Hak davasının unutulmaz avukatı

Dr. Veli Sırım

1962 yılı yaz ayları. Adlî tatil içinde tutuklu bir müvekkilinin duruşmasına gitmek için Balıkesir’e geldi.

O yıllarda, özellikle de yaz aylarında olduğu gibi, henüz altı yaşında olan oğlu Ertuğrul’u da yanına almıştı. Karayoluyla düzenli bir ulaşımın yokluğundan ve yolun ulaşıma elverişsiz olmasından dolayı Balıkesir’in Dursunbey ilçesine motorlu trenle gitmek üzere, baba-oğul yola çıktılar. Küçük Ertuğrul’un babası, trene bindikten sonra kondüktöre, Dursunbey’de bu bir-iki dakikalık duraklama anında trenden inmemiz gerektiğini, ertesi sabah duruşması olduğunu ve mazlumların tutuklu bulunduğunu tekrar tekrar tembihledi. Bütün tembihlere ve ricalara rağmen tren Dursunbey’de durmadı. Bu durumu çok geçmeden farkeden Ertuğrul’un babası trenin derhal durdurulmasını istedi.

Başlangıçta gayet umursamaz bir şekilde “İleride Tavşanlı’da inersiniz” diye konuşan yetkililer, onun bu kararlı tavrı karşısında şaşırmışlardı. Ki daha şaşkınlıkları sürerken hızını düşüren trenden önce daktilo ve çantasını attı; daha sonra küçük Ertuğrul’u boynuna sararak kavrayan Avukat baba, en az 40-50 km hızla giden trenden atladı. Bereket ki, düştükleri zemin, âdeta plâj kumuna benzer bir yapıdaydı ve küçük bir sıyrık bile olmadan ayağa kalktılar.

Dursunbey’in ilçe sınırları dışında bulunan tren istasyonuna ulaştıklarında, hiç tahmin etmedikleri bir tabloyla karşılaştılar. Tren Dursunbey istasyonundan uzaklaşmasına ve bekledikleri avukat trenden inmemesine rağmen, insanlar bir an bile ümitsizliğe düşmeden, saatlerce istasyondan ayrılmamışlardı. Ayrılmamışlardı. Bekledikleri avukatın mutlaka geleceğine, yetişeceğine inanıyorlardı. Ve… Büyük bir hasretle bekledikleri misafir işte geliyordu. Üstü başı toz toprak içinde, yanında küçük bir çocuk, ellerinde çanta ve daktilosu ile “Mazlumların Avukatı” unvanını yıllar boyunca şerefle ve lâyıkıyla taşıyan Bekir Berk adım adım yaklaşıyordu.

Zemzem suyuyla yıkanmış kefen

Avukat Bekir Berk için inandığı dava uğrunda ölmek bir mükafattı. O yüzden ölüme her zaman hazırdı. Zemzem suyu ile yıkanmış, üzerinde “Nerede vefat edersem bunu en yakın din görevlisine teslim ediniz” şeklinde bir not yazılı kefeni daima evrak çantasında bulunuyordu. Çocukluk yıllarında, hiç de azımsanmayacak miktarda babası ile birlikte zaman zaman duruşmalara da katılan ve babasının mesleğini tercih eden Hakan Berk’in babasıyla yaşadığı şu hatırasını okurken, eminim siz de yorulacaksınız: “Ben ilkokula gidiyordum. Bir yaz tatilinde babam beni de yanına aldı, dava duruşmalarına gittik. Önce İstanbul’dan Ankara’ya gittik. Ankara’da Yargıtay’da bir duruşmaya katıldık. Ardından Adalet Bakanlığı’na, oradan da gelen bir telefon üzerine aynı gün arabaya binerek Adana’ya gittik. Adana’daki duruşmaya katıldıktan sonra orada o gece konakladık. Ertesi gün sabah, üzerinde hayvanların bulunduğu eski bir otobüsle Maraş’a gittik, orada da bir davaya katıldık. Sanırım sıkıyönetim mahkemesiydi. Ertesi gün tekrar Adana’ya, oradan da aynı gün Samsun’a hareket ettik. Sonra Afyon ve civarındaki ilçelerde her gün bir başka duruşmaya girdik. Davaların hepsi de ya tahliye ya da beraatla sonuçlanıyordu. Bu hızlı maraton 15 gün içinde gerçekleşmişti. Yani babamın hayatı mahkeme salonlarında ve otobüs koltuklarında geçiyordu.”

Hak davasının avukatı

Bediüzzaman’ın yakın talebelerinden olan Mehmet Emin Birinci’nin aktardığı hatıralara göre, o sıralarda İstanbul Barosu avukatlarından olan Bekir Berk’e Risale-i Nur Davası’nı savunmak için teklif götürüldü. Dr. Tahsin Tola tarafından sunulan bu teklifi memnuniyetle kabul eden Bekir Berk, vekâletname tanzim edilmek üzere hapiste tutulan Nur talebelerini ziyarete gitti. Gerekli işlemler yapıldıktan sonra ilk sorusu şöyle oldu:

“Arkadaşlar! Biz sizlerin bir an önce hapisten çıkmanız için mi çalışalım; yoksa inandığınız dava için mi müdafaa yapalım?” Oradaki Nur talebeleri sanki söz birliği etmişçesine “Biz burada on sene yatsak da razıyız. Siz Risale-i Nur’daki ulvî davanın müdafaasına çalışınız.” dediler. Bu beklenmedik cevap karşısında genç Avukat Bekir Berk çok şaşırdı. Bekir Berk’i belki en derin hissiyatlarına varıncaya kadar titretti. Böylelikle gelecekteki ömrünü Nur Risaleleri’nin savunmasına adadı. Elbette, aynı ortak kaderi paylaşanların, 163. maddenin hışmına uğrayanların da savunucusu oldu.

Çocukluğundan beri babası ile birlikte zaman zaman duruşmalara da katılan ve babasının mesleğini tercih eden oğlu Hakan Berk, şunları aktarıyor: “O dönemlerde 163. madde mazlumlarını savunmak kendi idam fermanını imzalamak demekti. Babam bütün bunları biliyordu. O her şeyi göze alarak yola çıkmıştı. Sanırım ölüm bile onu korkutamazdı. Her zaman ölüme hazırlıklı idi. Kefenini bir poşetin içinde evraklarının altında taşırdı. Sağlık yönünden problemleri vardı. Ancak yine de davadan davaya koşardı. Ama bunları hiç konu yapmadı. Sanki hayatının bir parçasıymış gibi davrandı.”

Bu iltifat bizzat Bediüzzaman Said Nursî’nin dilinden çeşitli defalar dökülmüştü. Bediüzzaman’ın çok yakın talebelerinden olan Mustafa Sungur’a göre bu ünvan, 1958 yılında gerçekleşen Ankara mahkemesinde Risale-i Nur’un ve Bediüzzaman’ın avukatlığını üstlenmesi vesilesiyle verildi. Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sikke-i Tasdik-i Gaybî eseri hakkında takibat açıldı. Üstad Bediüzzaman vekâletnâmesini Avukat Bekir Berk’e gönderdi ve gerekiyorsa İstanbul’a gelebileceğini söyledi. Bunun üzerine Avukat Bekir Berk bir telgraf çekerek Bediüzzaman’ı İstanbul’a davet etti. 1959 senesinde, daveti kabul edip Ankara’dan hareketlerini bildirmeleri üzerine Nur talebeleri Piyer Loti Oteli’nde yer ayırttılar ve bir araba ile şehir dışında karşılamaya gittiler. Bediüzzaman ve talebeleri Piyer Loti Oteli’nin önüne geldiklerinde, otelin etrafının hıncahınç dolduğunu görünce çok şaşırdılar. Gazeteciler mutlaka fotoğraf çekmek istiyorlardı. Üstad Bediüzzaman ise çektirmek istemiyordu. Bunun üzerine Zübeyir Gündüzalp bir şemsiye ile üzerini örttü. Diğer Nur talebeleri de etrafını alarak otele çıktılar.

İstanbul’a gelişinin ikinci gününde, Üstad Bediüzzaman odasında öğle namazını kılarken arka balkondan giren bir gazeteci Üstad’ın fotoğrafını çekti. Bunun üzerine Bediüzzaman hiddet etti ve derhal İstanbul’dan ayrılacağını söyledi. Nur talebeleri hemen harekete geçti. Avukat Bekir Berk bu gelişmeler sırasında büyük bir organizatörlük yaptı ve diğer Nur talebeleriyle birlikte, hiç kimsenin dikkatini çekmeden Bediüzzaman’ın İstanbul’dan ayrılmasını sağladı. Onun bu özelliği karşısında büyük bir memnuniyet duyan Bediüzzaman, Bekir Berk’e ‘Sen benim Abdurrahman’ım gibisin’ iltifatında bulundu. Üstad Bediüzzaman’ı ilk defa bu gelişmeler sırasında gören Ali Demirel ise, hatıralarını anlatırken, Bekir Berk’e üç sefer tekrar ile, “Ben seni vekil tayin ettim” dediğini aktarır.

Üstad alnından öpüyor

Hür Adam gazetesinde bir yazı çıktı. Bu yazıda herkesin yeis içinde olduğu, hattâ Üstad’ın bile ümitsizliğe kapıldığı anlatılıyordu. Bekir Berk hemen bir yazı yazdı ve gazeteye gönderdi. Yayınlanan yazıda Üstad’ın hiçbir zaman yeise düşmediğini ifade ediyordu. O gece Bekir Berk bir rüya gördü. Rüyasında kendisi bir yolun kenarında bekliyordu. Uzaktan bir fayton geldi ve yanında durdu. Faytondan Üstad uzandı, onun omuzlarını kavradı ve alnından öptü. Tam bu sırada telefon çaldı ve uyandı. Rüyası kesildiği için kızgın kızgın telefonu kaldırdı. Telefonun öbür ucundaki ses Mustafa Sungur’a aitti. Şöyle diyordu:

“Bekir Bey, Üstadımız yanımda. Seni alnından öpüyor!”

Yıl 1992. Bekir Berk, kanser hastası. Hem de iki yıldır devam eden hastalık. Biraz uzun konuşsa, ağzından kan gelmekte. Kendisine, kendisi hakkında bir belgesel çekilmesi ve bu belgeselde kendisinin doğrudan rol alması talebinde bulunanlara Bekir Berk’in cevabı şu oldu: “Ben dâvâmın figüranlığına bile razıyım.”

Belgesel çekildi. Bekir Berk henüz hayattayken, böylesi güzel ve çok önemli bir eseri ortaya çıkarmaktan dolayı meydana gelen sevinç ve sürûr, çok geçmeden acı bir burukluğa yerini bıraktı. Bediüzzaman’ın Abdurrahman’ı, Risale-i Nur’un, Nur talebelerinin, mazlumların Avukat’ı, Nur’un en büyük kahramanı Bekir Berk, 14 Haziran 1992 tarihinde Hakk’ın rahmetine vâsıl oldu. Allah rahmet eylesin...

2004-06-22

Dr. Veli Sırım