Sayfa 2/2 İlkİlk 12
19 sonuçtan 11 ile 19 arası

Konu: Âhirzaman Alametleri ve Fitneleri

  1. #11
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Âhirzaman Alametleri ve Fitneleri

    BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNE YAPILAN ZÜLUMLERİN SEBEBİ

    Bunca zaman kendisine tazyik yapılan Bediüzzaman Hazretleri bu tazyikin sebebini, Cumhurbaşkanına yazdığı bir istidasında şöyle beyan eder:

    «Reis-i Cumhura gönderilen istidanın zeyli*dir ki, mecbur oldum yazmağa.

    Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi; Mustafa Kemal’in dostluğu ve taraf*girliği vesi*le*siyle beni eziyorlar. Ben de o garazkârlara derim ki: Ölmüş gitmiş ve dünyadan ve hükûmetten alâkası ke*silmiş bir adam hakkında otuz sene ev*vel bir Hadîs-i Şerifin ihbarıyla, Kur’ana zararlı öyle bir adam çıkacak dediğimi ve sonra Mustafa Kemal o adam olduğunu zaman gösterdi.

    Ben de beşyüz seneden beri kahra*man*lığıyla ve hakperestliğiyle dünyaya meydan okuyan kah*ra*man bir ordunun şe*refini ve zaferini, hilaf-ı haki*kat([133]) olarak M. Kemal’e vermediğim. Kemal’e vermedi¤im; için, garaz*kâr dost*ları beni yirmi senedir bahanelerle tazib ediyor*lar.

    Evet mahkemede isbat ettiğim gibi; şe*refler, müsbet hayırlar, maddi manevi ga*nimetler or*duya ce*maata verilir, tevzi edi*lir; kusurlar, menfi icraat*lar başa, reise ve*rilir diye bir kaide-i haki*katla, kah*raman ordunun ve bilfiil asker ve asker ba*şında çalışan cesur zabitlerin([134]) zaferleri ve şerefleri Mustafa Kemal’e verilmez. Belki kusurlar, hatalar yalnız ona verilir diye beni onu sevmemekle itti*ham edenleri, kahraman orduyu sevmemekle ve şe*ref*lerini kırmakla ittiham edip onlara hain-i millet nazarıyla bakıyorum. Bu hakikatı mahkemede isbat ettiğim gibi, onun muannid dostlarına da isbat et*meye hazırım. Ben bu mübarek milletin bahadır ordu*sunun milyonlar ef*radı ve zabitlerini([135]) severim. Hürmetlerini, haysiyetlerini elimden geldiği ka*dar muha*faza ediyo*rum. Benim karşımdaki garaz*kâr muarızlarım, bir tek adamı sevmek yo*lunda, mil*yonlar efrada manen ihanet, belki adavet([136]) ediyorlar.

    Evet çok emarelerle bildik ki; bana hü*cum eden*leri tahrik eden, Mustafa Kemal’e itirazımdır ve ona dost olmadığım*dır. Başka sebebler bahanedir. Bunun için mecbur ol*dum ki, o muarızlarıma([137]) de*rim: O beni taltif etmek ve bütün vilayat-ı şarki*yeye vaiz-i umumî yapmak için Ankara’ya istedi. Ben oraya git*tim. Bu gelen üç madde, beni onun dost*luğundan vazgeçirdi. Yirmi sene inzi*vada azab çektim, dünya*larına ka*rışmadım.

    Birinci Madde: Bir hadîs-i şerifin, âhir*za*manda an’anat-ı İslâmiyenin([138]) zara*rına çalışacak diye ha*ber verdiği adam, bu oldu*ğunu ef’aliyle([139]) gös*ter*mesi*dir. Ben otu*zaltı sene evvel o Hadîsi tefsir etmiş*tim. Aynen bu adama mânası çıkmış. Mahkemedeki müdafaatımın “Üçüncü Esas”ında izahı var.

    İkinci Madde: Bir şeyin vücudu ve ta*miri ve ha*yatı, ona ait bütün erkân ve şera*itin([140]) vü*cuduyla olabil*mesi; ve o şeyin ademi ve tah*ribi ve ölmesi, bir tek şartın bozul*masıyla olduğu bir kaide-i ha*ki*kattır. Umumun dil*lerinde “Tahrib, tamirden çok kolaydır” diye darb-ı mesel olmuştur.

    Bu kat’i kaideye binaen, meydanda gö*rünen ehemmiyetli kusurlar ve tahribatlar o ku*manda*nın ha*tasından ve ehemmiyetli şeref*ler ve zafer*ler ise ordu*nun kahraman*lığın*dan geldiğinden; o fenalık*ları ona, o iyi*lik*leri orduya vermek lâzım gelirken, bütün bütün aksine olarak cemaatın hayrını baş*taki bir ferde ve o ferdin şerrini cemaata vermek deh*şetli bir haksızlık olmasıdır.

    Üçüncü Madde: Cemaatın hayrını ve or*du*nun zaferini başa vermek ve o başın ku*su*runu cemaata isnad etmek ise, binler ha*yır*ları birtek hayra indir*mek ve birtek ku*suru binler kusur yapmaktır. Çünki nasıl bir ta*bur bir dehşetli düşmanı öldürse, her*bir ne*feri bir gazilik rütbesini alır ve yalnız bin*başısına verilse, binden bire iner, bir tek gazi olur. O binba*şının hatasıyla zalimane bir katil yapılsa ve ona verilmeyip tabura verilse, o bir tek katil bin cina*yet hükmüne geçerek bin neferi me*sul eder ve cezaya çarpar.

    Aynen öyle de: Meydandaki görünen ehem*miyetli kusurlar onları işleyen ölmüş adama ve*rilmezse, beş*yüz belki bin seneden beri gaziliğini ve hakperestli*ğini dünyaya gösteren ve ferman-ı şe*re*fini ve Kur’an bay*raktarlığını kılınçlarıyla ve kan*la*rıyla imza*layan bir orduya havalesiyle, o kusurlar binler derece ve erkânları adedince ziyade*leşir, o ordu*nun pek parlak mazisini deh*şetli karartır ve bu asrın ordusunu, geçen asırların aynı orduları önünde mah*cub ve mesul eder. Ve mevcud şeref*ler, zaferler tek adama verilse binler derece küçü*lür, erkân ve efrad adedince gazilik ve hayırlar bir tek hük*müne geçer söner, daha kusurlara karşı kef*faret-üz zünub([141]) olmaz.

    İşte bu sebebler içindir ki; ben onun dostlu*ğunu bırakıp, onun yerinde, ehemmi*yetli bir za*manda içinde bulunduğum ve te*sirli hizmet etti*ğim o or*dunun dostluğunu aldım ve binler derece daha ehemmiyetli şe*refini muhafazaya Risale-i Nur ile çalış*tım.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 284)

    Âhirzamanda çıkan nifak cereyanının ma*hiyetini, Risale-i Nur’un ikazıyla anlayanla*rın, o cereyandan alâ*kala*rını keseceklerini an*latan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

    «Şimdi ihtiyarımızın haricinde([142]) onun mahi*yeti ne olduğunu, en başta ve en zi*yade alâ*kadar ve en son on*dan vazgeçecek adamla*rın ellerine kat’i hüccetler gös*te*ren ve isbat eden Risale-i Nur geç*mesi, kemal-i merak ve dikkatle okunması öyle bir hâdi*sedir ki; bizler gibi binler adam hapse girse, hattâ idam olsalar, Din-i İslâm cihetiyle yine ucuz*dur.» (Şualar sh: 339)

    Kur’an (Meryem Suresi 19:82) âyetinde remzî bir mânâ ile; anarşist*lerle, onları yetiştirenler arasında zıt*laşma olacağına ve yetiştirdikleri anarşistlerin, onların taptıklarını tanımayacaklarına bir işa*ret vardır.

    Âhirzamanın dehşetli fitnesinden üm*meti ikaz eden ri*vayetlerin çoğu müteşabih ol*duğun*dan, tevil ve tabiriyle izah edilmeleri ge*rekiyor. Bu hadîslerin, her as*rın insanla*rına ba*kan mânâ külliyetleri vardır. Bediüzzaman Hazretleri bu hadîslerden bir kısmını, tâ Osmanlı Devleti zamanında yani 1907 sene*sinde bazı sualler üzerine ele ala*rak bazı tevil ve izahlarını yap*mıştı. O zaman bu tevillerin mânâsına uygun olacak hiçbir hâdise de yoktu. Aradan hayli seneler geçtikten sonra, Risale-i Nur’daki hassaten Beşinci Şua’daki kıya*met alâmetlerine dair müteşabih hadîslerin teville*rini bazı adli*yeciler ele alarak Mustafa Kemal’e ve bir kısım inkılâplarına tatbik ederek suç gös*termek istediler.

    Halbuki hukuk anlayışında, kanun ma*kab*line şamil olmaz. Yani, kanundan önceki za*mana tatbik edilmez. Diğer bir ifade ile, kanun*suz suç olmaz. Hem açık olmayan ifade*lerden, tahmin yoluyla ceza verilmez. Hem hakaret ve teca*vüz olmayarak mücerred fikir ve kanaat beyan etmek, hürri*yet rejimlerinde suç sayıla*maz. Aksi halde hürriyet rejimi*nin temel unsur*larından olan din, vicdan ve fikir hürriyet*leri ihlal edilmiş olur. İşte bu esaslara aykırı bir suçlamaya cevap verirken, bu hakikatı ve esas*ları nazara veren Bediüzzaman Hazretleri ay*nen şöyle diyor:

    «Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuv*ve*timiz var ve ne de düşünüyoruz ve ne de Risale-i Nur izin veriyor. Fakat biz kabul etmiyo*ruz, amel etmiyo*ruz, istemiyo*ruz. Red başka, ka*bul etmemek başkadır, amel etmemek daha baş*kadır. Hazret-i Ömer’in (R.A.) taht-ı hükmünde.A.) taht-› hükmünde;, ka*nun-u adalet-i şer’iyesini reddet*meyen ve ilişme*yen Yahudilere, Nasara’ya ilişmiyordu*lar. Demek kabul etmemek, tasdik etmemek, idarece bir suç teşkil etmi*yor ki; o çeşit mu*halifler ve münkir*ler, en kuvvetli pa*dişah*ların idaresi ve siyaseti altında bulunmuş*lar. İşte bu nokta-i nazardan, Risale-i Nur’un şakirdlerin*den en müdhiş bir mu*ha*lif ve rejim müessi*sini([143]) tel’in de etse, bilfiil idareye ilişmese, onun mef*kû*resine ka*nu*nen ilişilmez. Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikir, onları tebrie eder.([144])» (Kastamonu Lâhikası sh: 265)

    İşte mezkûr açık kaideleri aşarak, Bediüzzaman bu te*villeriyle Mustafa Kemal’e ve rejimine hücum edi*yor diyerek ve kanunu geçmişe şamil kılarak ve sarih olmayan küllî ifa*deleri, açık şekle çevirip isim ilave ederek ya*zılan bir mah*keme kararından şayan-ı dikkat ve ibret bir örneği veriyo*ruz.

    26/12/1985 tarih ve 85/114 esas, 85/186 ka*rar sayılı İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi kara*rının bir kısmı aynen şöyledir:

    «Yukarıdaki örneklerden anlaşılacağı üzere:

    Deccal (âhir zamanda gelecek ve Hazret-i Muhammed’in peygamberliğini inkâr edip İslâmiyeti tahribe çalışacak ve dünyayı fe*sada vere*cek çok kötü ve dine ait hiçbir ger*çeği, Allah’ın varlığına hiçbir delili kabul etmemek yo*lunda olan dehşetli bir şahıs) hak*kındaki Hadîslerde bahsedilen şahsın Atatürk oldu*ğunu zaman göstermiştir. Atatürk, İslâmların deccalı olan Süfyandır.

    Atatürk, İslâm şeriatının tahribine ça*lış*mış*tır, mağrur, firavunlaşmış, Allah’ı unutmuştur.

    “Bir zaman gelecek, Allah Allah diyen kal*mıya*cak” Hadîsine uygun olarak, Atatürk zamanında “Allah Allah” diyen tekke, zikir*hane ve medrese*ler ka*panmış, ezan Türkçe okunmuştur.

    “İslâm Deccalı ölünce ona hizmet eden şey*tan, İstanbul Dikilitaş’da o öldü diye bü*tün dünyaya bağı*ra*cak” Hadîsine uygun olarak, Atatürk’ün ölümü radyo ile dünyaya duyu*rulmuştur.

    “Süfyan su içecek, eli delinecek” Hadîsi, Atatürk’ün rakıya mübtela olacağını, bu yüzden hasta olacağını ve israf yapacağını göstermiştir.

    “Âhirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kal*kar, al*nında bu kâfirdir yazılmış olur” Hadîsine uygun olarak Atütürk kanun zoru ile herkese şapka giy*dirmiştir, fa*kat şapka da secdeye gittiği için istemi*yerek giyenler kâfir olmamışlardır.

    “Âhirzamanda Deccal gibi bir kısım şa*hıslar ken*dilerine secde ettirecekler” Hadîsine uy*gun ola*rak, Atatürk kendisine ve heykelle*rine baş eğdir*mektedir.

    “Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki kimse nefsine hâkim olmaz” Hadîsine uy*gun olarak Atatürk devrinde dans, tiyatro gibi kadınlı erkekli oyunlar, gayr-ı meşru oyun ve eğlenceler, büyük günahlar ve âdet*ler ortaya çıkmıştır.

    Atatürk devrinde, ordu ve millet tara*fından yapı*lanlar, haksız olarak Atatürk’ün şah*sına mal edil*miş*tir.

    Atatürk devrinde kanun perdesi altında herkesin vicdanına, mukaddesatına, kıyafe*tine müdahale edil*miştir.

    Millet mağlubiyet hengâmında gizli ve deh*şetli mahiyetine bakmıyarak Atatürk’ü al*kışlayıp başına koymuştur. Fakat ordu ve dindar millet, gerçeği gö*re*cek ve Atatürk’ün yaptığı bu dehşetli tahribatı tamire çalışa*caktır.

    Atatürk fiilleriyle İslâmiyet an’aneleri aley*hine çalışmıştır.

    Atatürk Ayasofya Camiini puthaneye, Meşihat Dairesi (Osmanlı Devleti’nin diya*net dairesini) kız lise*sine çevirmiştir.»

    İşte aynı şekliyle ve şahıs ismi açıkça ve tekraren zik*redilerek ve Bediüzzaman’a at*fedilerek yapılan bu be*yan, herhalde hay*retle karşılanacak acib ve garib bir tevcih*tir. Bu şekilde bir tatbikatın da Bediüzzaman, Afyon Mahkemesinde ma*kam-ı iddia tarafından yapıldı*ğını göre*rek gerekli cevabı vermiştir. Makam-ı iddia şöyle demişti: “Süfyan ve bir İslâm deccalı, Mustafa Kemal olduğu Beşinci Şua’da an*la*şılıyor.”

    Bediüzzaman ise cevabında: «Beşinci Şua, küllî bir surette çok zaman evvel mü*teşabih bir hadîsin bir te’*vilini beyan etmesi ve iti*raznamemde kat’i cevabı ve*rilmesi; bu zahir yanlışı ve medar-ı mes*’uliyet olması büyük hata olduğunu gösteriyor. Eğer mes*’uliyet varsa bu ince, küllî mânâyı böyle cü*z’î bir şahsa tatbik edip mahkemede teşhir eden kimse mes’ul ve suçlu olur.» (Şualar sh: 417)

    ...diyerek müdafaada bulunmuştur ve nihayet aynı mah*keme beraet kararını vermiştir.

    Şimdi de bahsi geçen müteşabih hadîs*lerden te*vili ya*pılmış birisini örnek olarak vere*lim:

    «Hem büyük Deccal’ın, hem İslâm Deccalı’nın üç devre-i istibdadları mânâ*sında üç eyyam var.

    Bir günü; bir devre-i hükûmetinde öyle büyük icraat yapar ki, üç*yüz sene yapılmaz.

    İkinci günü, yani ikinci devresi, bir senede otuz senede ya*pılmayan işleri yaptırır.

    Üçüncü günü ve devresi, bir senede yaptığı tebdiller on se*nede yapılmaz.

    Dördüncü günü ve devresi adileşir, bir şey yapmaz, yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır. diye, ga*yet yüksek bir belâgatla ümmetine haber vermiş.» (Şualar sh: 587)


  2. #12
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Âhirzaman Alametleri ve Fitneleri

    DECCAL

    Bu kelime (decl) kökünden mübalağalı ism-i fail*dir. Aşırı yalan ve aldatmalarla hakkı bâtıl, bâtılı hak olarak gösteren ve hakkı bâtıl ile ka*rıştırıp hakkı örten ve böylece cemiyetleri ifsad ve idlal eden şahıs demek*tir. Tac Tercemesi, 5. cild, 631. hadîste beyan edildiği gibi: “Deccal, meçhul (gaib) bir şerdir” şek*lindeki ifade*den de anlaşıldığı gibi, Süfyan de*nen İslâm deccalı*nın deccallığı, herkesin anla*yacağı tarzda apa*çık değildir. Münafıkane bir ta*vırla, yani (Bakara Suresi 2:42) âye*tinde ifade edildiği gibi, hak ile bâtılı telbis edip üm*meti ifsad ve idlale çalışır. Deccal’ın başlattığı Cere*yana da “deccaliyet” denir. Deccal’ın en şerli ve zararlı tarafı da deccaliyetidir. Deccal’ın ölümünden sonra da cereyanı hayli zaman de*vam eder.

    Deccal’ın hak ile bâtılı karıştırmasına karşı, Kur’an hak ile bâtılın tefrik ve tebyinini ister. İşte Kur’anın der*sini tam anlayan sahabeler nazarında hak ile bâtıl tama*men ay*rılmıştı. (Bak: Sözler sh: 484, 489 İkinci Sebeb)

    «Deccal’ın şahs-ı surîsi([145]) insan gibidir. Mağrur, fi*ravunlaşmış, Allah’ı unutmuş ol*duğun*dan; surî, ceb*ba*rane olan hâkimiye*tine, uluhiyet namını vermiş bir şeytan-ı ahmaktır ve bir insan-ı dessastır. Fakat şahs-ı manevîsi olan dinsizlik cere*yan-ı az*îmi, pek cesîmdir. Rivayetlerde Deccal’a ait tavsifat-ı müdhişe ona işaret eder. Bir vakit Japonya’nın baş*kumandanının resmi, bir ayağı Bahr-i Muhit’te,([146]) diğer ayağı on gün*lük mesa*fedeki Port Artür Kal’asında tas*vir edilmiş. O küçük Japon Kumandanının bu surette tasviriyle, ordusunun şahs-ı manev*îsi gösterilmiş.» (Mektubat sh: 58)


    HER İKİ DECCAL’İN BENZERLİKLERİ

    Âhirzamanda biri İslâm âleminde, di*ğeri beşeri*yet âleminde olmak üzere iki deccal ve ce*reyanları bu*lunur.

    Sual: «Rivayetlerde, her iki Deccal’ın hâ*ri*kulâde icraatlarından ve pek fevkalâde ik*tidarlarından ve heybetlerinden bahsedil*miş…

    Elcevab: ‘vel ılmü ındellah’ İcraatları büyük ve hâriku*lâde olması ise: Ekser tahribat ve hevesata sevkiyat ol*duğundan, kolayca hâ*rikulâde öyle işler yaparlar ki, bir rivayette “Bir günleri bir senedir.” Yani; bir senede yaptıkları işleri, üçyüz senede yapılmaz de*nilmiş... İstidrac([147]) eseri olarak, müstebidane olan koca hükû*met*lerinde, cesur orduların ve faal mille*tin kuv*vetiyle vu*kua gelen te*rakkiyat ve iyilikler haksız olarak onlara isnad edilmesiyle binler adam ka*dar bir ik*tidar onların şahıslarında tevehhüm edil*meğe sebeb olur. Her iki Deccal, azamî bir is*tib*dad ve azamî bir zulüm ve azamî bir şiddet ve dehşet ile hareket ettiklerinden, azamî bir iktidar görünür. Evet öyle acib bir istibdad ki; -kanunlar perdesinde- herkesin vicdanına ve mukadde*satına, hattâ elbise*sine müdahale ederler. Zannederim asr-ı âhirde İslâm ve Türk hürriyet-perverleri, bir hiss-i kablelvuku ile bu dehşetli istib*dadı hissederek oklar atıp hücum etmiş*ler. Fakat çok aldanıp yanlış bir hedef ve hata bir cep*hede hücum göstermişler. Hem öyle bir zulüm ve cebir ki; bir adamın yüzün*den yüz köyü harab ve yüzer ma*sumları tecziye ve tehcir([148]) ile perişan eder.

    Her iki Deccal, Yahudi’nin İslâm ve Hristiyan aleyhinde şiddetli bir intikam besleyen gizli komitesi*nin muavenetini ve kadın hürriyetle*rinin perdesi altın*daki deh*şetli bir diğer komitenin yardımını, hattâ İslâm Deccalı masonların komite*lerini alda*tıp müzahe*retlerini([149]) kazandıklarından deh*şetli bir ik*tidar zannedi*lir.» (Şualar sh: 593) (Bak: İslâm Prensipleri Ansiklopedisi 3979/1, 3980. p.lar) (Bak: 105. p.)

    «Rivayette vardır ki: “Âhirzamanda Deccal gibi bir kısım şahıslar, uluhiyet dava edecekler ve kendilerine secde ettirecekler.”

    Allahu a’lem, bunun bir te’vili şudur ki: Nasıl bir padişahı inkâr eden bir bedevi kumandan, ken*dinde ve başka kumandan*larda, hâkimiyetleri nis*betinde birer küçük padişahlık tasavvur eder. Aynen öyle de: Tabiiyyun ve maddiyyun mezhebi*nin başına geçen o eşhas, kuvvetleri nisbetinde kendi*lerinde bir nevi ru*bubiyet tahayyül ederler ve raiyetini kendi kuvveti için kendine ve heykellerine ubudiyetkârane serfüru’ etti*rirler, başlarını rükûa getirirler de*mektir.» (Şualar sh: 584)

    «Büyük Deccal’ın ispirtizma nevin*den tes*hir edici hassaları bulunur. İslâm Deccalı’nın dahi, bir gözünde teshir edici manyetizma bulunur. Hattâ rivayetlerde “Deccal’ın bir gözü kördür” diye nazar-ı dik*kati gö*züne çevirerek Büyük Deccal’ın bir gözü kör ve öteki*nin bir gözü öteki göze nis*be*ten kör hükmünde oldu*ğunu had*îste kay*detmekle, onlar kâfir-i mutlak bu*lunduğun*dan yalnız münha*sıran bu dünyayı gö*recek birtek gözü var ve akibeti ve âhireti göre*bi*lecek gözleri olmamasına işaret eder.» (Şualar sh: 595)

    Rivayette var ki, «Deccal sol gözü kör, saçı çoktur. Cennet ve cehennemi vardır; fakat gerçekte cehennemi cennet, cenneti de cehennem*dir.» ([150])

    Hem «rivayette var ki: -İsa Aleyhisselâm Deccal’ı öldürdüğü münasebe*tiyle- “Deccal’ın fev*kalâde büyük ve mina*reden daha yüksek bir aza*met-i heykelde ve Hazret-i İsa Aleyhisselâm ona nisbeten çok küçük bu*lunduğunu..” gösterir.

    ‘la ya’lemül gaybe illallah’ Bunun bir te’vili şu ol*mak gerek*tir ki: İsa Aleyhisselâm’ı nur-u iman ile tanıyan ve tabi olan cemaat-i ru*haniye-i mücahidînin kemi*yeti,([151]) Deccal’ın mektebce ve askerce ilmî ve maddî or*dula*rına nisbe*ten çok az ve küçük olmasına işa*ret ve ki*nayedir.» (Şualar sh: 588) (Bak: 99-101. p.lar) Bu riva*ye*tin tat*bikî bir izahı, Kastamonu Lâhikası sh: 80’de var*dır.


  3. #13
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Âhirzaman Alametleri ve Fitneleri

    İSLÂM-İSEVÎ BERABERLİĞİ VE ÖNEMİ

    Âhirzaman fitnesinde böyle dehşetli Deccaliyet cere*yanlarının tahribatı karşısında, müslümanlar arasında hattâ hakiki İsevîlerle dahi ittifak etmenin lüzumuna dik*kat çeken Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

    «Şimdi ehl-i iman, değil müslüman kar*deş*le*riyle, belki Hristiyanın dindar ruhani*le*riyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilaf mes*’e*leleri nazara alma*mak, niza([152]) etme*mek ge*rektir. Çünki küfr-ü mutlak hücum ediyor.» (Emirdağ Lâhikası-I. sh: 206)

    «Hattâ hadîs-i sahihle: Âhirzamanda İsevîlerin hakiki dindarları, ehl-i Kur’anla ittifak edip müşte*rek düşmanları olan zen*dekaya karşı da*yanacakları gibi, şu za*manda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimi it*tifak etmek, belki Hristiyanların hakiki dindar ruhani*leri ile dahi medar-ı ihtilaf nokta*ları, muvakkaten me*dar-ı münakaşa([153]) ve niza etmiyerek müş*terek düşman*ları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtır*lar.» (Lem’alar sh: 151)

    «Kat’i ve sahih rivayette var ki: “İsa Aleyhisselâm büyük Deccal’ı öldürür.” ([154])

    Vel’ilmü indallah.. bunun da iki vechi var:

    Bir vechi şudur ki: Sihir ve manyetizma([156]) ve ispir*tizma([157]) gibi istidracî hârikalarıyla ken*dini muhafaza eden ve herkesi teshir eden o dehşetli Deccal’ı öl*düre*bi*lecek, mes*leğini değiştirecek; ancak hârika ve mu’ci*zatlı ve umumun makbulü bir zat olabilir ki: O zat, en zi*yade alâkadar ve ekser insan*ların pey*gamberi olan Hazret-i İsa Aleyhisselâm’dır.

    İkinci vechi şudur ki: Şahs-ı İsa Aleyhisselâm’ın kılıncı ile maktul olan şahs-ı Deccal’ın teşkil ettiği deh*şetli maddiyun*luk ve dinsizliğin azametli hey*keli ve şahs-ı manevîsini öldürecek ve inkâr-ı ulu*hiyet olan fikr-i küfrîsini mahvedecek ancak İsevi ruhanileridir ki; o ruhaniler, din-i İsevinin hakikatını hakikat-ı İslâmiye ile mezcede*rek o kuvvetle onu dağıta*cak, manen öldü*recek. Hattâ “Hazret-i İsa Aleyhisselâm ge*lir, Hazret-i Mehdi’ye namazda ik*tida eder, tabi olur.”([158]) diye ri*vayeti bu ittifaka ve hakikat-ı Kur’aniyenin metbuiye*tine([159]) ve hâ*ki*miye*tine işaret eder.» (Şualar sh: 587)


  4. #14
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Âhirzaman Alametleri ve Fitneleri

    KIYAMET ALÂMETLERİ

    Âhirzaman fitnesinin dehşetli netice*lerin*den ve fela*ket*lerinden ümmetini yüksek şefka*tiyle ikaz ve irşad etmek is*teyen Hz.Peygamberimiz (A.S.M.) “Kıyamet Alâmetleri” denilen bazı hâdiseleri bildirmiştir. Ancak bu hâdiseler bir derece kapalı ifadelerle bildirilmiştir. Böyle olmasının hik*meti, aşağıda izah edilecektir. Bu tarzdaki hadîslerin derin mânâlarını doğru anlayabilmek için, ha*dîs usûlü mahiyetin*deki bir kısım kaideleri tesbit eden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

    «Âhirzamanda vukua gele*cek hâdisâta dair hadislerin bir kısmı, müteşabi*hat-ı Kur’âniye gibi, derin mânâları var. Muhke*mat gibi tefsir edilmez ve herkes bilemez. Belki tefsir yerinde tevil ederler.

    ‘vema ya’lemü te’vilehü illallahü verrasihune fîl ılmi’([161]) sırrıyla, vuku*undan sonra tevilleri anlaşılır ve murat ne olduğu bilinir ki, ilimde râsih olanlar ‘amenna bihi küllün min ındi rabbina’([162]) deyip o gizli hakikatleri izhar([163]) ederler.» (Şualar sh: 578)


    HADÎS ÖLÇÜLERİ

    Kıyamet alâmetlerinden ve âhirzaman vu*kuatın*dan bahseden hadîs-i şeriflerin kısm-ı ekserisi müteşabih olduk*larından bu tarz hadîs*lerle karşılaşıldığında tefsir kaidele*rini nazara almak gerekmektedir. Bu kaidelerden oniki usulü ih*tiva eden bir bahisten sekiz tanesini aynen alıyoruz:

    «Kıyamet alâmetlerinden ve âhirzaman vu*ku*atından ve bazı a’mâlin fazilet ve sevapların*dan bahse*den ehâdis-i şerife güzelce anlaşılma*dığın*dan, akılla*rına güvenen bir kısım ehl-i ilim, onla*rın bir kısmına zayıf veya mevzu demişler. İmanı zayıf ve enâniyeti kavî bir kısım da inkâra kadar gitmişler. Şimdi tafsile girişmeyeceğiz. Yalnız On İki Aslı beyan ederiz.

    BİRİNCİ ASIL: Yirminci Sözün âhirindeki sual ve ce*vapta izah ettiğimiz meseledir. İcmâli şudur ki:

    Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi([164]) ervâh-ı sâfileden([165]) tefrik eder. Öyleyse, ile*ride her*kese gözle görülecek vukuatı öyle bir tarzda bah*sedecek ki, ne bütün bütün meçhul kalsın, ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almaya*cak. Zira, eğer tamamen bedâ*het([166]) de*recesinde bir alâmet-i kıyamet görülse, herkes tasdike muztar([167]) olsa, o vakit kömür gibi bir istidat,([168]) el*mas gibi bir istidatla beraber kalır. Sırr-ı teklif ve ne*tice-i imti*han zayi olur.

    İşte, bunun için, Mehdî ve Süfyan meseleleri gibi çok meselelerde çok ihtilâf olmuş. Hem rivâ*yat dahi çok muhteliftir; birbirine zıt hükümler olmuş.

    İKİNCİ ASIL: Mesâil-i İslâmiyenin tabakatı var*dır. Biri burhan-ı kat’î istese, diğeri bir zann-ı ga*libî([169]) ile ik*tifa eder, başkası yalnız bir kabul-u tes*limi ve reddet*memek ister. Öyleyse, esâsât-ı imaniyeden olmayan mesâil-i fer’iye([170]) veya vukuat‑ı zamaniyenin herbi*rinde bir iz’ân-ı yakîn([171]) ile bir burhan-ı kat’î iste*nilmez. Belki yalnız reddetme*mek ve teslimiyetle ilişmemektir.

    ÜÇÜNCÜ ASIL: Zaman-ı Sahabede Benî İsrail ve Nesârâ ulemalarından([172]) çoğu İslâmiyete girdiler. Eski malûmatları dahi onlarla beraber Müslüman oldu; bazı hilâf-ı vaki([173]) malûmât-ı sâbıkaları,([174]) İslâ*miyetin malı ola*rak tevehhüm edildi.

    DÖRDÜNCÜ ASIL: Ehâdis-i şerife râvilerinin bazı ka*villeri([175]) veyahut istinbat([176]) ettikleri mânâları, metn-i ha*disten telâkki ediliyordu. Halbuki, insan hata*dan hâli olmadığı için, hilâf-ı vaki bazı istinbatları veya kavil*leri hadis zannedilerek zaafına hükme*dilmiş.

    BEŞİNCİ ASIL: ‘inne fî ümmetî mühaddesüne’ ([177]) yani ‘mülhemün’ sır*rınca, bazı ehl-i keşif ve ehl-i velâyet olan mu*haddisîn-i mu*haddesîn ilhamlarıyla gelen bazı maânî, hadis telâkki edilmiş. Halbuki ilham‑ı ev*liya, bazı ârızalarla hata olabilir. İşte, bu neviden bir kısım hilâf-ı hakikat çıka*bilir.

    ALTINCI ASIL: Beynennas iştihar([178]) bulmuş bazı hikâ*yeler bulunuyor ki, durub-u emsal hükmüne geçer, ha*kikî mânâsına bakılmaz. Ne maksat için sevk edilir, ona bakılır. İşte, bu neviden, beynen*nas teârüf etmiş bazı kıssa ve hikâyâtı, Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir maksad-ı irşadî için temsil ve kinaye nev*’inden zikredivermiş. Şu nevi meselelerin mânâ-yı ha*kikîsinde kusur varsa, örf ve âdât-ı nâsa aittir ve te*ârüf ve tesâmu-u umumîye([179]) râcidir.

    YEDİNCİ ASIL: Pek çok teşbih ve temsiller bulu*nuyor ki, mürur-u zamanla veya ilmin elinden cehlin eline geçmesiyle hakikat-i maddiye telâkki ediliyor, hataya düşer. Meselâ, “Sevr” ve “Hut”([180]) isminde ve âlem-i mi*salde sevr ve hut timsalinde, berrî ve bahrî([181]) hayvânat nâzırlarından iki melâike*tullah, adeta bir koca öküz ve cismanî bir balık zannedilerek hadîse ilişilmiş.

    Hem meselâ, bir vakit huzur-u Nebevîde derin bir ses işitildi. Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesse*lâm ferman etti ki: “Bu gürültü, yetmiş senedir yuvar*lanıp, tâ ancak bu dakika Cehennemin di*bine düşen bir taşın gürültüsüdür.”([182]) İşte bu ha*disi işi*ten, hakikate vasıl olmayan, inkâra sapar. Halbuki, yirmi dakika o hadis*ten sonra kat’iyen sabittir ki, biri geldi, Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma dedi ki: “Meşhur münafık yirmi da*kika evvel öldü.” Yetmiş yaşına giren o müna*fık, Cehennemin bir taşı olarak, bütün müddet-i ömrü tedennîde,([183]) esfel-i sâfilîne, küfre sukuttan ibaret oldu*ğunu, gayet beliğane bir su*rette, Re*sul‑ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm beyan et*miştir. Cenâb-ı Hak, o vefat dakikasında o sesi işittirip ona alâmet etmiştir.

    SEKİZİNCİ ASIL: Cenâb-ı Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı tecrübe([184]) ve meydan-ı imtihanda, çok mühim şeyleri, kesretli eşya içinde saklıyor. O sakla*makla, çok hik*met*ler, çok maslahatlar bağlıdır. Meselâ, Leyle-i Kadri umum Ramazan’da, saat‑i icâbe-i duayı Cuma gü*nünde, makbul velîsini in*sanlar içinde, eceli ömür içinde ve kıyametin vak*tini ömr-ü dünya içinde sakla*mış.

    Zira, ecel-i insan muayyen([185]) olsa, yarı ömrüne ka*dar gaflet-i mutlaka, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Hal*buki, âhiret ve dünya muvazenesini muhafaza etmek ve her vakit havf ve recâ([186]) ortasında bulun*mak masla*hatı, iktiza eder ki, her dakika hem ölmek, hem yaşamak mümkün olsun. Şu halde, müphem([187]) tarz*daki yirmi sene müphem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtır.

    İşte, kıyamet dahi, şu insan-ı ekber olan dünya*nın ecelidir. Eğer vakti taayyün etseydi, bütün ku*run-u ûlâ ve vustâ([188]) gaflet-i mutlakaya dalacak idi*ler ve ku*run-u uhrâ([189]) dehşette kalacaktı. İnsan na*sıl hayat-ı şahsiye*siyle, hanesinin ve köyünün be*kasıyla alâka*dardır. Öyle de, hayat-ı içtimaiye ve nev’iyesiyle, küre-i arzın ve dünyanın yaşamasıyla alâkadardır. Kur’ân ‘ikterabeti’s-saati’([190]) der, “Kıyamet yakındır” ferman ediyor. Bin bu kadar sene geç*tikten sonra gelmemesi, yakınlı*ğına halel vermez. Zira kıyamet dünyanın ecelidir. Dünyanın öm*rüne nisbeten bin veya iki bin sene, bir seneye nisbetle bir iki gün veya bir iki dakika gibidir. Saat-i kıyamet yalnız insaniyetin eceli değil ki, onun ömrüne nisbet edilip baîd görülsün. İşte bunun içindir ki, Hakîm-i Mutlak, kıyameti, Mu*gayyebât-ı Hamseden([191]) olarak ilminde saklıyor. İşte, bu ipham sır*rındandır ki, her asır, hattâ asr-ı hakikatbîn olan Asr-ı Saadet dahi daima kıyamet*ten korkmuşlar. Hattâ ba*zıları “Şerâiti([192]) hemen hemen çıkmış” demişler.

    İşte bu hakikati bilmeyen insafsız insanlar derler ki: “Âhiretin tafsilâtını ders alan müteyakkız kalbli, keskin nazarlı olan Sahabelerin fikirleri, ni*çin bin sene hakikatten uzak olarak fikirleri düş*müş gibi, istikbal-i dünyevîde bin dört yüz sene sonra gelecek bir hakikati asırlarında karib([193]) zan*netmişler?”

    Elcevap: Çünkü, Sahabîler, feyz-i sohbet-i Nü*büvvetten, herkesten ziyade dâr-ı âhireti düşüne*rek, dünyanın fenâsını bilerek, kıyametin ipham([194]) vaktindeki hikmet-i İlâhiyeyi anlayarak, ecel-i şahsî gibi dünya*nın eceline karşı dahi daima muntazır bir vaziyet ala*rak, âhiretlerine ciddî ça*lışmışlar. Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm “Kıyameti bekleyiniz, intizar ediniz” tekrar et*mesi, şu hikmetten ileri gelmiş bir ir*şad-ı Nebevî*dir. Yoksa vuku-u muayyene dair bir vah*yin hükmüyle değildir ki hakikatten uzak olsun. İllet ayrıdır, hikmet ayrıdır. İşte, Peygamber Aleyhissa*lâtü Vesselâmın bu nevi sözleri, hikmet-i ipham*dan ileri ge*liyor.

    Hem şu sırdandır ki, Mehdî, Süfyan gibi âhir*za*manda gelecek eşhasları, çok zaman evvel, hattâ Tâbiîn zamanında onları beklemişler, ye*tişmek eme*linde bu*lunmuşlar. Hattâ bazı ehl-i velâyet “Onlar geçmiş” de*mişler. İşte bu da, kı*yamet gibi, hikmet-i İlâhiye iktiza eder ki, vakitleri taayyün([195]) etmesin. Çünkü her zaman, her asır, kuvve-i mâneviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak Mehdî mânâsına muhtaçtır. Bu mânâda her asrın bir hissesi bulunmak lâ*zımdır. Hem gaflet içinde fena*lara uymamak ve lâkaytlıkta nefsin dizginini bırak*mamak için, ni*fakın başına geçecek müthiş şahıs*lardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tayin edilseydi, mas*lahat-ı irşad-ı umumî zayi olurdu.

    Şimdi, Mehdî gibi eşhasın hakkındaki rivâyâtın ihtilâfâtı ve sırrı şudur ki: Ehâdisi tefsir edenler, metn‑i ehâdisi tefsirlerine ve istinbatlarına tatbik et*mişler. Meselâ, merkez-i saltanat o vakit Şam’*da veya Medine’de olduğundan, vukuat-ı Meh*diye veya Süfyâniyeyi, merkez-i saltanat civarında olan Basra, Kûfe, Şam gibi yerlerde tasavvur ede*rek öyle tefsir etmişler. Hem de o eşhasın şahs-ı mâ*nevîsine veya temsil ettikleri cemaate ait âsâr-ı azîmeyi o eşhasın zatlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eş*has-ı harika çıktıkları vakit bütün halk onları tanıya*cak gibi bir şekil vermiş*ler. Halbuki, demiştik: Bu dünya tecrübe mey*da*nıdır. Akla kapı açılır, fakat ihti*yarı elinden alın*maz. Öyleyse, o eşhas, hattâ o müthiş Deccal dahi çık*tığı zaman, çokları, hattâ kendisi de bi*dâ*yeten([196]) Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u ima*nın dikkatiyle o eş*has-ı âhirzaman tanılabilir.

    Alâmet-i kıyametten olan Deccal hakkındaki ha*dis‑i şerifte “Birinci günü bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü ey*yâm-ı saire gibidir. Çıktığı zaman dünya işitir. Kırk günde dünyayı gezer”([197]) rivayet ediliyor. İn*safsız insanlar bu rivayete muhal demişler—hâşâ—şu rivayetin inkâr ve iptaline gitmişler. Halbuki, ve’l-ilmü indallah, hakikati şu ol*mak ge*rektir ki:

    Âlem-i küfrün en kesafetlisi olan şimalde, tabi*iy*yunun fikr-i küfrîsinden süzülen bir cereyan-ı az*îmin başına geçecek ve Ulûhiyeti inkâr edecek bir şah*sın şi*mal tarafından çıkmasına işaret ve şu işa*ret içinde bir remz-i hikmet vardır ki, kutb‑u şima*lîye([198]) ya*kın dairede bütün sene, bir gece bir gün*düzdür; altı ayı gece, altı ayı gündüzdür. “Decca*lın bir günü bir se*nedir” o daire yakınında zu*huruna işarettir. “İkinci günü bir aydır” demekten murat, şimalden bu tarafa geldikçe bazan olur, yazın bir ayında güneş gurub et*mez. Şu dahi, Deccal şimalden çıkıp âlem-i medeniyet tarafına teca*vüzüne işarettir; günü Deccala isnat et*mekle şu işarete işaret eder. Daha bu tarafa geldikçe, bir haftada güneş gurub etmiyor. Daha gele gele, tulû ve gurub ortasında üç saat devam ediyor. Ben Rusya’da esarette iken böyle bir yerde bu*lundum. Bize yakın, bir hafta güneş gurub etme*yen bir yer vardı; se*yir için oraya gidiyorlardı. “Deccalın çıktığı vakit umum dünya işitecek” olan kaydı, telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gez*mesini de, merkebi olan şimendifer ve tayyare([199]) hallet*miştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler şimdi âdi görüyorlar.

    Alâmet-i kıyametten olan Ye’cüc ve Me’cüce ve Sedde dair bir risalede bir derece tafsilen yazdı*ğım*dan, ona havale edip şurada yalnız şunu deriz ki: Eskiden Mançur, Moğol ünvanıyla içtimaat-ı beşeri*yeyi zîrüze*ber([200]) eden taifeler ve Sedd-i Çinî*nin yapıl*masına sebebi*yet verenler, kıyamete ya*kın, yine Anarşistlik gibi bir fikirle medeniyet-i be*şeriyeyi zîrüzeber edecekleri, ri*vayetlerde vardır.

    Bazı mülhidler derler: “Bu kadar acaibi yapan ve yapacak taifeler nerede?”

    Elcevap: Çekirge gibi bir âfat, bir mevsimde pek çok kesretle bulunur. Mevsim değiştikçe, memle*keti fe*sada veren kesretli o taifelerin hakikatleri, mahdut bazı fertlerde saklanıyor. Yine zamanı geldikçe, emr‑i İlâhî ile, o mahdut fertlerden ga*yet kesretli aynı fesat yine başlar. Güya onların hakikat-i milliyetleri in*celi*yor, kopmuyor; yine mevsimi geldikçe zuhur ediyor.

    Aynen öyle de, bir zaman dünyayı hercümerc eden o taifeler, izn-i İlâhî ile, mevsimi geldiği vakit, aynı o taife, medeniyet-i beşeriyeyi hercü*merc edecek*ler. Fakat onların muharrikleri([201]) başka bir surette te*zahür eder. Lâ ya’lemu’l-ğaybe illâl*lah.» (Sözler sh: 341-345)

    Deccal’ın icraatını beğenmeyenler onu ta*nıya*bi*lirler. Yani: Aşağıdaki rivayetten anla*şı*lır ki, Deccaliyet tarz-ı ha*yatını yaşayıp beğe*nenler, onun dalalet ve sefa*he*tinin çir*kin*liğini güzel görüp derin bir gaflete düşerler. Bir riva*yette şöyle buyurulur:

    «Yani: Bilirsiniz ki, sizden hiç bir kimse ölün*ceye kadar Rabbini görmeyecektir. Şu muhakkaktır ki, Deccal’ın iki gözü arasında “kâfir” yazılıdır; onun işi ve icraatını be*ğenmeyen herkes bu ya*zıyı okur.»([202])


  5. #15
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Âhirzaman Alametleri ve Fitneleri

    DABBET-ÜL ARZ HAKKINDA

    Âhirzaman alâmetlerinden birisi de, Dabbet-ül Arz denilen bir hâdisedir. Kur’anda (27:82) âyetinde bahsi geçen ve hadîs-i şerifle âhir zamanda çıkacağı ha*ber verilen ve âhirza*man alâmetlerinden olan “dabbet-ül arz”ı, Bediüzzaman Hazretleri izah ederken şöyle di*yor:

    «Kur’ân’da, gayet müc*mel([204]) bir işaret ve lisan-ı ha*linden kısacık bir ifade, bir tekellüm var. Tafsili ise, ben şimdilik, başka mes’eleler gibi kat’î bir kanaatle bilemiyorum. Yalnız bu kadar diyebilirim: ‘lâ ya’lemu’l-ğaybe illâllah’

    Nasıl ki kavm-i Firavuna çekirge âfâtı ve bit be*lâsı ve Kâbe tahribine çalışan kavm-i Ebrehe’ye ebâbil kuşları musallat olmuşlar. Öyle de, Süfya*nın ve dec*calların fitneleriyle bilerek, severek is*yan ve tuğyana ve Ye’cüc ve Me’cüc’ün anarşist*liği ile fesada ve canavarlığa giden ve dinsizliğe, küfür ve küfrana düşen insanların akıllarını başla*rına getirmek hikmetiyle arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zîr ü zeber edecek. Allahu a’lem, o dâbbe bir nevidir.([205]) Çünkü, gayet büyük birtek şahıs olsa, her yerde herkese yetişmez. Demek, dehşetli bir taife-i hayvaniye olacak. Belki, ‘illâ dabbetü’l ardı te’külü minseetehü’([206]) âyetinin işaretiyle o hay*van, dâbbetü’l-arz denilen ağaç kurtlarıdır ki; in*sanların kemiklerini ağaç gibi kemire*cek, insanın cisminde dişinden tırnağına kadar yerle*şecek. Mü’minler iman bereketiyle ve sefahet ve su‑i is*timalâttan tecennübleriyle([207]) kurtulmasına işareten, âyet, iman hususunda o hayvanı konuştur*muş.» (Şualar sh: 591)


    TARİHİN BU EN DEHŞETLİ BELÂSININ BAŞLANGIÇ VE BİTİŞ TARİHLERİ

    Kıyamet alâmetleri denilen bu amansız âfet ve emsal*siz belânın mânâsı çok şamil ve musibeti çok çe*şitli olmasın*dan, bu fitnenin başlangıç ve sonu husu*sunda Kur’andan yaptığı cifrî istihraçlarıyla bazı işaretleri Bediüzzaman Hazretleri şöyle kaydeder:

    “İnsanların, hususan Müslümanların bu te*sel*sül([208]) eden helâketleri ve hasaretleri([209]) ne vakitten başladı, ne vakte kadar devam eder?” hatıra geldi. Birden, her müşkülümü halleden Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan Sûre-i Ve’l-Asri’yi karşıma çıkardı. Dedi: “Bak.” Baktım. Her asra hitap ettiği gibi, bu asrı*mıza daha ziyade bakan ‘vel asrı innel insane lefî husrın’([210]) âyetindeki ‘innel insane lefî husrın’ (şedde ve tenvin sayılır) makam-ı cif*rîsi bin üç yüz yirmi dört edip (1324),([211]) Hürriyet in*kılâ*bıyla başla*yan tebeddül-ü saltanat([212]) ve Balkan ve İtalyan harpleri([213]) ve Birinci Harb-i Umumî mağlû*bi*yetleri ve dehşetli mu*ahedeleri([214]) ve şe*air-i İslâmiyenin([215]) sarsılmaları ve bu mem*leketin zelze*le*leri ve yangınları ve İkinci Harb-i Umumînin zemin yüzünde fırtınaları gibi, semavî ve arzî musibetlerle hasâret-i insaniyeyle ‘innel insane lefî husrın’ âyetinin bu asra dahi bir hakikati, maddeten aynı tari*hiyle gösterip, bir lem’a-i i’câzını gösteriyor.

    ‘İllellezîne amenü ve amilü’s salihati’([216]) âhir*deki ‘te, he’ sayılır.

    Şedde sayılır ise, makam-ı cifrîsi bin üç yüz elli se*kiz olan bu senenin ve gelecek se*nenin aynı tari*hini göstermekle o hasâret*lerden, bâhusus mânevî ha*sâret*lerden kur*tulmanın çare-i yegânesi iman ve a’mâl-i sa*liha ol*duğu gibi ve mefhum-u muhalifiyle, o hasâ*retin de sebeb-i yegânesi küfür ve küfran, şükür*süzlük, yani imansızlık, fısk ve sefa*het oldu*ğunu gös*terdi. Sûre-i Ve’l-Asri’nin azametini ve kudsiyetini ve kısalı*ğıyla be*raber gayet geniş ve uzun hakaikin hazi*nesi olduğunu tasdik ederek Cenab-ı Hakka şükrettik.

    Evet, âlem-i İslâmın, bu asrın en bü*yük hasâ*reti olan bu dehşetli İkinci Harb-i Umumîden kur*tulması*nın sebebi, Kur’ân’dan gelen iman ve a’mâl-i saliha ol*duğu gibi; fakirlere gelen acı, açlık ve kah*tın sebebi dahi, orucun tatlı açlığını çekme*dik*leri ve zenginlere gelen hasâret ve zayi*atın sebebi de, zekât yerinde ihti*kâr etmele*ridir. Ve Anadolu’nun bir meydan-ı harp ol*mamasının se*bebi, ‘İllellezîne amenü’ kelime-i kud*siyesinin ha*kikatini fevkalâde bir surette yüz bin insanın kalble*rine tahkikî bir tarzda ders veren Risale-i Nur oldu*ğunu, pek çok emareler ve şakirtlerinden binler ehl-i ha*kikat ve dikkatin kanaatleri ispat eder.

    Ezcümle: Emarelerden biri, Risale-i Nur’a sıkıntı ve*ren, veyahut hizmetinden çekilen pek çok adamla*rın tokat yemeleri gibi, bu sene, bu memleketin et*rafında umumî bir tarzda Risale-i Nur’un intişarına sıkıntı ve*rip şimdiki bir nevi tevakkuf dev*resi ver*mek hatâsıyla, şimdiki umumî sı*kıntının bir sebebi oldu*ğunu göster*mesidir.

    Sûre-i Ve’l-Asr’in dağ meyvesi na*mın*daki nükte*sine bir haşiyedir.

    ‘essalihati’ daki ‘te’ âhirdeki ‘tâ’lar, ekseri*yetçe vakfa rastgelmesiyle, cifirce ‘he’ sayıla*bilir. Bu noktada ‘illâ’ be*raberdir (1358); bu zama*nımızı gösterir Ve telâf*fuzca ‘he’ okun*madı*ğından ‘te’ kalabilir. Bu nokta*dan şed*deler sayılmazsa ve ‘illâ’ beraber değil iki yüz küsur sene za*mana kadar iman ve amel‑i salihle beraber bir tâife-i azîme, hasârât-ı azimeye karşı mücahe*deye devam ede*ceğine işaret edip, Fatiha’nın âhi*rinde ‘sırata’l lezîne enamte aleyhim’([217]) bin beş yüz kırk yedi veya bin beş yüz yetmiş yedi gösterdiği za*mana;

    hem ‘lâ tezalü taifeten min ümmetî zahirîne alâ’l hakkı hattâ ye’tiyellahü biemrihi’([219])

    birinci cümle, bin beş yüz makamıyla âhir*za*manda bir taife-i mücahidînin son zaman*larına; ve ikinci cümle, bin beş yüz altı (1506) ma*kamıyla, galibane mü*ca*hedenin ta*rihine; ve üçüncü cümle, bin beş yüz kırk beş (1545) maka*mıyla, pek az bir farkla hem Fatiha’nın, hem Ve’l-Asri Sûresinin iki cüm*lesinin gaybî işaretle*rine işaret edip, teva*fuk eder.

    Demek, bu hadis-i şeri*fin üç cüm*lesinden herbirisi, bin beş yüz tarihine ve mücahe*denin ne kadar devam ede*ceğine dair işaret*le*rine, ay*nen bu ‘ellezîne amenü ve amilü’s salihati’ —şedde sayıl*mazsa—bin beş yüz altmış bir(1501) maka*mıyla, hem ‘veteva savbil hakkı veteva savbissabrı’ şedde sayı*lır fakat ‘bissabrı’ da lâm*dır—bin beş yüz altmış (1560) maka*mıyla iştirak edip, o taife-i azimenin müca*hedatları ne kadar devam edeceğini mânâ-yı işârî ve cifriyle gösterir*ler. Ve Fatiha ve hadi*sin irae ettikleri ta*rihe, ma*kam-ı ebced*leriyle takarrüp([220]) edip, farklı bir derece teva*fuk ederler ve mânâla*rıyla da, tam tetabuk([221]) ederek, parlak bir lem’a-i i’câziye-i gaybi*yeyi göste*riyorlar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 204)

    Mugayyebat-ı hamseden olan kıyame*tin vakti ve Nurcular taifesinin ne zamana ka*dar devam edeceği mevzu*unda Bediüzzaman Hazretlerinin yazdığı bir mektub:

    «Ahirzamandan haber veren mühim bir ha*dis

    ‘lâ tezalü taifeten min ümmetî zahirîne alâ’l hakkı hattâ ye’tiyellahü biemrihi’ ([222])

    Ramazan-ı Şerifte onuncu günün ikinci saatinde birden bu hadis-i şerif hatırıma geldi. Belki, Ri*sale-i Nur şakirtlerinin taifesi ne kadar devam edece*ğini dü*şündüğüme binaen ihtar edildi.

    ‘lâ tezalü taifetün min ümmetî’ —şedde sayılır, tenvin sayıl*maz—fıkrasının makam-ı cifrîsi 1542 ederek niha*yet deva*mına ima eder. Lâ ya’lemu’l-ğaybe illâl*lah. ‘zâhirîne alâ’l hakkı’ —şedde sayılır—fıkrası dahi, makam-ı cifr*îsi 1506 edip, bu tarihe kadar zahir ve âşikârâne, belki galibane, sonra tâ ’42’ye kadar gizli ve mağlû*biyet içinde vazife-i tenviriyesine de*vam edeceğine remze ya*kın ima eder. Ve’l-ilmû indallah; lâ ya’lemu’l-ğaybe il*lâllah.

    Hattâ ye’tiyellahü biemrihi’ —şedde sayılır—fık*rası dahi, ma*kam-ı cifrîsi 1545 olup kâfirin başında kı*yâmet kopmasına ima eder.Lâ ya’lemu’l-ğaybe illâllah.

    Câ-yı dikkat ve hayrettir ki, üç fıkra bil’ittifak bin beş yüz tarihini göstermeleriyle beraber, tam ta*mına mânidar, mâkul ve hikmetli bir surette 1506’dan tâ ’42’ye, tâ ’45’e kadar üç inkılâb-ı azî*min ayrı ayrı za*manlarına tetabuk ve tevafukları*dır.

    Bu imalar gerçi yalnız birer tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil; fakat birden ihtar edil*mesi bana kanaat verdi. Hem kıyametin vak*tini kat’î tarzda kimse bilmez; fakat, böyle îma*larla bir nevî ka*naat, bir galip ihtimal gelebilir. Fatiha’da sırât-ı müs*takîm ashabının tâife-i küb*râsını târif eden ‘ellezîne enamte aleyhim’([223]) fıkrası, şedde*siz 1506 veya 7 ederek, tam tamına ‘zahirîne alâ’l hakkı’ fıkrasının makamına teva*fuku ve mânâsına teta*buku ve şedde sayılsa ‘lâ tezalü taifetün min ümmetî’ fıkrasına üç mânidar farkla tam muva*fakatı ve mânen mu*tabakatı, bu hadisin imasını teyid edip remiz de*re*cesine çıkarıyor. Ve müteaddit âyât-ı Kur’âni*yede sırât-ı müstakîm kelimesi, bir mânâ-yı rem*ziyle Risaletü’n-Nur’a mânâca ve cifirce ima et*mesi remze yakın bir ima ile, Risaletü’n-Nur şa*kirtlerinin taifesi, âhirzamanda o taife-i kübrâ-i âzamın âhirle*rinde bir hizb-i makbul olacağını işâret eder diye def’a*ten birden ihtar edildi. Ve’l-ilmû indallah; lâ ya’lemu’l-ğaybe illâllah.» (Kastamonu Lâhikası sh: 27)

    «Rivayette var ki: “Âhirzamanda, Allah Allah di*yecek kalmaz.” ([224])

    ‘lâ ya’lemu’l-ğaybe illâllah’ bunun bir te’vili şu ol*mak ge*rek*tir ki: “Allah! Allah! Allah! deyip zik*reden tekye*ler, zi*kirhaneler, medreseler kapanacak ve ezan ve kamet gibi şeairde ismullah yerine başka isim ko*nulacak” de*mektir. Yoksa umum insanlar küfr-ü mut*laka düşecek*ler demek değildir. Çünki Allah’ı in*kâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil, belki ekser insanlarda dahi vukuunu akıl kabul etmez. Kâfirler Allah’ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfatında hata ediyorlar.

    Diğer bir te’vili şudur ki: Kıyamet kop*ma*sının dehşetini görmemek için, mü’min*lerin ruhları bir parça evvel kabzedilir; kı*yamet, kâfirlerin başla*rında patlar.» (Şualar sh: 584)


  6. #16
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Âhirzaman Alametleri ve Fitneleri

    KIYAMET ÖNCESİ SON DEVRE ALÂMETLERİ

    «İşte İsevîliğin din-i hakikisi zuhur([225]) ile ve İslâmiyet’e inkılab etmesiyle çendan âlemde ek*se*riyet-i mutlakaya nurunu neş*reder. Fakat yine kı*yamet kop*masına yakın tekrar bir dinsizlik cere*yanı baş gösterir, galebe eder. Ve “Elhükmü-lil-ek*ser”([226]) ka*ide*since, yeryü*zünde “Allah Allah” diyecek kalmıya*cak, yani ehemmi*yetli bir cemaat, Küre-i Arz’da mü*him bir mevkie sahip ola*cak bir surette “Allah Allah” denilmiyecek demektir. Yoksa ekalli*yette([227]) kalan veya*hut mağlub düşen ehl-i hak, kıya*mete kadar baki kalacak; yalnız, kıyametin kopa*cağı anında, kı*yametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i imanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına ko*pacak*tır.» (Mektubat sh: 58)

    «Amma Güneşin mağribden tulûu ise, be*dahet de*recesinde bir alâmet-i kıya*met*tir. Ve beda*heti için, ak*lın ihtiyarı ile bağlı olan tevbe kapısını kapayan bir hâ*dise-i semaviye olduğundan tefsiri ve mâ*nâsı za*hir*dir, te’vile ihtiyacı yoktur. Yalnız bu ka*dar var ki: Allahu a’*lem, o tuluun se*beb-i zahirîsi:

    Küre-i Arz kafasının aklı hükmünde olan Kur’an onun başından çıkmasıyla ze*min di*vane olup, izn-i İlahî ile başını başka Seyya*reye çarpmasıyla hare*ketin*den geri dönüp, garbdan şarka([228]) olan seyaha*tını, irade-i Rabbanî ile şarktan garba tebdil et*mekle Güneş garb*dan tulua([229]) başlar Evet arzı şems ile, ferşi arş ile kuv*vetli bağlayan Hablullah-il-metin([230]) olan Kur’anın kuvve-i cazibesi kopsa; küre-i arzın ipi çözülür, ba*şıboş serseri olup aksiyle ve intizamsız ha*re*ketinden Güneş garbdan çıkar. Hem mü*sa*deme neticesinde emr-i İlahî ile Kıyamet kopar diye bir te’*vili vardır.» (Şualar sh: 591)

    Kıyamet şerli insanların başına kopar. Bak: Sahih-i Müslim, 2949. hadîs ve İbn-i Mace 4039. hadîs.

    Sual: «Kıyametin hâdisatından er*vah-ı ba*kiye mü*teessir olacaklar mı?

    Elcevab: Derecatlarına göre müteessir ola*cak*lar. Melaikelerin tecelliyat-ı kahri*yede kendilerine göre müteessir oldukları gibi, müteessir olurlar. Nasılki bir insan sı*cak bir yerde iken, hariçte kar ve tipi içinde tit*riyenleri görse, akıl ve vicdan itibariyle mü*teessir olur. Öyle de; zişuur olan ervah-ı bakiye, kâinatla alâkadar oldukları için, kâ*inatın hâdisat-ı az*îmesinden derece*lerine göre müteessir olmala*rını; ehl-i azab ise elemkâ*rane, ehl-i saadet ise hayretkârane, is*tiğrabkârane,([231]) belki bir cihette istib*şarkâ*rane([232]) teessü*ratları bulunma*sını, işarat-ı Kur’aniye gösteriyor. Zira Kur’an-ı Hakîm her za*man kıyametin acaibini tehdid sure*tinde zikredi*yor. “Göreceksiniz” diyor. Halbuki cism-i insanî ile onu görenler, kı*yamete yetişenlerdir. Demek kabirde cesed*leri çürüyen ervahların da o tehdid-i Kur’aniyeden his*seleri var.» (Mektubat sh: 58)


  7. #17
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Âhirzaman Alametleri ve Fitneleri

    ÂHİRZAMAN FİTNESİNİN İFSADATINA KARŞI ISLAHAT HAREKETİ HAKKINDA BİR TETİMME

    Risale-i Nur eserlerinde “Sonra gele*cek zât” ve sair ifade şekilleriyle yapılan tavsi*fatla nazara verilen ve hakiki Mehdi ve Mehdiyete bağlı ve onun geniş da*iresini temsil edip vazife görecek olan zâta ait bazı ifade*ler vardır. Bu ifadeler*den bir kısmı aynen şöyledir:

    «Hilafet-i Muhammediye (A.S.M.).S.M.); cihe*tin*deki sal*tanatı…» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 266)

    «Hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ve itti*had-ı İslâm ordula*rıyla zemin yüzünde sal*tanat-ı İslâmiyeyi sür*mek…» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 267)

    Bilindiği gibi Hilafet, İslâm millet ve dev*letleri*nin şeair ve İslâmî hayat cihetiyle or*tak idare merkezi ve temsilciliği*dir. Demek o zât, böyle geniş siyasî saltanata yani mümessil*lik vasfıyla hâkimiyete sahip olacak.

    «O zâtın üçüncü vazifesi; Hilafet-i İslâmiyeyi itti*had-ı İslâma bina ederek, İsevî ru*hanileri ile itti*fak edip Din-i İslâm’a hizmet etmek*tir.» (Sikke-i Tasdikî Gaybî sh: 9)

    Bu ifade dahi mezkûr hükmü aynen teyid eder ve İsevî ruhanileriyle ittifak etmek de, bü*yük vazifeleri ara*sında yer alır.

    «Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim ce*re*yanlar var ki, herşeyi kendi hesabına al*dığı için, fa*raza hakikî beklenilen o zât dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cere*yanlara kaptırmamak için Si*yaset âlemin*deki vazi*yetten feragat edecek ve hede*fini değiştire*cek diye tahmin ediyorum.» (Kastamonu Lâhikası sh: 90)

    Bu beyanda geçen “Bu zamanda” kaydı, itti*had-ı İslâm teşekkül etmeden, onun kuvve*tine sahip ol*madan mânâsında olduğunu, hem yukarıdaki ifadelerden hem Külliyat mü*vace*he*sinde hem de mantıkan anlamak icab eder. Demek ittihad-ı İslâmın teşekkülü evlevi*yet ve aciliyet ka*zanı*yor.

    «Bir asır sonra zulümatı dağıtacak zâtlar ise, Hz. Mehdi’nin şakirdleri olabi*lir…» (Şualar sh: 720)

    «Yüz sene sonra Nurların ektiği to*hum*la*rın sün*büllenmesi ile aynen o geniş daire, Nur da*iresi olacak.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 112)

    Bu ifadelerden de anlaşılıyor ki; geniş da*ire fü*tuhatı, inayet-i İlahiyeye istinad eden Risale-i Nur’un manevî kuv*ve*tinin eseridir. Şu halde Risale-i Nur ve Müellifi, esas teşkil edip metbuiyyet ve âmiriyyet maka*mındadırlar. Zira Bediüzzaman Hazretlerinin sarih ifade*siyle:

    «Sonra gelecek o mübarek zât, Risale-i Nur’u bir proğramı olarak neşir ve tatbik edecek.» (Sikke-i Tasdik sh: 9) şeklindeki beyanı…

    Hem yine her asra hisse-i dersini veren had*îs*teki ‘la tezalü taifeten’ ile işaret edilen Bediüzzaman ve has dairesindeki taifeye atfen:

    «O zât, o taifenin uzun tedkikatıyla yaz*dık*ları eseri kendine hazır bir proğram ya*pa*cak…» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 266)

    İfadesinin sara*ha*tıyla; o zâtın Risale-i Nur’a istinad ve teba*iyet edeceği hükmü, tevil kaldırma*yacak dere*cede açık*tır.

    Mezkûr hakikatı teyid eden fakat gayet te*vazu ma*ka*mında yazılan ve İbn-i Mace 4088. hadîsiyle işaret edilen şu ifade de o zâta bakar:

    «O ileride gelecek acib şahsın bir hiz*metkârı ve ona yer hazır edecek bir düm*darı([233]) ve o büyük ku*man*da*nın pişdar([234]) bir ne*feri oldu*ğumu zannediyo*rum.» (Barla Lâhikası sh: 283)

    Rivayetlerde âhirzamanda geleceği müjde*lenen ve zu*lümatı dağıtacak olan manevî kuv*vet, Nur Risalelerinde te*celli eden hakaik-i Kur’aniye ve ima*niyye olduğu, Risale-i Nur’da tekraren nazara veril*miştir.

    Zübdet-ül Buhari Tercemesi 958. hadî*sin haşi*yesinde, Er-Raid Lügatı’nın beyanına göre “Harbte na*’ra atan kah*raman” mânâ*sında olan “Cehcah” vas*fıyla tavsif edilen bir zâtın geleceği (Şarkavî Şerhi’nden naklen) şöyle ifade edilir:

    «Bu kişinin adı Cehcah’tır. Çok kıymetli bir zât olup, Mehdi’den sonra ortaya çıka*cak, onun yo*lunu tu*tacaktır. Çoban koyunu nasıl sürerse, Cehcah da ci*hangir olarak bütün ülkeleri idare edecek, herkes ona bo*yun eğecektir.»

    NOT:

    Yukarıda zikredilen “yüz sene sonra” ve sair şekil*deki ifadelerin tarihî tesbit*leri, ayrı bir tedkikat iste*diği ve ayrı bir mes’ele olduğu ci*hetle ele alınmadı.

    Risale-i Nur’dan çok kısa olarak nakle*dilen mezkûr parçalarda görüldüğü gibi; “bir asır sonra gele*cek” ve “gelecek zât” gibi ifade*lerle bir zâtı haber veren Bediüzzaman Hazretleri olduğuna göre, bu beyanlar kendi*sini değil, ken*di*sinden sonra gelecek olan şahıstan bah*set*tiği zâhirdir.

    Hem yine mezkûr nakillerde o zât hakkın*daki şu ifade*ler:

    “Hilafet-i Muhammediye ci*hetindeki salta*natı” yani si*yasî hâkimiyet makamına sahip olacağı ve bu vazifesini “ittihad-ı İslâma bina edeceği” ve “İsevî ru*hanileriyle ittifak edeceği” ve “hayatın geniş da*iresinde” vazifedar olacağı gibi beyanlarla bildirilen vazifeleri, siyasî icra*atlardır.

    Halbuki Bediüzzaman Hazretleri mez*kûr siyasî vazife*lerle bizzat iş*ti*gal etme*miş ve iman üzerinde bütün mesaisini hasretmiş*tir. Ancak şu var ki; o gelecek diye bahsedilen zât, geniş da*irede Risale-i Nur’u proğram yaparak ve Risale-i Nur’a bağlı kala*rak hizmet eder.

    Buna göre bu zâtın vazife makamı, Risale-i Nur’un ve müelli*finin seviyesinde ol*mayıp teba*iyet maka*mında bulu*nacağı da sarihtir.

    Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’un şahs-ı manevî*sini ve üstünlü*ğünü tavsif ve beyan eden pek çok ifadele*riyle bu hükmü sarahatla ortaya koyar ve Risale-i Nur’u merci’ gösterir ve tekraratla ilân eder ve etmiştir.

    Meselâ elyazma Emirdağ Lâhikası’nda talebele*rine hitaben şöyle diyor:

    «Risale-i Nur hakkındaki hüsn-ü zannı*nız daha fevkinde Risale-i Nur’a lâyıktır. Çünki Kur’an-ı Hakîm’in bir mu’cize-i ma*neviye*sidir. Âhirzamanda gelecek Hazret-i Mehdi de ona o kıymeti verecek itika*dın*dayım.»

    Hem yine Risale-i Nur’un muhtelif yer*le*rinde geçen ve “iman, hayat, şeriat” olarak ifade edilen üç vazifenin en mü*himmi “iman” olduğu ve bu vazife de tamamen Risale-i Nur’un ve halis, sadık ve has şakirdle*rinin vazifesi ol*duğu; geniş daireye bakan diğer iki vazife ise imana nisbeten ikinci, üçüncü derecede olduk*ları ve Risale-i Nur’un proğra*mına göre yürütü*leceği, yani Risale-i Nur’a bağlı kalınacağı be*yan ediliyor ki yine Risale-i Nur’un vazife ma*kamının ul*viyetini gösterir. Bu beyanlardan birkaç nümunesi şöyledir:

    «Hem üç mes’ele var: Biri hayat, biri şe*riat, biri imandır. Hakikat noktasında en mü*himmi ve en azamı, iman mes’elesidir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 90)

    «…üç vazifesinden en mühimmi ve en bü*yüğü ve en kıymetdarı olan iman-ı tahki*kîyi neşr ve ehl-i imanı dalâletten kur*tar*mak cihetiyle, o en ehemmiyetli vazi*feyi aynen bitemamiha Risale-i Nur’da görmüş*ler.» (Sikke-i Tasdik sh: 9)

    «Şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mes*leği olan imanı kurtarmak ve imanı tahkikî bir surette umuma ders vermek, hattâ avamın da imanını tahkikî yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici mânâsının tam sarahatını ifade ettiği için, Nur şakirdleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur’da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü dere*cedir diye, Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini haklı ola*rak bir nevi Mehdi te*lâkki ediyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 266)

    «Hattâ eski evliyanın bir kısmı, ke*ra*met-i gaybi*yelerinde Risale-i Nur’u aynı o âhirzamanın hidayet edicisi olduğu diye ke*şifleri, bu tahkikat ile te’vili an*laşılır.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 267)

    «Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh’ın altı ay*lık hi*lafeti ile beraber Risale-i Nur’un Cevşen-ül Kebir’den ve Celcelutiye’den al*dığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i hilafetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-ı ima*niye noktasında Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh’ın kısacık müdde*tini uzun bir za*mana çevi*rerek tam beşinci halife na*zarıyla baka*biliriz. Çünki adalet-i hakikiye ile bu asırda insan*ları mes’ud ede*bilir bir istidadda bulunan, Risale-i Nur’dur ve onun şahs-ı manevîsi, Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh’ın bir muavini, bir mü*tem*mimi, bir manevî veledi hükmündedir.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 72)

    «Evet bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaiye ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siya*set-i İslâmiye için, gayet ehemmi*yetli birer müceddid is*ter. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-ı ima*niyeyi mu*hafaza noktasında tecdid vazi*fesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve ha*yat-ı içti*maiye ve siyasiye da*ireleri ona nis*beten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede ka*lıyor.

    Rivayat-ı hadîsiyede, tecdid-i din hak*kında zi*yade ehemmiyet ise, imanî hakaik*teki tecdid iti*ba*riyledir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 189)

    «Bu asırda, Cenab-ı Hakk’a hadsiz şü*kür olsun ki, Risale-i Nur’un hakikatına ve şakirdlerinin şahs-ı ma*nevîsine, hakaik-ı imaniye muhafazasında tecdid vazi*fesini yaptırmış. Yirmi seneden beri o vazife-i kudsi*yede te’sirli ve fatihane neşriyle gayet dehşetli ve kuv*vetli zendeka ve dalâlet hü*cumuna karşı tam mukabele edip, yüzbinler ehl-i imanın imanlarını kurtardığını kırk*binler adam şehadet eder.» (Kastamonu Lâhikası sh: 190)

    Risale-i Nur’un makamını ve ehemmi*yetini be*yan eden buna benzer daha pek çok ifadeler gösteriyor ki, asıl merci’ ve söz sahibi Risale-i Nur’dur. Daire-i Nur dâhilinde olanlar, ondan başka bir fikir ve hareket tarzını getire*mezler. “Risale-i Nur’un talimatı dairesinde” (Emirdağ Lâhikası-I sh: 73) hizmet ederler.

    Risale-i Nur, dinin teferruatından ve az bir kısmı müs*tesna olarak içtihadî mes’elele*rinden bahsetmez. Geniş da*irenin mes’elelerini, ileride teşekkülü beklenen “mütehassıs heyetle*rine” bı*rakır.

    Evet «Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyenin ka*nunla*rını da ihata eden dinin geniş daire*sinden bahset*mez. Belki asıl mevzuu ve he*defi, dinin en has ve en yüksek kısmı olan imanın erkân-ı azîmesinden bahse*der.» (Tarihçe-i Hayat sh: 231)

    Geniş dairede bir kısım teferruat mesa*ili*nin ta’*dil ve teşrii için ihtisas heyetlerini ha*tır*latan şu ifade de dikkat çe*kicidir:

    «Evet bu zaman hem iman ve din için, hem ha*yat-ı içtimaiye ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siya*set-i İslâmiye için, gayet ehemmiyetli birer mü*ceddid ister.» (Kastamonu Lâhikası sh: 189)

    Evet Osmanlı Devleti’nin son devrinde “Şûra Heyeti”nin lüzumunu anlatan Bediüzzaman Hazretleri aynı o teklifini; “Şimdi âlem-i İslâmın mütemerkiz([235]) noktasına tek*rar arzediyorum.” diyerek tâ gelecek*teki itti*had-ı İslâmın merkezine kadar ucu uzanan re*yini be*yan eder.

    İşte bir nebze nümunesini gördüğümüz ve risale*lerde serpilmiş ifade ve beyanlara kül*liy*yen bakılıp dik*kat edi*lirse; Risale-i Nur, ge*niş daireye esasat cihetinde proğramını ver*miş ol*duğu görülür. Bundan da anlaşılı*yor ki; gele*cekteki va*zifedarlar, Risale-i Nur’a sahip çı*ka*caklar, emir ve tavsiyele*rine dikkat edecekler ve Risale-i Nur’un metbuiyet makamını teba*iyetleriyle mu*hafaza ede*ceklerdir.


  8. #18
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Âhirzaman Alametleri ve Fitneleri

    NETİCE

    Ahirzaman fitnesinin dehşetli ifsadatını tamir, ıslah ve halkı tenvir ve irşad vazifesini Bediüzzaman ve şakird*leri, muannid düşman*larına karşı en ağır şartlar içinde hayatla*rını ortaya koyarak, en kudsî ve en büyük vazife olan iman hakikatlarını keşif ve neşirle; haki*kat nokta-i nazarında as*rın rivayetlerde müjde*lenen en haşmetli ta*rihî hâdisesini or*taya koy*muşlar, küfrün belini kırarak da İslâmî hayat ve iç*timaiyatın zeminini hazırlamışlardır.

    Bu hakikatı, yani bi*rinci vazife olan iman hizmeti*nin ve vazifedarlarının emsal*siz üstünlüğünü daima nazara ve*ren Bediüzzaman Hazretleri, bir talebesinin mektubuna verdiği cevabda aynı mes’eleye dikkati çeker ve der ki:

    «Muhbir-i Sâdık’ın([236]) haber verdiği “Manevî fütu*hat yapmak ve zulümatı da*ğıtmak, za*man ve ze*min hemen hemen gelmesi” diye fıkrasına, bütün ruh u canı*mızla rahmet-i İlâhiyeden niyaz ediyoruz, te*menni ediyo*ruz. Fakat biz Risale-i Nur şakirdleri ise: Vazifemiz hiz*mettir, vazife-i İlâhiyeye ka*rış*mamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina et*mekle bir nevi tec*rübe yapma*mak olmakla bera*ber; kemmiyete değil, keyfiyete bak*mak; hem çok*tan beri sukut-u ahlâka([237]) ve hayat-ı dün*yeviyeyi her cihetle hayat-ı uh*reviyeye([238]) tercih ettirmeye sevke*den dehşetli esbab([239]) altında Risale-i Nur’un şim*diye kadar fütuhatı([240]) ve zındıkla*rın ve dalâletlerin sav*let*lerini([241]) kırması ve yüzbinler bîçare*lerin imanlarını kurtarması ve herbiri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakiki mü’min talebeleri yetiş*tirmesi, Muhbir-i Sâdık’ın ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukuat ile isbat etmiş ve inşâallah daha edecek. Ve öyle kökleşmiş ki; inşâallah hiçbir kuvvet Anadolu’nun sinesinden onu çı*karamaz. Tâ âhir*zamanda, haya*tın geniş dairesinde asıl sahibleri Cenab-ı Hakk’ın izniyle gelir, o daireyi genişlettirir ve o to*humlar sünbül*lenir. Bizler de kab*rimizde sey*redip, Allah’a şükrederiz.»

    Bediüzzaman Hazretlerinin mezkûr tarz*daki ifadele*rinden anlaşılıyor ki; geniş daire va*zife*darları, Risale-i Nur’daki Kur’an ve iman haki*katlarını geniş çapta ve res*men neşir ve tat*bikle Risale-i Nur’un irşad sahasını genişle*tir*ler, kendi ilimleri ile irşada girişmezler.



    ***


  9. #19
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Âhirzaman Alametleri ve Fitneleri

    KAYNAK ESERLER


    Barla Lâhikası, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993

    Büluğ-ul Meram Tercümesi, Ahmed Davudoğlu, Sönmez Neşriyat - İstanbul 1967

    Elmalılı Tefsiri (Hak Dini Kur’an Dili), Hamdi Yazır, II.Baskı, İstanbul 1960-1962

    Emirdağ Lâhikası, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992

    Gençlik Rehberi, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993

    Hutbe-i Şamiye, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1990

    İbn-i Mace Tercemesi, Kahraman Yayınları, İst.-1982-1983 (10 cilt)

    İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat

    İslâm Prensipleri Ansiklopedisi, İttihad Yayıncılık, 4 cilt, İstanbul 1994

    İşarat-ül İ’caz Tercümesi, Bediüzzaman Said Nursî, Mütercim: Abdülmecid Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992

    Kastamonu Lâhikası, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993

    Kenz-ül Ummal, Suyutî ve Burhan-ı Fevrî, 16 cilt, Halep tarihsiz

    Keşf-ül Hafa, Matbaat-ül Fünun, Haleb (2 cilt)

    Lem’alar, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992

    Mektubat, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992

    Mesnevî-i Nuriye Tercümesi, Bediüzzaman Said Nursî, Mütercim: Abdülmecid Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1991

    Mesnevî-i Nuriye Tercümesi, Bediüzzaman Said Nursî, Mütercim: Abdülkadir Badıllı, 670 sh. İstanbul 1980

    Mişkât-ül Mesabih, Veliyyüddin-i Tebrizî, 3 cilt, Beyrut 1961

    Muhakemat, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992

    Münazarat, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İst. 1993

    Müsned-i İmam-ı Ahmed, Ahmed bin Hanbel, 6 cilt Beyrut

    Osm. Mektubat, Bediüzzaman Said Nursî, 744 sh.

    Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat, Türdav Yayınları, İstanbul 1990

    Ramuz-ül Ehadîs, Abdülaziz Bekkine, Milsan-1982, 2 cilt

    Risale-i Nur’un Kudsî Kaynakları, Abdulkadir Badıllı, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992

    Sahih-i Buhari Muhtasarı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarından, II.baskı, 12 cilt

    Sahih-i Müslim Tercemesi, M. Sofuoğlu, İrfan Yayınları-1967, 8 cilt

    Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993

    Sözler, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993

    Sünuhat, Tuluat, İşarat, Bediüzzaman Said Nursî, Gaye Matbaası, Ankara 1976

    Şualar, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993

    Tac Tercemesi, Bekir Sadak, Sinem Matbaası, İstanbul 1968-1975

    Tarihçe-i Hayatı, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992



    --------------------------------------------------------------------------------

    [1] Süfyan denilen İslâm deccalının varlığı hakkında bir çok hadis vardır. Bunlardan birisi için bk: el-Hâkim, el-Müstedrek: 4:520.

    [2] Müthiş şahıslar

    [3] deneme

    [4] tercihi

    [5] şahıslar

    [6] başlangıçta

    [7] düşmanlıktan

    [8] temiz zevcelerine (eşlerine)

    [9] el-Askalânî, Fethü’l-Bârî, 13:45.

    [10] kavimlerin

    [11] rahmet yönü

    [12] Buharî, Fiten: 4, 28; Müslim, Fiten: 1; Ebû Dâvud, Fiten: 1; Tirmizî, Fiten: 23; İbni Mâce, Fiten: 9; Müsned, 2:390, 39; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1:108, 4:439, 483.

    [13] Tirmizî (tahkik: Ahmed Şâkir), no. 2262; el-Elbânî, Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha, 954; el-Heysemî, Mecme*u’z-Zevâid, 10:232, 237.

    [14] Aralarında kesin anlaşma

    [15] enaz

    [16] fikirlerin çatışması

    [17] dinin açık hükümlerinde beraberlik

    [18] hedefe götüren vasıtalarda

    [19] tam layık olarak

    [20] talebi

    [21] açıklıkla

    [22] Fetih Suresi 49: 29

    [23] gaybı gören

    [24] anlaşma yaparak

    [25] temiz ve şerefli

    [26] Peygamberimizin (a.s.m.) kendisi ile beraber kızı Hz. Fatıma (r.a.) validemiz, damadı Hz. Ali (r.a.) ve torunları Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin’den (r.a.) teşekkül eden heyet. Hz. Peygamber’in (a.s.m.) giydiği abasını mezkür sahabe-i güzin hazeratının üzerine örterek hususi dua ettiğinden, bu isimle anılmaları meşhurdur.

    [27] Ehl-i Sünnet’in dışında batıl üç mezhep

    [28] İslam büyükleri

    [29] Süyûtî, el-Fethü'l-Kebîr: 1:315, 2:185, 3:9; el-Hâvî Li'l-Fetâva: 2:217; Ebû Abdullah Deylemî, Müsnedü'l-Firdevs: 1:266.

    [30] Allah’a sığınmış

    [31] Buhari, Daavât: 37, 39, 44, 45, 46, Ezan: 149, Cenâiz: 88, Fiten: 26; Müslim, Mesâcid: 127, 128, 130-134; Müsned, 6:139.

    [32] Doğrusunu en iyi Allah bilir

    [33] güzele düşkün

    [34] büyük günahları, dine zıt hayat tarzları

    [35] bilgisiz olduğu halde vatanı sever görünen

    [36] dinden geriye dönüşü esas alan

    [37] gelmiş

    HAŞİYE 1 Çünkü hadiste vardır ki, (la tezalü taifeten min ümmetî zahirîne alâl hakka ilâ kıyamis saati)

    Bu hadis diğer hadisi takyid ediyor.

    [Bu*harî, İ’tisam: 10; Müslim, İman: 247, İmâre: 170, 173, 174; Ebû Dâvud, Fiten: 1; Tirmizî, Fiten: 27, 51; İbni Mâce, Mukaddime: 1, Fiten: 9; Müsned, 5:34, 269, 278, 279; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:449-450, 550.]

    HAŞİYE 2 Yedi sene evvel yazılan bu işâret-i gaybiye aynen vukua geldi. Herkes gördü. Evet bu geçen zelzele, kıyametin zelzele-i kübrasından haber verir gibi sarstı, fakat akılları başlarına gelmedi.

    HAŞİYE 2 Yedi sene evvel yazılan bu işâret-i gaybiye aynen vukua geldi. Herkes gördü. Evet bu geçen zelzele, kıyametin zelzele-i kübrasından haber verir gibi sarstı, fakat akılları başlarına gelmedi.

    (*): Yani o sanem-misaller perestişkârlarının heve*sat*larına hoş görünmek ve teveccühlerini kazanmak için riyakârane gösteriş ile ibadet gibi bir vaziyet gösteriyor*lar. -Said Nursi (r.a.)-

    [38] büyük günahlar

    [39] Şer'an, evlenmeğe mani akrabalığı olmayanlar



    [40] yaratılışında bulunan

    [41] Süyûtî, el-Fethü'l-Kebîr: 1:315, 2:185, 3:9; el-Hâvî Li'l-Fetâva: 2:217; Ebû Abdullah Deylemî, Müsnedü'l-Firdevs: 1:266.

    [42] Allah’a sığınmak

    [43] Buhari, Daavât: 37, 39, 44, 45, 46, Ezan: 149, Cenâiz: 88, Fiten: 26; Müslim, Mesâcid: 127, 128, 130-134; Müsned, 6:139.

    [44] güzelliği ileri derecede seven

    [45] kadınlı erkekli haram eğlenceleri ve oyunları

    [46] kesin bir zorlamayla

    [47] Tirmizî (tahkik: Ahmed Şâkir), no. 2262; el-Elbânî, Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha, 954; el-Heysemî, Mecme*u’z-Zevâid, 10:232, 237.

    [48] : Sahih-i Müslim cilt: 8 sh: 227 hadîs: 97 ve 98, 99. hadîsler de aynı manada olup, İbn-i Mace 36. Kitab-ül Fiten 19.babı da kadın fitnesi hakkındadır.

    [49] : Keşf-ül Hafa 2802

    [50] hataları

    [51] birçok sebeblerini

    [52] birçok yönünden

    [53] dinsizlikten doğan

    [54] Tac Tercemesi cilt:5 hadîs:867

    [55] Tac Tercemesi cilt: 5 hadîs: 866

    [56] Şeriatın makbul kıldığı veya emrettiği

    [57] Şeriatın kabâhat ve haram diye bildirdiği şey

    [58] Ramuz-ul Ehadîs sh:247 (En-Nihaye vel Bidaye cilt:1 sh: 65’deki bir hadîs de bu hadîsi te’yid eder.)

    [59] Ramuz-ul Ehadîs sh:247 (En-Nihaye vel Bidaye cilt:1 sh: 65’deki bir hadîs de bu hadîsi te’yid eder.)

    [60] Diğer bir rivayette de “gayızlı” (R.Ehadîs 478)

    [61] İbn-i Mace 36.Kitab-ül Fiten, bab: 9 hadîs: 3954

    [62] geçim derdi

    [63] dini duyguları ve hassasiyeti

    [64] : Kenz-ül Ummal hadîs: 38472

    [65] : Ramuz-ul Ehadîs sh:46

    [66] neşelenen

    [67] dinsizlik düşüncesi

    [68] Cenab-ı Hakkın yardımı

    [69] İslâm Birliğini temin edecek

    [70] Başkanlık

    [71] cemiyette yaşanan İslâmı

    [72] ruh halini

    [73] Kur’an’da sıfatları bildirilen hizmet ehli

    [74] çalışma ortaklığı

    [75] Tac Tercemesi cilt:5 hadîs:913; Ebu Davud fiten/2; Ramuz-ul Ehadîs 100

    [76] İbrahim Sûresi, 14:3.

    [77] sakınma

    [78] kötülükleri ortadan kaldırmak

    [79] faydalıları ortaya koymaya

    [80] üstünlük kazanmış

    [81] büyük günahları

    [82] yerine getirilmesi her müslüman için gerekli olup, yapılmadığı taktirde büyük günahı olan emr-i İlâhî

    [83] hücumunda

    [84] küçük ayrıntılara

    [85] Hz. Peygamber (A.S.M.) ın temiz neslinden yetişenler ve bihakkın sünnete ittibâ ve onu idame ettirenler

    [86] Cennetle müjdelenen on kişiden

    [87] Hz. Ali (r.a.) aleyhdarlığı

    [88] batıl bir mezhep, Hz. Ali’yi (r.a.) müfritçe sevenler

    [89] Fitne kapılarını kapatmak şeriatın güzelliklerin*dendir

    [90] “Cenab-ı Hak ellerimizi o kanlı hadiselere bulaş*tırmadı; o halde biz de o hadiselerden bahsedip dili*mizi bulaştırmayalım.” Ömer bin Abdülaziz’e ait bir söz. Şa’ranî, El-Yevâkit ve’l-Cevahir, 2:69; Bâcurî, Şerhü Cevheretü’t-Tevhid, 334.

    [91] Hak’tan sapmış

    [92] açık ve kesin bir hüküm

    [93] Allah’ın lâneti zalimlerin ve münafıkların üzerine olsun.

    [94] Hz. Peygamber (A.S.M.) ın temiz neslinden olanlara

    [95] seyretmek

    [96] İzafi adâlet, "adâlet-i nisbiye" de denir. Umumun selâmeti için, ferdi feda eden adalet usulüdür. (Cemaat için ferdin hakkını nazara almaz.)

    [97] “Cenab-ı Hak ellerimizi o kanlı hadiselere bulaş*tırmadı; o halde biz de o hadiselerden bahsedip dili*mizi bulaştırmayalım.” Ömer bin Abdülaziz’e ait bir söz. Şa’ranî, El-Yevâkit ve’l-Cevahir, 2:69; Bâcurî, Şerhü Cevheretü’t-Tevhid, 334.

    [98] bitkiler türünün

    [99] çok faaliyetli, hararetli

    [100] dine zıt anlayıştaki grupların

    [101] Cenab-ı Hakkın kudret eli (mecaz)

    [102] cisimlerin kendi mihveri üzerine hareketi zamanında merkezinde hâsıl olan kuvvete denilir (merkezkaç kuvvet)

    [103] dörtbir yanına

    [104] Tac Tercemesi cilt: 5, sh: 534-540; İbn-i Mace 4016. hadîs; Tirmizi fiten/67; İbn-i Hanbel 5/405

    [105] Tac Tercemesi cilt: 5, sh: 534-540; İbn-i Mace 4016. hadîs; Tirmizi fiten/67; İbn-i Hanbel 5/405

    [106] toplama

    [107] kanlı harb, büyük muharebe sahrası.

    [108] erkek isimlerinden

    [109] Kenz-ül Ummal cilt:11 sh:125 ve Ruh-ul Beyan cilt:8 sh:197

    [110] Süyûtî, el-Orfu'l-Verdî fî Ahbari'l-Mehdî (el-Hâvî li'l-Fetâva): 2:234; Ahmed Zeynî Dahlan, el-Fütûhâtü'l-İslâmiye: 294; el-Berzenci, el-İşâa' fî Eşrâti's-Sâa': 95-99; İbn-i Haceri'l-Heytemî, el-Fetâva'l-Hadîsiyye: 36; Muhtasar u Tezkireti'l-Kurtubî: 133-134.

    [111] Kenz-ül Ummal cilt:11 sh:125 ve Ruh-ul Beyan cilt:8 sh:197

    [112] Süyûtî, el-Orfu'l-Verdî fî Ahbari'l-Mehdî (el-Hâvî li'l-Fetâva): 2:234; Ahmed Zeynî Dahlan, el-Fütûhâtü'l-İslâmiye: 294; el-Berzenci, el-İşâa' fî Eşrâti's-Sâa': 95-99; İbn-i Haceri'l-Heytemî, el-Fetâva'l-Hadîsiyye: 36; Muhtasar u Tezkireti'l-Kurtubî: 133-134.

    (Hâşiye) Cây-ı dikkattir ki, frengî hurufatını öğ*retmek için Ramazan gecelerinde çoluk ve çocuğa, zengin ve fukaraya dersin şenaatine işareten, kasi*dede bir nüshada (bate, bate bihal emiru vel fakiren) yani gece işlemek tabiriyle işaret ediyor.

    [113] Avrupa dili, Latince’ye

    [114] Ramuz-ul Ehadîs sh:18

    [115] Sahih-i Müslim cilt:8 hadîs:2937

    [116] kısa, öz

    [117] Mişkât-ül Mesabih cilt: 3 sh: 38 ve Kenz-ül Ummal cilt: 14 sh: 559 hadîs: 9685

    [118] şerefli nişan

    [119] şimşek gibi

    [120] övündüğü değerleri

    [121] S. Buhari Muhtasarı hadîs: 2114 ve S. Müslim cilt:1 sh:195 hadîs: 234 ve Tirmizî fiten/35 hadîs: 2217

    [122] akıldan uzak görmek

    [123] doğan

    [124] saflaşacak, yani asli şekline dönecek

    [125] tabi olunan (imam)

    [126] doğru haber veren Peygamberimiz (asm)

    [127] “Onlar dünya hayatını seve seve âhirete tercih ederler, halkı Allah yolundan alıkoyarlar ve doğru yo*lu eğri göstermeye çalışırlar. Öyleleri, haktan pek uzak bir sapıklık içindedirler.” İbrahim Sûresi, 14:3.

    [128] katılma

    [129] inad edercesine

    [130] inad ederek direnmekten

    [131] nefsin hoşuna giden şeyler

    [132] dinde sapkınlığa düşmüş bir gruba

    [133] gerçeğe aykırı

    [134] subayların

    [135] erlerini ve subaylarını

    [136] düşmanlık

    [137] karşı gelenlere

    [138] İslâmî adetlerin

    [139] fiileriyle

    [140] ana kaidelerin ve şartların

    [141] günâhların keffâreti

    [142] kendi tercihimizin dışında

    [143] rejimin kurucusunu

    [144] şüpheli ve suçlu olmaktan kurtarır

    [145] görünüşte olan şahsı

    [146] Pasifik Okyanusu

    [147] hakkı ve hakiki değeri olmadığı halde ve kabiliyetsizliğine rağmen bir kimsenin kesret-i nimete mazhar olması ve bu sebeple küfür ve isyâna devam etmesi ile azab ve Gadab-ı İlâhiyyeye yaklaşması. (Neûzu billah, bu öyle bir işdir ki: Hikmeti İlâhiye ile bazı kâfirlerin muradı zuhur eder, istediği harika bir surette olur. Ve bunların küfürleri, Allaha isyanları da böylece ziyâdeleşir. L.R.)

    [148] cezalandırır ve göçe zorlar

    [149] arkadan yardım ve korumasını

    [150] Tac Tercemesi hadîs:1034

    [151] Madde ile olmayan ve manevî, ruh âlemine mensub olan cihad ehli topluluğun sayısı

    [152] çekişme kavga

    [153] münakaşa sebebi

    [154] Sahih-i Müslim 52.kitab-ül fiten hadîs: 34, 110, 116 ve İ.Mace 36. Kitab-ül Fiten 33.bab 4075, 4077. hadîsler.

    [155] Sahih-i Müslim 52.kitab-ül fiten hadîs: 34, 110, 116 ve İ.Mace 36. Kitab-ül Fiten 33.bab 4075, 4077. hadîsler.

    [156] birisinin bâzı hareketleri ile başkası üzerinde uyuşukluk verici te'sir

    [157] ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün bulunduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan tecrübeler

    [158] İbn-i Mace 4077. hadîsin ortası.

    [159] başkasının kendisine tâbi olmasına

    [160] İbn-i Mace 4077. hadîsin ortası.

    [161] Âl-i İmrân Sûresi, 3:7

    [162] Âl-i İmrân Sûresi, 3:7.

    [163] gösterirler

    [164] yüksek ruhları

    [165] alçak ruhlardan

    [166] delîl ve isbata ihtiyacı olmayan şekilde âşikâr olan şeyler

    [167] kabule mecbur

    [168] kabiliyet (yetenek)

    [169] kuvvetli, hakikate en yakın olan zann

    [170] ayrıntı olan meseleler

    [171] kuvvetli inanç ile bilmek

    [172] Yahudi ve Hristiyan alimlerinden

    [173] gerçeğe uymayan

    [174] geçmişten kalan bilgileri

    [175] sözleri

    [176] bir söz veya bir işten manayı meydana koymak

    [177] Buhari, Fadâilü's-Sahâbe: 6, Enbiyâ: 54; Müslim, Fadâilü's-Sa*hâbe: 23; Tirmizi, Menâkıb: 17; Müsned, 6:55.

    [178] insanlar arasında şöhret

    [179] umumun işitmesine

    [180] öküz ve balık

    [181] toprak ve deniz

    [182] Müslim, Cennet, 31; Müsned, 3:341, 346.

    [183] gerileyerek

    [184] tecrübe yeri

    [185] vakti tayin edilse

    [186] korku ve ümit

    [187] iyice belli olmayan, belirsiz

    [188] ilk ve orta çağ

    [189] son asır

    [190] Kamer Suresi 54:1.

    [191] Beş bilinmeyen, bizce gaib olan beş şey. 1- Kıyamet vakti,2- Yağmurun ne zaman yağacağı, 3- Ana rahmindeki çocuğun mahiyeti ve ceninin isti'dadı ve manevi simasının ne olduğu, 4- yarın insan hayır ve şer olarak ne kazanacağını, 5- İnsanın nerede öleceğini Allah bildirmedikçe kimse bilemez. Bunlara mefâtih-ül gayb da denir.

    [192] şartları

    [193] yakın

    [194] gizli kalması

    [195] açıkca belirtilmesin

    [196] ilk başlarda

    [197] Müslim, Fiten: 110; Ebû Dâvud, Melâhim: 14; Tirmi*zi, Fiten: 59; İbn-i Mâce, Fiten: 33; Müsned, 4:181.

    [198] Kuzey Kutbuna

    [199] Tren ve Uçak

    [200] yerlebir

    [201] harekete geçirenleri

    [202] Tac Tercemesi cilt:5 hadîs:1040

    [203] Tac Tercemesi cilt:5 hadîs:1040

    [204] kısaca

    [205] türdür

    [206] Sebe’ Sû*resi, 34:14.

    [207] Sakınma ve çekinmekleriyle

    [208] ard arda gelen

    [209] yıkılmalar, maddi ve manevi zararlar

    [210] Asr Sûresi, 103:1-2.

    [211] Miladi 1908

    [212] Hilafetin değişmesi (1909)

    [213] Balkanların ve Trablusgarb’ın elden çıkması (1912)

    [214] Osmanlı mağlubiyeti ve Sevr ve Lozan anlaşmaları (1918-1923)

    [215] toplumda yaşanan İslâmî hayatın

    [216] Asr Sûresi, 103:3.

    [217] Fâtiha Sûresi, 1:7.

    [218] Fâtiha Sûresi, 1:7.

    [219] Buhari, İ’tisam: 10; Müslim, İman: 247, İmâre: 170, 173, 174; Ebû Dâvud, Fiten: 1; Tirmizî, Fiten: 27, 51; İbn-i Mâce, Mukaddime: 1, Fiten: 9; Müsned, 5:34,269, 278, 279; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:449-450, 550.

    [220] yaklaşıp

    [221] uygunluk

    [222] Buhari, İ’tisam: 10; Müslim, İman: 247, İmâre: 170, 173, 174; Ebû Dâvud, Fiten: 1; Tirmizî, Fiten: 27, 51; İbni Mâce, Mu*kaddime: 1, Fiten: 9; Müsned, 5:34,269, 278, 279; el-Hâkim, el-Müs*tedrek, 4:449-450, 550.

    [223] Fâtiha Sûresi, 1:7.

    [224] S.Buhari Muhtasarı hadîs:2114 ve S.Müslim cilt:1 sh:195 hadîs: 234 ve Tirmizî fiten/35 hadîs: 2217 ve Kenz-ül Ummal cilt: 14 hadîs: 3485

    [225] ortada görünmesi

    [226] hüküm çoğunluğa göredir

    [227] azınlıkta

    [228] batıdan doğuya

    [229] batıdan doğmaya

    [230] Allah’ın sağlam ipi (mecaz)

    [231] şaşırmışcasına

    [232] müjdeli hayırlı iyi haberli

    [233] Askerlikte arttaki emniyeti te'minle vazîfeli, geriden gelen ve askeri tâkib eden birlik. Ordunun geriden gelen emniyet kuvveti. Mc: Son zamanlarda gelen büyük evliyâullah.

    [234] Öncü, harpte ileri düşmana gönderilen askerler. önde giden. Kumandan. Önayak olan.

    [235] bir yere toplanmış, merkezleşmiş

    [236] Peygamberimizin (asm)

    [237] ahlak eksikliğine

    [238] ahiret hayatına

    [239] sebebler

    [240] başarısı

    [241] saldırılarını

Sayfa 2/2 İlkİlk 12

Benzer Konular

  1. Ahirzaman hadisleri...
    By SiLa in forum Hadis Bahçesi
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 05.12.08, 06:21
  2. Ahirzaman
    By Konyevi Nisa in forum Muhtelif
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 28.08.08, 15:56
  3. Ahirzaman
    By SiLa in forum Nasihatlar
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 23.08.08, 09:05
  4. Fitne-i Ahirzaman..
    By Konyevi Nisa in forum Risale-i Nur Külliyatı
    Cevaplar: 2
    Son Mesaj: 14.07.08, 16:37
  5. Ahirzaman Hadisleri
    By es_ra in forum Ahiret ve Kıyamet
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 15.06.08, 11:52

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •