Sayfa 1/3 123 SonSon
27 sonuçtan 1 ile 10 arası

Konu: Mesneviden Hikayeler 5. Cilt

    Share
  1. #1
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Mesneviden Hikayeler 5. Cilt




    YILDIZLARIN NURU



    Yıldızların nuru olan Şah Hüsameddin, beşinci cildin başlamasını istiyor. Ey Tanrı ışığı cömert Hüsameddin, beşeri bulantılardan durulanların üstatlarına üstatsın sen.
    Halk perde ardında olamasaydı, halkın gözleri açık olsaydı ve havsalalar dar ve zayıf bulunmasaydı. Seni övmeye manevi bir tarzda girişir, bu sözlerden başka sözler söyleyecek bir dudak çardım.

    Fakat doğan kuşunun lokmasını yont kuşu yutamaz. Çaresi, suyla yağı birbirine katmaktan ibaret. Seni bu zindan altminde yaşayanlara övmek lüzumsuzdur. Senin vasfını ancak ruhanilerin topluluğunda söyleyebilirim.

    Alem ehline seni anlatmak zararlıdır. Seni aşk sırrı gibi gizlemekteyim. Övmek tarif etmek perdeyi yırtmaktır. Halbuki güneşin anlatılmaya da ihtiyacı yok, tarife de. Güneşi öven kendini över, iki gözüm de aydındır, çapaklı değil, ağrımıyor demek ister.

    Alemdeki güneşi yermek, iki gözüm de kör, karanlık ve çipil diye kendini yermektir. Alemde muradına ermiş güneşe haset eden kişiyi bağışla sen.

    Bir adam güneşi örtebilir, gözlerden gizleyebilir mi? Onun tazeliğini pörsütür onu soldurabilir mi? Yahut haddi sonu olmayan nurunu eksiltebilir mi? Yahut da onu mertebesinden indirebilir mi?

    Ululara haset edene o haset ebedi bir ölümdür.

    Senin kadrin rütbense akılların anlayacağı dereceyi çoktan geçti. Akıl, seni anlatmada şaşırdı, aciz kaldı. Gerçi bu akıl, anlatmada aciz oldu ama yine de acizcesine anlatması gerek. Çünkü hepsi anlaşılmayan bir şey bilin ki atılıvermez.

    Bulutunun tufanını içemezsen su içmeyi nasıl terk edersin? Sırrı atıp ortaya koyamazsan kabuklarını anlat, onunla anlayışları tazele! Sözler sana göre kabuklardan ibarettir ama başka anlayışlara göre tamamı ile içtir.

    Gök arşa göre aşağıdadır ama bu bir yığın toprağa göre pek yücedir. Seni kaybettiklerinden, fırsatı kaçırdıklarından dolayı hasrete düşmeden ben onlara seni öveyim de yol bulsunlar.

    Sen Tanrı nurusun. Canı, Tanrı’ya kuvvetle çeker durursun. Halksa vehim ve şüphe karanlıklarındadır.

    Bu güzelim nurun, şu gözsüzlere sürme çekmesi için şart, o nuru ululamaktır. Delik kulaklı istidat sahibi, nuru bulur. Çünkü o fare gibi karanlığa aşık değildir.

    Geceleri dönüp dolaşan çipiller, nasıl olur da iman meşalesini tavaf edebilirler?

    Müşkül ve ince nükteler din nuruna ulaşmamış, karanlıkta kalmış kişilere, tabii bağdır. Böyle adam kendi hünerini örmek, bezemek için güneşe göz açamaz.

    Hurma gibi göklere dal budak salamaz da köstebek gibi yeri delik deşik eder. İnsan için, iç sıkıcı dört şey vardır; bu dört şey aklın çarmıhı kesilmiştir.


    Mesnevi'den Hikayeler



  2. #2
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Mesneviden Hikayeler 3. Cilt




    KESİLESİ KUŞLAR



    Ey idraki güneşe benzeyen, sen vaktin Halil’isin. Bu yol kesen dört kuşu öldür! Çünkü bunların her biri de karga gibi akıllıların akıl gözlerini oyar, çıkarır.
    Tene ait dört huy, Halil’in kuşlarına benzer. Onları kesmek cana yol açar. Ey Halil iyiden kötüden kurtulmak için kes onların başlarını da ayaklar setten kurtulsun. Kül, sensin, hepsi de senin cüzilerindir. Çöz ayaklarını, onların ayakları senin ayakların demektir. Alem, senin yüzünden ruhların uçtuğu, toplandığı bir yer haline gelir; bir atlı, yüzlerce orduya dayanç olur.

    Çünkü bu ten dört huyun durağıdır, o huyların adları dört fitneci kuştur. Halkın ebedi olarak diriliğini istersen bu dört şom ve kötü kuşun başlarını kes. Sonra da onları bir başka çeşit dirilt de artık onlardan bir zarar gelmesin.

    Dört yol kesen manevi kuş, halkın gönlünü yurt edinmiştir. Bütün gönüllere emir olursan, ey kişi, bu zamanda Tanrı halifesi sensin. Bu dört diri kuşun kes başlarını da ebedi olmayan halkı ebedileştir!

    Bu kuşlar, kaz, tavus, kuzgun ve horozdur. Bunların içlerdeki benzerleri de dört huydur.

    Kaz hırstır, horoz şehvet. Makam tavusa benzer, kuzgun dileğe.

    Kuzgunun dileği, ebedi olmak, yahut uzun bir ömre kavuşmaktır, bunu umar durur. Hırs kazı, kuru yaş ne bulursa yere gömer. Bir an bile kursağı durmaz Tanrı buyruğundan yalnız “Yiyin” hükmünü duymuştur. Yağmacıya benzer, evini kazar, çabuk çabuk dağarcığını doldurmaya bakar. İyi kötü ne olursa dağarcığına tıkar. İnci tanelerini de oraya tıkıştırır, nohut tanelerini de. Başka bir düşman gelip de çuvalına kuru yaş, ne bulursa doldurmasın der. Vakit dardır, fırsat geçmekte. O da bundan korkarak durmaksızın eline ne geçerse çabucak koltuklar. Başka bir düşman getirmez diye efendisine güveni yoktur.

    Fakat iman sahibi o yaşayışa güvenir, bu yüzden de yavaş yavaş, durup dinlenerek yağma eder. Padişahın düşmanı nasıl kahrettiğini bilir. Bu yüzden fırsatı kaçırmayacağına da emindir, düşmanın gelmeyeceğine de inanmıştır. Başka kapı yoldaşlarının ona çullanmayacağını, onun derip devşirdiğini kapışmayacaklarını bilir, emindir.

    Padişahın adaletini bilir, kulların nasıl zaptettiğini , kimsenin kimseye nasıl sitemde bulunmadığını görmüştür.

    Hasılı acele etmez, sakindir, nasibini kaçırmayacağına emindir. Bu yüzden sabreder gözü toktur, eline geçeni başkalına ihsan eder, yeni yakası temizdir.

    Çünkü yavaşlık Tanrı ışığıdır. O çabukluksa şeytanın dürtmesinden meydana gelir. Zira Şeytan onu yoksulluklarla korkutur, sabır beygirini sinirlenip öldürür.

    Kur’an dan duy, Şeytan, seni şiddetli yoksullukla tehdit eder ürkütür. Bu suretle sende ona uyar, aceleyle pis şeyleri yer, pis yerleri elde edersin. Ne adamlığın kalır, ne sabrın, ne sevap düşüncen! Hasılı kafir yedi karınla yemek yer, dini ve gönlü arıktır ama karnı büyük!


    Mesnevi'den Hikayeler



  3. #3
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Mesneviden Hikayeler 3. Cilt




    İNANANIN KAFİRDEN FARKI



    Kafirler, Peygambere konuk oldular. Akşam vakti mescide geldiler. Ey bütün dünyadakileri yurdunda konaklayan, ey padişah, biz sana konuk geldik. Azığımız yok uzaktan gelmişiz. Hemencecik başımıza rahmet ve nur saç dediler.
    Peygamber, sahabeye, dostlarım, dedi. Bunları paylaşın. Çünkü siz benimle benim huyumla dolusunuz. Her askerin bedeni padişahla doludur. Padişahın mevki ve rütbesine düşman olanlara bu yüzden kılıç vururlar. Sen padişah kızgınlığı ile kılıç sallarsın, yoksa kardeşlere niye kızasın ki?

    Bir kardeşe, padişahın kızgınlığının aksiyle suçsuz olarak on batmanlık gürzü vuruyorsun. Padişah bir candır ama ordu onunla doludur. Ruh su gibidir, bu bedenler ırmağa benzerler. Padişahın can suyu tatlıysa bütün ırmaklar tatlı suyla dolar. Çünkü halk, padişahlarının dinindedir, o “abese” suresinin padişahı böyle buyurmuştur.

    Her dost bir konuk seçti, konukların arasında pek iri ve misli görülmemiş biri vardı. Öyle iriydi ki kimse onu götürmeye cesaret edemedi. Kadehteki posa ve tortu gibi o da mescit de kala kaldı.

    O herkesten arda kalınca Mustafa, alıp götürdü. Sürüde yedi tane süt verir keçi vardı. Keçiler yemek zamanı, sağılmak üzere eve gelmişlerdi. O kıtlık babası Oğuz oğlu Uc, ekmeği de yedi, yemeği de. O yedi keçinin sütünü de sildi süpürdü. Ev halkı, hep o keçilerin sütünü umuyordu. Bu yüzden hepsi de kızdılar.

    O bedavacı herif, midesini davula çevirdi, yalnız başına on sekiz adamın yiyeceğini yedi bitirdi. Yatacağı zaman odaya girdi. Halayıkta kızgınlıkla kapıyı kapadı. Dışarıdan zincirini sürdü, bağladı. Ona pek kızmış ondan pek dertlenmişti. Kafirin gece yarısı, yahut sabah vakti aptesi geldi, karnı guruldamaya başladı. Yatağından kalkıp kapıya koştu, elini atınca kapıyı kapalı buldu. O hileci herif kapıyı açmak için türlü türlü hilelere başvurduysa da kapıyı açamadı. İyice sıkıştı oda dardı. Şaşırıp kaldı, ne bir derman bulabildi ne bir hile. Nihayet bir hileye başvurdu, uyumaya bu buruntuyu geçiştirmeye savaştı. Uyudu da. Rüyada kendisini bir viranede gördü.

    Hatırında virane vardı ondan dolayı da virane gördü. Kendisini tenha bir viranede görünce aptes bozmaya zaten ihtiyacı vardı, hemen işini beceriverdi. Uyanınca bir de baktı ki yataj pislik içinde. Derdinden deliye döndü.

    Bu çeşit rezillik toprakla bile örtülemez diye içinden yüzlerce defa coştu, köpürdü. Uykum uyanıklığımdan beter. Burada yiyor orada pisliyorum dedi. Kafir, mezarın dibinde nasıl bağırırsa o da öylece keşke geberseydim demeye koyuldu. Bu gece bir geçse de kapının açılmasını duysam diye beklemeye başladı. Ok yayadan fırlar gibi kimsecikler görmeden kaçmayı kurmaktaydı. Hikaye uzundur kısa kesiyorum. Nihayet kapı açıldı, o da dertten gamdan kurtuldu.

    Mustafa sabahleyin gelip kapıyı açtı. Sabah o yolunu sapıtmış kişiye yol gösterdi. Mustafa , o belalara uğrayan utanmasın diye gizlendi. Kapıyı açanı görmesinde serbestçe dışarı çıksın diyordu. Ya bir şeyin ardında gizlendi, yahut da Tanrı eteği Mustafa’yı ondan gizledi.

    Tanrı boyası, bazen örter, neliksiz niteliksiz Tanrı perdesini, bakanın önüne örüverir. Bu suretle düşmanını kendi yanındayken bile göstermez. Tanrı kudreti, bundan da artık, bundan da üstün.

    Mustafa onun geceki halini görüyordu. Fakat Tanrı fermanı, ona hatasını bildirmeden bir yol açmasına, o kötülükle bir kuyuya düşmesine mani olmaktaydı.

    Tanrı hikmeti ve gökten inen emir, onun kendisini o halde görmesini istemekteydi. Nice düşmanlıklar vardır ki yapılmaya döner. Bir herzevekil, o pis yatağı, inadına Peygamberin yanına getirdi. Ve gör hele, konuğun bu işi işlemiş dedi. Alemlere rahmet olan Mustafa, bir güldü. Getir o ibriği dedi, hepsini kendi elimle yıkayayım dedi.

    Herkes Tanrı hakki için yapma, canımız da sana kurban olsun, tenimizde. Sen bırak bu pisliği biz yıkayalım. Bu iş, el işidir, gönül işi değil.

    Ey hakkında “Le amruka-ömrün için” diye Tanrı’nın and içtiği zat, Tanrı sana ömür dedi. Seni halife yaptı, kürsüye oturttu. Biz sana hizmet için yaşıyoruz, sen hizmet etmeye kalkışırsan biz ne oluruz? Dedi.

    Peygamber dedi ki: “Ben de biliyorum, fakat şimdi bunu ben yıkayacağım. Bunu bizzat yıkamamda bir himmet var.”

    Bu söz Peygamber sözü diye hepsi sustular, bu sır nedir, hele bir çıksın diye beklemeye koyuldular. Peygamber o pisliği, bilhassa Tanrı buyruğu ile adamakıllı yıkamakta idi, riya ile değil. Çünkü, gönlü bunu sen yıka bunda kat kat hikmetler var diyordu.

    O kafirciğin bir armağan heykeli vardı. Onu kaybolmuş görünce kararı kalmadı. Dedi ki gece kaldığım odadadır haberim olmadan orada bıraktım. Utanıyordu ama hırsı da onu, o yana çekiyordu. Hırs ejderhadır küçücük bir şey değil. Heykelin ardına düşüp koşa koşa geldi, onu Mustafa’nın odasında gördü.

    Gördü ama Tanrı eli bizzat o pisliği yıkamaktaydı, kötü gözler ondan ırak olsun; kafir bunu da gördü. Gördü de heykeli hatırından çıktı. Onda bir coşkunluktur baş gösterdi, yakasını yırttı.

    İki elini yüzüne, başına vuruyor, kafasını duvara kapıya çarpıyordu. Bir halde ki burnundan, başından kanlar revan olmaya başladı. O ulu Peygamber, ona acıdı.

    Naralar atıyordu. Halk başına toplanınca, Ey halk sakının diyordu. Ey akılsız kafa diye başına vuruyor, ey nursuz göğüs diye göğsünü dövüyordu.

    Ey yeryüzünün küllü, senden şu aşağılık cüz-ü, utanmaktadır diye secde ediyordu. Sen kül olduğun halde O’nun emrine baş eğiyorsun da ben cüzü olduğum halde zulmediyor kötülükte bulunuyor, azıyorum.

    Sen kül iken Tanrı’ya karşı hor hakir oluyor, O’ndan titriyorsun da ben cüzü iken O’na aykırı hareket ediyorum diyor:

    Her an yüzünü göğe kaldırıp Ey cihanın kıblesi, yüzüm yok diye feryat ediyordu. Halden artık titreyip çarpınınca Mustafa onu kucakladı. Yatıştırdı pek iltifat etti, gözlerini açtı, ona kendini tanıttı.

    Bulut ağlamadıkça yeşillik nasıl güler? Çocuk ağlamadıkça süt nasıl coşar? Bir günlük çocuk bile yolu bilir. Ağlayayım da esirgeyen dadı gelip yetişsin der. Sen bilmiyorsun; dadılar dadısı da sen ağlamadıkça bedavaca sütü az verir.

    Kulak ver, “Çok ağlayın” dedi. Ağlayın da yaratıcı Tanrı’nın ihsan sütü aksın. Dünyanın direği bulutun ağlamasıdır, güneşin yakması. Sen bu iki ipe iyi sarıl. Güneşin hararetiyle bulutun gözyaşı olmasaydı beden ve araz, nasıl olur da semirir, gelişirdi? Bu hararetle bu ağlayış, temel olmasaydı şu dört mevsim nasıl mamur olurdu?

    Güneşin hararetiyle alem bulutunun ağlaması, nasıl cihanın ağzının tadını getiriyor, nasıl alemi hoş bir hale sokuyorsa, sen de akıl güneşini yak, gözünü göz yaşları saçan bir bulut haline getir. Küçük çocuk gibi sana da ağlayan bir göz gerek. O ekmeği az ye ekmek senin şerefini giderdi. Ten, gece gündüz onunla gelişir, yapraklanırsa can dalı, yapraklarını döker, göz mevsimine düşer.

    Beden azığı, derhal canın azıksız kalmasıyla neticelenir. Bunu azaltmak omu çoğaltmak gerek.

    “Tanrı’ya borç verin.” Sen de bu ten ağzından borç ver de karşılığında gönlünde yeşillikler bitsin. Borç ver de bu ten lokmasını azalt, bu suretle de “Gözlerin görmediği” yüz görünsün. Ten kendisini pislikten arıtırsa ululuk misk ve incileriyle dolar.

    Böyle adam şu pislikten kurtulur, temizliğe ulaşır, bedeni, “Tanrı sizi, kirlerden temizlemeyi diler” sırrına ulaşır. Fakat Şeytan, “Sakın sakın bundan pişman olur hüzne düşersin. Bedeninden bu hevesleri giderir, bunları eritirsen çok pişman olur derde düşersin. Şunu ye hararet verir, mizaca devadır; şunu da faydalanmak için iç, ilaçtır. Hem de şu niyete düş. Bu beden binektir, neye alıştıysa vermek, daha doğru bir iştir. Sakın açlığa alışma; sıhhatin bozulur, beyninde, kalbinde yüzlerce illet meydana gelir” der.

    O alçak Şeytan, bu çeşit tehditlerle gelir, halka yüzlerce afsun okur. Kendisini tedavi eden Calinos gösterir. Bunu da senin hasta gönlünü aldatmak için yapar. “Bu sana dertten, gamdan kurtulmak için bir ilaçtır” der. Adem’e de buğday için böyle demişti ya.

    Heybelerle heyhatlarla gelir, dudaklarını, azgın atın, nallanırken kıstırdıkları iki, tahta parçası ile kıstırır. Aşağılık taş lal göstermek için at nallanırken dudaklarını kıstırdıkları gibi senin dudaklarını da kıstırıp, atın kulağından tutar gibi kulaklarını tutup seni hırs ve kazanca öeker.

    Şüphe etme ki ayağına nalı vurur, sende onun derdi ile yoldan kala kalırsın. Onun nalı seni iki iş arasında tereddüde düşürmektir. Bunu mu yapayım dersin, onu mu? Aklını başına alda kendine gel. Peygamber’in seçtiği işi yap, deliyle çocuğun yaptığını yapma.

    “Cennet çevrilmiştir.” Neyle çevrilmiştir? “İnsanın istemediği, hoşlanmadığı şeylerle.” Çünkü, ekin bunlarla çoğalır, gelişir.

    Şeytan’ın hileyle, zeyreklikle yüzlerce afsunu vardır. Ejderha bile olsa adamı sepete kor. İnsan akar su olsa bağlar, zamanın en akıllı, en bilgin adamı olsa onu yanıltır, güler.

    Aklı bir dostun aklına dost et de “Onların işi danışmakladır” ayetini oku ona göre iş yap!

    Bu sözün sonu yoktur. Arap o padişahın lütfuna şaşırıp kaldı. Deli oluyordu aklı kaçayazdı. Mustafa’nın akıl eli onu geri çekti. Bu yana gel dedi, bir kişi ağır bir uykudan nasıl uyanırsa uyandı. O tarafa geldi. Mustafa bu yana gel, bu işi yapma, kendine gel. Bu yanda sana bir çok işler var dedi.

    Yüzüne su serpti, ey Tanrı şehidi, dedi, dile gel şahadet getir. Ben de şehit olayım da dışarı çıkayım. O uçsuz bucaksız çölde bulundukça canımdan beziyorum. Biz takdir kadısının şu dehlizinde Bela ve Elest davalarını görmek için duruyoruz.

    Biz bela dedik sınama yönünden işimiz ve sözümüz, bunu görmek, bunu bildirmekten ibarettir. Neden kadının dehlizinde durmaktayız? Biz şahit olmak için gelmedik mi?

    Ey şahit niceye bir kadının dehlizinde hapis olacaksın? O şahadeti ver de kurtul. Seni buraya şunun için çağırdılar ki inat etmelisin, o şahadette bulunasın. Halbuki sen, inadından şu daracık yerde oturmuş, elini bağlamış, dudağını yummuşsun.

    Ey tanık, sen bu şahadette bulunmadıkça şu dehlizden nasıl kurtulabilirsin? İş bir anda biter, yap, bitir. Kısa işi kendine uzatma. İster yüzyılda ister bir anda olsun; şu emaneti ver de kurtul!

    Bu söze son yoktur, Mustafa, ona iman etmesini söyledi, o da kabul etti. O kutlu şahadet bağlanmış düğümleri çözdü. İmana geldi. Mustafa ona dedi ki: Bu gece de bizim konuğumuz ol. Adam vallahi dedi, ebedi olarak senin konuğunum. Nerede olursam olayım, nereye gidersem gideyim sana misafirim. Beni dirilttin, senin azatlın, senin kapıcınım. Bu alemde senin sofranın başında, o alem de.

    Bu seçilmiş sofradan başka bir sofra seçen kişinin boğazını, nihayet kemik yırtar deler. Kim senin sofrandan başka bir sofraya giderse bil ki Şeytan, onunla bir kâseden yemek yer. Kim senin komşuluğundan kaçarsa şüphe yok ki Şeytan, ona komşu olur.

    Kim sensiz uzak bir yola giderse Şeytan onula yoldaş olur, onunla bir sofraya oturur. Yüce ve güzel bir ata binse haset eder; Şeytan da ona arkadaş olur.

    Nazlı karısı ondan bir çocuk doğursa Şeytan onun soyundan ona ortak kesilir. Tanrı Kur’anda “Ey Mümin, Şeytana kafirlerin mallarında, evlatlarında ortak ol” buyurmuştur. Peygamber bunu Ali’ye değer biçilmez sözleri arasında açıkça söylemiştir.

    Konuk dedi ki: “Ey Tanrı elçisi, bulutsuz bir güneş gibi peygamberliği sen tamamladın, apaydın bir hale koydun. Senin bu yaptığını iki yüz ana yapamaz. İsa bile bunu Azer’e yapmadı. Senin yüzünden canım hemencecik ecelden kurtuldu. Azer de dirildi ama o anda yine öldü.

    Arap o gece Peygambere konuk oldu, bir keçiden sağılan sütün yarısını ancak yiyebildi, ağzını silip çekildi. Peygamber süt iç, yufka ekmeği ye diye ısrar ettiyse de Vallahi dedi, riyasız doydum. Bu ne tekellüf, ne sıkılma, ne de hile. Dün geceden daha ziyade doydum.

    Bütün ev halkı şaştılar. Bu kandil, şu bir kara zeytin yağı ile nasıl doldu diye hayretlere düştüler. Bir ebabil kuşunun gıdası, böyle bir fili nasıl doyurdu dediler. Kadın, erkek, o fil bedenli, bir sineğin yiyeceğini yiyor diye fısıldaşmaya başladılar.

    Kafirliğin hırs ve vehmi baş aşağı düştü, ejderha bir karıncanın gıdası ile doydu. Kafirliğin aç gözlülüğü ondan gitti, iman gıdası onu semirtti geliştirdi. Öküz açlığı illetine tutunan adam, Meryem gibi cennet meyvesini gördü. Cennet meyvesi, bedenine koştu, ulaştı. Cehennem gibi olan midesi, yatıştı rahatladı.

    Ey imandan yalnız bir lafa kanan, ununla kanaat eden kişi, zaten iman yüce bir nimettir, büyük bir gıdadır.


    Mesnevi'den Hikayeler



  4. #4
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Mesneviden Hikayeler 3. Cilt




    İBADETLERİN TANIKLIĞI



    Bu namaz, oruç ve savaş da inanışa tanıktır. Bu zekat, hediye, bu hasedi bırakma da kendi sırrından haber vermedir.
    İhsanda bulunmak doyurmak, konuk davet etmek, ey ulular, biz sizinleyiz, size doğru bir özle inandık demektir. Hediyeler armağanlar, sunulan şeyler, ben seninleyim; seni seviyorum diye tanıklıktan ibarettir.

    Kimi bir mal veya afsun için çalışır, uğraşırsa bu ne demektir? İçimde bir cevherim var demektir; Tanrı’dan çekinmemden, yahut cömertliğimden bir cevherim var ki bu zekatla oruç ikisine de şahittir.

    Oruç der ki: Bu helalden çekindi, bil ki harama ulaşmasına artık imkan yok. Zekat der ki: Kendi malını bile veriyor, artık, kendisiyle aynı dinde aynı yolda olandan nasıl çalar?

    Fakat bu işleri riya ve tezvirle yaparsa o iki tanık, Tanrı’nın adalet mahkemesine kabul edilmez. Avcı tane saçar ama acımasından değil, avlanmak için. Kendi de oruç ayında oruç tutar ama kendisini av avlamak için uyur gösterir. Bu eğrilikten yüzlerce kavim, kötü sanılmıştır. Bu kötü kişi, cömert kişilerle oruç tutanların adını da kötüye çıkarmıştır.

    Fakat Tanrı’nın lütuf ve ihsanı, o eğri işlerle bulunmakla beraber nihayet onu, hepsinden de arıtır. Rahmeti o kötülüğü aşmış, ayın on dördüne bile vermediği ışığı vermiştir.

    Tanrı onun çalışmasını bu kötülükle karışmadan yıkar; rahmeti, onu bu hatadan arıtır. Bu suretle de Tanrı’nın yargılayıcılığı meydana çıkar; bu miğfer, kulun kelliğini örter. Yağmur pis şeyleri arıtmak için gökten yağar.

    Su durdu mu pislenir. Pislenince de duygu ondan iğrenir, onu istemez. Tanrı yine onu doğruluk denizine götürür. O suların suyu kereminden onu yıkar, arıtır. Ertesi yıl eteğini sürüyerek gelir.

    Hey, neredesin? Dense “Hoşlar denizindeyim. Ben burada pislendim, gittim. Temiz geldim. Elbiseler giyindim, toprağa ulaştım. Ey kirliler, pisler, bana gelin. Çünkü, ben Tanrı huyu ile huylandım. Bütün kirliliğinizi kabul ederim, melek gibi, şeytana bile temizlik bağışlarım. Pislenince yine oraya giderim, temizliklerin aslının aslına varırım.

    Kirli hırkamı orada başımdan çıkarırım, o, yine bana temiz bir elbise verir. Onun işi budur, benim işim de bu. Alemlerin Rabbi, alemi bezer süsler” der.

    Bizim bu pisliklerimiz olmasaydı suya bu icazetname nereden verilirdi? Su, birisinden altın keseleri çalmış, nerede bir müflis diye her tarafa koşan birine benzer. Yahut bitmiş otlara dökülür; yahut bir yüzü yunmamışın yüzünü yıkar.

    Yahut da denizlerde elsiz ayaksız gemiyi hamal gibi başında taşır. Onda yüz binlerce ilaç gizli. Çünkü her ilaç olduğu gibi ondan yetişir gelişir. Her incinin canı, her tanenin gönlü, bir eczane gibi olan suda yürür durur. Yeryüzü yetimlerini o besler, kuruyup kalmış kişileri o yürütür. Fakat mayası bitti mi bunalır, yeryüzünde bizim gibi şaşırır kalır.

    İçten feryada başlar; Yarabbi, bana ne verdiysen verdim, yoksul kaldım. Sermayemi temize pise döktüm sarf ettim. Ey sermaye veren, daha yok mu?

    Tanrı buluta onu iyi bir yere götür der. Güneşe de ey güneş der onu yukarıya çek! Onu türlü türlü yollara sürer, nihayet ucu bucağı olmayan denize ulaştırır.

    Bu sudan maksat velilerin canıdır. O can, sizin kirliliklerinizi iyiden iyiye yıkar, arıtır. Yeryüzündekilerin hıyanetliklerinden bunaldı mı yine arşa, temizlik bağışlayana gider. Yine o taraftan eteğini çeke çeke gelir, o okyanusun temizliklerinden yeryüzündekilere ders vermeye koşar.

    Halkla karışmadan yoruldu mu o sefer “ey Bilal, seninle bize bir huzur ver, bir istirahat ver.” Ey güzel sesli Bilal ezan okunan yere çık, göç davulunu çal der. Can sefere gitti beden kıyamda. Bu yüzden namaz bitince selam verilir işte. Herkesi teyemmüm kurtarır, kıble arayanları aramaktan vaz geçirir, kıbleyi gösterir. Bu misal getirme söz arasında bir vasıtadır. Herkesin anlaması için vasıta şarttır.

    Bir delile bağlanmadan kurtulmuş olan semenderden başka kim, vasıtasız ateşe girebilir? Tabiatını ateşle hoş bir hale getirmen için vasıtan hamamdır.

    Halil gibi ateşe giremeyeceğinden hamam sana elçi oldu, su da delil. Doymak Tanrıdandır ama tabiat ehli, ekmeksiz nasıl olur da doyar?

    Lütuf Tanrıdandır ama ten ehli, çayırlık çimenlik perdesi olmaksızın o lütfu bulamaz. Fakat perdesiz bir halde ten vasıtası kalmayınca insan, Musa gibi ayın nurunu yeninden yakasından görür, bulur.Bu hünerler de, suyun gönlünün Tanrı lütfu ile dopdolu olduğuna tanıktır.

    İş ve söz, için tanıklarıdır. Bu ikisine bak da için nasıl anla. Sırrın, onun içine giremiyorsa hastanın sidiğine bak. İşle söz, hastaların sidiğine benzer, beden doktoruna bu bir delildir. Halbuki ruh doktoru, canına girer de can yolundan imanına kadar varır.

    Onların güzel söze, güzel işe ihtiyaçları yoktur. Sakının onlardan, onlar kalplerin casusudurlar. Bu söz ve iş tanıklarını, dere gibi henüz ulaşmamışlarda ara!

    Nurlu adamın nuru, o bir iş yapmadan bir söz söylemeden de içinden o nura tanıklık verir. Arifin sırrı, sözüyle ve işiyle meydana çıkmaktan ziyade hiçbir söz söylemeden ve hiçbir iş yapmadan halka görünür, meydana çıkar. Nitekim güneş doğup yükselince horoz sesine müezzinin haber vermesine ve diğer alametlere hacet yoktur, bir iş ve bir söz olmasa da güneşin nuru, güneşe tanıklık verir.

    Fakat haddi aşan yolcunun nuru ile çöller, ovalar dolmuştur. Güzelliğe görülmeye ehemmiyet bile vermez, tekellüflere, canla, başla oynamaya, cömertliklerde bulunmaya aldırış bile etmez.

    O incinin nuru dışa vurdu mu artık, o, bu zahitliklerden kurtulmuştur. Artık ondan iş ve söz tanığı arama, iki cihan da gül gibi onun yüzünden açılmıştır. İster söz olsun, ister iş ister başka şey... Bu tanıklık nedir? Gizliyi meydana çıkartmak değil mi? Maksat cevherin sırrını meydana çıkartmaktır. Vasıf bakidir, bu arazsa geçici.

    Altının mihenkte bıraktığı iz kalmaz, fakat şüphe yok ki altın, adı iyi olarak kalır. Bu namaz, bu savaş ve bu oruç da kalmaz. Fakat can, iyi adla iyi sanla kalır. Can böyle işler, böyle sözler gösterdi de cevherini, buyruk mihengine sürdü; inanışım doğrudur. İşte tanığım da buracıkta dedi. Fakat tanıklar şüphelidir.

    Bil ki tanıkları tezkiye lazımdır: Senin davanı kabul etmek, tezkiyeye bağlıdır. Sözü doğru söylemek, söze ait tanıktadır, ahdi korumak da işe ait tanıkta. Söz tanığı eğri söylerse ret edilir, iş tanığı da eğri yürür, koşarsa yine ret edilir.

    Sözde ve işte bir ayrılık olmamalı ki bu tanıklar kabul edilsin. “Çalışmanız ayrı ayrı; aykırılıklar içindesiniz” Gündüz dikiyorsunuz gece söküyorsunuz!

    Peki sözleri birbirine uymayan şahidi kim dinler? Meğer ki Tanrı kendi lütfu ile bir hilim göstere. Söz ve iş, içtekini, sırrı meydana vurmaktadır. Her ikisi, gizli sırrı meydana çıkarır.

    Tanığın tezkiye edildi mi kabul olunur, yoksa yerinde sayar emekler durur.

    A inatçı, sen inat ettikçe onlar da ederler. “Sen onları bekleyedur onlar da bekliyorlar!..


    Mesnevi'den Hikayeler



  5. #5
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Mesneviden Hikayeler 3. Cilt




    ÖLÜYÜ DİRİLTEN YEMEK



    Gerçi ruh gıdası canın ve gözün yediği bir gıdadır; fakat oğul, cismin de ondan nasibi vardır. Şeytana benzeyen beden, onu yemeseydi Resül benim Şeytanım Müslüman olmuştur buyurmazdı.
    Ölüyü dirilten o yemekten Şeytan yiyip içmese nasıl olur da Müslüman olur? Şeytan dünyaya aşıktır. Kördür, sağırdır. Bir aşkı başka bir aşk giderebilir. Yakıynin gizli evinde yer, içerse yavaş yavaş aşk pılı pırtısını oraya çeker götürür.

    Ey karnına haris olan böylece yücel. Bunun yolu, ancak yiyeceğini değiştirmedir. Ey kalp hastası, ilaca sarıl. Bütün tedbir, mizacı değiştirmeden ibarettir. Ey yemeğe rehin düşüp hapiste kalan, sütten kesilmeye tahammül edersen yakında kurtulursun.

    Açlıkta bir çok yemekler var. Onları ara, onları dile ey onlardan nefret eden. Nurla gıdalan, göze benze. Ey insanların hayırlısı meleklere uy. Melek gibi Tanrıyı tesbih etmeyi kendine gıda yap da melekler gibi ezadan kurtul.

    Cebrail murdar şeylere hiç bakmamakta, onların etrafında dönüp dolaşmamakta. Böyle olduğu halde kuvvet bakımından herkes den aşağı mıdır ki?

    Tanrı aleme ne de hoş, ne de güzel bir sofra yaymıştır. Fakat o sofra, aşağılık kişilerin gözlerinden pek gizlidir. Alem nimetlerle dolu bir bağ olsa fare ve yılan yine toprak yer.

    İster kış olsun ister bahar, onların gıdası topraktır. Fakat sen varlığın beyisin, nasıl olur da yılan gibi toprak yersin?

    Tahtanın içindeki kurt, kimin böyle güzel helvası var der. Bok böceği, bok içinde yaşar ve alemde pislikten başka bir meze bilmez.

    Ey eşi, benzeri olamayan Tanrı, mademki bu sözü kulağımıza küpe yaptın, ihsanda bulun, bu sözleri bol bol saç! Kulağımızı tut, bizi o sarhoşların halis şarabını içtikleri meclise çek, oraya götür.

    Madenm ki bize bundan bir koku duyurdun, Ey din Tanrısı o tulumun ağzını kapama. Ey kendisine sığınılan Tanrı, ey kendisinden imdat istenen Rab, esirgeme, ihsan et de erkek, kadın herkes, senin şarabından içsin!

    Ey duaları duadan önce duyan, muratları istenmeden veren Tanrı, gönüle her an yüzlerce kapı açarsın. Birkaç harftir yazdın. Taşlar bile o harflerin sevgisiyle eridi muma döndü.

    Yüzlerce akla, fikre fitne olarak kaş nurunu, göz sadını, kulak cimini yazdın. Akıl o harfler yüzünden ince eleyip sık dokumaya koyuldu. Ey yazısı güzel edip, bunları boz!

    Yokluğa, her düşünceye göre an be an güzel bir hayal nakşetme; hayal levhine göz, yanak, yüz ve ben gibi görülmemiş harfler yazmaktasın. Halbuki ben, yokluğa aşığım, vara bakıp sarhoş olmam. Çünkü yoluk sevgilisi, bence daha vefalıdır.

    Tanrı akıla o şekilleri okuttu, bu suretle onun tedbirlerden vazgeçip Tanrısını dilemesini diledi.

    Akıl, her sabah melek gibi o Levhi Mahfuz’dan bir ders alır. Yokluğu parmaksız olarak yazılmış yazılara bak; dünyaya dalanlar, o yazıların karartısına şaşırıp kalmışlar.

    Herkes bir hayale kapılmış, bir bucağı eşmede. Biri bir define bulmak için bir bucağı kazmada; biri bir hayal peşine düşmüş, azamet sahibi olduğu halde dağlardaki madenlere yüz çevirmiş; bir başkası papaz olmak için kiliseye kapanmış, bir başkası da hırs içinde ekine tarlaya düşmüş!

    O yol kesen, kurtulduğunu hayal etmiş, bu ise hayalince bir hastaya merhem olmuş. Biri peri çağırmaya koyulmuş, gönlünü aklını kaybetmiş, öbürü, yıldız bilgisine kapılıp nalını yıldızın üstüne koymuş. Bu gidişler ,çteki renk renk hayaller yüzünden dışarıda da birbirine aykırı görünür.

    Bu ona bakıp ne yapıyor, ne iş iliyor diye hayrette. Bu şaraptan her tadan kişi, öbürünün yaptığını boş bulmada. O hayaller birbirine aykırı olamasaydı görünen gidişler, nasıl olur da birbirine zıt olur, zıt görünürdü? Hepside can kıblesini kaybetmişlerdir de onun için herkes, bir yana yüz çevirmiştir.

    Nitekim bir bölük halkta kıble nerede diye aralar, bir hayale kapılıp her yana döner dururlar. Sabah olup ta Kâbe yüz gösterdi mi kimin yol yitirdiği anlaşılır. Yahut da dalgıçlar gibi hani. Hepsi denize dalar, herkes, denizin dibinde eline ne geçerse aceleyle devşirir. Değerli bir inci ümidiyle şunu bunu torbalarına doldururlar.

    O koca denizin dibinden çıktılar mı iri değerli inci kimdeyse meydana çıkar. Öbürünün küçük inci, daha öbürünün de kırık taş parçaları ve boncuk bulduğu anlaşılır. İşte onları uykularından uyaracak olan, kahredici ve kötülükleri açığa vurucu bulunan kıyamette buna benzer.

    Her bölük pervaneler gibi alemde bir mumun etrafında dönüp dolaşır. Kendilerini bir ateşe vururlar ama hakikatte kendi mumlarının çevresinde dolanmaktadırlar. Alevinden ağacın daha ziyade yeşerdiği bahtı yaver Musa’nın ateşini umarlar.

    Her sürü o ateşin ihsanını duymuştur; herkes her kıvılcımı o ateş sanır. Fakat sabah çağı, ebedilik nuru doğdu mu her biri, etrafında döndüğü nurun ne biçim bir mum olduğunu görür. Kim o zafer mumu ile yakmış ise o mum, ona seksen tane kanat bağışlar.

    Nice pervaneler iki gözlerini yummuşlardır da kötü bir muma atılmışlardır, kanatlarını yakıp onun altına düşe kalmışlardır.

    Pişmanlıla hararetle çırpınıp dururlar. Gözlerinin bağı olmasına, böylece bir havaya körcesine düşmelerine ah çekerler. Mum da ben yandım, seni yanmadan, cefa ve elemden nasıl kurtarabilirdim? Der.

    Mum da ağlaya ağlaya der ki: Benim bile başım yandı, artık başkasını nasıl aydınlatabilirim? O “Senin ahvaline baktım da gururlandım, halini geç gördüm” der.

    Mum sönmüş şarap bitmiş, sevgilide bizim eğri görüşümüzden utanmış, dalgalara batmış, görülmüştür. Faydaları, ziyanın ve helakin ta kendisi olmuştur. Artık, körlükten Tanrıya şikayet et dur.

    Halbuki ne güzeldir inanılır Müslüman, iman sahibi ve ibadet edip duran kardeşlerin ruhları. Herkes bir yana yüz tutmuştur. O azizlerse hiç yanda olmayana yüz çevirmişlerdir. Her güvercin bir yana uçmuştur, bu güvercinse cihetsizlik tarafına.

    Biz ne hava kuşlarıyız, ne ev kuşları. Bizim yemimiz yemsizlik yemidir. Onun için rızkımız böyle bol bol gelmededir; çünkü, bizim elbise dikmemiz elbiseyi yırtmaktır!


    Mesnevi'den Hikayeler



  6. #6
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Mesneviden Hikayeler 3. Cilt




    YIRTIK CÜBBE



    Sofinin biri bir iç sıkıntısına uğradı, cüppesinin önünü yırttı, ondan sonra ferahladı. O yırtık cüppeye fereci (ferahlık) adını koydu. Bu lâkap, o kurtulmuş adamdan sonra yayıldı. Yayıldı ama safını şeyh aldı, götürdü, halkla tortudan ibaret olan adı kaldı.
    Böylece her şeyin bir saf ve tortusuz tarafı vardır, adını da tortu gibi aleme bırakmıştır. Kim toprak yemeyi adet edinmişse tortuya yapışmıştır. Sofi ise hemencecik safın bulunduğu tarafa gider.

    Elbette tortunun safı vardır der ve gönül, bu delaletle saflığa varır, ulaşır. Tortu güçlüktür, safı da kolaylığı. Saf, burmaya benzer, tortu da hurma çağlasına. Güçlük kolaylıkla beraberdir, kendine gel, ümidini kesme. Bu ölümden sonra hayata yol var.

    Oğul ferahlamak istiyorsan cüppeni yırt ta o saflıktan hemencecik baş çıkarsın. Sofi saflığı dileyen kişidir. Sofilik, sof elbiseyle, terzilikle, yavaş yavaş yürümekle olmaz. Fakat bu alçak ve aşağılık kişilerce sofuluk, terzilikten ve oğlancılıktan ibarettir.

    Fakat o saflık, o iyi ad, san hayaliyle bu renge bürünmekte iyidir ama, o hayalle asla kadar gitmek şartıyla. Kat kat hayale tapanlar gibi değil. Hayal, seni güzellik otağının çevresine sokulmaktan men eden gayret çavuşudur.

    O, her arayanın yolunu,yol yok, diye keser. Onun hayali geldi mi, sana, dur, der. Ancak kulağı delik ve anlayışlı kişiyi durdurmaz. Çünkü o, Tanrı yardımı askerine sığınmış, o sayede coşup köpürmüştür.

    O, ne hayallerden ürker, sıçrar, ne de padişahlık taslar. Padişahın nişane olarak verdiği oku gösterir yoluna gider. Tanrım, bu şaşkın gönle bir ok bağışla, bu iki kat olmuş yaylara bir ok ver. Uluların içtikleri o gizli kadehten yeryüzüne bir yudumcuk saçtın.

    Güzellerin saçlarında, yüzlerinde o bir yudumcuk şarabın nişanesi var. Padişahlar, bu yüzden topraktan meydana gelen güzelleri yalar dururlar. Gece gündüz yüzlerce gönülle o topraktan meydana gelen güzeli öpüp durman, onda güzelliğin bir zerresi bulunduğundandır. Seni, toprakla karışmış bir yudumcuk güzellik şarabı böyle deli divane ediyor, artık onun safı neler yapmaz?

    Herkes bir kerpiç parçasının önünde yenini, yakasını yırtmakta. Halbuki o kerpiç, güzelliğin bir yudumcuğuna, bir zerreciğine sahip. Ayda, güneşte, hamel burcunda bir yudumcuk güzellik şarabı var. Arş da kürsüde, zuhal yıldızında bir zerrecik güzellik var. Ona bir yudum mu dersin, yoksa şaşılacak bir şey bu kimya mı dersin? Ona bir sürtünmekle bu kadar güzellikler meydana geliyor.

    Ey akıllı kişi ona sürtünmeyi can ve gönülden dile. Fakat bu kimyaya “Ancak temiz olanlar dokunabilirler.” Altında, lâ’lde, incilerde o güzellik şarabından bir yudumcuk var; şarapta, mezede, meyvede o şaraptan bir yudumcuk! Tertemiz güzellerin yüzlerinde de yine bir yudumcuk. Artık onun süzülmüş ve saf olanı nasıldır? Bir düşün!

    Bu toprakla karışık bir yudumcuk şarabı yalayıp durmaktasın, onu toprağa karışmamış, saf bir halde görürsen ne hale geleceksin? Ölüm zamanında o bir yudumcuk saf şarap, bu toprak bedenden ölümle ayrılmakta. Geri kalanı hemen görmüyorsun. Böyle çirkin bir beden onunla bak ne hale geliyormuş!

    Can bunlardan ten olmadan yüz gösterse o vuslattaki letafeti ben anlatamam ki! Ay, şu bulut olmaksızın ışık salsa onu kimsecikler anlatamaz! Ne hoştur o tatlılarla, şekerlerle dolu olan mutfak. Şu padişahlar o mutfağı yalayıp dururlar.

    Ne güzeldir o din ovasının harmanı. Her harman oradan başak devşirir. Ne alâdır gamsız, kedersiz ömür denizi. Yedi denizde ondan meydana gelmiş bir çiğ tanesidir. Elest sakisi, şu aşağılık ve çorak yeryüzünde bir yudumcuk saçmıştır da, toprak, o sebeple coşmuştur; biz de o yüzden coştuk. Tanrım, pek isteksiz, pek tembel olduk, bir yudumcuk daha saç!

    Caizse yokluktan feryat ediyor, yokluğu anlatmaya çalışıyorum. Caiz değilse işte sustum. Bu, iki kat hırsı anlatmaydı ya... Halil’den öğren o hırs kazını kesmek gerek.

    Kazada bundan başka sözleri söyleyemem, vakit kalmaz diye ürküyorum.


    Mesnevi'den Hikayeler



  7. #7
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Mesneviden Hikayeler 3. Cilt




    TAVUS KUŞU



    Şimdi ad san için cilvelenip duran iki renkli tavusa geldik. Onun gayreti, sonucundan ve faydasından habersiz bir halde halkı, hayırla şerle avlamaktır. Tuzak gibi av tutup durur. Tuzağın maksada ait ne bilgisi var.
    Tuzağın, av tutmaktan ne zarar vardır, ne faydası; onun bu beyhude tutuşuna şaşıran işte ben. Kardeş, iki yüz güzelle bağdaştın, dost oldun, sonra yine onları terk ettin. Doğduğun günden beri işin bu. Sevgi tuzağıyla adam avlar durursun. Bu avlanmaktan, bu kalabalıktan, bu başlık sevdasından el çek. Hiç bunlarla bir şey ördün, bu yüzden bir şey elde ettin mi?

    Ömrünün çoğu geçti, gün akşama yaklaştı. Sense hala adam avlamaya koyulmuşsun. Onu tut, bunu tuzaktan azat et. Alçaklar gibi bir başkasını avla. Derken bunu da bırak, başka birini ara... Bu işte tam hiçbir şeyden haberi olmayan çocukların oynadığı bir oyun! Gece gelip çatar, tuzağında bir av bile yok. Tuzak sana, bir baş ağrısından, bir bağdan başka bir şey değil. Şu halde sen, kendi kendini avladın demektir. Çünkü, hapse düştün, maksada erişemedin, mahrum kaldın.

    Hiç alemde bizim gibi kendi kendini avlayan bir ahmak daha var mı? Aşağılık kişilerin tuzağına domuz tutulur. Sonsuz zahmet, sonra da onu yemek haram. Avlamaya değen şey ancak aşktır. Fakat oda öyle herkesin tuzağına düşer mi ya? Meğer ki sen gelesinde ona av olasın... Meğer ki sen, tuzağı bırakasın da onun tuzağına gidip düşesin.

    Aşk der ki: Ben yavaş yavaş çalışmasaydım; bana avlanmak av tutmadan yeğdir. Benim hayranım ol da övün. Güneşi bırak da zerre ol! Kapım da otur. Evsiz barksız kal. Mumluk davasına kalkışma, pervane ol.

    Bu suretle dirilik sultanlığını bulur, kullukta gizli olan padişahlığı görürsün. Alemde tersine çakılmış nallar görür, esirlere padişah adı verildiğini duyarsın. Boğazına ipler takılmış, kendisi dar ağacının tacı olmuştur da kalabalık bir halk güruhu, ona işte padişah derler.

    Kafirlerin mezarları gibi dışı süslü. İçinde ulu Tanrı’nın kahır ve azabı. Onlar kabirleri kireçle örmüşler, bezemişler, zan perdesini yüzlerine örtmüşlerdir. Seninde yoksul tabiatın hünerlerle kireçlenmiş, bezenmiştir ama mumdan yapılan nahle benzer; ne yaprağı vardır ne meyve verir.

    Bir derviş bir dervişe “Tanrı’yı nasıl gördün, söyle” dedi. Derviş dedi: Neliksiz, niteliksiz gördüm. Fakat söze getirebilmek için onu kısa bir örnekle anlatayım. Gördüm ki sol yanında bir ateş, sağ yanında da bir kevser ırmağı var. Solunda cihanı yakıp yandıran müthiş bir ateş, sağında güzelim bir ırmak.

    Bir kısım halk o ateşe el atmış, bir kısım halkta o kevsere ulaşacağından neşeli ve sarhoş. Fakat bu, her kötü kişiyle her bahtı yaver olanı şaşırtacak pek aykırı ve acayip bir oyundu. Kim o ateşe, kıvılcıma atılıyorsa öbür yandaki sudan baş çıkarıyordu.

    Kim suya atlıyorsa derhal kendisini ateş içinde buluyordu. Kim sağ yana gidiyor, o güzelim suya dalıyorsa sol taraftaki ateş içinden baş göstermekteydi. Sol yandaki ateşe dalansa sağ yandan çıkmaktaydı.

    Bunun sırrını pek az kişi anlıyor, hasılı o ateşe pek az kişi atlıyordu. Ancak başına devlet saçısı saçılan, suyu bırakıp ateşe kaçıyordu. Halk eldeki hazır zevki mabut edinmiştir. Hulâsa halk, bu oyunu kaybetmiş, bu oyunda zarar girmiştir.

    Bölük, bölük saf, saf hırslarına uyanlar, ateşten çekinmede, suya kaçmada. Fakat suya dalan, ateşten baş gösterme de. Ey hakikatten haberi olmayan, ibret al, ibret! Ateş, ey bön ahmaklar, ben ateş değilim, makbul bir kaynağım. A gözsüzler sizin gözünüzü bağlamışlar. Bana gelin, kıvılcımlarımdan kaçmayın.

    Ey Halil burada be kıvılcım vardır, ne duman. Bu görünen şey, ancak Nemrud’un büyüsü, hilesi demekteydi. Sen Halil gibi akıllıysan ateş senin soyudur, sen bir pervanesin. Pervanenin canı keşke binlerce kanadın olsaydı da, mahrem olmayanların kötülüklerine rağmen amasız bir suretle ateşlerde yansaydı.

    Bilgisiz kişi, eşekliğinden bana acır, bense bilgi ve görgü sahibi olduğumdan ona acırım diye bağırıp durur. Hele şu suların bile canı olan ateş yok mu? Pervanenin işi bizim işimizin aksi. O nur görür ateşe atılır, gönül de ateş görür, nura dalar. Ulu Tanrı’nın, Halil evladı kimdir, göresin diye böyle oyunları vardır.

    Ateşe su şeklini vermişler, ateşin içinde de bir kaynaktır coşturmuşlardır. Bir büyücü büyüsüyle bir topluluk içinde pirinçle dolu sahanı, akreplerle dolu gösterir. Evi, büyüsü ve nefesiyle akreplerle dolmuş gösterir ama onlar, sahici akrep değildir ki.

    Büyücü bunu gibi yüzlerce hüner gösterdikten sonra artık düşün, büyücüyü yaratan, neler yapmaz? Hasılı Tanrı büyüsü ile zaman, zaman nice kişiler, karı gibi alta yatmışlardır. Büyücüler ona kuldur, köledir. Hepsi de yont kuşu gibi tuzağa düşmüşlerdir.

    Kendine gel de dalgalara benzer hilelerin nasıl baş aşağı olduğunu Kuran’ı okuyup anla, sihri helali gör. Ben Firavun değilim ki nehre gideyim. Ben, Halil gibi ateşe giderim. O ateş değildir, duru bir sudur. Halbuki öbürü hileyle ateş gibi bir su görünmededir. İyi şeyleri caiz gören o Peygamber, ne de güzel söyledi: Bir zerre aklın oruçtan da yeğdir, namazda da.

    Çünkü, aklın cevherdir, bu ikisiyse araz. Bu ikisi, namaz ve oruç, onun tam olmasıyla farz olur. Bu suretle de o aynanın cilalanması, ibadetle gönlün arınması mümkün olur.

    Fakat ayna aslından bozuksa onu cilalamak güçtür, zor cilalanır. Cilalanabilecek seçilmiş aynaysa az bir cila ile parlar, azıcık bir cila ona kafidir.

    Akıllardaki bu aykırılık, bil ki mertebe bakımından yerden göğe kadardır. Akıl vardır güneş gibi. Akıl vardır, zühre yıldızından da aşağıdır, yıldız akmasından da. Akıl vardır, bir sarhoş mumu gibi, akıl vardır, bir ateş kıvılcımı gibi.

    O güneş gibi aklın önünden bulut kalktı mı Tanrı’nın nurunu gören akıllar faydalanırlar. Aklı cüzü aklın adını kötüye çıkarmıştır. Dünya muradı insanı muratsız bir hale getirmiştir. O, bir avdan avcının güzelliğini görmüştür. Bu avcılığa düşmüş, bu yüzden bir avın derdine uğramıştır.

    O, hizmetle hizmet edilme nazına erişmiştir; bu, kendisine hizmet edilmeyi dilemiş, yüce yolundan geri dönmüştür. O Firavunlukta suya tutsak olmuş, İsrailoğlu, tutsaklık yüzünden yüzlerce Suhrab kuvvetini elde etmiştir.

    Bu aykırı bir oyundur, yaman bir ferzin-benttir. Hileye az başvur, devlet ve baht işidir bu. Hayal ve hileyi az doku. Çünkü, gani Tanrı hileciye az yol gösterir. Hile edeceksen iyi hizmet etme yolunda hizmet et de bir ümmet içinde peygamberlik elde edesin. Hile et de kendi hilenden kurtul. Hile et de bedenden ayrıl tek kal. Hile et de en aşağı bir kul ol. Aşağılıkla yürü de efendi kesil.

    Ey koca kurt, tilkiliğe kalkışma, hile ve hizmetle efendilik etmeyi umma. Fakat pervane gibi ateşe atıl, o ateşi kesene doldurup ağzını büzme, her şey den kurtul. Gücü kuvveti bırak, ağlamaya giriş. A yoksul, ağlayışa acınır.

    Susuz ve aciz kişini ağlayışı mânevidir, doğrudur. Soğuk,soğuk ağlayışsa, o azgının yalanından ibarettir. Yusuf’un kardeşlerinin ağlamaları hileden ibarettir. çünkü, içleri hasetle, illetle doludur.


    Mesnevi'den Hikayeler



  8. #8
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Mesneviden Hikayeler 3. Cilt




    GÖZYAŞI BEDAVA



    Arab’ın birinin köpeği ölmek üzereydi. Arap yağmur gibi gözyaşı dökmede, başıma ne dertler geldi demedeydi. Bir dilenci geçiyordu. Dedi ki: Niye ağlıyorsun? Kimin çin feryat ve figan ediyorsun?
    Arap bir köpeğim vardı dedi, pek iyi huyluydu. İşte şuracıkta yol üstünde ölüyor. Gündüz avcımdı, gece bekçim. Gözü pekti, avı hemen yakalardı. Hırsızı derhal kovardı.

    Adam derdi ne yaralandı mı? Diye sordu. Arap, hayır dedi, açlık onu bu hale getirdi. Adam, bu derde, bu mihnete sabret dedi, Tanrı, sabredenlere karşılık ihsanda bulunur. Ondan sonra dedi ki: Ey hür kişi, elindeki şu dolu dağarcıkta ne var?

    Arap, dün akşamdan artan ekmeğim, azığım. Bedeni kuvvetlendirmek için taşımaktayım dedi. Adam dedi ki: Neden o köpeğe ekmek yemek vermedin? Arap o kadar merhametim yok. Yolda parasız ekmek ele geçmez. Fakat gözyaşı bedava dedi.

    Adam, a havayla dolu kırba, toprak başına! Demek ki sence ekmek, gözyaşından daha iyi ha? Gözyaşı kandır, dertle su haline gelir. Topraktan meydana gelen ekmek, beyhude kan dökmeye değmez dedi.

    Arap, iblis gibi bütün vücudunu hor hakir bir hale getirmişti. Bu bütünün parçası, anacak aşağılık ve bayağı bir şeydir. Ben varlığını o ihsan ve cömertlik sahibinden başkasına satmayana kul, köle olayım. O ağlarsa gökyüzü de ağlar. O feryat ederse gökyüzü de Yarabbi demeye başlar.

    Ben o himmet sahibi bakıra kul, köle olayım ki kimyadan başka bir şeye eğilmez. Dua ederken Tanrı’ya sınık bir halde el kaldır. Tanrı’nın merhamet ve ihsanı, sınık kişiye doğru uçar.

    Bu daracık kuyudan kurtulmak istiyorsan durmadan ateşe yüz çevir kardeş. Tanrı’nın hilesini gör, kendi hileni bırak. Ey hilesine karşı hilebazların bile utanıp şaşırdıkları Tanrım!

    Tavus kuşu gibi kanadına bakma, ayağını gör ki kötü göz, sana bir pusu kurmasın. Dağ bile kötülerin nazarıyla yerinden oynar. Kuran’da “Yüzlikunneke”yi oku da anla.

    Dağ gibi Ahmet bile yolda çamur ve yağmur yokken nazara uğradı da ayağı titremeye başladı. Bu duraklama, sürçme, bu ayak titremesi de ne? Bu işin boş olmasına imkan yok diye hayrette kaldı. Nihayet ayet geldi de, o hal sana kötü gözden erişti diye hikmetini bildirdi.

    Tanrı eğer senden başka biri olsaydı derhal yok olur, o nazara avlanır erir giderdi. Fakat benim korumam, eteğini çemreyip geldi de kurtuldun, yalnız bu titreyişin, bu sürçmen, bu sırrı sana bildirmek içindi dedi.

    İberet al da o dağ gibi olan Peygambere bak... Ondan sonra a saman çöpünden aşağı olan adam, hünerini malını arz etme!

    Ey Tanrı peygamberi, o mecliste öyle adamlar vardır ki herkesin kuşlarına bile nazar değdirir, onları bile öldürürler. Nazarlarından kükreyen aslanın bile kellesi yarılır, inlemeye başlar. Güçlü deveye nazarı ile ölüm değdirir, sonra arkasından köleyi, yürü bu devenin yağından satın al diye yollar. Köle deveyi sakatlanmış görür. Atla beraber koşan o deve sakatlanmış başı kesilmiştir.

    Şüphe yok ki hasetle, kötü gözle feleğin dönüşünü, yürüyüşünü bile başka bir tarzda döndürürler. Su gizlidir, fakat dolap meydanda. Fakat su esasen dönüp yürümektedir. Kötü gözün ilacı iyi gözdür. İyi göz, kötü gözü ayağının altına alır, yok eder.

    İlerisi gidiş, rahmettir sıfatıdır, iyi göz de rahmettir. Halbuki kötü göz, kahır ve lanetten meydana gelmededir. Tanrı’nın rahmeti gazabından üstündür. Bunun içindir ki her peygamber, kendi zıddına üst olmuş onu mat etmiştir.

    Çünkü, peygamber rahmetin neticesidir. Zıddı ise kötü yüzlüdür, kahır neticesidir. Kazın hırsı birdir. Şehvet hırsı yılandır, mevki hırsı ejderha. Kaz hırsı, boğaz ve cima şehvetinden meydana gelir. Fakat baş olma hırsında bu şehvetlerin tam yirmi tanesi toplanmıştır. Mevki sahibi, mevkii yüzünden Tanrılıktan dem vurur. Tanrı ile ortak olmayı tamah eder, nasıl af edilebilir?

    Adem’in işlediği kusur karın ve cima yüzünden oldu. Fakat iblisin suçu ululuktan ve mevki yüzündendi. Hasılı Adem çabucak tövbe etti, halbuki o melun, tövbe etmeye tenezzül etmedi. Boğaz ve cima hırsı da kötüdür. Fakat mevki hırsı olmadıkça yine de sınıklıdır.

    Bu mevki hırsının kökünü dalını söylemeye kalkışırsam bir başka cilt lazımdır. Arap serkeş ata Şeytan dedi, yazıda yayılan ata değil. Şeytanlık lügat ta baş çekmedir. Bu sıfat lanete layıktır. Bir sofranın çevresine yüz tane adam oturur, yer. Fakat baş olmak isteyen iki adam dünyaya sığamaz.

    O, dünya yüzünden bunun bulunmasını istemez. Hatta padişah padişahlığıma ortak olur diye babasını bile öldürür. Duymuşsundur ya saltanat kısırdır derler. Padişahlık davasında olan, korkusundan akrabalığı filan hep keser, hepsinden vazgeçer.

    Çünkü, saltanat kısırdır, onun oğlu yoktur. Ateş gibi kimseyle dostluğu olamaz. Kimi bulursa yakar, yırtar. Kimseyi bulamazsa kendi kendisini yer. Hiç ol da onun dişinden kurtul. O katı yürekliden merhameti az um!

    Hiç oldun mu o katı yürekliden korkma. Her sabah mutlak yokluktan ders al. Ululuk, ululuk ısısı Tanrı’nın elbisesidir. Kim onu giymeye kalkışırsa vebale girer. Taç onundur kemer bizim vay haddini aşana! Bu tavusluk kanadı, sana bir sınamadır. Buna kapıldın mı Tanrı’ya ortak olmaya, onun gibi noksan sıfatlardan arı olduğunu davaya kalkışırsın.

    Bir tavus kuşu, ovada kanatlarını yolmaktaydı. Hakimin biri gezmeye çıkmıştı. Onu görüp dedi ki: Ey tavus böyle güzelim kanatları nasıl yoluyor da kökünden yolup atıyorsun? Hiç acımıyor musun?

    Bu süsü koparıp balçığa atmana gönlün nasıl razı oluyor? Hafızlar o tüyleri beğendiklerinden alıp mushafların arasına koyuyorlar. Halk havalanmak için tüylerinden yelpazeler yapıyorlar. Bu ne nankörlük bu ne cüret! Bilmiyor musun ki nakkaşın kim? Yahut da biliyor da nazlanıyor; mahsustan o süsleri yoluyorsun.

    Birçok naz vardır ki suç olur; kulu, padişahın gözünden düşürür. Nazlanmak, şekerden tatlıdır ama az çiğne, yüzlerce tehlikesi vardır. Niyaz yolu emin bir yoldur. Nazı bırak da o yola düş. Nice nazlananlar vardır ki kol kanat çırpar ama nihayet o hal adama vebal olur. Nazın güzelliği seni bir an yüceltse bile onun gizli korkusu, seni eritir mahveder.

    Bu yalvarışa gelince: Seni zayıflatır. Zayıflatır ama parlak ayın on dördü gibi baş köşeye geçirir. Ölüden diriyi çekip çıkarınca ölen, doğru yolu bulur. Diriden ölüye çıkarınca da diri nefis, ölüm tarafına yönelir, ölüm tarafına dönüp dolaşır.

    Öl ki hiçbir şeye ihtiyacı olmayan diri Tanrı, ölüden diri meydana getirsin. Allah, bu ölü bedenden meydana bir diri getirsin. Kış olursan baharın gelişini, gece kesilirsen gündüzün oluşunu görürsün.

    O kanatları yolma ki bir daha yerine yapışmaz. Ey güzel yüzlü, yasa düşüp yüzünü yırtma. Kuşluk güneşine benzeyen o güzelim yüzü yırtmak, yanlış bir iştir. Böyle bir yüzü tırnakla yaralamak kafirliktir. Ay bile onun ayrılığı ile ağlamakta. Yoksa yüzünü görmüyor musun? Bırak bu inatçılığı, bırak bu düşünceyi!

    Bedende Nefsi Mutmainne’nin yüzünü düşünce tırnakları yaralar. Kötü düşünceyi zehirli tırnak bil. Bu tırnak, derinleştikçe can yüzünü tırmalar. Müşkül düğümleri açmak ister; fakat bu, adeta altın bir kaba aptes bozmaya benzer.

    Ey işin sonuna varan düğümü çözülmüş say. Bu düğüm, boş keseye vurulmuş kuvvetli ve çözülmez bir düğümdür. Düğümleri açmakla uğraşa,uğraşa kocaldım, başka birkaç, düğümü de çözülmüş sayıver.

    Asıl boğazımızdaki çözülmez düğüm şudur: Sen kendini bil, bakalım, aşağılık bir adam mısın, yoksa bahtı yaver bir adam mı? Adamsan bu müşkülü çöz. İnsan nefsine sahipsen nefsini bu yolda sarf et. Ayan ve arazı bildin tut, ne çıkar? Asıl, kendi haddini bil ki bundan kaçıp kurtulmaya imkan yok.

    Kendi haddini bilince de artık bu hadden kaç da ey toprak eleyen, hadsiz aleme ulaş. Ömrün mahmul ve mevzu derdiyle geçti. Gözün açılmadı, hayatın duyduğun şeylerle geçip gitti. Neticesiz ve tesirsiz olan her delil boş çıktı. Sen kendi neticene bak.

    Yapanı ancak yapılan şeylerle görebildin; iktirani kıyasla kanaat ettin. Filozof davasında delilleri çoğaltıp durur. Halbuki kalbi temiz Tanrı kulu, onun aksine delillere bakmaz bile. Delil ve hicaptan kaçar, delalet edilenin peşine düşer, başını yakasının içine çeker. Filozofa göre duman, ateşe delildir ama bizce dumansız olarak o ateşe atılmak daha hoştur.

    Hele yakılıktan, sevgiden meydana gelen şu ateş yok mu? O, bize dumandan daha yakındır. Hasılı cana ariz olan hayallere kapılıp dumana koşmak ve bu yüzden candan olmak, pek kötü bir iştir, pek bahtsızlıktır.

    Kanadını yolma, onun sevgisini gönlünden sök, çıkar. Çünkü, savaşmak için düşmanın bulunması şarttır. Düşman olamadıkça savaş imkanı yoktur. Şehvetin olmazsa ondan kaçınma emrine uyman mümkün değildir. meylin olmazsa sabrın manası yok. Düşman yoksa ordu sahibi olmana ne hacet?

    Kendine gel de kendini hadım etme, papaz olma. Çünkü, çekinmek ve temiz durmak, şehvetin zıddıdır. Heva ve heves olmadıkça have ve hevesten çekinin denmesi mümkün değildir. ölülere gazilik taslanmaz ya.

    “Yoksullara verin onları doyurun “ denmiştir, şu halde kazan. Çünkü elinde eskiden kazandığın bir şey olmadıkça harcayamazsın ki. Gerçi o mutlak olarak “Yoksulları doyurun” demiştir ama sen “Kazanın da sonra yoksulları doyurun” diye oku.

    Yine böyle o padişah “Sabredin” buyurdu. Bir istek olmalı ki yüz çeviresin. “Yiyin” emri şehvet için bir tuzaktır, ondan sonra gelen “İsraf etmeyin” emriyse temizliktir. Şehvet olmasa ondan kaçınmaya imkan olabilir mi?

    Sabretme ezasına uğramadıkça karşılığında bir hayır ve mükafat elde edemezsin. Ne hoştur o şart ve ne sevinçli şeydir o mükafat. O gönüller açan, canlara canlar katan mükafat!

    Aşıkların neşesi de odur, gamı da, hizmetlerine karşılık aldıkları ücret de. Aşk, sevgiliden başkasını seyre dalarsa bu, aşk değildir, aslı yok bir sevdadır. Aşk, o yalımdır ki parladı mı sevgiliden başka ne varsa hepsini yakar.

    La kılıcı, Tanrı’dan başka ne varsa hepsini keser silip süpürür. Bir bak hele, La’dan sonra ne kalır? İllahlah kalır, hepsi gider. Neşelen, sevin ey ikiliği yakıp yandıran şiddetli aşk! Zaten evvelkilerde oydu, sonrakiler de. İkilik ancak şaşı gözün bir görüşüdür, bunu böyle gör. Ne şaşılacak şey! Hiç onun aksinden başka bir güzel olur mu? Beden, ancak canla hareket edebilir. Canı olmayan bedeni istersen yağla, balla beslemeye kalk, yine beyhudedir.

    Bunu, bir günceğiz olsun dirilip bu canlar canının elindeki kadehi alan, o şarabı içen bilir. Fakat gözü, o yüzleri göremeyene şu duman, can görünür. Abdülaziz oğlu Ömer’i görmediğinden Haccac onca adalet sahibidir.

    O, Musa’nın ejderhasını görmemiştir de büyücülerin iplerinde can var sanır. Arı duru suyu içmeyen kuş, kara su içinde kanat çırpıp durur. Zıt olmadıkça zıttı tanınamaz. Yara görülünce onulmaya başlanır.

    Hasılı Elest ikliminin kadrini bilesin diye dünya, önce gelmiştir. Fakat buradan kurtulup oraya vardın mı ebed şeker hanesinde şükreder durursun. Dersin ki: Sanki orada toprak elemişim. Bu tertemiz alemden kaçıp duruyormuşum.

    Keşke bundan önce ölseydim de o balçıkta çektiklerim, daha az olsaydı. İşte onun için o her şeyi bilen peygamber, “Kim ölür bedenini terk ederse, öldüğünden, göçtüğünden dolayı hasrete düşmez. Ancak taksiratından, fırsatı fevt ettiğinden hasrete düşer.

    Ölen keşke maksadıma bundan önce erişseydim diye diler. Kötüyse, önce ölseydi kötülüğü daha az olurdu. İyiyse, iyilik yurduna daha önce giderdi. Kötü, haberim yokmuş, ben an be an önümdeki perdeleri arttırıp duruyormuşum. Bundan önce buraya göçseydim bu perdem, daha az olurdu der” buyurmuştur.

    Hırsa düşüp kanaat yüzünü az yırt. Ululanıp aşağılanma yüzünü az incit. Hasisliğinden cömertlik yüzünü, Şeytanlığından secdenin güzelim cemalini az parala. O cenneti bezeyen kanatları yolma. O yolları kaplayan kanatları yolma.

    Tavus kuşu, bu öğüdü duyunca ona baktı. Sonra da zari, zari ağlamaya koyuldu. O dertlini feryadı figanı orada bulunanları da feryada düşürdü. Neden kanatlarını yoluyorsun diye soran cevapsız kalıp pişman bir halde ağlamalı oldu.

    Neden boşboğazlıkta bulundum da sordum? O, zaten dertle doluymuş, ben onu büsbütün coşturdum diyordu. Gözlerinden akan yaşlar toprağa damlamakta idi. Damlayan damlaların her birinde yüzlerce cevap vardı.

    Doğru ve özden ağlayış, canlara dokunur, feleği ve arşı bile ağlatır. Akıl ve gönüller, şüphe yok ki arşa mensuptur, hicap içinde olarak arş nurundan doğarlar.

    Harut’la Marut gibi. O iki temiz melek de bu alemde korkunç bir kuyuda mahpusturlar. Aşağılık şehvet alemine düştüler de suçları yüzünden bu kuyuda bağlana kaldılar. İyilerle kötüler büyüyü ve büyüyü bozan şeyleri bu iki melekten öğrenirler. Fakat önce kendine gel, büyüyü öğrenme vazgeç bu sevdadan.

    Biz bu büyüyü seni belaya uğratmak ve sınamak için öğretiriz diye öğüt verirler. Sınamada şart ihtiyar sahibi olmaktır. Kudret elde olmadıkça da ihtiyar olamaz. İstekler uyumuş köpeklere benzer. Onlardaki hayır ve şer de gizlidir. Kudretleri olmadığı için bunlar, yere yatmış odun parçaları gibi yatakalmışlardır.

    Fakat aralarına pis bir şey atıldı mı adeta köpeklere hırs surunu üfürür. O sakaktaki bir eşek düşüp öldü mü uyuyan yüzlerce köpek uyanır. Gayp gizliliğinden gitmiş olan hırslar, yenlerinden yakalarından baş çıkarır, hücuma koyulurlar.

    Her köpeğin kılları diş kesilir hile için kuyruk sallamaya başlarlar. Köpeğin belden aşağısı hile, belden yukarısı öfke olur, odun bulmuş zayıf ateşe döner. Mekansızlık elinden yalım,yalım gelip çatar, ateşten çıkan alev ta göğe kadar, ağar.

    Bunun için yüzlerce köpek de insanın bedenin de uyumuştur. Bir av olmadığı için onlar, adeta gizlenmişlerdir. Yahut da gözleri bağlı doğan kuşlarına benzerler. Perde ardında bir av sevdasıyla yanıp tutuşurlar. Fakat doğanın külahını kaldırdın da avını gördün mü derhal dağlara dönüp dolaşmaya başlar. Hastanın isteği yatışmıştır. Hatırı, yalnız iyileşmektedir. Ama ekmek, elma ve karpuz görünce onu yemek ister bu istekle zarar korkusu, savaşa girişir. Sabrederse bunları görüşü, iyiliğine yarar. Çünkü o heyecana düşmek, onun gevşemiş tabiatına iyi gelir. Fakat sabredemezse görmemesi daha iyidir. Okun zırhsız adamdan uzak olması yeğ!

    Tavus kuşu ağlaması bitince dedi ki: Yürü, sen renge ve kokuya kapılmışsın. Görmüyorsun ki bu kanatlar yüzünden her yandan başıma yüzlerce bela gelip çatmada. Nice merhametsiz avcılar, bu kanatlar yüzünden her yanda benim için tuzak kuruyorlar. Nice okçu kanatlarım için yayını çekmiş bana ok atmada.

    Gücüm kuvvetim yok, kendimi koruyamıyorum, bu kazadan, bu beladan, bu fitnelerden kurtulmama imkan yok. Madem ki iş böyle, dağlarda, ovalarda emin olabilmek için çirkin olmam daha iyi.

    Ey yiğit, bu kanatlar, benim ululanma silahım kesildi. Ululanmaysa ululananları yüzlerce belaya uğratır.
    Nice hüner ve sanatlar vardır ki ham kişiyi helak eder. Çünkü o, taneye koşar, bu yüzden de tuzağı görmez. İhtiyarına sahip olmak, “Sakının” emrine uyan ve kendisine sahip olan adam için iyidir. Kendini koruyamıyor kötülüklerden çekinemiyorsan sakın, o aleti uzaklaştırır, ihtiyarı bırak.

    Benim de cilvelendiğim şey ve ihtiyarım, o kanattır. Onu yoluyorum, çünkü başıma kastetmede. Sabır sahibi, kendi kanadını yok farz eder, bu suretle kanadı da onu kötü düşüncelere sevk etmez.

    Şu halde ona de ki: Kanadını yolma, onun bir zararı yoktur. Bu çeşit adama ok gelse önüne kalkanını tutar. Fakat bana bu güzel kanat düşmandır. Çünkü sabredemiyor, cilveleniyorum. Eğer çekinme ve korunma bana yol gösterseydi ihtiyar yüzünden debdebem, devletim artardı. Ben çocuğa yahut sarhoşa benziyorum, sınanmalara tahammülüm yok. Benim elime kılıç vermek caiz değildir.

    Eğer aklım olsaydı da beni men etseydi kılıç, elimde bir zafer vasıtası olurdu. Güneş gibi nurlar saçan bir akıl lazım ki doğrudan başka bir suretle kılıç vurmasın. Parlak aklım ve iyi bir huyum yok, şu halde silahımı neden kuyuya atmayayım?

    Bu silah, bana düşman olacak. Onun için kılıçla kalkanı kuyuya atıyorum. Ne kolumda kuvvet var, ne dayanacağım bir yer. Kılıcımı atmazsam düşmanım elimden alır onunla beni yaralar. Bu kötü huylu nefis, yüzünü örtmemekte. Ben de onun inadına yüzümü yırtmaktayım. Bu suretle şu yücelik, şu güzellik azalsın da tamamı ile bitince de ben vebale az düşeyim. Yüzümü bu niyetle yırttığımdan suçum yok. Çünkü, bu yüzü yaralarla örtmek gerek. Gönlüm, gizlenme huyuna sahip olsaydı yüzüm, günden güne parlar, güzelleşirdi.

    Kuvvetim kudretim yok, iyiliğe de meyledemiyorum. Bunu gördüm, düşmanımı da gördüm, derhal silahımı kırdım. Bu suretle de onun bana üstün olmamasına, hançerimin kendime vebal olmamasına gayret etmiş oldum.

    Damarım oynadıkça kaçıyorum, çünkü adamın kendisinden kaçması kolaydır. Başkasından kaçan, ondan kurtulunca karar eder. Halbuki benim düşmanım da benim, benden kaçan da ben. Şu halde işim kıyamete kadar boyuna kaçmaktır. Adama kendi gölgesi düşman olursa ne Hint’te emin olur, ne Huten’de.


    Mesnevi'den Hikayeler



  9. #9
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Mesneviden Hikayeler 3. Cilt




    GÜNEŞTE YOK OLMAK



    Bir adam yokluğa erişir, kendisine yokluğu ziynet edinirse, o adamın, Muhammet gibi gölgesi olmaz. “Yokluk benim iftiharımdır” sırrına ziynet yokluktur. Bu çeşit adam, mumun alevi gibi gölgesizdir. Mum, baştan aşağı alevden ibarettir. Gölge onun çevresine uğrayamaz. Mum kendisinden de kaçtı, gölgeden de. Mumu dökenin isteğine uydu,ışığına sığındı.
    Mumu döken muma der ki: Seni yok olmak için döktüm. O da, ben yokluğa kaçtım diye cevap verir. Bu var olan ışık, lazım bir ışıktır, geçici ve arızi ışık gibi değil.

    Mum ateşe tamamı ile yok oldu mu artık ondan ne bir eser görürsün ne bir ışık! Suret ateşi karanlığı gidermek için mum suretinde durur. Beden mumu şu görünen mumun aksinedir; yok oldukça can nuru artar. Bu ebedi ışıktır, mumsa geçici. Can mumunun alevi, Tanrı’ya aittir. Ateşten meydana gelen şu ateş, nur olduğundan geçici gölge, ondan uzaklaşmıştır.

    Bulutun gölgesi yere düşer. Fakat gölge, ayla düşüp kalkmaz. A bahtı yaver kişi, kendinden geçmek, bulutsuz bir jale gelmektir. Kendinden geçtin mi değirmi aya benzersin. Fakat rüzgar, bir bulutu sürüp getirdi mi ayır nuru aydan daha eksik bir hale düşer. Bulut ve toz yüzünden ay, bir hayal gibi görünür. İşte beden bulutu da bizi hayal düşüncesine sürer.

    Ayın lutfuna bak ki bu da onun lutfudur, çünkü bize, bulutlar düşmanımızdır demiştir. Ay, ne buluta aldırış eder, ne toza. O, göğün yücesindedir. Bulut bizim canımıza düşmandır. Bulut bizim gözümüzden ayı gizler.

    Bu perde, huriyi Zâl gibi kuvvetlendirir, dolunayı yeni aydan daha noksan bir hale getirir. Ay bizi yücelik kucağına oturtmuş, düşmanımızı kendi düşmanı saymıştır. Bulutun letafeti ve parlaklığı da yandandır. Fakat buluta ay diyen hayli yol sapıtmıştır. Ayın nuru buluta vurdu mu onun kara yüzünü ay gibi parlatır.

    Gerçi ayla aynı renge boyanmıştır. Bu da bir devlettir ama buluttaki o nur, eğretidir. Kıyamette güneş de kalmaz, ay da. Göz ışığın aslı ile meşgul olur. Bu suretle temelli mülkle eğreti mülk seçilir. Şu fani konak, karar yurdundan ayrılır. Dadı, bir kaç gün içindir. Ey ana sen bizi kucağına al.

    Kanadım buluttur. O, perdedir ve önümdekini göstermez. O yalnız Tanrı lütfiyle letafet kazanır. Kanadımı yolayım, onu güzelliğini yolumdan atayım da aynı güzelliğini yine aydan seyredeyim. Ben dadı istemem, ana daha hoş. Ben Musa’yım benim dadım anamdır.

    Ben, aynı lutfunu vasıtayla elde etmek istemem. Çünkü bu ilgi, nicelerin helakine sebep oldu. Yahut da bulut, Tanrı yolunda yok olur da artık ayın yüzüne perdelik etmez. Suretini yokluk şeklinde gösterir. Peygamberlerle velilerin tenleri gibi.

    O çeşit bulut, perdelik etmez. Hatta mana bakımından perdelik etmesi bile faydalıdır. Nitekim aydın sabahta katralar yağar, fakat gökte bulut yoktur. O yağmur yağışı Peygamberin mucizesi idi. Bulut mahvoldu, gökyüzü rengini aldı. Buluttu ama ondan bulut huyu gitmişti. Aşığın bedeni de sabırla böyle olur işte. Bedendir ama bedenliği kaybolmuştur, değişmiştir, ondan renk de gitmiştir, koku da.

    Kanat başkasının, baş bana lazım. Baş, duygu, görgü yurdudur ve bedenin direğidir. Başkasının avı için can feda etmeyi mutlak küfür, hayırdan ümitsizlik bil. Kendine gel, dudu kuşlarının önündeki şekere benzeme. Zehre benze de ziyandan kurtul. Yahut da neşelen hitabını duymak için kendini köpeklerin önündeki ölüye benzet. Hızır da bu gemiyi, zaptedecek kimseden kurtarmak için deldi.

    “Yokluk benim iftiharımdır” sözü, onun için yüce bir söz oldu, tamahkarlardan gani Tanrı’ya kaçmama yol açtı. Mamurelerde oturanların hırsından kurtulmak için defineleri, yıkık yerlere gömerler. Kanadını yolmayı bilmiyorsan yürü, halvete gir de bütün kanatlarını şuna buna harcatma. Çünkü sen hem lokmasın, hem lokmayı yiyen. Ey can, aklını başına al, hem yiyorsun hem yeniyorsun!

    Bir kuşcağız kurt avlıyordu kedi fırsat bulup onu kapıverdi. Yiyordu, yeniyordu, fakat kendisi avlanırken başka bir avcıdan haberi bile yoktu. Hırsız, bir kumaşı çalmaktadır ama şahne de, hırsızın düşmanları ile beraber ardındadır. Hırsız aklı, pılı pırtıda, kilitte ve kapıdadır. Şahneden ve seher çağından ah edeceğinden gafildir.

    Sevdasına öyle dalmıştır ki kendisini arayandan haberi bile yoktur. Bir ot, arı duru bir suyu içti mi derhal bir hayvan gelir, onu otlar yer. O ot, hem yer, hem yenir. Tanrı’dan her varlık böyledir işte.

    Tanrı “Sizi doyurur, fakat kendi yemek yemez” Tanrı ne yenir ne yer. O, et ve deri değildir. yiyen ve yenilen, pusuya gizlenmiş bulunan bir yiyiciden nasıl emin olabilir? Yenen şeylerin emin olması, sonunda yas ve matem verir. Yürü, yemeyen içmeyen Tanrı’nın tapısına git. Her hayal, başka bir hayali yemekte, her düşünce, başka bir düşünceyi otlamaktadır. Hayalden geçemiyorsun, yahut da uyuyup ondan kurtulamıyorsun.

    Düşünce arıdır, uykunsa su. Uyusan bile uyandın mı yine başına üşüşür. Nice hayal arılar uçuşup durur, seni bu yana o yana çekiştirir. Bu hayal, yiyenlerin en aşağılığıdır. Öbürlerini ise ululuk ıssı Tanrı bilir. Kendine gel de o kaba ve haşin yiyiciler bölüğünden kaç. “Seni biz koruruz” diyen Tanrı’ya sığın. Yahut da o koruyucuya koşup kurtulmak elinden gelmiyorsa o koruma sıfatını kazanan kişiye kaç.

    Elini pirden başkasına verme. Pirin elini tutan Tanrı’dır. Senin kocalmış aklın, çocukluğu huy edinmiştir, nefis civarında bu huyu kazanmıştır. O, perde altındadır. Kamil bir aklı, aklına arkadaş et de aklın, o kötü huydan vazgeçsin. Elini onun eline verdin mi yiyicilerin elinden kurtulursun.

    Tanrı, “Tanrı eli onların elinin üstündedir” dedi ya, işte senin elin de o biat ehlinin eli olur. Elini pirin eline verdin, o her şeyi bilen ulu pire uydun mu, kurtuldun demektir. Çünkü o, ey mürit, vaktinin peygamberidir... Peygamberin nuru ondan zuhur eder. Ona uydun, onun elini tuttun mu Hudeybiye’de bulunup Peygambere biat eden sahabeden olursun. Cennetle muştulanan o on kişiden sayılırsın, halis ve potada erise bile ayarı düşmez altına dönersin.

    Bu bilelik doğrudur çünkü insan kimi severse ona eşittir. Bu alemde de onunladır, o alemde de. Bu, huyları güzel Ahmet’in hadisidir. Dedi ki: “İnsan sevdiği ile beraberdir” Kalp dilediğinden ayrılmaz.

    Nerede tuzak ve yem varsa orada az otur. Yürü ey arık kötürüm, kendin gibi arık kötürümleri gör! Ey zebunların zebunu, şunu da bil ki, el, elin üstündedir el üstünde el vardır. Ne şaşılacak şey, sen hem zebunsun, hem de zebunların elini tutmaya çalışıyorsun. Hem avsın hem de avlamayı diliyorsun.

    Onların önüne ardına set olma. Çünkü, sen düşmanı görmezsin ama o düşman ortadadır. Avcılık hırsı, insanı kendi avlanacağından gafil kılar. Erlik gösterir ama yüreksizdir. İstekte bir kuştan aşağı olma. Serçe kuşu bile önüne ardına bakınır. Yemin bulunduğu yere geldi mi önüne ardına kaç kere dolanır. Acaba der, önümde ardımda bir avcı var mı? Varsa onun korkusu ile şu lokmadan el çekmem gerek. Kötülerin hikayelerini gör, hallerine bak. Eşinin dostunun ölümlerinden ibret al.

    Onları silahsız, pusatsız nasıl helak etti? Bir bak. O, herhalde senin yanındadır. Tanrı işkence yapar ama gürzle elle değil. Bil ki Tanrı, elsiz hüküm sürer, ferman yürütür.

    Tanrı varsa hani, nerede? Diyen işkenceye uğradı mı vardır, odur diye ikrar eder. Tanrı varlığı şaşılacak bir şey, akıldan uzak diyen, gözyaşları döker de ey bana benden yakın Tanrı diye yalvarmaya koyulur.

    Tuzaktan kaçmak vaciptir, fakat senin tuzağın kanadına yapışıktır. İşte onun için ben, bu menhus tuzağın mıhını çekip çıkarıyorum; murada erişmek için dilimi, damağımı acıtmamak istiyorum. Bu sözü, senin aklına uygun söyledim. Anla da arayıp taramadan yüz çevirme. Hırs ve hasetten ibaret olan şu bağı çöz. Ebuleheb’in karısının boynundaki hurma ipini düşün.

    Bu sözün ne sonu vardır, nede bu söz bitip tükenir. Ey Tanrı Halil’i, kuzgunu neden öldürdün? Buyruğa uydun doğru. Fakat bu buyruğun hikmeti neydi? Onun sırlarından birazcığını göstermek gerek. Kara kuzgunun gaak diye bağırması, dünyada daima uzun bir ömür istemesindendir. İblis gibi tek ve pak Tanrı’dan kıyamete kadar dünya hayatını ister. İblis de “Beni kıyamet gününe kadar yaşat “ dedi. Keşke, “Rabbimiz, tövbe ettik” deseydi. Tövbesiz ömür, baştanbaşa can çekişmedir.

    Hazır olan kaçılmayan ölüm, Tanrı’dan gafil olmaktır. Hakla olunca ömür de, ölüm de... ikisi de hoştur. Fakat Tanrı’sız abıhayat bile ateştir. Öyle bir tapıdan daima ömür istemesi de lanet tesiriyledir. Tanrı’dan, ondan başkasını istemek, görünüşte istenen şeyin artmasını istemektir, ama hakikatte onun tamamı ile eksilmesini dilemektir.

    Hele ayrılık ve yabancılıkla geçen ömür yok mu? Bu adeta aslanın huzurunda tilkilik taslamaya benzer. Bana daha fazla ömür ver de daha gerisin geri gideyim; mühletini uzat da daha aşağılık bir hale geleyim demektir. Nihayet o, lanete nişane olur. Lanet isteyen kişiyse kötü bir kişidir.

    Hoş ömür, yakınlık aleminden can beslemektir. Kuzgunun ömrü ise pislik yemek içindir. Bana fazla ömür ver ki pislik yiyeyim, daima ban bunu ver ki benim yaradılışım kötüdür demektedir. O ağzı kokan kuzgun, eğer pislik yemeseydi beni kuzgun huyundan kurtar diye yalvarırdı.

    Ey toprağı altına çeviren, bir başka toprağı da insanlar babası yapan Tanrı! Senin işin, eşyayı olduğu halden çevirmek, ihsan ve lutüflarda bulunmaktır, benim işimse yanlışa düşmek, unutmak ve hata etmektir. Bilginle yanlışımı noksanı mı döndür. Ben baştan aşağıya kadar sümükten ibaretim, sen beni sabırdan, hilimden ibaret bir hale getir.

    Ey çorak toprağı ekmek haline getiren, ey ölü ekmeği canlandıran, can eden. Ey şaşırmış cana rehberlik eden, ey yolunu sapıtmışı peygamber yapan! Yeryüzünün bir cüzünü gök yaparsın. Yeryüzünün neşesini yıldızlarla artırırsın.

    Kim bu alemden bir abıhayat elde ederse ölüm, ona başkalarından daha çabuk gelir çatar. Kâinata bakan gönül gözü, görür ki burada daima yeniden yeniye bozulup düzelen şeyler var. Şu ten hırkasının iğnesiz, ipliksiz dikilmesinden ve bakırı altın yapan iksirden başka bir şey değildir.

    Sen, var olduğun gün, ya ateştin, ya yel, yahut da torak. Eğer o halde ebediyen kalman mümkün olsaydı hiç sana bu yücelik nasip olur muydu? Tanrı seni değiştirdi. Önceki varlığın kalmadı. Onun yerine sana daha iyi varlık verdi. Böylece yüz binlerce varlığa büründün ki daima ikinci varlık, ilkinden iyidir. Bunları değiştiren Tanrı’dan gör de vasıtaları bırak. Çünkü vasıtalara kapıldın da aslından uzaklaştın. Nerede vasıta çoğalırsa ulaşma kaybolur gider. Şaşkınlığın, her şeyi sebepten bilmendendir. Halbuki hayret, sana o tapıya yol açar. Bu varlıkları yokluklardan buldun. Öyleyse neden yokluktan yüz çevirdin? O yokluktan ne ziyana uğradın ki varlığa yapıştın a yer faresi!

    Madem ki ikinci evvelkinden daha iyidir, yokluğu ara, insanı halden hale değiştirene tap. A inatçı, varlığa düştüğün demden beri şimdiye kadar her lahza yüz binlerce haşir gördün. Haberin yokken cemad aleminden yetişip gelişen nebat alemine geldin. Nebat aleminden de hayat ve iptila alemine düştün.

    Sonra tekrar güzelim akıl ve temyiz alemine gider, bu beş duyguyla altı cihet aleminden kurtulursun. Bu ayak izleri, deniz kıyısına kadar gider. Sonra deniz içinde ayak izleri yok olur biter. Çünkü kuruluk menzillerinde ihtiyat için köyler vardır, yurtlar vardır, konaklar vardır. Deniz konakları da durup dinlenmeyen, sahası ve tavanı olmayan dalgalanmalardır. O menzillerin nişanesi adı sanı yoktur.

    Nebat aleminden sırf ruh alemine kadar her iki konak arasında bunlar gibi yüzlerce konak vardır. Yokluklarda bu varlığı gördün de nasıl beden varlığına böyle yapıştın? Kendine gel ey kuzgun, kendine gel de şu canı ver, doğan kuşu ol. Tanrı’nın halden hale döndürmesi karşısında canınla başınla oyna.

    Yeniyi al, eskiyi bırak. Çünkü her yılın, geçen üç yıldan daha artıştır daha üstün. Hurma fidanı gibi ihsan sahibi olmazsam var, eskiyi eskiye kat ambarına yığ! O eski, kokmuş ve pörsümüş şeyi körlere hediye et. Yeniyi gören seni almaz. O Tanrı’ya av olur, sana tutulmaz. Ey kara ve tuzlu su, nerede kör kuş varsa bölük, bölük senin başına toplanır.

    Bu suretle de körlükleri artar. Çünkü kara su, körlüğü arttırır. Dünya ehlinin bu sebeple gönül gözleri kördür; onlar, balçıkla bulanmış su içerler. Madem ki gizli bir alemde abıhayatın yok, şu halde kara ve tuzlu suyu ver, kötülüğü al bu alemde! Bu halle bir de varlık istiyor, onu anıyorsun ha. Halbuki sen, zenci gibi kara yüzlü olmakla neşelisin.

    Zenci aslından öyle olduğundan, aslından zenci olduğundan o kara renkten hoşlanır, rahattır. Fakat bir gün güzelleşse, güzel yüzlü bir hale gelse de sonra kararsa çaresini aramaya koyulur. Uçar kuş, yeryüzünde kalsa derde, eleme düşer, feryat etmeye başlar. Fakat ev kuşu, yeryüzünde güzelce yürür, yem toplar, neşeli bir halde dönüp dolaşır.

    Çünkü o aslında uçamaz, öbürü uçucudur.

    Peygamber, canım hakkı için dedi, yoksul düşen zengine,hor hakir bir hale gelen yüceye, yahut da bilgisizlikle şöhret kazanan Mudar kabilesinin arasına düşmüş saf ve temiz alime acıyın.

    Peygamber dedi ki: Taş ve dağ bile olsanız bu üç bölük halka merhamet edin. Çünkü o, başlıkta bulunduktan sonra hor oldu. Öbürü, zenginken yoksul düştü, parasız kaldı. Üçüncüsü de alemde ahmak adamlar arasında belalara uğrayan alimdir.

    Çünkü yücelikten horluğa düşmek, bedenden bir uzvu kesmektir. Bedenden ayrılan uzuv, ölür, yeni kesilmiş uzuv bir müddet oynar, oynar ama bu hareket sürüp gitmez. Geçen yıl Elest kadehinden şarap içen, bu yıl baş ağrısına eza ve cefaya uğrar. Köpek gibi bayağı olan kişide padişahlık hırsı ne gezer.

    Suçu olan tövbe eder. Yolu kaybeden kişi ah eder.


    Mesnevi'den Hikayeler



  10. #10
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Mesneviden Hikayeler 3. Cilt




    AHIRDAKİ CEYLAN



    Avcının biri, bir ceylan tuttu. O merhametsiz herif, ceylanı ahıra kapattı. Ahır, öküzlerle, eşeklerle doluydu. O herif de ceylanı, zalimler gibi bu ahıra hapsetti. Ceylan, ürkekliğinden her yana kaçmakta idi. Avcı, geceleyin eşeklere saman veriyordu.
    Her öküz, her eşek, açlığından samanı şeker gibi yiyor, şekerden de hoş buluyordu. Ceylan, gah bir yandan bir yana kaçıyor, gah tozdan, dumandan yüzünü çeviriyordu. Kimi, zıttı ile bir araya koyarlarsa onu, ölüm azabına uğratmış olurlar. Süleyman da Hüthüt, gitmeye mecbur olduğuna dair kabul edilebilecek bir özür getirmezse, ya onu öldürürüm yahut da sayıya gelmez bir azaba uğratırım demişti.

    Ey güvenilir kişi, düşün, o azap hangi azap? Kendi cinsinden olmayanlarla bir kafese kapatılmak! Ey insan, bu kafeste azap içindesin. Can kuşun, seninle cins olmayanlara tutulmuş. Ruh, doğan kuşudur, tabiatlarsa kuzgundur. Doğan kuşu, kuzgunlarla baykuşlardan yaralanır.

    İşte can kuşu da, Sebzvar şehrindeki Ebubekir gibi onların arasında zari, zari ağlayıp inleyerek kalakalmıştır.

    Muhammet Alp Ulug Harzemşah, tamamı ile mahvolmuş Sebzvar’lılarla savaşa girmişti. Askerlerini sıkıştırdı. Ordusu, düşmanları öldürmeye koyuldu. Şehirliler aman diye huzuruna gelip secde ettiler. Kulağımıza küpe tak, bizi kul et, tek canımızı bağışla. Sana lazım olan her vergiyi her hediyeyi verelim, onu her yıl çoğaltalım. Ey aslan huylu canımız senin,bir zamancağız onu bize emanet bırak dediler.

    Padişah bana Ebubekir adlı birisini getirmezseniz canınızı kurtaramazsınız. Şehrinizden Ebubekir adlı birini bana armağan olarak sunmazsanız, size kötülük eder, sizi ekin gibi keser biçerim. Ne vergi alırım, ne afsun dinlerim dedi. Yoluna altın dolu bir çuval getirip, bu şehirden Ebubekir adlı birini isteme.

    Sebzvar’da nasıl olurda Ebubekir bulunur? Hiç dere içinde ıslanmamış toprak parçası bulunur mu? Dediler.

    Padişah altından yüz çevirip “A mecusiler” dedi, Ebubekir adlı birisini armağan olarak getirmedikçe fayda yok. ben çocuk değilim ki altına, gümüşe hayran olayım.”

    Ey zebun kişi sende secde etmedikçe kıçınla mescidi silip süpürsen kurtulamazsın. Şehirliler, sağdan, soldan haberciler uçurdular. Bu yıkık yerde bir Ebubekir var mı nerede? Diye aramaya koyuldular.

    Üç gün üç gece koşup tozduktan sonra bir arık Ebubekir bulabildiler. Yolcuymuş, hastalıktan yıkık bir yerin bir bucağında kuruyup kalmış. Bir yıkık bucakta uyuyormuş. Onu görünce, çabuk dediler, kalk seni padişah istiyor. Senin yüzünden şehrimiz ölümden kurtulacak.

    Adam dedi ki: Ayağım olsaydı, yürümeye kudret bulsaydım gideceğim yere giderdim. Bu düşman yurdun da kalır mıydım hiç? Sevgililerin şehrine koşar giderdim. Ölü taşıyan bir salacayı getirip Ebubekir’i üstüne yatırdılar. Hamallara verip görsün diye Harzemşah’ın huzuruna götürdüler. Bu cihan, Sebzvar’dır. Tanrı eri, burada zayi olur gider. Harzemşah ulu Tanrıdır. Bu rezil kavimden gönül istemektedir.

    Peygamber, “Tanrı, suretlerinize bakmaz, kalbe bakar. Kalp işlerinizi düzene koyun” demiştir. Tanrı, ben sana, bir gönül sahibinden bakarım. Secdene, altın vermene bakmam bile demektedir. Sen, gönlünü gönül sandın da gönül sahiplerini aramayı bıraktın. Gönül öyle bir varlıktır ki bu yedi gök gibi yedi yüz tanesini oraya koysan kaybolur gider. Bu çeşit gönül kırıklarına gönül deme. Sebzvar’da Ebubekir arama.

    Gönül sahibi, altı yüzlü aynadır. Tanrı, altı cihette de o aynadan nazar eder durur. Altı cihette bulunan, bu cihetlerden kurtulamayan kişiye Tanrı, o gönül sahibi vasıta olamadıkça nazar etmez.

    Birisini ret ederse onun için eder. Kabul ederse yine şefaatçi odur. O olmadıkça Tanrı kimseye rızk vermezi. İşte ben, vuslata ulaşan kişinin ahvalinden bir miktarcığını söyledim. Tanrı, ihsanını onun eline kor da acınanlara onun elinden ihsanda bulunur. Onun avucu ile bütünlük denizi birleşmiştir. O, neliksiz ve niteliksizdir ve tam kemal sahibidir.

    Söze sığmayan bu birleşmeyi söylemenin imkanı yoktur vesselam. Ey zengin, yüzlerce çuval altın getirsen Tanrı der ki: A iki büklüm adam gönül getir. Gönül senden razı ise ben de razıyım. Gönül senden yüz çevirmişse ben de yüz çeviririm. Sana bakmam, o gönle bakarım. Ey canı kapımda olan, bana armağan olarak gönül getir. Gönül sahibi, seninle nasılsa ben de öyleyim. Cennetler anaların ayakları altındadır. Halkın anası da odur, babası da odur, aslı da o. Ne mutlu gönlü deriden bedenden ayırt edebilen kişiye.

    Sen dersin ki işte, sana gönül getirdim ya. Fakat o der ki: Kutu (şehir), bu gönüllerle dopdolu. Sen, bana alemin kutbu olan gönlü getir. İnsanın canının canının canının canı, o gönüldür. İşte onun için o gönüller sultanı, nur ve ihsanlarla dolu olan gönlü beklemektedir.

    Sen günlerce Sebzvar şehrinde gezip dolaşsan o çeşit bir gönül bulamazsın. Nihayet solmuş, pörsümüş bir gönül bulur, onu salacaya kor, o tarafa götürürsün.

    Ey padişahlar padişahı, sana gönül getirdim. Bu Sebzvar’da bundan daha iyi gönül yoktur dersin. O da der ki: A küstah, burası mezarlık mı ki buraya ölü gönül getiriyorsun? Yürü, padişah huylu gönlü getir ki varlık Sebzvar’ı onun yüzünden aman bulur. Sanki o gönül, bu cihandan gizlenmiştir. Çünkü karanlık, ışıkla bir yerde bulunmaz. Birbirlerine zıttır bunlar. Tabiat Sebzvar’ının, o gönülle düşmanlığı, Elest gününden miras kalmıştır.

    Çünkü o, doğan kuşudur, dünya şehriyse kuzgun. Kendi cinsinden olmayanı görmek insanı yaralar. İnsan, kendi cinsinden olmayana yumuşaklık gösterirse münafıklığından gösterir, onunla uyuşursa bir şey elde etmek için uyuşur. Çünkü bu leş arayan aşağılık kuzgunun kat,kat yüz binlerce hilesi vardır.

    Münafıklığı kabul ederlerse kurtulur; münafıklığı, kendisine fayda verecek bir doğruluk olur. Çünkü gönül sahibi, debdebesiyle beraber bizim pazarımızda ayıplıdır. Cansız değilsen gönül sahibini ara. Padişaha zıt değilsen gönülle aynı cinsten olmaya bak. Halbuki riyası, sana hoş gelen, tabiatına uygun olan kişi, dostundur. Dostundur ama Tanrı’nın dostu değil ki!

    Kim senin huyuna suyuna giderse sence ya velidir, ya peygamber. Yürü, hava ve hevesi bırak da bir koku al, o güzelim amber kokusunu duy. Hava ve hevesine uyarsan dimağın bozulur. Misk ve amber sence hiçbir şeye yaramaz bir hale gelir. Bu sözün sonu gelmez, halbuki ceylanımız, ahırda bir yerden bir yere kaçıp durmada.

    O göbeği miskli ceylan, günlerce eşek ahırında işkence çekmekteydi. Karaya vurmuş balık gibi can çekişmede, çırpınıp durmadaydı. Pislikle misk, adeta bir hokkaya girmişti.

    Bir eşek diyordu ki: Ha, bu hayvanlar babası, padişahlarla beylerin huyundan susun. Başka bir eşek, onun gidip gelmesine bakıp alay ederek bir inci bulmuş, nasıl olur da ucuza satar? Diyordu.

    Bir başka eşek, söyleyin diyordu, bu naziklikle padişahın tahtına çıkıp yaslansın. Bir başka eşek de çok yemiş, imtilaya uğramış, yemeden kalmıştı. Ceylanı çağırdı. Ceylan başını kaldırıp, Hayır iştahım yok, kuvvetsizim dedi. Eşek dedi ki: Biliyorum ki nazlanıyorsun. Yahut da utanıyorsun da onun için çekinmektesin.

    Ceylan kendi kendisine o yemek senin yemeğin. Senin bedeninin cüzileri, ondan dirilmekte, tazeleşmekte. Ben çayırlığın arkadaşıyım. Duru sularla, bağlar, bahçelerle avunur, eğlenirdim. Kaza ve kader, bizi azaba düşürse o huy, o güzel tabiat nasıl olur da değişiverir?

    Yoksul olduysam bile nasıl olurda yoksulca hareket ederim? Elbisem eskidiyse ben yeniyim. Ben, sümbülü, laleyi, reyhanı bile binlerce nazla ve istemeyerek yerdim dedi. Eşek, evet dedi, söylen, mırıldan. Gariplikle çok saçma şeyler söylenebilir.

    Ceylan dedi ki: Göbeğim, sözlerime tanıklık etmede. Öd ağacı ile ambere bile ehemmiyet vermemede. Fakat koku almayan, bunları nereden duyacak? Pisliğe tapan eşeğe o koku haramdır. Eşek, yolda eşek pisliğini koklar. Bu çeşit mahluklara miski nasıl sunabilirim? O şefaatçi peygamber, bu yüzden “İslam dünyada gariptir” remzini söylemiştir.

    Çünkü zati, meleklerle hem dem olmakla beraber akrabaları bile ondan kaçarlar. Halk onun suretine bakar, onu kendilerine cins sanır ama ondaki kokuyu duymaz. Öküz suretindeki aslan gibi. Onu uzaktan görürsün ama içini deşmeye kalkışma. Deşersen ten öküzünü terk et. Çünkü o aslan huylu, öküzü paralar.

    Öküz tabiatı, seni başından eder, hayvanlık huyu, seni hayvanlıktan ayırır. Öküz bile olsan onun yanında aslan kesilirsin. Fakat sen öküzlükten hoşlanıyorsan aslanlığı arama.


    Mesnevi'den Hikayeler



Sayfa 1/3 123 SonSon

Benzer Konular

  1. Mesneviden Hikayeler 3. Cilt
    By BaRLa in forum Hz Mevlana
    Cevaplar: 21
    Son Mesaj: 11.02.11, 18:53
  2. Mesneviden Hikayeler 4. Cilt
    By BaRLa in forum Hz Mevlana
    Cevaplar: 17
    Son Mesaj: 15.06.09, 20:46
  3. Mesneviden Hikayaler 2. Cilt
    By BaRLa in forum Hz Mevlana
    Cevaplar: 29
    Son Mesaj: 15.06.09, 20:23
  4. Mesneviden Hikayeler 1. Cilt
    By BaRLa in forum Hz Mevlana
    Cevaplar: 23
    Son Mesaj: 15.06.09, 20:05

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •