***
DIŞARDA
Points: 6.328, Level: 51
Level completed: 89%,
Points required for next Level: 22
Overall activity: 0%
Achievements

Âyetü’l-Kürsî Anlam ve Mâhiyeti Önemi ve Fazileti Tefsiri
 Y E T Ü’ L - K Ü R S Î
Kürsî ve Allah’ın Kürsîsi, Âyetü’l-Kürsî; Anlam ve Mâhiyeti
Âyetü’l-Kürsî; Önemi ve Fazileti
Âyetü’l-Kürsî; Tefsirlerden İktibaslar
Âyetü’l-Kürsî’deki İlâhî Sıfatlar ve İzahları
“Allah, başka ilâh yoktur; illâ O (vardır). O, Hayy’dir/Diridir (ezelî ve ebedîdir), Kayyûmdur (yaratıkların bütün işlerini düzenleyicidir. Yaratmada, rızık vermede mahlûkatın yegâne sahip ve hâkimi olup her şey O’nun sâyesinde ayakta durur). Kendisini ne uyku yakalar, ne de uyuklama. Semâvât ve arzda bulunanların hepsi O’nundur. O’nun izni olmaksızın yanında kim şefaat edebilir? O, kullarının yapmakta olduklarını ve önceden yaptıklarını bilir (O’na hiçbir şey gizli kalmaz, bütün yaratılmışların dünyadaki bütün yaptıklarını, açıklayıp gizlediklerini, arkalarındakini, yani âhirette olacak şeyi bilir). O’nun dilemesi hâriç, insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilip kavrayamazlar. O’nun kürsüsü (tahtı, ilmi) gökleri ve yeri kuşatıp içine alır, onları (gökleri ve yeri) koruyup gözetmek kendisine ağır gelmez. O, çok yücedir, çok azametlidir/büyüktür.” (2/Bakara, 255)
Kürsî ve Allah’ın Kürsîsi, Âyetü’l-Kürsî; Anlam ve Mâhiyeti
Kürsî ve Allah’ın Kürsîsi: Kürsî; Taht, koltuk demektir. Kök anlamıyla üst üste katlanmayı, bir araya toplanmayı belirtir. Belli parçaların bir araya toplanmasından, üst üste eklenmesinden oluştukları için sandalye, koltuk, taht gibi üzerine oturulacak eşyaya kürsi denilmiştir. Mecâzî olarak da ilim, güç, egemenlik, sultan gibi anlamları dile getirir. Kur'an'da Allah'ın da bir kürsisi olduğu, bu kürsinin gökleri ve yeri içine aldığı belirtilir (2/Bakara, 255). Sözkonusu âyet bu özelliği nedeniyle Kürsi Âyeti (Âyetü'l-Kürsi) olarak adlandırılır.
Allah'ın kürsîsinin mâhiyeti hakkında Kur'an'da bilgi verilmez. Hz. Peygamber (s.a.s.)'den gelen rivâyetlerde de bu konuda bir açıklama yoktur. Taberî'nin kaydettiği bir hadise göre yedi gök kürsi içinde bir kalkan içine atılmış yedi dirhem gibi kalır. Ebû Zer'in rivâyet ettiği bir hadis de Kürsi'nin arş karşısındaki durumunu belirler: "Arş içinde Kürsi, yeryüzünde bir çölün içine atılmış demir bir halka (yüzük) kadardır" (İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azım, I, 309).
Âyetü'l-Kürsî'de sözkonusu edilen Allah'ın Kürsisi'ne müfessirlerce getirilen yorumlar başlıca dört görüş çevresinde toplanır. Râzi'nin özetlediği (Tefsir-i Kebir, Ankara, 1989, c.5, s.420-421) görüşlerden birincisine göre Kürsi, gökleri ve yeri kaplayan büyük bir cisimdir. Bu görüştekilerden Hasan el-Basri ayrıca Kürsi'nin Arş ile aynı şey olduğunu söyler. Ona göre üzerine oturulması nedeniyle tahta bazen arş, bazen de kürsi denmektedir. Bazı bilginler Hasan el-Basri'ye karşı çıkarak kürsi ile arşın ayrı şeyler olduğunu savunurlar. Bunlardan bazıları Kürsî'nin Arş'ın altında, yedinci semanın üstünde olduğunu söylerken, İmam Süddî'nin de içinde olduğu diğerleri yerin altında bulunduğu görüşünü öne sürerler. Said İbn Cübeyr'in rivayet ettiğine göre ibn Abbâs Kürsî'nin Allah'ın ayakların koyduğu yer olduğunu söylemiştir.
İkinci görüş Kürsi'yi Allah'ın hükümranlığı, kudreti ve mülkü olarak yorumlar. Kürsi'nin cisimliğini redde yönelik bu görüşe göre ulûhiyyet (tanrılık) ancak kudretle olur ve oturulan yere kürsî dendiği gibi bazan üzerine oturana da kürsi adı verilir. Bu nedenle Allah'ın Kürsi'si O'nun hükümranlığına, dolayısıyla kendisine işarettir.
Üçüncü görüşe göre: Kürsi Allah'ın ilmidir. İlim, âlimin dayandığı şey olması bakımından kürsi olarak adlandırılır. Kendisine güvenilen, dayanılan âlimlere de kürsiler (kerasi) denilir. Bu nedenle âyetteki Kürsi Allah'ın ilmini ifade etmektedir.
Kürsi'nin Allah'ın büyüklüğünü, ululuğunu dile getirdiği yolundaki yorum dördüncü görüşü oluşturur. Keffâl'in diğerlerine yeğlediği bu görüşe göre Allah, büyüklüğünü anlatmak için insanların kolayca anlayabileceği benzetmeler yapar. Allah'ın evi (Beytullah, Kâbe), Allah'ın eli (Yed'ullah, Hacerü'l-Esved) gibi deyimler de aynı amaçla kullanılır. Bunları maddi anlamlarıyla anlamak doğru değildir ve kişiyi tecsim (Allah'ı cisim gibi düşünme) ve teşbih (Allah'ı insana benzetme) yanlışına götürür.
Müfessirlere göre Kürsi konusunda nassa dayalı bir delil olmadıkça te'vile gitmek doğru değildir. Bu nedenle Kürsi'ye ilişkin âyetin açık anlamına uygun ilk görüşün doğru kabul edilmesi gerekir. Ancak bu görüşten yola çıkarak Allah'ın cisim olduğu, insanlara benzediği gibi bir sonuca varmaktan da sakınmak gerekir. (Ahmet Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 424-425)
Âyetü’l-Kürsî: Bakara sûresinin iki yüz elli beşinci âyetine Âyetü’l-Kürsî denir. Âyette geçen kürsî tâbirinden dolayı bu ismi almıştır. Kur'an-ı Kerîm'in bütünü içinde ayrı bir fazîleti olan bu ayet hakkında Resulullah'tan bazı hadisler nakledilmiştir.
Bu âyet-i kerîmede Cenâb-ı Allah'ın yüceliği, sıfatları, kâinatta meydana gelen büyük olayların tamamen onun iradesi doğrultusunda vukû bulduğu, onun isteği ve izni olmadan hiç bir kimsenin başkasına şefaat edemeyeceği, O'nun kürsüsü, göklerde ve yerdekilerin ona ait olduğu hakkında bilgi verilmektedir.
Âyetü’l-Kürsî; Önemi ve Fazîleti
Âyetü’l-Kürsî’nin kelimeler dizisi içinde taşıdığı en önemli sırlardan biri; Kelime-i Tevhid’dir. Lâ ilâhe illâllah anlatımını, Hayyu’l-Kayyûm esmâ-i İlâhîsi ile başlayıp Aliyyu’l-Azîm esmâsında tamamlamasıdır. Yalnız madde ilimlerindeki tıkanıklık bile bu çift çift verilen iki esmâyı anlamamaktan doğmaktadır denilebilir. Âyetü’l-Kürsî, bu iki çift İlâhî sıfatı, satırlarındaki hârika âhenk içinde perde açmaktadır.
Bu yüce âyet, evrenlerin her katında geçerli olan bir sigortadır. Yüce Rabbimiz’in âlemler üzerindeki tasarrufu ve mutlak hâkimiyet ve mâlikiyet gerçeğini çok açık bir şekilde dile getiren âyet, bu yönüyle iman ve amel tarzımızda da fevkalâde önemli bir anahtardır. Âyetü’l-Kürsî’yi ezberlemek, hatta mânâsını bilmek kadar, bir hataya düştüğünde onun engin tâlimâtını hatırlayarak hemen gerçeğe dönmemiz gerekir. Böylece Âyetü’l-Kürsî’nin gönlümüzdeki sigortasına sığınmış oluruz.
Âyetü’l-Kürsî, insanın gönlünde yer eden putlardan kişiyi arındırdığı gibi; kadere imanda da mü’mini en doğru çizgiye çeker. Kader gibi kavranması çok zor bir konunun en net açıklanması yine Âyetü’l-Kürsî’dedir. Âyetü’l-Kürsî, hep aziz sandığımız canımızı korumak için okunuyor. Halbuki, bu âyet canımızdan çok aziz olan imanımızın sigortasıdır. Âyetü’l-Kürsî’nin sonsuz sırrından yararlanmak için; özünde, gönlünde, çok içten, samimi bir imana sahip olmalı; ve onun mânâsını çok iyi bilip ona göre amel etmeye gayret etmelidir.
Âyetü’l-Kürsî, imanı koruyan sırlar taşır. Bilindiği gibi, imanın temeli tevhiddir. İnsanlar iman ettikten sonra tevhide karşı sıcak ilgilerini korumak zorundadır. Ancak olaylar karşısında, özellikle İslâm dışı düzen ve çevrenin sardığı günlük yaşamın akışı, çok kere nefsin tevhide saygısını sarsar ve de zaman içinde iman yavaş yavaş solar. Bu sarsıntının temelinde yanılgıların tümünü Âyetü’l-Kürsî yok etmektedir.
İmanımızı tehdit eden noktalara bir göz atarsak; İman edip tevhidi, yani Allah’tan başka gerçek anlamda güç olmadığını tasdik ettikten sonra, günlük hayatımızda hâlâ bazı etkileri güç sanabiliriz. Bunun en çok rastlanan örneği para ve siyasal güçlerdir. Bazı insanlar tâ Hz. İbrâhim devrinden beri siyâsî güçlere/tâğutlara teslim olmuş, bunları kaderlerini etkileyen kuvvetler olarak görmüşlerdir. Tüm peygamberler bu yanlış kanaati silmek için mücâdele vermişlerdir. Günümüzde tevhîdî imanı canlı tutan tek din İslâm’dır. İşte Âyetü’l-Kürsî, zâhirdeki etkiler karşısında yanılgıya kapılmamayı emrediyor. Âyetü’l-Kürsî okuyan bir insan, -eğer okuduğunu şuurla okuyor ve anlamını düşünüyorsa- onun kalbe verdiği mesajları aracılığıyla tevhide sarılır ve hiç şaşmaz. Böylece Âyetü’l-Kürsî’nin koruyucu hikmetindeki en önemli sır tahakkuk eder. Âyetü’l-Kürsî’nin ve dolayısıyla Hayy ve Kayyûm olan Allah’ın isimlerinin tevhîdî bir imanla okunup değerlendirildiği durumda, iman zaaflarından insan korunmuş olur. Kalpteki diriliğin kımıldadığı hissedilir, diriliş ve canlanış insanı bütün yönleriyle etkiler. Âyetü’l-Kürsî’nin koruyuculuğundan yararlanmanın temel şartı, tevhid konusunda hataya sapmamaktır. Yani Allah’tan başka etkilere kulluk etmemektir. Âyetü’l-Kürsî’nin koruma sırrı, tevhid sırrında gizlidir. Bu âyet okundukça iman güçlenir, iman güçlendikçe bu âyetin hızfı, emân ve hikmeti okuyanı himâyesine alır.
Namazlardan sonra ve tesbihden önce Âyetü’l-Kürsî okumanın bir büyük hikmeti ise, bir tarz iman tazelemedir. Asr-ı Saâdetteki İslâm kahramanlarının çağımız mü’minlerinden en önemli farkı, tevhiddeki ihlâstır. Bu tevhîdî ihlâs, bu yüce âyette en güzel şekilde ifade edilmiştir. (Haluk Nurbaki, Âyete’l-Kürsî Yorumu, s. 7-
Âyetü’l-Kürsî’nin Fazîletiyle İlgili Hadis-i Şerifler
“Kur’an’ın en fazîletli âyeti Bakara sûresindeki Âyetü’l-Kürsî’dir. Bu âyet, bir evde okunduğu zaman şeytan oradan uzaklaşır.” (Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’an 2)
“Âyetü’l-Kürsî, Kur’an âyetlerinin şâhıdır/zirvesidir.” (Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’an 2)
İbnü’l-Aska’ şöyle der: "Adamın biri Hz. Peygamber'e gelip Kur'an'ın en faziletli âyeti hangisidir?' diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Allahu Lâ ilâhe illâ huve'l-Hayyu'l-Kayyûm...” (Müslim, Müsafirîn, 258; Ebû Dâvûd, el-Huruf ve'l-Kırâa 35; Ahmed bin Hanbel, V/142).
Rasûlullah (s.a.s.) bir defa Kâ'b oğlu Ubey'e, ezberinde olan âyetlerden hangisinin daha yüce olduğunu sormuş, "Allah ve Resulu daha iyi bilir" cevabını alınca, soruyu tekrar etmiş, bunun üzerine Ubey, bildiği en yüce âyetin "Allahu lâ ilâhe illâ hüve'l-Hayyu'l-Kayyûm" olduğunu söylemiştir. Resulullah (s.a.s.) aldığı cevaptan memnun olarak Ubey'in göğsüne vurarak “Ey Ebû Münzir! İlim sana mübârek/kutlu olsun.” buyurmuştur. (Müslim, Salâtu’l-Müsâfirîn 258, hadis no: 810; Ebû Dâvûd, Vitr 17, Salât 352)
“Her şeyin zirvesi/şerefesi vardır. Kur’ân-ı Kerim’in zirvesi de Bakara sûresidir. Bu sûrede bir âyet vardır ki, Kur’an âyetlerinin efendisidir: Âyetü’l-Kürsî.” (Tirmizî, Sevâbu’l-Kur’an 2, hadis no: 2881)
“Allah’ın en büyük ismi (İsm-i A’zam’ı) -ki Allah, onunla kendisine duâ edilince icâbet buyurur, onunla bir şey istenince verir- şu üç sûredir: el-Bakara, Âl-i İmrân ve Tâhâ sûreleri.” (Râvî Ebû Ümâme ilâve ediyor: “Ben o İsm-i A’zam’ı aradım: el-Bakara sûresindeki Âyetü’l-Kürsî, Âl-i İmrân sûresindeki “Elif Lâm Mîm. Allahu lâ ilâhe illâ hû. El-Hayyu’l-Kayyûm” ve Tâhâ sûresindeki “Ve aneti’l-vücûhi li’l-Hayyi’l-Kayyûm” (20/Tâhâ, 111) buldum (yani İsm-i A’zam; Hayy ve Kayyûm isimleridir). (Kütüb-i Sitte, c. 3, s. 329)
“Kur’an’da en büyük âyet, Âyetü’l-Kürsî’dir. Bunu kim okursa, Allah o anda bir melek gönderir, ertesi güne kadar iyiliklerini yazar ve günahlarını siler. Bu âyet, bir evde okunsun da şeytanlar onu otuz gün bırakmasın, bu olmaz ve kırk gün ona sihirbaz kadın da, sihirbaz erkek de giremez, ey Ali! Bunu evlâdına, âilene ve komşularına öğret, bundan büyük bir âyet nâzil olmadı.” (Ahmed bin Hanbel, V/142, 178)
“Kim farz olan her namazın ardından Âyetü’l-Kürsî okursa, ondan sonraki namaza kadar mahfûz kalır, korunur.” (Kütüb-i Sitte, c. 3, s. 329)
“Kim sabaha çıkınca Âyetü’l-Kürsî ile Hâ Mîm; Tenzîlu’l-Kitâbi min’allahi’l-Azîzi’l-Alîm sûresinin (40/Mü’min/Ğâfir Sûresi) evvelindeki iki âyeti okursa o gün akşama kadar (kazâ ve belâlardan) mahfûz kalır. Kim de akşama girince onları okursa o gece sabahlayıncaya kadar mahfûz olur.” (Kütüb-i Sitte, c. 3, s. 329)
“Uyurken Âyetü’l-Kürsî’yi okuyana şeytan yaklaşamaz.” (Kütüb-i Sitte, c. 9, s. 313)
“Günlerin efendisi Cuma günü, sözlerin efendisi Kur’an, Kur’an’ın efendisi Bakara Sûresi, Bakara Sûresinin efendisi de Âyetü’l-Kürsî’dir.” (Râmûzu’l-Ehâdîs, 302)
Ebû Hüreyre’nin rivâyet ettiği uzun bir hadis-i şerife göre, koyu bir yalancı vasfından dolayı şeytan diye belirtilen birinin, Peygamberimiz tarafından doğruluğu tasdik edilen bir sözü aktarılır. Bu rivâyete göre; “Allah’ın, onu okuyana sevap verip faydalandıracağı bir şey olarak belirtilen Âyetü’l-Kürsî’yi, yatağa girdiğinde sonuna kadar okumak tavsiye edilmiş, bunu yapan kimse üzerine Allah’ın muhâfız bir melek dikeceği, sabah oluncaya kadar o kimseye şeytanın yaklaşamayacağı” belirtilmiştir. (Buhârî, Vekâle 10)
Ebû Eyyûb (r.a.)’den de Ebû Hüreyre rivâyetine benzer bir rivâyette, Rasûlullah’ın “Doğruyu söylemiş” diye tasdik ettiği söz, şöyle ifade edilir: “Âyetü’l-Kürsî’yi evinde oku. O takdirde sana ne şeytan, ne başkası yaklaşabilir.” (Tirmizî, Sevâbu’l-Kur’an 3, hadis no: 2883)
Âyetü’l-Kürsî; Tefsirlerden İktibaslar
Allah o biricik hak mabuddur ki, gerçekte ondan başka hak mabûd yoktur, çünkyok olmaktan ve ölümlü olmaktan uzak, hayy ve kayyûm (diri ve bütün kâinatın idaresini bizzat yürüten) ancak O'dur. Ezelden ebediyete (sonsuza) kadar bütün hayat ve ebedilik O'nun zatı ile zatından dolayı kaim, vâcibülvücuttur, (varlığı zatının gereğidir) ve her an tüm varlık âlemini idare eden ve herşeyi ayakta tutan ancak O'dur. O olmasaydı ne hayattan eser olurdu, ne de varlık âleminden. ilâhî hayat, ilim ve iradenin başlangıcı olan ezeli bir sıfattır.
Kayyûm: “Kıyâam”dan "Fe'ûl" vezninde (kalıbında) bir mübâlağa kipidir ki, kendi kaim, diğerleri mukim (ayakta tutan) ve mukavvim (yöneten) demektir. Ve bunda eşyanın ayakta durmasının ilâhî kıyamda fani olduğuna lafzında bir ima (işaret) vardır. İbni Sina bunun vâcibü'l-vücud kavramına eşit olduğunu söylemiş ise de, buna vâcibü'l-vücud kavramının, kendinden başka, ondan ayrılmaz bir kavramı olan, külli mucid (herşeyi yoktan var eden) külli müdebbir (herşeyi idare eden, yöneten) gibi diğer kemal kavramlarının hepsi de anlam itibariyle dahildir. Âyetin devamı bunun açıklamasıdır. Ve bu isimlerin "İsm-i A 'zam" olduğu da söylenmiştir. O öyle bir hayy ve kayyumdur ki, O'nu ne gaflet basar, ne uyku; daima âlim, daima habir (her şeyden haberli)dir. Göklerde ve yerde, yukarılarda, aşağıda ne varsa O'nun; görünür, görünmez, bütün varlık O'nun mülküdür. Tüm sebeb O, tüm gaye O, herşeyin maliki olan O; Allah'ın mülkü olan bu yaratıklardan kimin haddi ki Allah'ın izni olmaksızın yüce huzurunda şefaat edebilsin, bu halde hangi budaladır ki Allah'ın emri olmadan bunların birinden şefaat dilenebilsin. Çünkü Allah yukarıların aşağıların, önlerindekini ve arkalarındakini, geçmişlerini, geleceklerini bildiklerini ve bilmediklerini bilir, O'nun ilminden gizli hiçbir şey yoktur. Bunlar ise O'nun bildiklerinden hiçbirini bilemezler. Ancak dilediği kadarını kavrayabilirler. Bu bakımdan bizzat O'nun izni ve emri olmadıkça herkes başından korkmadan nasıl şefaate kalkabilir. Herhangi bir şeyde ister bir parça tasarrufa kimin yetkisi olabilir. Ancak bu, O'nun iznini ve emrini almış sevgililerinden olabilir. Bilindiği üzere şefaat hürmete layık birinin kendinden düşük bir diğeri hesabına rica ve yakarma ile yardım ederek O'na katılması demektir ki, bu bir bilinmezi bildirmek veya bir isteği ortaya çıkarma ile bir beraberlik anlamını kapsar. Bunu da kendini ve kıymetini bilen ve şefaat olunan kimseye şefaat istenenden daha çok bir ilişkisi bulunan ve zarar getirmeyeceğinden emin olan kimseler yapabilir. Oysa Allah'ın mülkü olan şu yaratıklardan herhangi biri ile Allah'tan daha çok birlikte bulunmaya ve O'na bilgiçlik satmaya ve ilerisini gerisini tamamen idrak etmeden ve önünü ardını hesap etmeden ilâhî huzurda kendine bir mertebe verip de şefaate kalkışmak, gerek şefaat eden ve gerek şefaat olunan için ne kadar tehlikelidir? Eğer Allah bildirmemiş ise şefaat edecek olanın hâli, şefaat edilecek olandan daha çok endişeye değer olmadığı nereden bilinir? Bu hâl içinde, isterse melekler ve peygamberler olsun, kimdir o ki Allah'ın izni ve güç vermesi olmadan önünü ardını hesaplamayıp Allah'ın kullarına Allah'tan daha çok sahip çıkma, koruma yetkisini kendinde görsün de şefaate cesaret edebilsin. Ancak Cenab-ı Hak dilerse, özel veya genel şefaate ilâhî irade çıkar da kendilerine bildirilmiş bulunursa o başka... Demek ki yüce Allah'ın ululuğundan şefaat umulamaz değildir. Fakat şefaat da herkesten önce O'nun kendi elindedir ve O'nun izni ve emri ile gerçekleşebilir. O zaman şefaat kapısı açılır. Ve şefaat etmesine izin verilenler kendi dilediklerine değil, yine Allah'ın dilediklerine şefaat imkânını bulabilir. Bundan anlaşılır ki önce, hak tanımayan Allah düşmanlarının kendilerine şefaat etmesi umulan bir Allah dostu bulabilmelerine, bunun gibi müşriklerin putları gibi ilim şanından olmayanların şefaatçı olabilmelerine, asla ihtimal yoktur. Sonra kendisine izin verilebilecek her şefaatçinin şefaat sınırı da Allah katındaki derecesi ve o oranda elde edebileceği izin ve gücün kapsamı ile uyumlu olabilecektir. Bu bakımdan eninde sonunda izin çıktığı zaman en genel biçimde şefaat sahibi, yukarda peygamberlerin makâmları hakkındaki ilâhî açıklamadan anlaşıldığı üzere, hepsinin üstünde "sâhib-i derecât" (dereceler sahibi) olan Resulullah, peygamberlerin en üstünü olabilecektir. Bu konudaki naslara göre, Cenab-ı Hak O'na şefaat için izin isteme yetkisini de bahşetmiş ve en yüksek peygamberlik makamı, "Şefaat-ı uzmâ" en büyük şefâat makâmı olmuştur ki, Makam-ı Mahmud'a şefaat hadisi gelecektir. Allah öyle bir ilim ve saltanat sahibidir ki, hükmünün tecelli yeri olan kürsüsü bütün gökleri ve yeri geniş geniş tutmuştur. Yerlerde ve göklerdeki bütün varlıklar ve cisimler içinden, dışından hep bu kürsü ile kuşatılmıştır. Herbirinin kıyamı (ayakta durması) onun içindedir. Bu arada hiçbir nokta bulunmaz ki, orada yüce Allah'ın kürsüsünün hükmü geçerli olmasın. Yeryüzünün içinden çıkamayan insanlar onun yerleri, gökleri kuşatmış kürsüsünü nasıl kavrarlar. "Onlar Allah'ı, gereği ve lâyıkı biçimde takdir etmediler. Halbuki kıyamet günü bütün yeryüzü O'nun tasarrufundadır. Gökler O'nun kudretiyle dürülmüş olacaktır. O müşriklerin ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir." (39/Zümer, 67)
Gökler ve yeryüzü denince hapsedilmiş birisi gibi bunlarla her taraftan kuşatılmış olan insanlar madde ve kuvvetin, duygunun, hayalin, kuruntunun, aklın, tasavvurun, hükmün ve bütün itibarî belirlemelerin içinden son sınırına dayanır. Bunların ötesi deyince kayıtsız şartsız, kalbî bir merakla sonsuz bir ortama, sınırsız mutlak bir emel sahasına geçmek için çırpınırlar. İnsanlar kendilerince, yerkürenin küçük bir parçası üzerinde bile bir devlet ve hükümet ele geçirip idare ve muhafaza etmenin ne kadar zor bir iş olduğunu ve asırlardan beri gelen nice nice devletlerin, milletlerin bu yüzden memleketlerini koruyamayarak yıkılıp gittiklerini görüp bildiklerinden nihayet tasavvur edemedikleri bu göklerin ve yerin bir kabza-i tasarruf (tasarruf avucun)da vahdet kürsüsünden bir saltanat ile idare olunur bir memleket olduğunu düşündükleri zaman, "koruması ne kadar zor ve ağırdır" gibi bir zanna düşebilirler. Fakat o ilâhî kürsü, bütün gökleri ve yeri tutmuş olmakla birlikte, bu gökleri ve yeri o vahdet (birlik) kürsüsünden tasarruf avucunda tutup muhafaza etmek ve korumak Allah'a ağır da gelmez. O'nun için bu hiçbir şey değildir. O şanı yüce Allah pek yüksek, pek büyüktür. Biricik yüce, biricik ulu olan ancak O'dur. Bu bakımdan bundan başka gerçek bir ilâh nasıl mümkün olur? Ve buna karşı başkalarına tapılıp da şefaatleri nasıl umulur? Ve böyle yapan kâfirler ne kadar bedbahttır!
Bu âyete " Âyetü'l-Kürsî" denilir ve bundan dolayı bu sureye "Sûretü'l-Kürsî" de denilir. Görüldüğü üzere bu âyet, ilâhî saltanatın ve hükümdarlığın son derece açık ve özet anlatımını ve Allah Teâlâ'nın zatını ve sıfatını hem tarif ve hem gökler ve yeryüzünün ve çevrelerinin yaratılması, ayakta durması ve düzeni, miktar ve genişliğini muhafazası, hayat sırrı, ilim sırrı, hakimiyet sırrı vb. gibi maddî ve manevî kuvvetlerinin son derece açık şahitliği ile isbat ederek bütün ilâhiyat meselelerinin ana noktasını, Allah'ın kürsüsü gibi geniş bir kapsam ile kapsamış bulunduğundan bütün Kur'ân âyetleri arasında konusu ile uygun olmak üzere en yüksek bir şeref ve kıymete sahiptir Nitekim Rasûlullah (s.a.s.): "Kur'ân'da en büyük âyet, âyetü'l-kürsidir. Bunu her kim okursa, Allah o saat bir melek gönderir, ertesi güne kadar iyiliklerini yazar ve günahlarını siler. Bu âyet bir evde okunsun da şeytanlar onu otuz gün bırakmasın, olmaz ve kırk gün ona ne sihirbaz kadın, ne sihirbaz erkek girmez, ey Ali bunu evladına ve ailene ve komşularına öğret, bundan büyük bir âyet nazil olmadı"; "Her kim farz namazların her birinin arkasında âyetü'l-kürsîyi okursa onu ölümden başka cennete girmekten engelleyecek hiçbir şey kalmaz. Yani ölünce doğru cennete gider ve ona ancak sıddık veya abid olanlar devam eder. Ve bunu her kim yatağına yatarken okursa Allah onu kendisine ve komşusuna ve komşusunun komşusuna ve etrafındaki evlere emin kılar"; "Günlerin efendisi cuma günü, sözlerin efendisi Kur'ân, Kur'ân'ın efendisi, Bakara Sûresi, Bakara Sûresinin efendisi de âyetü'l-kürsîdir." buyurmuştur.
Kürsî: Sözlükte, üzerine tek başına oturulan belli bir şeydir ki, aslında taht ve şerefli ilmin ayni şekilde olan özel ve seçkin makamı demektir. İlmin kendisine ve âlime de denir. Daha sonra iskemle ve sandalye gibi şeylere de bu isim söylenmiştir. Dilimizde en çok ilim makâmında kullanılmıştır. Herhangi bir şeyin aslına ve toplandığı yere de kürsi denir. Nitekim memleket kürsisi, "başkent" anlamına gelir. Bunun aslı olan "kürs" kelimesinde bir araya toplanıp karışma ile keçe gibi giriftleşip sağlamlaşmak mânâsı vardır. Kısaca gerçek mânâsıyla kürsi, ancak bir kişinin oturabildiği en yüksek bir çeşit sandalyedir. Bundan dolayı, yerleri gökleri kaplamış bir kürsi düşüncesinin, bu bilinen mânânın aynı olmayacağı da şüphesizdir. Aynı zamanda bu kelimenin bize bir hakimiyet (egemenlik) ve saltanat, bir ilim, bir şeref ve büyüklük ve söz geçerliliği anlamı ifade ettiğinde de şüphe yoktur. Biz bir memlekette bir kürsi, bir taht düşündüğümüz zaman, önce bir memleket, ikinci olarak onun içinde bir başkent, üçüncü olarak o başkent içinde bir arş, bir saray, dördüncü olarak o saray içinde bir taht, beşinci olarak o taht üzerinde hükmü elinde bulunduran bir hükümdar, altıncı olarak bu hükümdardan bütün memleketi kapsayan bir nüfuz tasavvur ederiz ki, bunda hükümdar, zarf zarf içinde memleketle tamamen kuşatılmış ve aynı zamanda nüfuzuyla o memleketi kuşatmıştır. Bunda en çok hayrete değer nokta da, bir şeyin hem kuşatan ve hem de kuşatılan olabilmesindeki sırdır ki, ilmin kendisinde de vardır. Ve bu nokta insanlara, Allah'ın birliğini en güzel şekilde telkin edecek olan bir işarettir. Âyetü'l-kürsî, bize bu mânâyı telkin etmekle beraber gösteriyor ki, Allah'ın mülkü göklerle yerdir. Fakat Allah'ın kürsisi, bunlarla kuşatılmış değil, onları kuşatmaktadır. Bizim kürsi düşüncemizin aksinedir. Allah'ı düşünürken hep kuşatılmış olanlardan, kuşatıcıya doğru geçmelidir. Taht veya başkent, göklerle yer memleketini kuşatmış; Arş, tahtı kuşatmış; Rahmân olan Allah, Arşın içinde değil, üzerinde ve Allah hiç kuşatılmış değil, hep kuşatıcı ve yöneticidir ve öbüründeki zıtlığı kaldıran budur. Şu halde Allah'ın kürsisi, bize ancak bir isim ve kuşatılandan kuşatana geçerek, nihayet gökler ve yer tasavvurunun ötesinden, kapalı ve tahayyülü imkânsız bir büyüklük kavramıyla bilinebilir. Bunun gerçek mahiyetini tayin edebilmemize imkan yoktur. Bununla beraber tefsirciler, bunun tarifinde birkaç şekil rivayet etmişlerdir. Şöyle ki:
1- Kürsî, gökleri ve yeri kaplamış büyük bir cisimdir. Buna "Arş'ın kendisi" diyenler de olmuştur. Fakat sahih haberler, "Kürsi, Arşın altında ve göklerin üzerinde bir cisimdir." diye gelmiştir. Kürsi, iki ayak yeridir. Süddi'den nakledilmiş olduğu üzere, gökler ve yer Kürsi'nin içinde, Kürsi, Arşın altında ve iki ayağının yeridir. Burada iki ayak yerinin, Arş'ın ayağının yeri olduğu açıktır. Bunu en büyük Ruh'un veya hamele-i Arş'tan (Arşı taşıyan meleklerden) büyük bir meleğin iki ayağının yeri diye gösterenler de vardır. İşte bu iki ayak yeri tarifi, Kürsi'nin başkent, yani hükümet karargâhı mânâsıyla ilgili olduğunu açıkça gösteriyor. Gökler ve yer, bilinen bütün cisim âlemlerinin ifadesi olduğuna göre, bunları kaplamış olan Kürsi'nin içinin bir cisim olması, göklerde ve yerde bilinen cisimlerin, cisimliklerinden başka bir cisimlik demek olduğunu da unutmamak gerekir. Yani Kürsi, boşlukta yer tutan bir cisim değil, yerin kendisi olan bir cisim (bir boşluk) demek oluyor ki, bunun cisimliğinin, madde ile değil, mutlak uzunluk, diğer bir deyimle genel olarak yer ve mekân denilen soyut bir uzaklık ve bütün bir boşlukla tasavvur edilmesi mümkündür. Çünkü mutlak mekân denilen soyut uzaklık, feza, madde uzantısının mahiyetini ifade eden soyut bir uzantıdır. Boyut ve uzantı ise cisimliğin en genel mânâsıdır. Fakat maddî cisimler burada yer tuttuğu halde, bu başkaca bir yerde yer tutmuş değildir ve diğer cisimlerle iç içe bulunması mümkündür. Fakat şu madde âleminde görülen maddî güçler ve varlığa ait işlerin ortaya çıktığı yer de budur. Bütün yüksek cisimler burada yerleşmiş ve aralarındaki esirî âleme (fezada gök cisimleri arasında ışık ve sıcaklığı nakleden, havadan daha hafif cisimlere) varıncaya kadar bütün toplu dalgalar burada bulunmaktadır. Hareket ve sakinlik burada meydana gelmektedir. Ancak zaman ve ruhlar âlemi bundan daha geniştir. Bir zamanlar fen bilgilerine sabit bir kıymet isnad eden ve Allah'ın indirdiklerinin sınırının, fen sınırlarından daha geniş bulunduğunu düşünmeyerek, Kur'ân âyetlerini zamanının fen bilgilerine göre açıklayıp yorumlamaktan zevk alanlar, o zaman kâinatın şekli hakkında Batlemyus'un astronomi ilminin, en yüksek fen bilimi yerinde bulunması ve kendilerinin de bu ilmin mütehassıslarından olmaları dolayısıyla gökleri ve yeri ona göre düşünüp yorumladıkları gibi, Kürsi'nin cisimliği hakkındaki haberleri de o fennin teorileriyle (varsayımlarıyla) açıklamaya çalışmışlar ve dolayısıyla "Kürsi, sekizinci gök olan sâbit gök cisimlerinin bulunduğu gök, Arş da dokuzuncu gök olan Atlas göğü (en büyük gök)dür." diye te’vil etmişler (yorumlamışlar), "Kürside yedi gök, bir kalkan içine atılmış yedi para gibidir.", "Arş'ta Kürsi, büyük bir sahraya atılmış demir bir halka gibi bir şeyden ibarettir." meâlinde rivayet edilmiş olan iki hadisi şerifi de buna delil gibi kabul etmişlerdir. Bugün görüyoruz ki, fennin bu dokuz gök varsayımı gücünü kaybetmiş olduğu halde, Kur'ân âyetleri ve Peygamberimizin hadisleri, gönüllerde yine bugünkü gökler ve yer gibi bütün kıymetiyle ortaya çıkıp durmaktadır. Şu halde bunları, mutlaka kendi bilgilerimizin çerçevesi içine alarak açıklamaya çalışmak, ilmin gereklerine de dinin gereklerine de uygun değildir.
Bu iki hadisi şerif, bize Kürsi'nin, sekizinci gök veya sabit yıldızların bulunduğu gök olduğunu değil, nihayet göklere ve yere göre büyük bir yer, Arş'a göre de pek küçük bir daire olduğunu misal yoluyla anlatmaktadır. Bu yüzden asrımızdaki fen bilimlerine göre buna bir mânâ vermek gerekirse, Kürsi'yi mutlak bir yer mânâsıyla tasavvur etmek, elbette daha uygundur ve bu bizim kendi düşüncemiz değildir. İmam Fahreddin Razi, bu âyette değil, fakat Fatiha tefsirinde Kürsi'yi mekân, Arş'ı da zaman teorileriyle ele almıştır. Çünkü mutlak mekân, gökleri ve yeri içine almış, kaplamıştır. Halbuki bütün mekân uzunlukları, şu andaki bir anlık zamanın içine sığmış, geçmişin ve geleceğin, aralıksız cereyanı içinde bu hâl dairesi (şimdiki zaman çerçevesi) tıpkı büyük bir sahrada küçük bir halka gibi kalmıştır. Bununla birlikte diğer taraftan Kürsi ve Arş'ın manevi değerleri hakkında da rivayetler vardır. İnsan şu görüşleri düşünürken bile farkına varır ki, gökleri ve yeri mekândan başka kuşatan, kuvvet ve kudret, akıl ve ilim ve bunların üzerinde ruh vardır. Ve hatta zaman, mekânı kuşatmış görünürken bunun da ruhta meydana gelen bir durum olduğu ve buna göre ilim ve ruh âleminin, zamanı da kaplayan bir deniz olduğunu takdir eder. Nitekim Kürsi, en büyük Ruh'un veya diğer büyük bir meleğin iki ayağının yeri denilmişti. Şu halde bunların aslı, Arş'ın sınırına dahil ise de, Kürsi'nin Kürsi olması, sırf cisimlikten ve bir uzantıya sahip olmasından değil, bu manevi kuvvetlerin de bir tesellisine sahne olmasındandır. Ve Allah'a nispet edilmesi de bundan olmalıdır. Buna göre:
2- Kürsi, saltanat, kudret ve mülk demektir. Çünkü ilâhlık, ancak kudret ve var etme ile ortaya çıkacağı gibi, dilde de taht ve Kürsi dendiği zaman, doğrudan doğruya egemenlik gücünün kastedildiği vardır.
3- Allah'ın kürsisi, Allah'ın ilmi demektir. Çünkü ilim Kürsisi, taht mânâsından daha çok bilinmektedir ve bu münasebetle ilmin kendisine de mecâzî olarak kürsi denilir. Bu rivayet, İbnü Abbas hazretlerinden nakledilmiştir. İbnü Cerir et-Taberî gibi birçok tefsirciler, bunu tercih etmişlerdir.
4- Bu sözden maksat, sırf Allah'ın yücelliğini ve büyüklüğünü anlatmaktır. Cenab-ı Allah, halka zat ve sıfatlarını tarif ederken, insanların hükümdarlar ve büyükler hakkında alışmış oldukları şekillerle hitap buyurmuştur. Nitekim Kâbe'yi kendine ev yapmış, tavaf ve ziyaretini emretmiştir. Çünkü insanlar, hükümdarlarının saraylarını ziyaret ederler. Hacerü'l-esved'in yeryüzünde "yeminüllah" (Allah'ın eli) olduğunu söylemiş ve öpme yeri kılmıştır. Nitekim insanlar, hükümdarlarının ellerini ve eteklerini öperler. Yine bu türden olarak kıyamet günü kullarının hesaba çekilmesi hakkında, meleklerin, peygamberlerin, şehitlerin huzurda bulunacaklarını ve mizanlar konulacağını söylemiştir. İşte bunlar gibi kendisine de Arş isbat etmiş, "Rahmân olan Allah, Arş'ın üzerine hükmetti." (20/Tâhâ, 5) buyurmuş ve bunu anlatarak, "Meleklerin, Arş'ın etrafını kuşatarak Rablerini hamd ile tesbih ettiklerini görürsün." (39/Zümer, 75), "O gün Rabbinin Arş'ını, onların üzerinde sekiz melek taşır." (69/Haakka, 17), "Arş'ı taşıyanlar ve onun etrafında bulunanlar..." (40/Mü’min, 7) buyurmuş, sonra kendine Kürsi de isnad etmiş, "O'nun kürsisi gökleri ve yeri kuşatmıştır" (2/Bakara, 255) buyurmuştur. Bundan anlaşılır ki, Arş ve Kürsi gibi, benzetmeyi andıran lafızlar (sözler) Kâbe, tavaf ve Hacerül-esved hakkında daha fazlasıyla mevcuttur. Halbuki bunlar da mesela Kâbe'nin "beytullah" (Allah'ın evi) olmasında, Allah'ın, geceyi orada geçirmesi gibi bir benzetme ve cisim mânâsı kastedilmiş olmadığı hususunda nasıl görüş birliği varsa; Arş ve Kürsi hakkında da maksatın, Allah'ın yücelik ve büyüklüğünü anlatmaktan ibaret olduğunda tereddüt edilmemesi gerekir. "Kaffâl" ve "Keşşaf" tefsircileri gibi araştırmacılar da bunu tercih etmişlerdir. Buna göre Kürsi'den maksat nedir, ve nasıl bir şeydir, diye düşünmeye lüzum yoktur. Bu açıklama Cenâb-ı Allah'ı cisim olma şüphelerinden tenzih için pek güzel olmakla beraber, Allah'ın Kürsi'sinin gerçekle delâlet ettiği bir şeyin bulunmadığını kabul etmek de zahire (bu konudaki açık ifadelere) aykırıdır. Evet bilinen gerçek mânâsıyla bir Kürsi, bir taht kastedilmediği yukarıda geçtiği üzere muhakkaktır. Bununla birlikte bir beytullah (Allah'ın evi) bulunduğuna iman etmek gerektiği gibi Allah'ın bir Kürsisi bulunduğuna iman etmek de gereklidir. Bunun az çok cisimle ilgili bir kavramı içermesi Cenab-ı Allah'a -hâşâ- bir cisimlik isnadını gerekli kılmaz. Meselenin ruhu, Kürsi'nin Allah'a nisbetini lâyıkiyle düşünebilmekte, bunun bir "oturma nisbeti" olmayıp bir "Rablık nisbeti" olduğunu anlamaktadır. Âyetten anlaşıldığına göre Allah'ın Kürsisi, bir taraftan maddî cisimler toplamı olan göklerin ve yerin hepsini kaplayıp tutan, cisimleri kuşatan birşeydir. Biz bunun "Kürsi" ismiyle varlığına iman eder ve gerçek mahiyetini idrak edip tam olarak bilemeyeceğimizi anlarız. Diğer taraftan az çok bir tasavvur edinebilme gereğine kanaat getirirsek, Allah'ın Kürsisinde saltanat tahtı ile ilim kürsisi kavramlarındaki mükemmellik içeriklerini bir araya toplama, kısaltma ve fani olma anlamlarını, "Daima diridir, evrenin yöneticisidir.", "O'nun misli gibi bir şey yoktur." ifadelerinin delâletleri gereğince dürüp katlayarak onu mutlak bir ilim ve saltanatın tecelli edeceği (ortaya çıkacağı) bir yer olmak üzere ele alıp düşünürüz. Ve bu bakımdan aslında yüce Allah'ın büyüklüğünün soyut bir tasavvuru değil, kudretinin ortaya çıkış biçiminin de bir ifadesini içine almış bulunduğunu tasdik ederiz. Bütün cisimler, yüksek ve alçak kütleler, Kürsi'nin içinde kaldığından, onun üzerinde hüküm yürüten ilim ve saltanat sahibinin, cisim olmanın üzerinde çok yüce bir varlık olduğunu da kesin olarak anlarız. Ve daha açık olması için Kürsi'nin büyüklüğünü anlatan haberlere bakarak diyebiliriz ki, Allah'ın Kürsisi, göklerde ve yerde görünen bütün maddelerin, kuvvetlerin kaynaşıp durduğu mutlak bir boyut, yani ilim, irade ve kuvvetten soyutlanmış olan sadece mücerret feza değil, bunların tecelli ettiği bir ayna bulunması bakımından mekân ve her şeyin yeri olması muhtemeldir.
Burada yerleşmiş olan Allah değil, gökler ve yer denilen cisimler ve yer işgal eden kütleler toplamıdır. Bunun üzerinde daha geniş olarak zaman uzantısı, akıllar ve ruhlar âlemini içeren ve mukarrep (Allah'a yakın) meleklerle kuşatılmış olan Arş vardır. Ve burası mekân üstüdür. Artık burada cisimlik mânâsı yoktur. Ve "Rahmân olan Allah Arş'a hükmetti." (20/Tâhâ, 5) ifadesinin delâlet ettiği üzere Allah Teâlâ Arş'ın içinde değil, rahmânlık sıfatıyla üzerindedir ve bu üzerinde bulunma, mekânla ilgili olmayan bir üstünlüktür. "Ey Rabbimiz sen her şeyi rahmetinle ve ilminle kuşattın." (40/Mü’min, 7) âyeti gereğince de Allah'ın kuşatması, rahmet ve ilim yönüyledir. Kürsi, bu ilim ve rahmetin, bizim âlemimize bir tecelli yeridir. Bu bakımdan ne Kürsi'nin, ne Arş'ın Allah'la ilgisi bir yer tutma şeklinde değildir.