Yüce Yaratıcı’yı Ta’zîmin Başlıca İki Vesîlesi
Yüce Yaratıcı’yı ta’zîm etmek demek, kişinin gerek kanaat, gerek amel gerekse ahlâk noktasında her zaman hanîf ve sâlih bir kimse olmaya çalışması, küfrü ve şirki andıran her şeyden teberrî etmesi ve en güzel ahlâk ile ahlâk- lanması demektir.
Yüce Mevlâ’ya gösterilmesi gereken şuurlu ta’zîmin ve kurulması gereken sıkı irtibatın başlıca iki vesilesi veya iki belirtisi vardır:
Birinci ve en kuvvetli vesîle: Yüce Allah’ın rızâsı ile yetinmek ve bu yetinmenin ifadesi olarak O’na karşı tazim hisleriyle dopdolu olan kaliteli ve keyfiyetli bir hayat sürdürmek ve bu tazimin özeti olarak da sabah-akşam O’nu tesbih etmek ve O’na duâ etmektir. Bunun en çarpıcı örneği Ammâr bin Yâsir, Suheyb-i Rûmî, Bilâl-i Habeşî, Abdullah bin Mes’ûd ve Mikdâd bin Esved gibileri hakkında indirildiği nakledilen şu âyetin ve benzerlerinin ortaya koyduğu ibret verici tablodur.
“(Ey Habîb-i Zîşânım!) O’nun rızâsını isteyerek sabah akşam Rablerine duâ edenleri kovma. Onların (Fakir mü’minleri Senin yanında görmek istemeyen o müşrik- lerin) hesabından Sana bir şey yok. Senin hesâbından da onlara bir şey yok ki, onları ( o mü’minleri) kovup da zâlimlerden olasın.” (En’âm Sûresi: 52)
İkinci vesîle: Tam bir Hanif ve tam bir Müslüman olarak marifet dolu bir ruha ve hakka karşı âşinâ olan bir gönle sahip olmaktır. Bunun en çarpıcı örneği de, Necâşî ile arka- daşları hakkında nâzil olduğu rivâyet edilen şu âyetlerin ortaya koyduğu ibret verici tablodur.
“(O bir kısım âlim ve râhiplerin) Peygambere indirileni (Kur’ân’ı) dinledikleri zaman, (aslında âşınâ olup da) tanıdıkları bu haktan dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. ‘Rabbimiz! Îmân ettik; artık bizi (hakka) şâhid olanlarla beraber yaz.” derler. Hem bizler Rabbimizin bizi sâlihler zümresiyle beraber (Cennet’e) koymasını (derin bir arzu ve iştiyakla) ümit ederken, neden Allah’a ve bize gelen hakka îmân etmeyelim ki ?” (Mâide süresi: 82-85.)
Yani onlar duydukları hakka ve hakikatlere îmân etme- yi engelleyen hiçbir sebep görmedikleri gibi, ayrıca sâlihler zümresinin güzel olan âkibet ve gamsız olan sürurlarını biliyor, onların bu yüksek hâllerine ortak olma arzu ve iştiyâ- kını duyuyor ve bunu îmân etmeyi gerektiren yüksek bir gerekçe olarak görüyorlardı.
Nitekim en muteber ve en sağlam kaynaklarda nakledil- diğine göre, İlk Muhâcirler, sırf dinlerinin gereklerini özgürce yaşamak maksadıyla Habeşistan’a hicret ettikleri zaman, Mekke müşrikleri hemen harekete geçip onların arkalarından bir heyet göndermiş ve bununla Habeş Kralı olan Necâşî’yi etkilemek ve onu Muhâcirlerin aleyhinde tahrik etmek istemiş ve ondan Muhâcirlerin ilticâlarını kabul etmemesini ve onları ülkesinde barındırmayıp kendilerine iâde etmesini talep etmişlerdi.
Bunun üzerine Necâşî, hem ilme hem de ibâdete düşkün olan ileri derecedeki bilginlerle bir meclis tertip etmiş ve Müslümanlarla müşrikleri birlikte dinlemek üzere hepsini oraya çağırmıştı.
İşte tertiplenen bu mecliste Necâşî, Müslümanlara ‘Sizin Peygamberiniz ve Kitâbınız, Hz. Meryem ve Hz. Îsâ hakkında ne diyor?’ diye sorduğunda, Müslümanlar adına Hz. Ca’fer (r.a.), Hz. Meryem nâmına Kur’ân’da bir sûrenin olduğunu söylemiş ve o tatlı nağmesiyle ve yanık sesiyle Meryem Sûresinin 16-34. âyetlerini, arkasından da Tâhâ Sûresinin ilk dokuz âyetini okumuştu.
Hz. Ca’fer (r.a.) bir taraftan bu âyetleri okurken, diğer taraftan Necâşî ve yanındaki bilginler duydukları haşyet ve marifet karşısında, derinden derine düşünmeye ve sonunda okunan âyetler karşısında kendilerini tutamayıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamışlardı.
Hem yıllar sonra bu Necâşî, Medine-i Münevvere’ye yetmiş kişilik bir heyet göndermişti. Bu heyet Medîne’ye geldiğinde Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem onlara Yâsin Sûresini okumuştu. İşte onlar da okunan âyetler karşısında etkilenmiş ve yıllar önce ağlayan kralları Necâşî ve ileri gelen bazı bilginleri gibi ağlamışlardı.
İşte Cenabı Hak, onların bu marifet dolu samimi hallerini Kur’ân’ında böyle ebedîleştiriyor ve yüce nâmlarını böyle destanlaştırıyor.
Şimdi siz, Yüce Allah’ın ezelî ve ebedî kelâmında tebrik ve tebcil ettiği ve sabah-akşam Yüce Allah’a ibâdet etme ve O’na duâda bulunma hususunda onlara benzemeye çalışalım diye bizlere örnek olarak gösterdiği o Mübârek Sahâbîler ve benzerleri gibi olmak istemez misiniz?
Hem siz, Yüce Allah’ın Kur’ân’da tebrik ve tebcil ettiği ve örnek olarak gösterdiği Necâşî ile ilim ve ibâdeti beraber götüren o bilginler gibi, hakka ve hakikatlere karşı aynı arzu ve iştiyâkı duymak, aynı saygıyı ve duyarlılığı göstermek ve bu vesile ile nâmınızı ebedîleştirmek istemez misiniz?
Hem gözleri kamaştırıp akılları hayrete düşüren ve kalbin zarlarını çatlatan kâinattaki şu eksiksiz İlâhî cemâl ve kemâl tecellîleri karşısında, yükseklerden gelip dökülen sular gibi çağlamak, susuzluktan çatlayacak hâle gelen toprağı yeniden yeşertmek ve canlandırmak ve uğradığınız her yeri zümrüt yamaçlara veya yemyeşil vâdilere dönüştürmek ve böyle şerefli bir hizmetle arkadan gelen neslin hâfızalarında bir hâtıra bırakmak istemez misiniz?
İşte bunun yolu, Yüce Mevlâ’nın rızâsıyla yetinmek, ma’rifet dolu bir rûha sâhip olmak ve keyfiyetli bir hayat sürdürmektir.
* * *