Sayfa 22/49 İlkİlk ... 2021222324 ... SonSon
488 sonuçtan 211 ile 220 arası

Konu: Günün Ayeti

  1. #211
    ***
    DIŞARDA
    Points: 60.713, Level: 100
    Points: 60.713, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    ArzuNur - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Mesajlar
    9.488
    Points
    60.713
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    27

    Standart Cevap: Günün Ayeti



    Allah ile olduktan sonra ölüm de, ömür de hoştur...




  2. #212
    ***
    DIŞARDA
    Points: 8.615, Level: 62
    Points: 8.615, Level: 62
    Level completed: 55%,
    Points required for next Level: 135
    Level completed: 55%, Points required for next Level: 135
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    tahsin33 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    Oct 2008
    Yer
    Mersin
    Mesajlar
    1.126
    Points
    8.615
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    18

    Standart Cevap: Günün Ayeti

    Hucurat suresi ayet 11
    Ey iman edenler, bir kavim (bir başka) kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin) , belki kendilerinden daha hayırlıdırlar.Kendi nefislerinizi (kendi kendinizi) yadırgayıp küçük düşürmeyin ve birbirinizi 'en olmadık kötü lakablarla' çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar, zalim olanların ta kendileridir.


    Önceki iki ayette, müslümanlar arasında vuku bulması muhtemel bir savaş ile ilgili olarak yol gösterdikten sonra mü'minlere, dinin en mukaddes bağına dayanarak, birbirlerinin kardeşi oldukları hatırlatılmıştır. Onlar, Allah'tan korkarak aralarındaki ilişkilerde dürüst davranmalıdırlar.
    Daha sonraki ayetlerde, bir toplumun bireyleri arasındaki zedeleyici bir nitelik taşıyan çok açık kötülüklerin oluşması engellenmiştir. Yani, birbirinizin izzeti şerefine dokunmayın ve birbirlerinizin zaaf, kusur ve ayıplarını ortaya sermeyin. Gerçekten de bunlar, insanlar arasında onulmaz yaralar açan ve başka sebeplerle birleşip, toplumda fitnenin oluşmasına yol açan hastalıkların ta kendisidir. Bu noktada, ilerde gelecek olan ayetlerde ve Hz. Peygamber'in (s.a.) hadislerinde yapılan açıklamalara dayanılarak, ayrıntılı bir tahkir ve tezyif yasası tertip edilebilir. Batıdaki tahkir ve tezyif yasaları o kadar hatalı ve eksiktir ki, bir vatandaş, onurunu kurtarmak için mahkemelere başvuracak olsa aksine onuru daha çok kırılır. İslami kanunlar ise, bunun tam tersine herkesin şeref ve haysiyetini koruma altına alır, hiç kimsenin bir başkasının onurunu kırmasına izin vermez. Ayrıca, hiç kimsenin haklı ya da haksız şeref ve haysiyetiyle oynanmasına müsade etmez. Şeref ve haysiyetiyle oynanmak istenilen kimse, ne tür bir şahsiyete sahip olursa olsun, küçük düşürülemez. Ancak yapılan hukuki ithamın ispatlanabilmesi hali müstesna.

    Buradaki "Alay etmek" şeklindeki ifade ile, sadece sözle yapılan alay değil, bir kimsenin taklidini yapmak, sözleri, davranışları, tipi, giyimi vs. özellikleriyle eğlenmek veya bunlarda bir kusur, ayıp bulup, buna başkalarının dikkatini çekmek şeklindeki tüm davranışlar kastedilmektedir. Burada esasında bir kimsenin ne şekilde olursa olsun, bir başkasını alay konusu yapması yasaklanmaktadır. Çünkü başkalarıyla alay eden bir kimse, muhakkak kendisini, başkalarını zelil ve hakir görebilme konumunda zanneder. Ve kendisinin diğer insanlardan daha büyük olduğunu düşünür. Dolayısıyla, böylece alay konusu olan kimsenin kalbi kırılır ve bu da zamanla toplumun yozlaşmasına neden olabilir. İşte bu yüzden bu davranışlar yasaklanmıştır.
    Erkekler ile kadınların ayrı ayrı zikredilmiş olmasının nedeni, erkekler için kadınlarla, kadınlar için erkeklerle alay etmenin caiz olması değildir elbette. Erkeklerle kadınların ayrı ayrı zikredilmesinin asıl nedeni, İslam'ın ta başından beri kadın-erkek karışık bir toplumu kabul etmemiş olmasıdır. Oysa kadın ve erkeklerin birbirleriyle alay edebilmeleri için karışık dost meclislerinin tertiplenmiş olması gerekir. Ancak, İslam toplumunda kadınlarla erkeklerin birbirleriyle alay edebilecekleri bir ortam tasavvur dahi edilmemiştir.

    "Lemz", bir kimseye ta'n etmek dışında daha birçok anlama gelir. Örneğin bir kimseyle alay etmek, başkasına ithamda bulunmak, başkasında kusur aramak, açıkça veya kinaye yoluyla birini kötülemek gibi davranışlar, insanlar arasındaki ilişkileri zedeler ve toplumun bozulmasına sebep olur.
    İlahi Kelam'ın belagatı icabı, "Birbirinizde kusur aramayın" demek yerine "Kendi nefislerinizde kusur aramayın" denilmiştir. Yani kişi kalbi kötülükle dolu olmadıkça bir başkasına kötü bir şey söylemez. Bu bakımdan kişinin kalbinin kötülükle dolu olması bile başlı başına bir kusurdur. Dolayısıyla, ancak nefsini kötülüğünün yuvası haline getiren bir kimse başkalarını tenkid eder ve onları da kendisini tenkid etmeleri için davet eder. Karşısındaki kişinin şerefi itibariyle cevap vermemesi ayrı bir meseledir, ama o tenkid kapısını açmıştır bir kere.

    Yani bir başkasını gücüne gidecek bir lakab ile çağırmayın. Sözgelimi bir kimseye fasık ve münafık diye hitap etmek, topal, âmâ ve tek gözlü olan özürlü kimselere isim takmak, bir kimseye kendisinde, anne, baba veya ailesinde bulundurduğu bir ayıbı dolayısıyla lakab takmak ya da bir müslümana önceki dinine (Yahudilik, Hıristiyanlık) dayanarak bir ad vermek veyahut bir gruba, bir aileye, bir kabile ve sülaleye kendilerinde bulunan bir kusuru ortaya çıkaran bir isim takmak vs. Ancak zahiren güzel olmasa bile kötülük kastedilmeksizin ifade edilen lakaplar bundan müstesnadır. Çünkü bu lakaplar sadece o kimseleri tanımak için kullanılır. Bu nedenle muhaddisler "Esmau'r-Rical" de Süleyman el-A'meş (Kısık gözlü) ve Vasıl el-Ahdab (Kanbur) gibi bazı lakaplar kullanmışlardır. Bir isimde bir kaç kişinin olması mümkündür. Bu durumda da özel lakaplar kullanmak ayıp değildir. Sözgelimi Abdullah ismini taşıyan birçok kişinin olması halinde, aralarında da biri âmâ ise, ondan "Amâ olan Abdullah" diye bahsetmek caizdir. Yine zahiren bir kusura delâlet ediyor görünüyorsa da, bir lakap muhabbet amacıyla takılmışsa ve lakap takılan o kimse bunu benimsemiş ise, örneğin Ebu Hüreyre (Kedinin babası) , Ebu Turab (Toprağın babası) gibi, bunda bir beis yoktur.

    Yani bir mü'mine, kötü dilli olmak ve bu özelliğiyle etrafa ün salmak yakışmaz. Fakat başkalarıyla çok alay etmesi ve onlara kötü lakaplar takmasıyla ünlü olmak her bakımdan bir kafire yakışır. Oysa bir mü'minin Allah'a, Rasulü'ne ve ahirete inandıktan sonra bu tür kötü vasıflara sahip olmasıyla ün bulmasından, ölmesi daha hayırlıdır.

  3. #213
    ***
    DIŞARDA
    Points: 8.615, Level: 62
    Points: 8.615, Level: 62
    Level completed: 55%,
    Points required for next Level: 135
    Level completed: 55%, Points required for next Level: 135
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    tahsin33 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    Oct 2008
    Yer
    Mersin
    Mesajlar
    1.126
    Points
    8.615
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    18

    Standart Cevap: Günün Ayeti

    Hucurat suresi ayet 12
    Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın) . Kiminiz de kiminizin gıybetini yapıp arkasından çekiştirmesin. Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte, bundan iğrenip-tiksindiniz. Allah'tan korkup-sakının. Hiç şüphesiz Allah, tevbeleri kabul edendir, çok esirgeyendir.


    Burada kişi mutlaka zannetmekten değil, fazlaca zannetmekten ve her zannettiğine tabi olmaktan menedilmiştir. Bunun sebebi olarak da, zannın bir kısmının günah olması gösterilmiştir. Bu emri iyice kavrayabilmek için zannın kısımlarını ve zannın ahlaki öneminin ne olduğunu incelemek gerekir.
    Zannın bir kısmı ahlaken beğenilmiş ve dinen makbul görülerek övülmüştür. Söz gelimi Allah, Peygamber ve mü'minler hakkında hüsn-ü zanda bulunmak, su-i zan duymaya bir neden olmadıkça insanlar hakkında güzel zanlar beslemek bu kategoriye girer.
    Zannın ikinci kısmı, fiilen başka çare kalmaması durumundaki zandır. Örneğin mahkemelerde şahitler hakkında gerekli inceleme yapıldıktan sonra, galip zanna göre hüküm verilir. Çünkü mutlak gerçeği bilmek mümkün olmadığından şahitlerin ifadesine dayanarak bir karar verme zorunluluğu vardır ve galip zanna göre karar verilir. Bu bakımdan insanlar arasında karar verme zorunluluğu olan birçok muamelatta, mutlak gerçeği bilmek mümkün olmadığından galip zanna dayanılarak hüküm verilir.
    Zannın üçüncü çeşidi de her ne kadar su-i zan ise de günah sayılmayan, caiz olmak özelliği taşıyandır. Mesela: Bir kimse veya zümrenin yaşayış ve hareketlerinde yahut davranışlarında ve başkaları ile olan muamelelerinde hüsn-ü zanna layık olmayan görüntüler varsa ve buna su-i zan duymak için makul sebepler mevcut ise, işte o zaman bu zan günah değildir. Böyle bir durumda şeriat asla kişinin ahmaklık sergileyerek mutlaka o hareketlere hüsn-ü zan göstermesini emretmiyor. Fakat bu caiz görülen su-i zanın son sınırı, onun mümkün olan kötülüklerinden kurtulmak için ihtiyatla hareket etmekle yetinilmesidir. Daha ileri giderek, sırf zan üzerinde durarak o kişiye karşı herhangi bir muamelede bulunmak doğru değildir.
    Dördüncü çeşit zan gerçekte günah olan zandır. Kişinin başka birine sebepsiz yere su-i zan beslemesi veya başkaları ile ilgili kanaat ve görüşlerinde daima su-i zanı ön plana alması yahut dış görünüşleri ve hareketleri temiz iyi bir insan olduğunu gösteren kişilere su-i zan beslemesidir. Bunun gibi, birinin herhangi bir sözü ve hareketinde iyilik ve kötülük ihtimali eşit olup bizim de sırf su-i zandan hareket ederek onu kötülüğe yorumlamamız da günahtır. Mesela, iyi bir insan bir topluluktan kalkıp giderken kendi ayakkabısı yerine başka birinin ayakkabısını giyse, bizim de onun mutlaka çalmak niyeti ile yaptığına karar vermemiz gibi. Halbuki bu hareket dalgınlıktan da olabilir... İyi ihtimali bırakıp da kötü ihtimali tercih etmek su-i zandan başka bir şey olamaz.
    Bu incelemelerden sonra zannın bizatihi bir davranış olarak yasak olmadığı meydana çıkmaktadır. Aksine, bazı durumlarda iyidir de, bazı durumlarda kaçınılmaz, bazı durumlarda bir dereceye kadar caiz olup daha fazlası caiz olmayandır. Bazı durumlarda da tamamen caiz değil ve yasaktır. Bu bakımdan zandan veya su-i zandan mutlaka sakınınız buyurulmamış, ama çok fazla zan beslemekten sakının buyurulmuştur.
    Bu buyruğun arkasından, emrin sebebini açıklamak için de, bazı zanların günah olduğu buyruğu yukarıdaki buyruğa eklenmiştir.
    Bu ilahi uyarıdan, kişinin zanna dayanan bir kanaat elde etmeye çalışırken veya bir kimse hakkında karar vermek için harekete geçerken bunları düşünüp taşınıp ölçmesi ve bu zan ve tahminin günah olup olmayacağını gözönüne alması gerektiği sonucu çıkmaktadır. Hakikaten bu zan gerekli midir, böyle bir zan için makul sebeplerim var mıdır, kendisine dayanarak davranış gösterdiğim bu zan caiz midir gibi tedbirleri, Allah'tan korkan herkes elbette almalıdır. Zan ve tahminlerini alabildiğine başıboş bırakmak ve rasgele, sebepsiz olarak zanlara dayanmak Allah'tan korkmayan ve ahirette hesaba çekileceğini düşünmeyen kişilerin işidir.

    Yani insanların sırlarını, gizli yönlerini araştırmayın, birbirinizin kusurlarını soruşturmayın, başkalarının hal ve hareketlerini araştırmayın. Bu hareketler ister su-i zandan dolayı yapılsın, yahut kötü niyetle birine zarar vermek için yapılsın veya sadece kendi merakını gidermek için yapılsın, her durumda da şeriatın yasakladığı şeylerdir. Başkalarının üzerine perde çekilmiş hallerini araştırması, o perdenin arkasına uzanarak kimin ne ayıbı var, kimin ne kusuru var, kimin ne biçim gizlenmiş hataları var diye öğrenmeye çalışması bir müslümanın işi değildir. İki kişinin konuşmasına kulak kabartmak, komşuların evlerinin içini merak etmek, çeşitli yollarla başkalarının aile hayatını veya onların şahsi davranışlarını araştırmak büyük bir ahlaksızlıktır ve bundan binbir kötülükler ortaya çıkar. Bu bakımdan Hz. Peygamber (s.a) bir hutbesinde bu kimselerle ilgili olarak şöyle buyurmuştur.
    "Ey dili ile iman etmiş de henüz iman kalplerine tam girmemiş olanlar! Müslümanların gizli hallerini araştırmayınız. Çünkü, kim onların gizliliklerini araştırırsa Allah'da onun gizliliğini araştırır. Allah'da kimin gizliliğini araştırırsa evinde dahi onu rezil ve rüsvay eder." (Ebu Davud)
    Hz. Muaviye, Hz. Peygamber'den (s.a) şöyle buyurduğunu işittim demektedir: "Eğer insanların gizli hallerinin peşine düşüp araştırırsanız onları ifsad eder yoldan çıkarırsınız veya nerdeyse yoldan çıkar hale getirirsiniz." (Ebu Davud) Bir başka Hadisi Şerifte Peygamberimiz (s.a) şöyle buyurmuştur: "Biri hakkında kötü zan beslemişseniz, hiç olmazsa onu araştırmayın. (Ahkamu'l-Kur'an, Cassas) Bir başka hadiste de Allah'ın Rasulü (s.a) şöyle demiştir: "Kim birinin gizli kusurunu görür ve üzerine bir perde çekerse, sanki o, diri olarak toprağa gömülmüş kız çocuğunu ölümden kurtarmış gibi olur." (Cassas) Kusurların araştırılması ve insanların gizli yönlerinin soruşturulmasının yasak olduğunu belirten bu emir sadece şahıslar için değil, İslam devleti için de geçerlidir.
    Şeriat, nehyi ani'l-münker'i (kötülüklerin yasaklanması görevini) İslam devletinin bir vazifesi kabul etmiştir. Ama bu görev, bir gizli polis şebekesi kurarak insanların gizli yönlerini araştırıp açığa çıkartmasını ve onları cezalandırmasını gerektirmez. Ancak o gizli olanların açığa çıkanlarına karşı kuvvet kullanılmalıdır. Gizli kötülüklerin düzeltilme yolu ise, gizli polis şebekesi ile değil, talim ve terbiye, nasihat ve telkin, halkın toplu eğitimi ve temiz bir cemiyet düzeni kurmaya çalışmakla olur.
    Bu konuyla, Hz. Ömer'in başından geçen şu olay güzel bir örnek teşkil eder... Bir gece Hz. Ömer, evinde şarkı söyleyen bir adamın sesini işitir ve meraklanır. Duvarın üzerine çıkar, bir de ne görsün, orada şarap da var kadın da... Hz. Ömer bağırarak "Ey Allah'ın (c.c) düşmanı! Sen Allah'a isyan edeceksin de Allah da senin perdeni yırtıp seni rezil etmeyecek mi zannettin?" Adam şöyle cevap verir: "Müslümanların halifesi acele etmeyiniz. Ben bir günah işlemişsem siz üç günah işlediniz... Allah tecessüsü, gizlilikleri araştırmayı menetti, siz yaptınız. Allah evlere kapılarından girmeyi emretti, siz duvardan atlıyarak girdiniz. Allah kendi evlerinizin dışında, başkalarının evlerine izin almadan girmeyiniz diye emretti siz ise iznim olmadan evime girdiniz" Bu cevabı alan Hz. Ömer hatasını kabul eder ve o adama karşı herhangi bir işlem yapmaz. Ama şüphesiz ondan doğru ve ahlaklı yolu tercih edeceğine söz alır. (Mekarimü'l-Ahlak, Ebu Bekir Muhammed bin Cafer El-Haraiti)
    Bundan anlaşılmaktadır ki sadece fertler için değil, İslam devleti idaresi için bile, insanların gizliliklerini araştırıp onların hatalarını öğrenip arkasından da yakalanıp cezalandırması doğru değildir.
    Bu mesele bir hadisi şerifte de bildirilmiştir. Peygamberimiz (s.a) bir hadiste şöyle buyurmaktadır: "Devlet idarecisi insanların şüpheli yönlerini araştırmaya başladığı an onları ifsad etmiş, ahenklerini bozmuş olur." (Ebu Davud) Araştırılması gerçekten bir zaruret olan özel durumlar bu emrin dışındadır. Mesela: Bir kişi veya zümrenin davranışlarında bozukluk alametleri görülüyorsa ve bir suç işlemeye doğru gittiği düşüncesi varsa elbette devlet onun durumlarını inceleyebilir. Birinin herhangi bir kişiye evlenme teklifinde bulunması veya ona bir iş ortaklığı teklif etmesi halinde, teklif edilen kimse, kendini güven altına almak için teklif yapanın durumlarını inceleyebilir.

    Gıybet, şöyle tarif edilir:
    "Birinin, herhangi bir kimsenin arkasından, duyduğu zaman hoşuna gitmeyeceği sözler söylemesidir." Bu tarif bizzat Peygamberimiz tarafından yapılmıştır.
    Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei ve diğer muhaddislerin naklettiği, Hz. Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği hadisi şerifte Peygamberimiz (s.a) gıybeti şöyle tarif buyurmuştur. "Gıybet, kardeşinin, hoşuna gitmeyecek şekilde anılmasıdır." "Söylediğim şeyin kardeşimde olduğunu görmüşsem ne olacak?" denilince Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Eğer söylediğin şey kardeşinde varsa gıybet etmiş oluyorsun, dediğin onda yoksa iftira etmiş olursun."
    İmam Malik'in Hz. Muttalib bin Abdillah'dan naklettiği bir hadisin ifadesi de şöyledir: "Adamın biri Hz.Peygamber'e "gıybet nedir?" diye sordu. Peygamberimiz de (s.a) "İşittiği zaman hoşuna gitmeyecek şekilde kişi hakkında konuşmandır" buyurdu. Adam "Ya Rasulallah! Ya sözüm doğru ise" deyince Peygamberimiz (s.a) : "Eğer sözün yanlışsa, o zaten iftiradır" buyurdu." Bu buyruklardan, birinin arkasından yalan sözlerle suçlanmasının iftira olduğu ve var olan kusurlarının söylenmesininse gıybet olduğu anlaşılmaktadır.
    Bu hareket ister açık ifadeli sözlerle yapılsın, ister kinaye ve işaretler ile yapılsın her şekli ile haramdır. Bunun gibi bu hareketin kişinin hayatında yapılması, yahut öldükten sonra yapılması, iki şekilde de haramlılığı aynıdır.
    Ebu Davud'un rivayetine göre, Maiz bin Malik El Eslemi'ye zina suçundan dolayı recm cezası verildiği sırada, Peygamberimiz (s.a) yolda yürürken bir sahabinin kendi arkadaşına şöyle söylediğini işitti: "Şu adama bak! Allah onun suçlarını perdelemişti, fakat nefsi köpek gibi öldürülmeye kadar peşini bırakmadı." Bir miktar yol aldıktan sonra "Kokuşmuş bu merkebin leşinden yiyin" buyurdu. Onlar da: "Ya Rasulallah! Onu kim yiyecek?" deyince, Peygamber Efendimiz, "Biraz evvel sizin söylediğiniz, kardeşinizin haysiyetini rencide eden sözler, bu merkebin leşini yemekten daha çok çirkindir" buyurdu.
    Bu haramın dışında kalan gıybetler ancak şu şekilde olanlardır: Birinin arkasından veya öldükten sonra onun kötülüğünü söylemek şeriat nazarında doğru bir mecburiyet halini almışsa ve bu mecburiyet gıybet olmadan yerine gelmiyorsa ve bu gıybet yapılmazsa gıybete nisbetle çok daha büyük bir kötülük ortaya çıkacaksa bu gıybetin haramlılığı ortadan kalkar.
    Hz. Peygamber (s.a) bu istisna olan gıybeti şöyle ifade buyurmaktadır: "En kötü zulüm, bir müslümanın haysiyet ve şerefine haksız yere hücum etmektir." (Ebu Davud) Bu buyrukta "haksız yere" şartı "haklı yere" yapılabileceğini göstermektedir. Nitekim Hz. Peygamber'in (s.a) hayatında gördüğümüz bazı örneklerden "haklı yere"den ne kastedildiğini ve hangi durumlarda gıybetin gerektiği kadar caiz olabileceğini öğrenmekteyiz.
    Bir gün bir bedevi gelip Peygamberimiz'in (s.a) arkasında namaz kıldı. Namaz bitince de "Ey Allah! Bana da, Muhammed'e de merhamet et, ikimizin dışında hiç kimseyi bu merhamete ortak kılma" diyerek çekip gitti.
    Peygamberimiz (s.a) ashabına şöyle dedi: "Ne diyorsunuz, bu adam mı daha çok şaşkın yoksa devesi mi? Ne dediğini duymadınız mı?" (Ebu Davud) Peygamberimiz (s.a) bu sözü adamın arkasından söyledi. Çünkü o bedevi selam verir vermez çekip gitmişti. O, Peygamberimiz'in (s.a) önünde çok yanlış bir söz söylemişti, bu yanlış söz karşısında Peygamberimiz'in susması başkalarının böyle sözlerin bir dereceye kadar caiz olabileceği yanlış kanaatine gitmesine sebep olabilirdi. Bu yüzden Hz. Peygamber'in (s.a) o sözü reddetmesi gerekiyordu.
    Yine bir keresinde Fatıma binti Kays adındaki kadına iki kişi evlenme teklifinde bulundu. Biri Hz. Muaviye, diğeri Hz. Ebu El-Cahm idi. Kadın gelerek Peygamberimiz'e (s.a) akıl danıştı. Peygamberimiz (s.a) "Muaviye müflistir, Ebu El-Cahm ise karılarını çok döver," buyurdu. (Buhari ve Müslim)
    Burada bir kadının müstakbel hayatı sözkonusudur. Ve Hz. Peygamber'den akıl danışmıştır. Bu durumda Peygamberimiz (s.a) o iki sahabeye ait bildiği kusurları söylemeyi gerekli bulmuştur... Birgün Peygamberimiz (s.a) Hz. Aişe annemizin yanında iken biri gelerek görüşme izni istedi. Hz. Peygamber (s.a) "Bu adam kabilesinin çok kötü bir kişisidir", buyurdu, sonra dışarı çıktı, o adam ile çok yumuşak bir eda ile görüştü. Tekrar içeri girince Hz. Aişe validemiz, "Onun hakkında dışarı çıkmadan önce bazı şeyler söylemenize rağmen, daha sonra çok iyi bir eda ile konuştunuz." deyince Peygamberimiz (s.a) şöyle cevap verdi:
    "Kıyamet günü Allah katında en kötü mevki birinin çirkin sözlerinden korkup da onunla münasebeti terkedenlerin mevkii olacaktır." (Buhari, Müslim)
    Bu hadiseye dikkat ederseniz Peygamberimiz'in bu kişi hakkında kötü kanaatte olmasına rağmen onunla güzel bir şekilde konuşmasının, ahlakının icabı olduğunu göreceksiniz. Ama Hz. Peygamber (s.a.) bu adamla merhamet ve şefkatlice konuşurken, ailesi gördüğü takdirde yanlışlıkla onu samimi dostu zanneder de daha sonra bunu suistimal eder düşüncesi ile Hz. Aişe'yi bu adam kabilesinin çok kötü bir kişisidir diye ikaz etmiştir. Bir keresinde Hz. Ebu Süfyan'ın karısı Hint binti Utbe, Peygamberimiz'e gelerek "Ebu Süfyan cimri bir adamdır. Bana ve çocuklarına yetecek kadar gerekli masrafı yapmıyor" dedi. (Buhari, Müslim)
    Kocanın bulunmadığı sırada, kadın tarafından yapılan bu şikayet her ne kadar gıybet ise de Hz. Peygamber (s.a) bunu caiz görmüştür. Çünkü haksızlık yapanı, bu haksızlığı giderecek güçte olan birine şikayet hakkı vardır. Hz. Peygamber'in (s.a) bu gibi örneklerinden faydalanılarak fakih ve muhaddisler şu kaideyi ortaya koymuşlardır. "Gıybet, ancak şer'an doğru bir maksat için gerektiği takdirde ve o gıybet olmadan o gereklilik ortadan kalkmadığı takdirde caizdir." Daha sonra bu kaideye dayanarak İslam alimleri gıybetin aşağıdaki şekillerini caiz kabul etmişlerdir:
    1) Zulme uğrayan kişinin bu zulmü ortadan kaldırabilecek güçte olduğuna inandığı kimseye zalim kimseyi şikayet etmesi.
    2) Düzeltilip ıslah edilmesi niyeti ile haksızlıkları ve kötülükleri giderebilecek yetkide olan kimselere bir kişi veya zümrenin kötülüklerinin anlatılması.
    3) Fetva almak gayesi ile bir müftüye veya bir İslam alimine, bir kişinin yanlış hareketlerini konu edinen bir olayın anlatılması.
    4) Bir kişinin veya kişilerin şerlerinden sakınsınlar diye diğer insanlara bilgi verilmesi. Mesela, hadis ravilerinin, şahitlerin, kitap yazarlarının eksiklerini, hatalarını açıklamak bütün alimlerce caiz değil, hatta vacip kabul edilmiştir. Çünkü bu açıklama olmadan şeriatı yanlış rivayetlerin yayılmasından, mahkemeleri adaletsizlikten ve insanları özellikle ilim araştırıcılarını sapıklıklardan korumak mümkün olmaz. Yuva kurmak isteyenlerin karşıki şahıs hakkında yahut yanından ev alınmak istenen kimsenin komşuluğu hakkında yahut birisi ile iş ortaklığı kurulmak istendiği taktirde veya birine bir emanet verilmesi gerektiğinde kendisinden bilgi istenen kişinin bu kimselerin iyi ve kötü taraflarını bilmediğinden dolayı zarara uğramasın diye soran kişiye açık açık anlatması gerekir.
    5) Fısk, fucur ve çeşitli ahlaksızlıklar yayan yahut dini düşüncelerde sapık fikirler ve bid'atler dağıtan veya Allah'ın kullarını dinsizlik, eziyet ve zulüm fitnelerine boğan kimselerin kötülüklerini herkese karşı ilan ederek tenkit etmek, bunları anlatmak da gıybet değildir.
    6) Kötü bir lakapla meşhur olan kimseleri bu lakap dışında tanıtmak mümkün değilse küçültmek ve hafife almak niyeti ile değil de kişiyi tanıtma niyeti ile o kötü lakabın kullanılması da gıybet değildir. (Geniş bilgi için bkz. Fethu'l-Bari Cilt: 10, sahife: 36, Müslim, Şerhi Nevevi, Tahrimü'l-Gıybeh babı; Riyazü's-Salihiyn, Gıybetin Mübah Olan Babı, Ahkamu'l-Kur'an, Cassas ve Ruhu'l-Meani)
    Bu istisnai durumlar dışında birinin arkasından çirkin söz söylenmesi kesin olarak haramdır. Bu çirkin söz doğru ise gıybettir, yalan ise iftiradır, iki kişiyi birbirine düşürmek için ise düzenbazlıktır. Şeriat bu üçünü de yasaklamıştır.
    İslam toplumunda bir müslümanın, yanında başka birinin gıybetinin yapılmasını, yalan yere töhmet altında bırakılmasını sessizce dinlemesi doğru değildir, onu derhal reddetmesi gerekir. Hiçbir şer'i mecburiyet olmadığı halde birinin mevcut kusurlarının ortaya dökülmesinin günah olduğunu ve bu hareketi yapanların Allah'tan korkarak böyle günahlardan uzak kalmalarını da telkin etmesi gerekir. Hz. Peygamber (s.a) buyuruyor ki: "Bir kimse bir müslümanın aşağılandığı ve onun şeref ve haysiyetine saldırıldığı sırada onu korumuyorsa, Allah Teala da onun kendinden yardım istediği durumlarda himaye etmez.
    Ve eğer bir kişi müslümanın şeref ve haysiyetine saldırıldığı ve ona hakaretler yapılıp, aşağılandığı sırada onu korursa Allah da kendisinden yardım istediği durumlarda ona yardım eder." (Ebu Davud)
    Gıybet yapana gelince: Bu günahı işlediğini veya işliyor olduğunu anladığı an ilk görevi, Allah'a tevbe etmesi ve bu haram işten derhal vazgeçmesidir. Bundan sonra ona düşen ikinci görev, yaptığı bu günahı gidermektir. Ölmüş bir kimsenin gıybetini yapmışsa onun hakkında çokça Allah'tan af dilemesi, eğer yaşayan bir kimsenin gıybetini yapmışsa, bu gıybet gerçek dışı ise bile daha önce yanlarında bühtan ettiği kişilere gidip yaptığı hareketin yanlış ve asılsız olduğunu belirtmesi gerekir. Yaptığı gıybet kişide var olan kusurları ihtiva ediyorsa, bundan sonra asla onu kötülememeli, daha önce yaptığı gıybetten dolayı af dileme sadece gıybeti yapılan kişinin durumdan haberi olması halinde yapılmalıdır, aksi takdirde sadece tevbe ile yetinilmelidir. Çünkü o kişinin durumdan haberi yoksa gıybet yapanın özür dilemek için "Ben senin gıybetini yapmıştım" demesi o adamı üzer, onun da içinde bir takım nahoş duygular doğabilir, denmektedir.

    Bu cümlede Allah Teala gıybeti "Ölmüş kardeşinin etini yemeğe" benzetmekle bu hareketin son derece çirkin olduğunu tasvir etmiştir. Leş etinin yenmesi bizatihi nefret ettiricidir. Kaldı ki bu et de bir hayvan eti değil de insan eti olursa... Hatta herhangi bir insanın değil de bizzat kendi kardeşinin eti olursa işin çirkinliği düşünülmelidir. Dahası, bu benzetmeyi soru biçiminde ortaya koyarak Allah Teala insan üzerinde daha fazla tesir yaratmıştır. Böylece her şahsın kendi vicdanından sorarak ölmüş kardeşinin etini yemeğe razı olup olmayacağına kendisinin karar vermesini dilemiştir. Nasıl onun tabiatı bu ölmüş kardeş etinden tiksiniyorsa, bir mü'min kardeşinin bulunmadığı ve kendini savunacak bir durumda olmadığı sırada, onun şeref ve haysiyetiyle oynanmasını hoş karşılayamaz.
    Bu ilahi buyruktan, gıybetin haram oluşunun asıl sebebi, gıybet edilen kişinin kalbinin kırılması, incinmesi değil, bilakis herhangi bir kişinin yokluğunda çekiştirilmesinin, arkasından kötülenmesinin bizatihi haram olduğu anlaşılmaktadır. Artık o kişinin bu gıybetten haberi olsun olmasın ve bundan üzüntü duysun duymasın önemli değil. Ölmüş insanın etinin yenmesi, ölüye eziyet verdiği için haram kılınmadığı meydandadır. Biçare kişi öldükten sonra birinin kendi leşini parçaladığını bilmez, hissetmez. Ama son derece çirkin olan, bu hareketin bizzat kendisidir. Aynen bunun gibi gıybeti yapılan kişi hakkında söylenenlerden haberi olmazsa ve hayatı boyunca da kim, nerede, ne zaman kendi haysiyetiyle uğraşıp başkalarının onu zedelediğinden dolayı da kendisine en ufak bir eziyet ve ızdırap ulaşmayacaktır. Fakat onun şeref ve haysiyetine ne olursa olsun bir leke sürülmüş olacağından gıybet, kendi türü içinde ölmüş kardeşinin etini yemekten farklı değildir.

  4. #214
    ***
    DIŞARDA
    Points: 7.670, Level: 58
    Points: 7.670, Level: 58
    Level completed: 60%,
    Points required for next Level: 80
    Level completed: 60%, Points required for next Level: 80
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    kamilya - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    Oct 2008
    Yer
    Nereden olduğum değil; nerde olduğum önemli..Kalplerin Allah'ta birleştiği yerdeyim..
    Mesajlar
    716
    Points
    7.670
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    17

    Standart Cevap: Günün Ayeti

    "Şüphesiz Allah kendisine karşı gelmekten sakınanlar ve iyilik yapanlarla beraberdir."(nahl suresi,ayet,128)

  5. #215
    ***
    DIŞARDA
    Points: 8.615, Level: 62
    Points: 8.615, Level: 62
    Level completed: 55%,
    Points required for next Level: 135
    Level completed: 55%, Points required for next Level: 135
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    tahsin33 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    Oct 2008
    Yer
    Mersin
    Mesajlar
    1.126
    Points
    8.615
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    18

    Standart Cevap: Günün Ayeti

    Hucurat suresi ayet 13
    Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için siz halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, takvaca en ileride olanınızdır. Hiç şüphe yok Allah, bilendir, haber alandır.



    Önceki ayetlerde iman ehline hitap edilerek İslam toplumunu bozukluklardan korumak için gerekli talimat ve bilgiler verilmişti. Bu ayette ise bütün insan türüne hitap edilerek tüm zamanlarda, bütün dünyayı içine alan o büyük sapıklık düzeltilmektedir. Yani nesil, renk, dil, vatan ve milliyet taassubu en eski zamanlardan bu güne kadar, her devirde, insanoğluna bütün insanlığı bir tarafa bıraktırarak kendi çevresinde küçük küçük bir takım daireler çizdirmiştir. İnsanoğlu bu daireler içinde yaratılanları kendinden, dışında yaratılanları da kendinden ayrı kabul etmiştir. Bu daire herhangi bir akıl, mantık ve ahlak temeli üzerine değil, yaradılış tesadüflerinin temeli üzerine çizilmiştir. Bazı yerlerde onların iddiaları bir soy, kabile veya nesil içinde doğmaktır. Diğer bir yerde ise coğrafi herhangi bir bölgede yahut kendine has bir renk taşıyan veya kendine has bir dil konuşan millet içinde doğmaktır. Daha sonra bu temellere dayanarak kendinden veya yabancı diye koyduğu ayırım, başkalarına nisbetle kendinden olana daha iyi sevgi ve daha çok yardımlaşmalarını sağlamış, diğerlerine karşı ise nefret, düşmanlık, aşağılama ve hakaret, hatta işkence ve zulüm en kötü biçimlerine ulaşmıştır.
    Irk taassubu konusunda felsefe kurulmuş, binbir çeşit görüşler icad edilmiş, kanunlar konmuş, ahlaki temeller atılmıştır. Milletler, imparatorluklar bunu kendilerine bir prensip yaparak, bir düstur kabul ederek asırlar boyu uygulamışlardır.
    Yahudiler bu ırkçılık duygularına dayanarak İsrailoğullarını Allah'ın seçkin kulları kabul etmişler ve kendi dini emirlerinde bile İsrailoğullarından olmayanların haklarını ve seviyelerini, İsrailoğullarından daha aşağı tutmuşlardır. Hinduların kast sistemini bu ayırım döllendirmiştir. Bu yüzden Brahmanların üstünlüğü kurulmuş, yüksek tabakadan olanlar karşısında diğer bütün insanlar aşağı ve pis kabul edilmiştir ve paryalar zillet ve rezaletin çukurlarına atılmışlardır.
    Siyah ve beyaz ayrımının, Afrika ve Amerika'da siyah cinsten olanlara yaptırdığı zulüm ve işkenceyi tarih sayfalarından aramaya gerek yok. Bugün 20. asırda herkes gözleri ile bunları görebilir. Avrupalıların Amerika kıt'asına giderek Kızılderililere yaptıklarının, Asya ve Afrika'nın zayıf milletleri üzerine hakimiyet kurarak yaptıkları zulümlerin altında hep kendi millet ve ırkının çemberi dışında olanların can, mal ve namusunun kendilerine mübah olduğu düşüncesi yatmaktadır. Ve bu düşünce onlara, başka milletleri yağmalamalarını, köle yapmalarını, hatta gerekirse varlık aleminden silip atmalarını hakları kabul ettirmektedir.
    Batı milletleri ırkçılığının, bir milleti diğer bir millete karşı nasıl canavarlaştırdığının en kötü örnekleri yakın zaman savaşlarında görülmüştür ve hala da görülmektedir.
    Bilhassa Nazi Almanyası'nda ırk felsefesi ve German ırkının üstünlüğü düşüncesinin, İkinci Dünya Savaşı'nda sergilediği korkunç tablolar göz önüne alındığında insan rahatlıkla, bunun korkunç ve müthiş bir sapıklık olduğunu anlayacaktır.
    İşte bunu ıslah için Kur'an-ı Kerim'in bu ayeti nazil olmuştur. Bu kısacık ayette Allah Teala bütün insanlığa hitap ederek son derece önemli üç temel gerçeği açıklamıştır.
    Birincisi şudur; hepinizin aslı birdir. Sizin her türünüz bir tek erkek ve kadından yaratıldı ve bugün dünyada var olan bütün ırklarınız da aslında bir anne ve babadan başlayan bir temel ve ilk ırkın dallarıdır. Bu yaratılış dizisinin hiçbir yerinde o ayırımlar ve sakat iddialarla müptela olduğunuz alt ve üst tabaka veya üstün ve aşağı ırk görüşlerine zemin hazırlayan hiçbir şey yoktur. Yaratıcınız bir olan Allah'tır. Çeşitli insanları çeşitli ilahlar yaratmamıştır. Bir tek maddeden hepiniz yaratıldınız. Bazı insanlar temiz ve pak maddelerden yaratılmış ve diğer bir kısım da pis ve adi maddelerden yaratılmış değildir. Bir anne ve babanın çocuklarısınız. İlk insan çiftleri çok olup da dünyanın çeşitli yerlerinde değişik topluluklar meydana gelmiş de değildir.
    İkincisi ise şudur: Asıl ve temel yönü ile siz bir olmanıza rağmen milletlere, soylara ayrılmanız yaratılış icabı idi. Yeryüzünün her tarafında bütün insanların bir tek aile olamayacağı meydandadır. Neslin çoğalması ile beraber sayısız ailelerin, daha sonra da ailelerden soyların ve milletlerin meydana gelmesi kaçınılmazdı. İşte bunun gibi yeryüzünün çeşitli bölgelerinde yerleştikten sonra renk, şekil, dil ve yaşayış tarzlarının mutlaka çeşitli olması da gerekli idi. Aynı bölgede yaşıyanların birbirine yakınlık duyması, uzak bölgelerde yaşayanların aralarındaki duyguların uzak olması da tabii idi. Fakat bu yaratılıştan gelen farklılıklar ve ayrılıklar asla onun temeli üzerinde aşağı, üstün, soylu, adi, üstün sınıf ve aşağılık kabul etmesini, bir ırkın diğer bir ırka üstünlük kurmasını ve insan hakları konusunda bir zümrenin diğerine üstün tutulmasını da gerektirmezdi. Yaratıcının, insan topluluklarını milletler, soylar, kabileler şeklinde düzenlemesi sadece onların arasında tanışma ve doğuştan gelen yardımlaşmanın bu şekilde olmasından dolayı idi. Sadece bu yolla bir sülale, bir soy, bir kabile ve bir milletin insanları birleşerek ortak bir cemiyet düzeni kurabilir ve hayatta karşılaştıkları her işte birbirine yardımcı olabilirlerdi.
    Fakat, Allah'ın birbirini tanıma sebebi olarak yarattığı fıtratı, şeytani cehalet, birbirine karşı üstünlük taslama ve birbirinden nefret etme vasıtasına dönüştürmüştür. Tabii sonuç, zulüm ve düşmanlık halini almıştır.
    Üçüncüsü de şudur: İnsanlar arasında bir üstünlük ve fazilet varsa ve olabilirse o da sadece ahlaki üstünlük ve fazilettir.
    Yaratılış bakımından bütün insanlar eşittir. Çünkü onları yaratan birdir, onların yaratıldığı madde ve yaratılış yolu da birdir. Hepsinin bağı bir anne ve bir babaya dayanır. Bir de bir kimsenin, herhangi bir milletin yurdunda veya aile topluluğu içinde yaratılması, kendi iradesi ve seçiminin dışında ve hiçbir çalışma ve çabası olmadan, ilahi irade ile meydana gelmiş bir olaydır.
    Bu bakımdan birinin diğerine üstünlük elde etmesi için hiçbir makul sebep yoktur. Birinin diğerlerine üstün olmasını gerektiren asıl şey, o kişinin diğerlerinden daha çok Allah'tan sakınması, kötülüklerden kaçınması ve dürüstlük ve doğruluk yolunda yürüyen kimselerden olmasıdır.
    Böyle bir insan hangi milletten, hangi soydan ve hangi memleketten olursa olsun, bu onun şahsi güzelliğinden dolayı değildir. Bunun aksine olan biri de ister siyah ya da beyaz olsun, ister doğuda doğmuş olsun, ister batıda aşağı derecede bir adamdır ve kesinkes bayağı bir insandır.
    Kur'an-ı Kerim'in kısacık bir ayetinde anlatılan bu gerçekleri Hz. Peygamber (s.a) çeşitli hutbelerinde ve buyruklarında daha da açarak izah buyurmuşlardır. O, Mekke'nin fethinde Kabe'yi tavaf ettikten sonra yaptıkları bir konuşmada şöyle buyurmuştu: "Sizden cahiliyet ayıplarını ve büyüklenmelerini uzaklaştıran Allah'a hamdolsun. Ey insanlar! Tüm insanlar iki gruba ayrılır. Bir grup iyilik yapan, iyi olan ve kötülüklerden sakınanlardır ki, bunlar Allah nazarında değerli olan kimselerdir. İkinci grup ise günahkar, isyankar olanlardır ki, bunlar da Allah nazarında değersiz olanlardır. Yoksa insanların hepsi Hz. Adem'in çocuklarıdır. Allah da Adem'i topraktan yaratmıştır." (Beyhaki, Tirmizi)
    Veda Haccı sırasında teşrik günlerinin ortasında yaptığı bir konuşmada da Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar! Dikkat edin, Rabbiniz birdir. Hiçbir Arabın Arap olmayana üstünlüğü yoktur ve hiçbir Arap olmayanın da hiçbir Araba üstünlüğü yoktur. Siyah renkte olanın hiçbir beyaz renkte olana, beyaz renkte olanın da hiçbir siyah renkte olana üstünlüğü yoktur. Üstünlükler ancak takva iledir. Şüphesiz ki Allah katında en değerliniz Allah'tan en çok sakınanınızdır. Dikkat edin, tebliğ ettim mi?" Hepsi de "Evet tebliğ ettin ya Rasulallah" dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz'de (s.a) , "Öyle ise burada olanlar olmayanlara bunları ulaştırsın" buyurdu." (Beyhaki)
    Bir hadisi şerifte Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmaktadır: "Hepiniz Ademoğullarısınız, Adem de topraktan yaratılmıştır. İnsanlar, babaları ve dedeleri ile öğünmekten vazgeçsinler. Çünkü onlar Allah nazarında küçük bir karıncadan daha değersizdirler." (Bezzar)
    Diğer bir hadiste de şöyle buyurmuştur: "Allah Teala kıyamet günü sizin soyunuzdan sopunuzdan sormayacaktır. Şüphesiz ki Allah katında en üstün olanınız kötülüklerden en çok sakınanınızdır." Diğer bir hadisin ifadesi de şöyledir: "Allah sizin mallarınıza ve şekillerinize bakmaz, fakat o sizin kalplerinize ve amellerinize bakar." (Müslim, İbn Mace)
    Bu talimat sadece sözden ibaret kalmamış, İslam bunlara uygun olarak, müslümanlardan kurulu dünya çapında, renk, ırk, dil, vatan ve millet farkı olmayan bir kardeşliği tesis etmiştir. Bu kardeşlikte üstünlük, aşağılık, ayırımcılık ve taassubun hiçbir izi yoktur. Bu kardeşliğe giren her insan, hangi millet, ırk, memleket ve vatandan olursa olsun tamamen eşit haklarla bu kardeşliğe ortak olmuştur ve olmaktadır.
    İslam'a karşı olanlar bile, İslam toplumunda insan eşitliği ve birliğinin başarılı bir şekilde uygulanmasını, başka herhangi bir dinde ve düzende bulamadıklarını itiraf etmektedir. Sadece İslam Dini'dir ki yeryüzünün her tarafına dağılmış sayısız milletleri ve ırkları birleştirerek bir ümmet yapmıştır.
    Bu arada yanlış bir düşünceyi de ortadan kaldırmak gerekiyor. Evlilik konusunda İslam'ın denk olmaya verdiği önemi bazıları yanlış yorumlayarak, bazı insanların üstün, bazılarının da aşağı kabul edildiği, bunlar arasında evliliklere itiraz edildiği iddia edilmektedir. Fakat bu, temelden yanlış bir düşüncedir. İslam hukukuna göre her müslüman erkek her müslüman kadın ile evlenebilir. Fakat evlilikteki aile hayatının başarısı eşler arasındaki adetlere, özelliklere, huylara, hayat tarzına dayanmaktadır. Eşlerin ailelerinin durumları, ekonomik durumları, ictiami seviyelerinin uygunluk göstermesi, birbirine uyum sağlayıp saygılı olmasını sağlamaktadır. İşte denkliğin gayesi budur.
    Erkek ve kadın arasında bu açıdan çok büyük farkların olduğu yerlerde hayat boyu arkadaşlığın düzenli yürümesi beklenemez. Bu bakımdan İslam hukuku böyle bir izdivacı arzu etmez. İki taraftan birinin üstün, diğerinin aşağı oluşundan dolayı değil, arada açık farklılıklar olup, benzerlikler olmadığı takdirde, kurulan evliliklerin devam etme ihtimalinin daha az oluşundan dolayıdır.

    Bu hakikatte kim üstün bir derecenin insanıdır ve kim değerler açısından aşağı derecede bir insandır, bunları Allah daha iyi bilir, demektir. İnsanların kendi kendine koydukları üstünlük ve aşağılık ölçüsü Allah katında geçersizdir. Dünyada çok üstün değerde kabul edilen bir insan, Allah'ın kesin hükmünde yaratıkların en sefili ve en adisi olmuş olabilir. Ve insanlar yanında çok aşağı kabul edilen biri, yine Allah katında en üstün mertebede olabilir. Önemli olan dünyada verilen değer ve kıymet değil, Allah katında kişinin sahip olduğu değer ve değersizliktir.
    Bu bakımdan insanlar, daima Allah nazarında fazilet kazandıran gerçek özellikleri benimseme düşüncesinde olmalıdırlar.

  6. #216
    ***
    DIŞARDA
    Points: 60.713, Level: 100
    Points: 60.713, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    ArzuNur - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Mesajlar
    9.488
    Points
    60.713
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    27

    Standart Cevap: Günün Ayeti

    tahsin33, kamilya Allah(c.c) razı olsun...

    Allah ile olduktan sonra ölüm de, ömür de hoştur...




  7. #217
    ***
    DIŞARDA
    Points: 60.713, Level: 100
    Points: 60.713, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    ArzuNur - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Mesajlar
    9.488
    Points
    60.713
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    27

    Standart Cevap: Günün Ayeti



    Allah ile olduktan sonra ölüm de, ömür de hoştur...




  8. #218
    ***
    DIŞARDA
    Points: 8.615, Level: 62
    Points: 8.615, Level: 62
    Level completed: 55%,
    Points required for next Level: 135
    Level completed: 55%, Points required for next Level: 135
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    tahsin33 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    Oct 2008
    Yer
    Mersin
    Mesajlar
    1.126
    Points
    8.615
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    18

    Standart Cevap: Günün Ayeti

    ArzuNur
    Sizden de Allah(c.c) razı olsun...

  9. #219
    ***
    DIŞARDA
    Points: 8.615, Level: 62
    Points: 8.615, Level: 62
    Level completed: 55%,
    Points required for next Level: 135
    Level completed: 55%, Points required for next Level: 135
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    tahsin33 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    Oct 2008
    Yer
    Mersin
    Mesajlar
    1.126
    Points
    8.615
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    18

    Standart Cevap: Günün Ayeti

    Hucurat suresi ayet 14
    Bedeviler, dedi ki: "İman ettik." De ki: "Siz iman etmediniz; ancak "İslâm (müslüman veya teslim) olduk deyin. İman henüz kalplerinize girmiş değildir. Eğer Allah'a ve Rasulü'ne itaat ederseniz, O, sizin amelerinizden hiç bir şeyi eksiltmez. Hiç şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir."


    Bundan, bütün bedeviler değil, aksine İslam'ın gelişen gücünü görerek, sadece müslümanların hücumundan korunmaları ve İslam zaferlerinin kazançlarından faydalanabilmeleri için müslümanlığı kabul eden birkaç bedevi kabilesi kastedilmiştir. Bu insanlar gerçekte canu gönülden iman etmemişler idi, sadece dil ile söyleyerek işlerine öyle geldiği için kendilerini müslüman sayıyorlardı. Bunların iç yüzü Hz. Peygamber'e (s.a) gelerek çeşitli isteklerde bulunmaları ve sanki müslüman olarak başkalarına büyük iyilik yapmışlar gibi mükafat talep etmeleri sonucunda ortaya dökülüyordu. Hadislerde çeşitli kabilelerin tutumları anlatılmaktadır. Müzeyne, Cüheyne, Eşca, Gifar ve diğerleri gibi... Bilhassa Esad bin Hüzeyme oğulları hakkında İbn Abbas ve Said bin Cübeyr şöyle demektedir: "Kurak ve kıtlık senesinde onlar Medine'ye geldiler ve mali yardım isteyerek tekrar tekrar Hz. Peygamber'e "Biz savaşmadan, vuruşmadan müslüman olduk, biz sizinle filan filan kabilelerin savaştığı gibi savaşmadık," dediler. Bu sözleri ile onlar açıkça Allah'ın Rasulü ile savaşmadan İslam'ı kabul etmelerinin, onların Hz. Peygamber'e ve müslümanlara yaptıkları büyük bir lütuf olduğunu, karşılığını da almaları gerektiğini söylemek istiyorlardı. Medine civarındaki küçük bedevi topluluklarının işte bu hareket tarzlarına bu ayetlerde ışık tutulmaktadır.
    Bu bakış açısı ile Tevbe Suresi 90. ayetten 110. ayete kadar ve Fetih Suresi 11. ayetten 17. ayete kadar birleştirilerek okunursa konu daha iyi anlaşılmış olur.

    "biz müslüman olduk deyiniz" diye de tercüme edilebilir. Bu lafızdan bazı kimseler, "Kur'an-ı Kerim'in dilinde "mü'min" ve "müslim" iki ayrı deyimlerdir; mü'min canı gönülden iman edendir, müslüman ise iman etmeden sadece dış görünüşü ile müslüman olandır," manasını çıkarmışlardır. Böyle bir iddia serâpâ yanlıştır, temelden sakattır. Burada "iman" kelimesinin kalp ile tasdik için ve "İslam" kelimesinin sadece dıştan itaat için kullanıldığında şüphe yoktur. Fakat buradaki ifadenin Kur'an-ı Kerim'in müstakil iki ayrı deyimi olduğunu söylemek doğru değildir.
    Kur'an-ı Kerim'in İslam ve Müslim kelimelerinin kullanıldığı ayetleri incelenince, Kur'an ifadesinde İslâm'ın, Allah'ın insan cinsine ve bütün beşere indirdiği hak dinin adı olduğu görülmektedir. İman ve emre itaatin ikisini de içine almaktadır. "Müslim" ise canı gönülden iman eden ve fiilen itaat eden kişi demektir. Örnek olarak aşağıdaki ayetleri inceleyiniz. "Allah katında din ancak İslam'dır." (Al-i İmran: 19) "Kim İslam'dan başka bir din ararsa, o istediği din asla kendinden kabul olunmaz." (Al-i İmran: 85) "Ben sizin için İslam'ı din olarak beğendim." (Maide: 3) "Allah kimi doğru yola sevketmeyi isterse göğsünü İslam ile genişletir" (En'am: 125) Bu ayetlerde "İslam"dan maksadın iman etmeden itaat etmek olmadığı meydandadır. Yine bakınız yer yer bu konunun ayetleri gelmektedir. "Ey Peygamber! De ki: Müslüman olanların ilki olmam bana emredildi" (En'am: 14) "Onlar müslüman olurlarsa şüphesiz doğru yolu bulmuş olurlar." (Al-i İmran: 20) "Müslüman olan bütün peygamberler Tevrat'a göre hükmederlerdi." (Maide: 44)
    Burada bunun gibi ve diğer yerlerde daha birçok örnekler göz önüne serilince, artık İslam'ı kabul etmek, İslam'a girmek, iman etmeden itaat etmek demektir denilebilir mi? Bunun gibi "Müslim" kelimesinin de defalarca kullanıldığı manaya örnek olarak aşağıdaki ayetlere bakınız. "Ey iman edenler! Allah'tan korkulması gerektiği şekilde korkunuz ve siz ancak müslüman olarak can veriniz." (Al-i İmran: 102) , "O sizi önceden de müslümanlar olarak isimlendirmişti, bu kitapta da öyle isimlendirmiştir." (Hac: 78) "İbrahim, ne yahudi ne de hıristiyandı, fakat o, Allah'ı bir tanıyan gerçek bir müslümandı." (Al-i İmran: 67) Hz. İbrahim ve İsmail'in Kabe'yi inşa ederken yaptıkları dua: "Ey Rabbimiz! Bizim ikimizi sana teslim ve ihlas sahibi (müslim) olmakla sabit kıl, soyumuzdan bir topluluğu da müslüman bir ümmet yap." (Bakara: 128) Hz. Yakub'un çocuklarına vasiyeti: "Ey çocuklarım! Allah sizin için bu dini seçmiştir. Öyleyse artık siz ancak müslüman olarak can verin." (Bakara: 132)
    Bu ayetleri okuduktan sonra artık kim bu ayetlerde "Müslim"den maksat gönülden inanmayıp sadece dıştan İslam'ı kabul eden kişidir diye iddia edebilir?
    Bu ayetleri inceledikten sonra, Kur'an-ı Kerim'in ifadesinde İslam'dan maksat, iman etmeden itaat etmek ve Kur'an'ın dilinde müslüman, "Sadece dıştan İslam'ı kabul eden kimsedir" demek, baştan yanlış ve kesin hatadır. Bunun gibi iman ve mü'min kelimelerinin Kur'an-ı Kerim'de mutlak surette, can-u gönülden iman etme manasına kullanılmadığını iddia etmek de yanlıştır. Şüphesiz pekçok yerde bu manaya kullanılmıştır.
    Fakat pekçok öyle yerler de vardır ki, bu kelimeler orada, dıştan iman etmiş gözükmek için, sadece dil ile söylemek manasına da kullanılmıştır. "Ey iman edenler!" denilerek dil ile ikrar ederek müslümanlar topluluğuna giren insanlara hitap edilmiştir. Onların gerçekten mü'min olduğu veya imanının zayıf olduğu yahut sadece bir münafık olduğu göz önüne alınmamıştır

  10. #220
    ***
    DIŞARDA
    Points: 60.713, Level: 100
    Points: 60.713, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    ArzuNur - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Mesajlar
    9.488
    Points
    60.713
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    27

    Standart Cevap: Günün Ayeti



    Allah ile olduktan sonra ölüm de, ömür de hoştur...




Sayfa 22/49 İlkİlk ... 2021222324 ... SonSon

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •