” sofrasından her üç garibe de helva götürdü. Tanrıdan sevap ümidi ile sıcak somun ve bal helvası hediye etti.

    Şehirliler edep ve zeka ehli olurlar. Toy vermek yoksul doyurmak da köylülere verilmiştir. Tanrı, garibe ziyafet çekmeyi köylülere vermiştir. Köylerde her gün Tanrıdan başka imdadına yetişecek hiç kimsesi olmayan yeni bir misafir vardır. Köylerde her gece yeni bir topluluk vardır ki onların Tanrıdan başka kimseleri yoktur.

    O iki yabancı, adamakıllı yemek yemişler, imtilaya uğramışlardı. O Müslüman ise oruçluydu. Akşam namazı vakti o helva gelince Mümin, pek aç olduğundan yemek istediyse de, ikisi de biz boğazımıza kadar tokuz. Bu yemeği bu gece bırakalım da yarın yeriz. Bu gece sabredelim, yemeyelim de helvayı yarına saklayalım dediler.

    Mümin dedi ki: Sabrı bırakalım da bu gece yiyelim yarının sahibi var. Ona sen, böyle hikmet satarak yalnız yemek istiyorsun galiba dediler.

    Dedi ki: Dostlar, biz üç kişi değil miyiz? Bana razı değilseniz pay edelim. Kimse ne düşerse diler yesin, diler saklasın. İkisi birden hayır dediler, pay etmeyi bırak, “her pay eden cehennemdedir” sözünü duy.

    Mümin, burada pay eden, kendi havasına uyup pay edendir. Tanrı için pay eden değil. Sen de Tanrınınsın onun payısın. Onun payını başkasına verirsen ona şirk koşmuş olursun. Eğer kötü kişilerin zamanı olmasaydı bu aslan, köpeklere üstün olurdu. Onların kasti o Müslüman’ın gam yemesi, o geceyi aç geçirmesiydi.

    Tanrıya teslim oldu, boynunu eğdi, dostlarım dedi, baş üstüne, dediğiniz gibi olsun. O gece yatıp uyudular, sabahleyin kalkıp kendilerini bezediler. Yüzlerini ağızlarını yıkadılar. Her biri, kendi yolunca virdini okumaya koyuldu.

    Bir zaman virtlerine yüz tutup Tanrıdan lütuf ve ihsan dilediler. Müminde ulu padişaha yüz tutar, Hıristiyan da Yahudi de; Mecusi de. Hatta taş, toprak, dağ ve suyun bile Tanrıya gizli bir duası, ilticası vardır.

    Her sözün sonu gelmez. Her üç dostta ibadetlerini bitirdikten sonra dostçasına birbirlerine yüz çevirdiler.

    Biri dedi ki: Her birimiz gördüğü rüyayı anlatsın. Kimin rüyası daha güzelse bu helvayı o yesin, üstün olan alt olanın payını alsın. Aklı en üstün olanın yemesi herkesin yemesi demektir. Onun nurlarla dolu olan canı üstün gelmiştir, arda kalanların derdine o deva eder. Akıllılar, ebediliğe ulaşmışlardır. Şu halde onların vücudu ile bu alemde mana bakımından bakidir.

    Bunu üzerine önce Yahudi gördüğünü söyledi, geceleyin ruhu nerelerde gezdiyse anlattı. Dedi ki: Yolda önüme Musa çıktı. Öyledir, kedi rüyasında yağlı kuyruk görür. Musa’nın ardında Tur dağına gittim. Ben de Musa’da Tur dağı da nura gark olduk, görünmez bir hale geldik. O güneşin nuru ile üç gölge de mahvoldu. Ondan sonra o nurdan bir kapı açıldı. O nurun içinden bir başka nur göründü. O ikinci nur, çabucak yüceldi. Ben de, Musa’da, Tur dağı da... Üçümüzde o nurun doğmasıyla yok kaybolduk. Ondan sonra gördüm, Tanrı nuru ı-ona üfürünce dağ üçe ayrıldı.

    Heybet sıfatı ona tecelli edince parçalar, birbirinden ayrıldı

    Her bir parçası bir tarafa gitti. Bir parçası denize doğru gitti. Zehir gibi acı olan deniz suyu, bu yüzden tatlılaştı.

    İkinci parçası yere geçti, yerden tatlı sular, deva çeşmeleri kaynadı. Tertemiz vahyin kutluluğundan o sular, bütün hastalara şifa kesildi. Öbür parçası da derhal uçup da Kâbe’nin yanına gitti, Arafat dağı oldu. Sonra tekrar o sesten kendime geldim, bir de gördüm ki Tur yerindeydi, ne eksiği vardı, ne fazlalığı.

    Fakat Musa’nın ayağı altında buz gibi eriyordu. Ne çukuru kaldı ne tepesi. Heybetten yerle bir oldu, tepesi de o heybetle eteğiyle birleşti. Derken yine kendime geldim, gördüm ki Tur’la Musa, eskisi gidi durmakta. Yalnız dağın eteğindeki çölde yüzleri Musa’ya benzeyen bir alay halk var. Onun gibi onların ellerinde de birer asa var, hırkası tıpkı onların hırkasına benziyor. Hepside eteğini çemremiş kendi turuna gitmekte. Hepsi ellerini duaya kaldırmış, “Rabbin bana görün” demeye koyulmuş. Sonra yine o dalgınlıktan kendime geldim, her birinin sureti bana başka türlü göründü. Hepsi de Tanrı aşığı peygamberdi bunların. Bu suretle bana peygamberlerin birliği anlatılmış oldu.

    Bu sırada yine o ulu melekleri gördüm. Kardan meydana gelmişti bunlar. Bunlardan başka yardım dileyen bir halka melek daha vardı ki onlarda ateşten yaratılmışlardı.

    O çıfıt böyle söyleyip duruyordu. Nice Yahudi vardır ki sonu iyi olur. Hiçbir kafiri hor görmeyin. Müslüman olarak ölebilir olur ya. Ömrünün sonundan ne haberin var ki ondan tamamı ile yüzünü çeviriyorsun. Ondan sonra Hıristiyan söze geldi. Dedi ki: Rüyada Mesih gördüm.

    Onunla dördüncü kat göğe alemin güneşinin bulunduğu durağa çıktım. Gök kalelerinin şaşılacak şeylerini gördüm. Bu alemdeki alametlere hiç benzemiyorlardı. Oğulların gökçeği, herkes bilir ki gökyüzünün hüneri, elbette yeryüzünden üstündür.

    Bir deve, bir öküz ve bir koç, yolda giderlerken bir bağ ot buldular.

    Koç dedi ki: Bunu paylaşırsak hiç birimiz doymayız. Fakat kimin ömrü daha artıksa bu otu o yesin. Yaşlılara hürmet Mustafa’nın sünnetlerindendir çünkü.

    Aşağılık kişilerin hükmettiği bu devirde ise halk, yaşlıları iki yerde öne geçirirler. Ya ateş gibi sıcak yemeğe buyur derler, yahut bakımsızlıktan yıkılacak dereceye gelen köprüde ileri sürerler. Aşağılık kişiler kötü bir maksatları olmadıkça bir şeyhi, bir büyüğü, bir kılavuzu ağırlamazlar. Onların hayırları budur, artık kötülüklerini var sen kıyas et.

    ÖRNEK

    Bir padişah camiye geliyordu. Yaverleri, sopalı memurları, halkı dövmedeydi. Sopalı damlar, birinin başını yarıyor, öbürünün gömleğini yırtıyor, padişaha yol açıyorlardı.

    O arada bir yoksul da yasakçılardan suçsuz olarak on sopa yedi. Kanlar içinde kaldı. Padişaha yüz dönüp dedi ki: Şu apaçık zulme bak, gizlisini ne soruyorsun? Camiye gidiyorsun güya. Hayrın buysa şerrin ve kötülüğün nedir ey azgın?

    Bir pir aşağılık bir adamdan bir tek selam işitmez ki nihayet ondan bir hayli derde uğramasın. Böyle bir kötü kişinin veliye musallat olmasındansa kurdun musallat olması daha iyidir.

    Kurt, çok zalimdir ama hiç olmazsa hilesi, düzeni yoktur. Hilesi, aklı fikri olsa hiç tuzağa düşer mi? Hile insandadır tamamı ile. Koç, öküzle deveye arkadaş dedi, mademki böyle bir ota rastladık, hadi bakalım her birimiz ömrümüzün başlangıcını söyleyin. Kim daha yaşlı anlaşılsın,öbürleri de sussun.

    Benim vücuda gelişim, İsmail’in koçu ile başlar. O vakitten beri varım ben. Öküz ben dedi, Adem peygamber, bir öküzle çift sürüyordu ya, işte o vakit küçücüktüm. Halkın atası Adem’in yeryüzünde çift sürdüğü öküzle eşim ben.

    Deve öküzle koçtan bu sözleri duyunca çok şaşırdı. Başını indirip otu aldı. Havaya kaldırdı. Hiçbir söz söylemeden o esrik deve,otu yedi, sonra dedi kİ: Benim için doğum tarihine zaten hacet yok. Bende bu çeşit gövde ve bu uzun boy varken buna ne hacet? Yavrum, herkes bilir ki ben, sizden küçük değilim. Akıl, fikir sahipleri, bilirler ki yaratılışım sizden üstündür.

    Hıristiyan da, hepiniz bilirsiniz ki dedi bu yüce gök, şu eski yeryüzünden yüzlerce defa geniştir. Nerede gökyüzünü acayip genişlikleri, nerede şu yerin köşeleri, bucakları?

    Müslüman bunu üzerine dedi ki: Dostlar, sultanım Mustafa zuhur etti.

    Bana dedi ki: Onların birisi Tur’a gitti, Tanrı Kelim’ine arkadaş oldu, aşk tavlası oynamaya girişti. Öbürünü de sahip kıran İsa aldı, dördüncü kat göğe çıkardı.

    Kalk a arda kalmış zarar görmüş adam! Bari o helva ile yahniyi sen ye. O hünerli, sanatlı kişiler, koştular; devlet ve mevki mektubunu okudular. O iki faziletli er, lütuf ve ihsanlar buldular, meleklere karıştılar. Ey arda kalmış saf ve bön! Kalk, sıçra da helva kasesinin başına otur! Bu sözü duyunca Hıristiyan’la Yahudi a haris dediler, yoksa helvayı yedin mi?

    Müslüman, “O emrine itaat edilen padişah, emredince ben kimim ki buyruğuna uymayayım? sen Yahudi’sin Musa’nın emrinden baş çekebilir misin? Seni iyi ve kötü bir şeye koşsa emrinden nasıl olur da dışarı çıkabilirsin? Sen de Mesih’e tabisin, hayır veya şer, herhangi bir işte Mesih’in emrine karşı durabilir misin? E... Artık ben nasıl olur da peygamberlerin övündüğü Peygamberimin emrinden dışarı çıkabilirim? Helvayı yedim tabii, şimdi de sarhoşum işte!” dedi.

    Bunun üzerine vallahi dediler, rüya, senin rüyan. Bu gördüğün rüya, bizim yüzlerce rüyamızdan üstün.

    Ey neşeli zat senin uykun uyanıklık. Rüyanın eserini uyanıklıkla bile görüyorsun. Sen de faziletten, yiğitlikten, hünerden geç, iş hizmette ve güzel huydadır.

    Tanrı, bizi bunun için meydana getirdi. “İnsanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım, cinleri de” dedi.

    Samiri’nin hüneri, neyini fazlalaştırdı ki? O hüner kendisini Tanrı kapısından sürdürdü. Karun’un başına kimya bilgisinden neler geldi? Seyret de bak. Yer, onu ta dibini kadar çekti. Ebülhakem, hünerinden ne elde etti? Küfrüyle inkarı ile baş aşağı cehenneme gitti.

    Hüner odur ki ateşi apaçık göresin; duman ateşe delalet eder demeyesin bunu böyle bil. Senin delilin hakikatte hekimin delilinden daha kokmuştur.

    Oğul, senin delilin bundan başka bir şey değilse pislik ye, sidiğe bak dur. Delilin, asaya benzer senin. Elindedir de körlüğünden göremediğin şeyleri, güya onunla anlarsın. Bu gürültüyü, bu kap tutu göremiyorum, beni mazur tut diyorsun adeta.


    Mesnevi'den Hikayeler

  6. #26
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Mesneviden Hikayeler 6. Cilt









    TİRMİZ PADİŞAHI

    Delkak, Tirmiz’de padişah olan Seyyid’in her şeyi bilen akıllı bir maskarasıydı. Padişahın Semerkant’da mühim bir işi vardı. O işi derhal yapıp gelecek bir adam aradı.

    “Beş günde oraya gidip gelecek ve bana haber getirecek olana hazineler vereceğim” diye tellal çağırttı. Delkak köydeydi. Bunu duyunca eşeğine bindi. Tirmiz’e doğru koşturmaya başladı. Öyle koşturuyordu ki eşek sakatlandı. Ata bindi at da çatladı. Nihayet yol tozlarına bulanmış bir halde Tirmiz’e gelip divana girdi. Vakitsiz olmakla beraber padişahın huzuruna girmek istedi. Divana bir fısıltıdır düştü. Padişah da vehimlendi adeta.

    Şehrin ileri gelenleri de ürktüler, geri kalanları da. Acaba diyorlardı, ne fitne ne kötülük çıktı? Kuvvetli bir düşman mı kast etti bize, yoksa kaza ve kaderden helak edici bir felakete mi uğradık?

    Ne oldu da Delkak, köyden kalktı, böyle aceleyle yola düştü, yolda birkaç tane Arap atını çatlattı?

    Halk, padişahın sarayının kapısına toplandı. Bakalım Delkak, böyle acele niçin geldi diye bekliyorlardı. Onun acelesinden, o telaşından Tirmiz’de bir gürültüdür koptu. Biri iki eliyle dizlerini dövüyor, öbürü eyvahlar olsun, başımıza gelenler nedir, diye bağırıyordu.

    Herkes, korkudan, gürültüden bir felaket düşünmede, bir başka çeşit düşünceye kapılmada, yüzlerce hayallere düşmedeydi. Hırkamıza düşen bu ateş nedir, diye herkes aklınca bir şeyler kuruyordu.

    Delkak, huzuruna gitmek istedi. Padişah derhal izin verdi. Yeri öpünce padişah “Ne oldu yahu” dedi. Kim, o ekşi suratlı adama bir şey sorduysa parmağını ağzına götürüp sus demekteydi. Bu hareketinden halkın, vehmi artıyor, herkes derleniyor, şaşırıp kalıyordu. Delkak, padişahın emri üzerine ey kerem sahibi padişahım dedi, bir an dur da nefes alayım. Aklım başıma gelsin. Çünkü acayip bir aleme düştüm. Bir an geçti ama padişah da vehme, zanna kapıldı. Boğazı da acıdı, ağzının tadı da kaçtı. Çünkü Delkak’ı hiç böyle görmemişti. Ondan daha hoş bir nedimi yoktu.

    Daima hikayeler söyler, latifeler eder, padişahı sevindirir, güldürürdü. Huzurda oturdu mu öyle bir güldürürdü ki padişah, kahkaha atarken iki eliyle karnını tutmaya mecbur olurdu. kahkahadan terlere batar, yüzüstü yerlere yıkılırdı. Bu günse yüzü sapsarıydı, suratı asıktı. Parmağını ağzına götürüp sus padişahım diyordu. Bu ne haldi?

    Padişah, ne felaket var acaba diye vehimlendikçe vehimleniyordu, hayallendikçe hayalleniyordu. Harzemşah, pek zalimdi, pek kan dökücüydü. Padişahın gönlünde o yüzden zaten gam, gussa vardı. O taraflardaki birçok padişahları ya hileyle, ya kuvvetle öldürmüş, yok etmişti o inatçı.

    Tirmiz padişahı da bundan vehimleniyordu zaten. Delkak’ın halinden vehim büsbütün arttı. Dedi ki: çabuk söyle, ne var? Kimden bu derece perişan oldun? Delkak cevap verdi: Köyde duydum ki padişah, her ana caddenin başında bir tellal bağırtmış. Üç günde Semerkant’a kadar gidecek adama hazineler bağışlatacağım demiş. Koşa, koşa aceleyle geldim ki ben de o kudret olmadığını söyleyeyim. Benden böyle çeviklik gelmez. Hiç olmazsa bunu benden umma.

    Padişah hay canına lanet olsun dedi, şehre yüzlerce korku saldın. A ham herif, bu kadar şey için ota da ateş saldın, otlağa da. Şu davullu, bayraklı hamlar da, biz yokluk yurdundan haberciyiz diye bağırıp dururlar ya! Hepsi dünyaya bir şeyhlik lafıdır atmış, kendisini Beyazıd yerine koymuştur. Kendi kendine yola girmiş, kendi kendine ulaşmış; bir dava yurdunda meclis kurmuştur.

    Kendi kendisine gelin güvey olan gibi. Kız tarafını hiç bundan haberi yokken güvey evi birbirine girer. İş yarıdan yarıya düzeldi, biz, bize gereken şartları yerine getirdik. Evleri süpürdük, bezedik. Bu hevesle adeta sarhoş olduk, bu işe hoş bir surette giriştik der. Fakat o taraftan bir haber geldi mi hayır. O damdan bir kuş uçup bu yana ulaştı mı? Hayır.

    Bu birbiri üstüne ulanan elçilikler, bu gürültü patırtı üzerine o taraftan size bir cevap geldi mi? Ne gezer? Gelmedi ama sevgilimiz biliyor ya. Mutlaka gönülden gönle yol vardır derler. Peki ama umduğumuz sevgiliden niye mektubumuza cevap gelmedi, niye yol bomboş öyleyse?

    Gizli aşikar yüzlerce nişane var, fakat yeter, bu kapının perdesini bundan fazla açma. Sen yine, zevzekliğinden kendi kendisini derde atan o ahmak Delkak’ın hikayesini söyle.

    Vezir dedi ki: Ey doğruya bir direk, bir dayak olan padişahım! Şu aşağılık kul bir söz söyleyecek, onu lütfen dinle. Delkak, köyden bir iş için geldi. Bir şey söyleyecekti. Şimdi vazgeçti, pişman oldu. Yağdan, baldan bahsetmede, söyleyeceğini gizlemede, maskaralıkla bu işten kurtulmaya savaşmada. Kını gösteriyor, kılıcı gizliyor. Onu acımadan sıkıştırmak gerek. Fıstığı, yahut cevizi kırmadıkça ne içi meydana çıkar, ne ondan bir çıkarılır. Onun bu saçma sözlerini, bu maskaralığını dinleme de titreyişine, yüzünün rengine bak.

    Tanrı, “Niyetleri yüzlerine görünüp durur” dedi. Çünkü yüz içteki sırrı söyler, açığa vurur. Bu görünen şey, duyulan sözün zıddıdır. Çünkü insan şerle yoğrulmuştur.

    Delkak, feryat ve figan ederek, coşup köpürerek vezir dedi, bu yoksulun kanına girmeye kalkışma. Gönle nice şüpheler, vehimler gelir ki doğru ve yerinde değildir. “Şüphe yok ki şüphenin bazısı suçtur, günahtır.” Sitem, hele yoksula olursa hiç doğru değildir. padişah kendisini inciten kişiye bile kötülük etmezken nasıl olur da onu güldürene kötülük eder? Fakat vezirin sözü, padişahın gönlüne yer etmişti. “Delkak’ı zindana götürün, maskaralığına, rüyasına pek kapılmayın. Boş karnına davul gibi vurun da davul gibi nesi var, nesi yoksa bize haber versin.

    Davul kuru olursa sesi başka türlü çıkar, yaş olursa başka türlü. İçinde bir şey olursa başka türlü bir ses verir, boş olursa başka türlü. Sesi ne halde olduğunu bildirir bize. Siz de onu dövün de zorundan içindekini söylesin, gönüllerimiz kabul edinceye kadar nesi var, nesi yoksa açığa vursun.

    Parlak ve açık doğru söz, gönle rahatlık verir. Gönül, yalan sözle yatışmaz. Yalan, çerçöpe benzer, gönül de ağza. Çöp ağızda gizlenmez. Ağızda çöp oldu mu dil dolanır durur, nihayet onu ağızdan atar. Hele göze bir çöp girerse göz yaşarır, kapanıp açılmaya başlar. Biz, bu çöpü, ağzımıza, gözümüze girmeden ayağımızın altında ezelim” dedi.

    Delkak padişahım yavaş ol dedi. Yavaşlık ve yarlıgama yüzünü pek yırtma. Beni azaba sokmak için neden bu kadar acele ediyorsun? Senin elindeyim, kuş değilim k, uçayım. Tanrı için verilen cezada acele etmek doğru değildir. fakat kendi kızgınlığından, kendi gelip geçici heva ve hevesinden verilen cezada acele edilir. Adam, kendini bir an önce razı etmeye bakar.

    Kaza ve kadere razı olursa kızgınlığı yatışır. Öç almadan geçer, o zevkten mahrum kalır. Bundan korkar işte. Yalancı şehvet, yemeye atılır, onun lezzetini, zevkini kaybedivereceğinden korkar ki bu zaten derttir.

    İştah varsa acele etmemek, yenen şeyin iyice sinmesi için ağır ağır yemek daha doğrudur. Sen, benim belamı defetmek, gördüğün gediği tıkamak istiyorsun. O gedikten bir felaket gelmesin diyorsun ama kaza ve kaderin o gedikten başka daha nice gedikleri, nice delikleri var.

    Belayı def etmenin çaresi, sitem etmek değildir. buna çare ihsandır, aftır keremdir. Peygamber “sadaka belayı defeder” dedi. Ey yiğit hastalığını sadakayla tedavi et. Sadaka, yoksulu yakmak, hilim gözleyen gözü kör etmek değildir.

    Padişah dedi ki: Hayır, yerinde yapılırsa iyidir. Yerinde bir hayırda bulunursan bu, doğru bir harekettir. Ruh, yerine şah sürmek işi harap etmektir. Şah yerine atı sürmek de bilgisizliktir. Şeriatta ihsan da var ceza da. Padişah, baş köşeye geçer; at ahıra bağlanır.

    Adalet nedir? Bir şeyi layık olduğu yere koymak. Zulüm nedir? layık olmadığı yere koymak. Tanrının yarattığı bir şey abes değildir. Kızgınlık, hilim, öğüt, hile... hepsi doğrudur. Bunların hiç biri mutlak olarak hayır değildir. aynı zamanda mutlak olarak şer de değildir. her birinin yerinde faydası vardır, yerinde de zararı. Onun için bilgi vaciptir, faydalıdır.

    Yoksula yapılan öyle cezalar vardır ki sevap bakımından ekmekten de yeğdir, helvadan da. Çünkü helva, vakitsiz yenirse safra yapar. Halbuki helva verilecek yerde ona bir sille vurulsa kötülükten kurtulur. Yoksula vaktinde bir sille vur da boynu vurulmaktan kurtulsun. vuRmak, hakikatte kötü huyadır. Kilim dövülmez, tozu dövülür. Meclis de var, zindan da. Her ikisi de lazım. Meclis ihlas sahibi olana, zindan ham kişiye.

    Yarayı deşmek lazım. Deşeceğin yerde üstüne merhem korsan pisliği kökleştirmiş olursun. Yaranın altındaki eti yer. Yarı faydası olsa elli tane ziyanı olur. Delkak, beni bırak demiyorum dedi, işi ara, sor, tahkik et diyorum. Sabır yolunu kapama, acele etme. Sabret de birkaç gün düşün. Bu düşünce esnasında bir şeye iyice karar verirsin de kulağımı bilerek çekersin.

    Neden yürüyüşte “Yüzü üstünde sürünme” sözü söylenir? Daima doğru yürümek gerekken yüzüstü sürünme neden? İyi kişilerle danış, görüş. Peygamber “İşlerini meşveretle yapar onlar” dedi, bunu böyle bil. İşleri meşveretle yapmak, şunun içindir: Meşveretten hata ve eğrilik, az meydana gelir.

    Bu akıllar, aydın kandillere benzer. Elbette yirmi kandil bir kandilden daha ziyade aydınlık verir. Belki aralarına gökyüzünün nurundan yanmış bir kandil düşüverir.

    Tanrı gayreti, ortaya bir perde salmıştır. Aşağılık ve yücelik alemine mensup olanları birbirine karıştırmış, karmıştır. “Yürüyün alemi gezin” demiştir. Sen de gez, dolaş da bahtını, rızkını sınaya dur. Meclislerde, peygamber de bulunan akıl gibi bir akıl ara. Çünkü peygamberden, miras kalan ancak odur. Bu akıl, gaypları önden de görür, arttan da.

    Bu kısa kesilen kitapta anlatılmasına imkan bulunmayan gözü de gözler arasında ara. İşte o azametli peygamber, rahipliği, dağlara çekilip yalnızca ibadet etmeyi bunun için menetmiştir. İnsanlar birbirleri ile buluşsunlar diye bunu kaldırmıştır. Çünkü böyle bir göze sahip adamın bakışı bahttır, ebedilik iksiridir. Temiz kişiler arsından tertemiz biri vardır ki padişah, onun fermanının üstüne “Şah” çekmiştir.

    Onun duası, icabet edilir. İnsanların, cinlerin en ulularının içinde bile ona eşit yoktur. Onunla inada girişen, ister tatlı olsun, ister ekşi; Tanrıya karşı hiçbir delili yoktur. Çünkü biz onu yücelttik... Özrü, delili ortadan kaldırdık.

    Tanrı kıbleyi ortaya apaçık bir surette çıkardı mı bil ki artık kıble aramak abestir. Kendine gel, araştırmadan yüz çevir, başını döndürüp durma artık. Döneceğin yer ve konaklayacağın mekan, meydanda işte. Bu kıbleden bir an gafil oldun mu her batıl kıblenin maskarası oldun gitti. Sana temyiz verene hamd etmezsen kıbleyi tanıma kabiliyetini kaybedersin.

    Bu ambardan bir şey elde etmek, bir ihsana uğramak niyetindeysen seninle hemdert olanlardan bir an bile ayrılma. Çünkü bu yardımcıdan ayrıldığın an kötü bir arkadaşın derdine uğrarsın.


    Mesnevi'den Hikayeler

  7. #27
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: Mesneviden Hikayeler 6. Cilt

    Allah razı olsun zaman buldukça okuyacağım inşallah...


    Seni çok Özledim Annem

Sayfa 3/3 İlkİlk 123

Benzer Konular

  1. Mesneviden Hikayeler 3. Cilt
    By BaRLa in forum Hz Mevlana
    Cevaplar: 21
    Son Mesaj: 11.02.11, 18:53
  2. Mesneviden Hikayeler 5. Cilt
    By BaRLa in forum Hz Mevlana
    Cevaplar: 26
    Son Mesaj: 15.06.09, 20:59
  3. Mesneviden Hikayeler 4. Cilt
    By BaRLa in forum Hz Mevlana
    Cevaplar: 17
    Son Mesaj: 15.06.09, 20:46
  4. Mesneviden Hikayaler 2. Cilt
    By BaRLa in forum Hz Mevlana
    Cevaplar: 29
    Son Mesaj: 15.06.09, 20:23
  5. Mesneviden Hikayeler 1. Cilt
    By BaRLa in forum Hz Mevlana
    Cevaplar: 23
    Son Mesaj: 15.06.09, 20:05

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •