İnsanlık Semâsının En Görkemli Yıldızlar Kümesi
Tarih boyunca son derece önemli ve çok ibret verici olan ve bir dönemi kapatıp yepyeni bir dönem açan veya açılmasına zemin hazırlayan bazı hâdiseler hep olagelmiştir.
İşte Bedir ve Uhud savaşları bu şân, şeref ve ibret dolu hâdiselerin en parlak olanlarındandır. Bu itibarla da Bedir’in Aslanları ile Uhud’un Kaplanları, insanlık semâsının en parlak yıldızlar kümesi, tarihin en sevimli portreleri ve en görkemli şahsiyetleri olarak karşımıza çıkmaktadırlar.
Bu aslanlar ve kaplanlar topluluğu, sözden, dilden ve öğütten anlamak istemeyen ham ruhlu ve paslı vicdanlı kimselere karşı, aslanlar gibi kükrüyor, kaplanlar gibi gürlüyor ve onların ödlerini patlatıyorlardı. Ama insanlıktan nasibi olanlara karşı ise kardeş gibi şefkatli ve koyun gibi uysal davranıyor ve onlar için başlıca bir teselli ve bir moral kaynağı oluyorlardı.
Evet onlar hakîki bir îmâna ve sarsılmaz bir bağlılığa sahip idiler. İşte onların sahip oldukları ve yer yer sular gibi akıp kabaran îmân ve sadâkatleri, gerektiğinde coşkun akan seller gibi hiçbir engel tanımıyor ve önüne çıkan bütün bentleri bir bir yıkıyordu. Onlar sahip oldukları o îman ve sadâkatleri sayesinde bir taraftan susuzluktan dudakları çatlayan ve ağızları kuruyan ve ölümle pençeleşen kimselerin imdadına yetişmek, diğer taraftan da kuraklıktan çölleşen insanlık âlemini bağ ve bahçelere, yemyeşil yamaçlara, hattâ zümrüt tepelere dönüştürmek için, çağlayanlar hâlinde bir o tarafa bir bu tarafa koşturup duruyorlardı.
Onların bu koşturmaları aslında bilinçli olarak temsil ettikleri ve temsil etmeyi en büyük şeref saydıkları İslâm adındaki yüce değerin bir gereği idi. Ve zâten onlar bundan ötürü o yüce değer uğruna yârdan-yârândan, candan-cânândan, serden ve her şeyden geçiyorlar ve geçmesini çok iyi biliyorlardı.
İşte sayı bakımından az, harp malzemesi bakımından zayıf ve harp tecrübesi bakımından henüz çok yeni olmalarına ve çok ağır şartlar altında bulunmalarına rağmen; Bedir ve Uhud Ashâbı, sadece îmân, teslîmiyet ve tevekkül gücüne güvenerek müşriklerle harbe katılmış, hücumlar karşısında yılmadan sabretmiş ve gevşemeden sadâkat ve metânet göstermiş olan yüce şahsiyetlerdir. Bundan dolayıdır ki, onların arkadan gelenlere bıraktıkları en değerli mîrâs, kan ve gözyaşlarıyla yazarak ve iniltileriyle süsleyerek tarihin şerefli sinesine altın harflerle nakşettikleri en parlak sayfa ve bizlere emânet olarak bıraktıkları en ibretli hâdise, hiç şüphesiz Bedir ve Uhud savaşlarının ruhu ve mânâsıdır.
Evet Bedir ve Uhud savaşları, tarihin asla silemeyeceği ve hiçbir zaman unutturamayacağı parlaklıkta ve görkemlikte iki hâdisedir. Çünkü bu savaşlarda İslâm dâvâsı’na âit olmayan veya bu dâvâyı engelleme niteliğini taşıyan her şey, Bedir Aslanlarının ve Uhud Kaplanlarının nazarında arkada, hem de son sıralarda kalıyordu.
Anne-baba, evlât-kardeş, bağ-bahçe, mal-mülk ve her şey...
Hem bundan dolayı değil midir ki, İslâm dâvâsına ilk sâhip çıkan o Aslanlar ve Kaplanlar topluluğu, üzerlerinden yaklaşık on beş asır geçmiş olmasına rağmen, sanki dün yaşamışlar gibi asla unutulmuyorlar ve gün geçtikçe daha da artan bir edep ve hürmetle, ibret ve gözyaşlarıyla ve daha çok bir merak ve dikkatle okunuyor ve daha çok seviliyorlar.
* * *
Evet Bedir ile Uhud savaşları ferâgat ve fedâkârlığın, sevgi ve sadâkatin tecessüm ettiği ve sahnelendiği iki vak’a- dır. Şöyle ki:
Bu savaşlarda iki ordu karşı karşıya gelmişti. Bir tarafta hak, diğer tarafta bâtıl. Bir tarafta nûr, diğer tarafta karanlık. Bir tarafta Yüce Allah’ın kudsî dâveti ve rızâsı, diğer tarafta mel’ûn şeytanın hezeyânı, aldatması, kandırması ve saptır- ması. Bir tarafta müvahhidler, diğer tarafta müşrikler. Bir tarafta inananlar, diğer tarafta inanmayanlar...
Özellikle Bedir savaşında karşı karşıya gelen insanlar, baba ile evlât, kardeş ile ağabey veya amca ve dayı ile yeğen durumunda idiler. Meselâ:
Hz. Ebu Bekir (r.a.)’in karşısına henüz Müslüman olmamış olan oğlu Abdurrahman, Hz. Ömer (r.a.)’in karşısına dayısı, Hz. Ebû Ubeyde (r.a.)’nin karşısına babası, Hz. Mus’ab (r.a.)’ın karşısına kardeşi Ebû Aziz, Hz. Ebû Huzeyfe (r.a.)’nin karşısına da babası Utbe bin Rabîa çıkmıştı.
Bu İslâm düşmanları, Mekke’den çıkarken İslâm’a karşı ve İslâm’dan ötürü onun müntesiplerine, özellikle de yakın akrabalarından olup da inananlara karşı kin, nefret ve intikam hisleriyle dolu olarak çıkmış ve bu acımasız hisleriyle ve kan çanağına dönmüş gözleriyle Bedir’e gelmişlerdi.
İşte Îmân, sadâkat ve fedâkârlık timsali olan o gerçekten Hak dostları ve Peygamber yârânları, küfrün ve şirkin temsil- cileri olarak ve gayız ve intikam hisleriyle bilenerek karşılarına çıkan o zorba akrabalarından asla korkmamış, tereddüt etme- den ve gevşeklik göstermeden onların karşılarına çıkmış ve sonunda Yüce Allah’ın yardımıyla onlara gereken dersi vermesini bilmişlerdi.
Bundan dolayıdır ki, Yüce Allah o samimi Hak dostları ve Peygamber yârânları olan Bedr’in Aslanları hakkında Mücâdele Sûresinin son âyetini indiriyor ve bu âyette onların îmânlarını perçinlediğini, onları kendi tarafından bir ruh ile desteklediğini, onları içlerinde ebedi kalmak üzere Cennetlere sokacağını, kendilerinden ebediyen hoşnut olduğunu, onları has kulları zümresine dahil ettiğini, ebedî kurtuluşa namzet kıldığını ve onları sonsuz saâdetlere erdireceğini bildiriyor ve müjdeliyordu.
Evet Ashâb Efendilerimiz, îmân, azim ve sadâkatleri sayesinde en yüce fedâkârlığı ve bağlılığı sergileyince, Yüce Mevlâ da onları düşmanlarına karşı azîz ve mesrûr, gâlip ve mansûr kıldı.
Hem onlar Yüce Allah’ı tercih edip O’ndan râzı olunca ve bunu davranışlarıyla ispatlayınca, Yüce Allah da onları üstün tuttuğunu ve onlardan ebediyen râzı olduğunu indirdiği âyetiyle bütün âleme ilân ediverdi.
Bundan ötürüdür ki, Ashâb-ı Kirâm’dan her hangi birine “Bedirlidir” demek, o kimse için en büyük şeref sayılırdı.
Bedir savaşına iştirak etmiş olan Ashâb-ı Kirâm Efendi- lerimiz, o derece yüksek bir fazîlete ve kıymete ermişlerdi ki, Hz. Ömer (r.a.), devlet hazinesinden tahsisat alacak kimseleri tespit ve tayin ederken, onlara en yüksek hisseyi tahsis etmiş ve onlara birinci dereceden maaş bağlatmıştı.
Ebû Ubeyde, sırf îmân ettiğinden dolayı yıllarca peşini bir türlü bırakmayan ve Bedir savaşında kendisini öldürmek için her fırsatı değerlendiren ve bunda çok ısrarlı olan müşrik babasını mecbur kalmış ve katletmişti. Bundan dolayıdır ki, Ebû Ubeyde (r.a.) şâyet hayatta olsaydı, Hz. Ömer ( r.a.) onu altı kişiden oluşan şûrâ heyetine halife seçmeleri için tavsiye edecekti.
Evet Bedir gazvesine iştirak edenler, gayet ağır şartlar altında sergilemiş oldukları samîmiyetlerinden, bağlılıkların- dan ve civanmertliklerinden ötürü hiçbir zaman unutulma-mışlar ve sürekli hayırla ve gıpta ile anılmışlardır.
Öyle ki, Hz. Ömer (r.a.), Bedir Savaşına katılanlardan birisinin “Mekke Fethi ile ilgili bazı sırları ifşâ etmek gibi” işlediği çok ciddi bir hatâdan dolayı boynunu vurmak için izin istediğinde, Rasûl-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, o kimse sırf Bedir Ashâbı olduğu için cezâlandırılmasına izin vermemiş ve şöyle buyurmuşlardı:
“Ey Ömer, Nereden bileceksin. Belki Yüce Allah, bedir harbine katılanlara muttali oldu da şöyle dedi: Siz ne yaparsanız yapın, ben sizi bağışlayacağım.” (Buhârî, megâzî, 46)
Uhud gazvesine iştirak edenlerin de tarih sahnesindeki yerleri çok yükseklerde ve gıpta ile seyredilecekleri bir merte- bededir.
Nitekim Rasûl-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, bir gün pek çok şehidi bağrında taşıyan Uhud dağına işaret ederek onun hakkında şöyle buyurmuşlardı:
“Bu Uhud, öyle bir dağdır ki o bizi sever, biz de onu severiz.” (Buhârî, fezâilü’l-Kurân, 6)
Hâsılı, insanlık semâsının aldanmaz ve aldatmaz en parlak yıldızlar kümesi ve tarihin en sevimli portreleri, şüphesiz ki şu âlemde “Bedr’in Aslanları ve Uhud’un Kaplanları” namıyla meşhur olan yüce ruhlu kahramanlardır. Çünkü bunlar yeryüzüne gerçek hürriyetin, kalıcı barışın ve verimli hayatın bereketli zeminini hazırlamış olan son derece seçkin şahsiyetlerdi.
Cenâbı Hak, onların cümlesinden ebediyen râzı olsun ve rızâsıyla onları memnun etsin. Bizleri de onlara dünyada ittiba ve âhirette iltihâk etmekle aziz ve bahtiyar kılsın ve Firdevs Cennetlerinde onlara komşu yapsın. Âmîn.
* * *