TAKDİM
Bediüzzaman Said Nursî, yüzyılımızın başından beri ülkenin ve dünyanın gündeminde bir yer işgal etmiş ve halen de etmekte olan müstesnâ bir şahsiyettir. Onun muâsırları olan ilim ve kalem ehlinin en meşhurları bugün tarihî bir muhtevâ içinde hatırlanırken, onun fikirleri ve eserleri, âdetâ yeni ortaya çıkmış gibi, ilk andaki tazeliğini korumaktadır. Aramızda doksan yıl ömür sürüp ayrıldıktan otuz sene sonra onu henüz keşfettiğimizi söylemek, herkes için değilse bile, bazı çevreler için mübâlâğa olmasa gerektir.
Bugün Ezher Üniversitesinin Tefsir Kürsüsü Başkanı Prof. Mahmud bin Şerif “Bediüzzaman’ın eserlerini tanımadan geçen kırk yılıma yanıyorum” derken, Hollandalı öğretim üyesi Dr. Landman ise Türk aydınlarının Risale-i Nur Külliyatını tanımayışı karşısında hayretten hayrete düştüğünü ifade ediyor. Bu arada çeşitli Batı ülkelerinde Bediüzzaman Said Nursî için enstitüler kuruluyor. Onun eserleri Amerika Birleşik Devletlerinden Pakistan’a, Nijerya’dan Sovyetler Birliğine kadar dünyanın dört bir yanında çeşitli dillerde yayınlanıyor ve hızla genişleyen okuyucu kitleleri kazanıyor. Hiçbir gün geçmiyor ki, dünya ülkelerinden birindeki bir yayın organında Risale-i Nur ve Müellifi Bediüzzaman Said Nursî hakkında yeni bir yazı çıkmış olmasın.
Türkiye, kendi malı olan Risale-i Nur’u tanımakta dünyanın gerisinde kaldığını yeni anlamaya başladı. Ancak bu geç anlayış, birtakım eksik veya hatâlı yorumları da zaman zaman beraberinde getirebiliyor. Bir yanda onu siyasî bir inkılâpçı olarak gören veya görmek isteyen dost ve düşmanlara, diğer yanda da onun ruhlarda ve gönüllerde meydana getirdiği inkılâbı pasiflik olarak telâkki edenlere baktığımızda, birbirine bu kadar zıt vasıfların bir insana nasıl yakıştırılabileceğine hayret etmemek elde değildir. Bu iki zıt kutup arasında daha bir seri yanlış ve eksik anlayışın yattığını tahmin etmek ise hiç zor olmayacaktır.
Bediüzzaman Said Nursî’nin bu kadar farklı şekilde anlaşılması, onun başka bir insanda rastlanamayacak kadar çok yönlü bir şahsiyete sahip olmasından ileri gelmektedir. Bazı mizaçlar bu yönlerden bir tanesini kendi mizâcına tâbi tutarak ön plâna çıkardığı ve diğer yönleri ihmal ettiği zaman, birbirinden bu kadar farklı şahsiyetler ortaya çıkabilmektedir. Onun şahsiyetindeki bu müstesnâ özelliğe, Tarihçe-i Hayat’ta şu sözlerle bir nebze temas edilmiştir:
“Bazan yüksek dağ başlarında, büyük kayalıklar arasında gezer, yalnız başına sessiz dolaşır. Bazan bağ ve bahçeleri, nebâtât ve hayvânâtı temâşâ ve tefekkür edip, sonra dönüp, şehre inip en büyük siyasî içtimâlarda, gayet beliğ ve mâkulâne hitâbeler, ahlâkî, edebî nutuklar irad edebilen cevval bir ruh hâletini taşırdı. Hürriyetten evvel ve sonra şarktaki hayatı ve İstanbul’daki feveranlı hayatı buna bir şâhittir.
“Bir yanda Şarkî Anadolu’da, aşiretler arasında seyahatle onlara ahlâkî ve îmânî dersler, öğütler verirken, diğer yanda Şam’da allâmelere siyaset-i İslâmiye noktasında en keskin ve isabetli görüş ve teşhislerle Müslümanların terakkî ve kemâlâtının esaslarını tesbit edip, üç yüz elli milyon [şimdi 1 milyardan fazla] Müslümanın saâdetinin fecr-i sâdıkını haber veriyordu. Hem, Meşrutiyet zamanında Meclis-i Meb’ûsâna hitâbesi ve gazetelerdeki makaleleriyle, Kur’ân’ın kudsî kanun-u esâsîsinin vaz ve tatbikinin millet-i İslâmiyeye iki cihan saâdetini kazandırıp hakikî kemâlât ve terakkiye medar olacağını haykırıyor ve bu efkârının Divan-ı Harb-i Örfîde de kahramanca müdafaasını yapıyordu. . . . Evet, Said Nursî, gayet câmi bir istidada mâlik bir zâttır. Cüz ile küllü, âfâkın en geniş dairesi ile enfüsî dairesini, meselâ zerre ile Samanyolunu beraberce dikkatle tetkik eder, onlardaki envâr-ı tevhidi görür, gösterir ve isbat eder. Bir yandan âlem-i İslâm ve insaniyete uzanan küllî hizmet-i îmâniye ile meşgul, bir yandan inzivâ hayatı geçirerek kalem-i Kudretin mektûbâtı olan fıtratın antika eserlerini, san’at-ı İlâhiyenin mucizelerini temâşâ ve tefekkür ile kitab-ı kâinatı mütâlâa eder ve böylece hergün bu müteaddit ulvî vazifeleri yaparak, mârifet-i İlâhiye ve huzurun nihâyetsiz ezvâk ve envârında terakki eder.”
Bediüzzaman’ın yanlış veya eksik anlaşılmasının bir diğer sebebi de, onun nev’i şahsına münhasır bir eserle ortaya çıkmasıdır. Benzeri olmayan bir eseri kendi tecrübeleri ve hissiyâtı içerisinde bir yere oturtmaya çalışanlar, onu anlamakta yetersiz kalmaya kendilerini mahkûm etmiş olurlar. Ne var ki, onun eserinin benzersizliği, gerçekte onu en kolay anlaşılır kılan ve gerçek değerini bir çırpıda ortaya çıkaran bir husustur. Onun eserlerini tanıdıktan sonra bir ömür boyu ellerinden düşürmeyen milyonlar bu hakikatin şâhitleridir. İslâmı ve îmânı tanımak için kütüphaneler dolusu eserleri büyük bir açlıkla okuduktan sonra Risale-i Nur’u tanıyan İngiliz ilim adamı Dr. Colin Turner’ın ilerideki sayfalarda da okuyacağınız şu kanaati ise, tek başına yeterli bir şâhit olarak aynı hakikati dile getirmektedir:
“Yıllar süren araştırma ve mukayeselerim sonunda şunu söyleyebilirim ki, kâinatı olduğu gibi gören, îman vâkıasını olduğu gibi aksettiren, Kur’ân’ı Peygamberimizin murad ettiği gibi tefsir eden, modern insana musallat olmuş son derece tehlikeli ve gerçek hastalıkları teşhis ederek çare sunan, kendi kendine yeterli ve şümullü yegâne İslâmî eser, Risale-i Nur’dur.”
Yine takip eden sayfalarında okuyacağınız gibi, İngiliz hanım yazar Mary Weld de Dr. Turner’ın kanaatini tasdik ediyor ve “İslâm dininin böylesine yanlış tanıtıldığı ve yanlış anlaşıldığı Batıya gerçekleri aktarabilmek için bundan daha uygun bir vasıta olamaz. İslâmı ve Kur’ân’ı Risale-i Nur vasıtasıyla tanıyan kimse, her ikisini de mutlaka sevecektir” diyor.
