Batı'nın medeniyet krizi

CUMARTESI, 16 MAYIS 2009


Küresel krizin ciddi bir analizi açıkça gösteriyor ki, Batı, dünyaya kendine ait olduğu iddiasıyla takdim ettiği ve ilk başlarda uyduğu bütün değer ve ilkelere ihanet etmiş. Bunların başında demokrasi ve insan hakları geliyor.
Her gün yeni bir ürünün kurgulanıp, piyasaya sürüldüğü ve göz boyayan reklam kampanyalarıyla kitleler için ihtiyaç haline sokulduğu bir düzende, doğal olarak ekonomi, toplumu ve devleti etkileyen bir numaralı faktör oldu. Demokrasi, kısaca halkın kendi kendini yönetmesi demektir. Halbuki özellikle son 30 yılın uygulamasında, insanlara kullanacakları (tüketecekleri) mal ve hizmetin seçiminde serbesti tanınmıyor. Görünüşte isteyen istediğini alsın havası çalınsa da, fiiliyatta uluslararası şirketlerin sunmayı uygun gördüğü ürünlerin dışına çıkmak mümkün olmuyor. Güya rekabete dayanan piyasa ekonomisinde, dev şirketler devlet aygıtına sızıyor, istedikleri yasayı çıkarttırıyor, en azından işlerine gelmeyen yasaların çıkmasını engelleyebiliyor.
Düşünün ki, ABD'nin bir beynelmilel firmasının cirosu, G20 hariç, tüm ülkelerin gayri safi milli hasılasından daha büyük. Böyle muazzam güce sahip şirketlerin cirit attığı bir ortamda hakiki demokrasiden bahsedilebilir mi? Zaten, Batılı teorisyenler, şirketlere tek hedef olarak kâr azamileştirmesini göstermiyor mu? Cumhuriyetçilerin % 30, demokratların ise % 60 oranında Yahudi sermayesi tarafından fonlandığı ABD'de Başkan, değişim sloganıyla siyaset yapsa da, ülkesinde ve dünyada daha ahlaki bir düzeni doğuracak köklü reformları gerçekleştirebilir mi? Bankaların zorla mortgage borçlusu yaptıkları kimselerin üzerine haciz yağmuruyla gitmeleri insan hakları konusunda Batı'nın sanıldığı kadar özenli olmadığını ispatlıyor.
İşletmelerde demokrasi ve adalet konularında da Batı dünyasının imrenilecek bir durumda olmadığı anlaşılıyor. Ortak akıl kavramını kağıt üzerinde keşfeden Amerikalı ve Avrupalılar, şirketin tek yetkilisi demek olan CEO sistemiyle kontrol, danışma ve müşterek karar mekanizmalarını yerle bir etti. Bunların yerine, tek adamın diktatörlüğüne dayanan bir yönetim tarzını benimsediler. Halbuki Üstad Bediüzzaman'ın çok üzerinde durduğu meşveret (danışma) mefhumunu kurumsallaştırsalardı, dev gibi şirketleri bu krizde paçavraya dönmezdi. Zengin ile fakir arasında sağlıklı bir köprü görevi yapan zekat ve sadaka, Batılıların bir türlü işine gelmedi. Maddi gücü paylaşma konusunda, kapitalizmle uyumu yeğleyen Kilise de zekat ve sadakayı sadece fonlar kendisine doğru aktığı ölçüde benimsedi. Pazar payı kavramını aşırı abartarak, başarının diğer şirketleri ortadan kaldırmakla mümkün olacağı şeklinde bir vahşi anlayışı çalışma kültürüne soktu. Aynı şirket içinde dahi, yıkıcı rekabetin gerekliliğine inandılar ve insanın sosyal ve psikolojik bir varlık olduğunu, duygulara sahip olduğunu ve onun fıtratındaki olumlu noktalara hitap ederek, daha kolay motive olacağını anlayamadılar.
Şirketlerdeki duygusuzluk ve bencilliğe dayalı uygulamalar, tüketiciye de yansıdı. Müşteri sadakati denen güzel söz, tarihe karıştı. Satıcı ile müşteriden hangisi yekdiğerini zayıf durumda yakalarsa, ondan acımasızca yararlanmayı marifet saydı, sayıyor.
Oyun teorisi gibi iddialı ama sadece yüzeysel akla hitap eden yaklaşımları, doğruluğu ispatlanamasa bile yücelttikçe yücelttiler. Böylece, her olayda kişinin ancak başkalarına zarar vermek suretiyle menfaatini koruyabileceği inancını yaydılar.
Batı medeniyeti, bizim tarafımızdan da taklit edilen eğitim kurumlarında, gençlere insanın kendi bacakları üzerinde durabilmesini, çok büyük fazilet olarak öğretiyor. İşbirliği ve yardımlaşma, güçsüze destek olma, kendinden zayıflara merhamet gibi insani yaklaşımların zaaf olduğunu, güç ile faziletin neredeyse eşanlamlı sözcükler olduğunu anlatıyor. "Komşusu aç yatarken, tok yatan bizden değildir" diyen İslam'a kulak asmayıp, komşuluk kavramını tümüyle reddetti.
Batı medeniyeti, medeniyetsizliği körükleyen görüş ve uygulamalarıyla, inşallah yerini İslam medeniyetine bırakma sürecine girmek üzere.

SAMİ USLU

Zaman