"Hazret-i Üstadın huzurundayım"
"Açık kapının karşısına gelmiştim. Hazret-i Üstadımız, karyolanın üzerinde yastığa yaslanmış, yorganı göğsüne kadar çekmiş olduğu halde, elinde tuttuğu ciltli bir risaleyi mütalâa ile meşgul idi. Bizi görünce iki eli ile işaret ederek, çağırdı. 'Esselâmü aleyküm Hazret-i Üstadım' dedim ve mübarek zayıf, nahif eline sarıldım, öpüp alnıma koydum.Alnım eline dayalı, her şeyi unutmuş, öylece kalmışım. Ne kadar bekledim, bilmiyorum. Şefkatli elinin itmesiyle ayrıldım. Karyolanın önünde ufak bir minder üzerine oturdum. Görüşme bitmişti.
"Mektuplar okunuyor"
"Mektuplar Üstadımıza verildi. Üstadımız, mektupları zarflı oldukları halde alt üst ederek bir sıraya koydu. Teker teker zarfları açıp, mektubu Hüsnü Bayram'a veriyor, o da seslice okuyordu. İlk mektup İslâm harfleriyle yazılmış. Son mektup ise Lâtin harfleriyle yazılan bu fakirin mektubu idi. Bütün Nur Talebelerinin Ankara'da toplandığını beyanla Üstadımızı Ankara'ya dâvet eden mektuptan sonra, Samsun ve Adıyaman'a dâvet eden mektuplar okundu. Erzurum, Erzincan ve Sivas'a dâveti muhtevi için bu âcizin mektubunu okunurken, hiçbir şey dinlemiyordum. Hatta Hazret-i Üstadımızın kaidesini de unutmuş, mübarek simasını ve o sakalsız zaif simadaki alâmet-i fârikaları seyrediyordum. Fakat Ali Rıza meseleyi sezmiş olacak ki, dizime dokununca aklım başıma geldi. Gözümü istemeyerek ayırırken, Üstadımızın ikazlı bakışlarıyla karşılaştım. Çünkü o yüzüne bakanlardan sıkılıyordu.
"Mektuplardan sonra yaptığı konuşma, bazen çok sessiz oluyordu. Hüsnü Ağabey çok yakın oturduğu için bize tekrar ediyordu. Bir aralık, o kadar bâriz ve düzgün bir şive ile konuştu ki, sesi hâlâ kulağımda çınlıyor:
"Ben çok hastayım. Bana 21defa zehir verdiler. Fakat ölüm yatağında da olsam bu dâvetlere icabet edeceğim' demişlerdi. Ne hikmetse Şarklı olduğu halde, Şark şivesi ile konuşmamıştı. Onun huzurunda, onun sohbetinde geçen o dakikalar, hakiki ömür onlarmış ve o kadarmış gibi geliyor bana...
"Bir aralık, eğik başımı yüzüne bakmak için tekrar kaldırdım. Eşsiz, keskin nazarlarını üzerime tevcih etmiş, âdeta aczimi, fakrımı ve naksımı süzüyordu. 'Böyle bir bîçareden ne köy olur, ne kasaba' der sanki tartıyordu ruhumu. Korktum, başımı tekrar eğdim.