Bunlar ilk bakışta büyük iddiâlar gibi görünebilir. Fakat Risale-i Nur’un ilk telif edilmeye başladığı yıllardan itibaren onu tanıyan ilim ve fikir ehli, buna benzer sözlerle onu anlatagelmişlerdir. “Kendi kendine ölüp gider” düşüncesiyle kuş uçmaz, kervan geçmez Barla dağlarına sürülen Bediüzzaman orada eserlerini birer birer telif ettikçe, ona zekî ve anlayışlı bir muhâtap olarak talebe olan Hulûsi Yahyagil gibi âlim ve fâzıl bir zât, “Üstâdım, müsterih olunuz, bu Nurlar ayak altında kalamazlar. . . . O Hakîm-i Rahîm, size bu eseri yaptırtan o Nurları ayak altında bıraktırmaz” sözleriyle kalbindeki inancı dile getiriyor; bütün hayatı ilimle iç içe geçmiş Sabri Efendi gibi bir âlim de, Risale-i Nur’u tanıdıktan sonra geçen birtek gününe, geçmiş hayatının tamamının mukabil gelemeyeceğini ifade ediyordu-tıpkı bugün geçmiş kırk yılına yanan Ezher Üniversitesi profesörü gibi. Birbirinden bu kadar farklı çevrelere, zamanlara ve kıt’alara mensup insanların aynı kanaatte birleşmeleri ve aynı “büyük” iddiâyı ısrarla tekrarlayıp durmaları, Risale-i Nur Külliyatını baştan sona dikkatle incelemek için insaf ehlini tahrik edecek kâfi bir unsur olsa gerektir-hele bu eser kendi cemiyetimizden çıkmış ve “bizden biri” tarafından vücuda getirilmişse!
Öyleyse Bediüzzaman’ın eserlerini farklı kılan nedir?
Buna tek kelimeyle cevap verilebilir: Kur’ân.
Çünkü Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur’ân’a ve onu getiren Kâinat Efendisine yönelmiş, araya hiçbir perdenin girmesine meydan vermeksizin, onlardan aldığı ışığı aksettirmiştir. Dolayısıyla, insanları Risale-i Nur vasıtasıyla cezbeden ve bir pervane gibi kendisine çeken şeyin Kur’ân ve Resulullahın nûrundan başka birşey olmadığını açıkça ve rahatça söyleyebiliriz.
Resulullah Efendimiz (a.s.m.) elinde Kur’ân’la geldiği zaman, nereden gelip nereye gittiğini bilmeyen ve kendisini bütün sevdiklerinden ebediyen ayıracak bir yokluğa doğru adım adım yaklaşan insanlığa kâinatın ve insanlığın mânâsını öğretmiş, ona en büyük müjdeyi beraberinde getirmişti.
Bediüzzaman Said Nursî ise, elinde Risale-i Nur Külliyatı ile ortaya çıktığında, üzerine inkâr veya gaflet karanlığı çökmüş insanlığa, Âhirzaman Peygamberinin ne getirdiğini ve Kur’ân’ın niçin indirildiğini gösterdi. Ama ne kendisi girdi araya, ne de başkalarını soktu. Doğrudan Kur’ân’ı, doğrudan onu İndireni ve onu getireni gösterdi.
Bunu nasıl yaptığını anlatmak, bu dar sütunlara sığmaz. Bu, ancak Risale-i Nur Külliyatının baştan sona, satır satır ve tekrar tekrar okunmasıyla anlaşılabilecek birşeydir. Bununla beraber, herbiri kendi branşları açısından Risale-i Nur Külliyatını tetkik etmiş yerli ve yabancı çeşitli ilim adamlarını bir araya getiren ve basında geniş akisler uyandıran bir panel, Bediüzzaman Said Nursî ve eserlerinin ilmî ve ciddî bir şekilde ele alınıp anlaşılmasında, geç de olsa önemli bir adım teşkil etmiştir.
İlim ve kültür hayatımıza bugüne kadar verdiği müstesnâ hizmetleriyle tanınan İstanbul İlim ve Kültür Vakfı ile Yeni Nesil gazetesi tarafından 16 Mart 1991 günü İstanbul Hilton Oteli salonlarında tertip edilen bu panelde sunulan tebliğleri, takip eden sayfalarda bulacaksınız.
Yeni Asya Yayınları A.Ş.