İnsanlar neyi mühim görürlerse onun üzerine titrerler. Bazı insanların parası çok mühimdir, onun üzerine titrerler. Bazı insanların elbisesi çok mühimdir, onun üzerine titrerlerler, aman kirlenmesin derler. Bazı insanların makamları, mevkileri çok mühimdir, onun üzerine titrerler, aman elimden kaçmasın derler, her türlü yanlışı göze alıp, o makamı muhafaza için çalışırlar.
Ama bütün bunların hepsinden de mühim olan maneviyatımızdır, dini hayatımızdır, dindarlığımızdır. Günahlardan uzak kalmak, sevaplarla, helallarla, İslâmî hizmetlerle iç içe, yüz yüze, kucak kucağa olmaktır. Onun için bizim üzerinde titreyeceğimiz en mühim şey, en öncelikli vasfımız dinî hayatımızdır. Günahların insanı zorlayacağı demlerde, dikkatimizin havailiğe çekileceği devrede kendimize daha çok çeki düzen vermek, dini hayatımız üzerinde daha çok dikkatli olmak mecburiyeti vardır.
Bilhassa hanımlarda görülen bir giyim-kuşam anarşisi, hem o hanımların âhiretini yok ediyor, hem de teşhiri esas alan giyim kuşamlarıyla çevresindeki erkeklerin dikkatini çekmek suretiyle onları da günaha götürüyorlar. Bir bakıma günahlar tek olmaktan çıkıyor, kitlesel günah haline geliyor. Bir Hadis-i Şerifte şöyle buyuruluyor: "Ahir zamanda bir insan mü'min olarak kalkar, kafir olarak akşamlar. Mü'min olarak akşamlar, kafir olarak sabahlar."
Yani insan öyle bir devreye girecek ki, tek başına bir günah işleyecek, fakat o günah tek başına olmaktan çıkacak, büyük kitlesel günah haline gelecek. Mesela, televizyona teşhirci bir kıyafetle çıkan hanım sadece tek başına bir teşhir günahı almıyor, kendini seyrettirdiği, tahrik ettiği, günaha sevkettiği kitlelerin tümünün de günahını yükleniyor. Dolayısıyla bugünkü devrede günahlar teklikten çıkmış, kitlesel günah haline gelmiştir. Böyle devrelerde çok dikkatli olmak, tedbirli olmak gerekiyor, nefse, şeytana prim vermemek gerekiyor. Dini hayatımızın üzerine titrememiz icap ediyor.
Bizleri ayakta tutan dini değerlerimiz, günah sevap, haram helal inancımızdır. Helali haramı tanıyan, günahı sevabı mühimseyen insanlar çevrenin kötülüklerinden, asrın fitnelerinden kendini koruyabiliyorlar. Ama günahı sevabı tanımıyor, haramı helali düşünmüyorsa, Cenneti Cehennemi kaile almıyorsa, hayatının hudutlarını kaldırmış oluyor. O zaman aile içinde kendisi de mesut olamıyor, aile fertlerini de bedbahtlığa itiyor, çünkü aile bağı çözülüyor, sadakat yara alıyor.
Size Cennet hanımlarının efendisi diye geçen Fatıma Validemizden bahsedeyim. Fatıma Validemizden bahsederken Efendimizin konunun içinde olmaması mümkün değildir. Çünkü Fatıma Validemiz, Efendimizin (a.s.m.) biricik kızıdır, nesli ondan devam etmiştir. Fatıma Validemizle Efendimiz (a.s.m.) arasında geçen iki olaydan söz etmek istiyorum. Biri bizi korkutan, biri de sevindiren iki olay. Bu iki olayı düşünürken birisi bize korku veriyor, dikkate sevkediyor. Bir diğeri de ümit veriyor, şevk veriyor, daha doğrusu Kur'ân-ı Kerimin bir ayetini bize hatırlatmış oluyor. "Hem korkutucu ol, hem müjdeleyici ol."
Önce tesettürsüz, dini hayatı tanımayan, Cenneti Cehennemi bilmeyen, günahı sevabı düşünmeyen, nefsinin ve şeytanın esiri olmuş, Batı telkini ve ahlakı içerisinde hayatını sürdüren hanımlara hitap eden birinci meseleyi arzetmek istiyorum.
Fatıma Validemiz, Efendimizin (a.s.m.) biricik kızıdır ve Hz. Ali (r.a.) ile evlidir. Efendimiz (a.s.m.) kızını Hz. Ali'ye gönderirken ona şu nasihatte bulunuyor: "Kızım, sen kocana cariye ol ki, o da sana kölelik etsin."
Yani, sen kocana ev içinde itaat et, sadık ol, hizmet et ki, o da sana ev dışında köle gibi hizmet etsin, sana baksın, senin isteklerini yerine getirsin. Bu şu demektir: Karı koca arasında iş bölümü vardır. Dahilde hanımefendi, hariçte beyefendi çalışacaktır.
İşte Fatıma Validemiz Hz. Ali (r.a.) ile bu anlayış içerisinde evliliğini sürdürüyor. Zaman zaman Hz. Ali ile Fatıma Validemiz, Efendimizi (a.s.m.) ziyarete geliyorlar. Zaman zaman da Efendimiz, damadı Hz. Ali'yle kızı Fâtıma'yı ziyarete geliyor. İşte bu karşılıklı ziyarete gelişlerden birini arzediyoruz.
Birgün Hz. Ali (r.a.) Fatıma Validemizi de yanına alıyor, Efendimizi (a.s.m.) ziyarete geliyorlar. Efendimizin (a.s.m.) hücre-i saadetine girdikleri zaman Efendimizin (a.s.m.) gözyaşları içerisinde ağladığını görüyorlar. Pırıl pırıl gözyaşı döken Efendimiz (a.s.m.) misafirlerine "Hoş geldiniz" diyor, onları bir köşeye oturtuyor, ama kendisi de hıçkırıklar içerisinde ağlamaya devam ediyor. Neden sonra Efendimiz (a.s.m.) teskin oluyor ve Hz. Ali ile Fatıma Validemiz de müteessir olarak Efendimizin (a.s.m.) bu halinden etkileniyorlar ve niçin ağladığını öğrenmek istiyorlar.
Diyorlar ki, "Ya Resulallah, sizin böyle devamlı gözyaşı dökmenize sebep nedir? Sizi bu kadar duygulandıran şey nedir?"
Biliyorsunuz, Efendimiz (a.s.m.) Mekke'deyken Miraca çıkmıştı. Miraçta Cenneti ve Cehennemi de gezmişti. Cennet ve Cehennemde istikbalde ümmetinin yaşayacağı haller Efendimize (a.s.m.) birer film şeridi gibi gösterilmişti. Ve Cehenneme bakarken oradaki hanımların durumunu görmüştü.
Efendimizin (a.s.m.) cevabı şu oluyor: "Kızım, Miraçtayken Rabbim bana Cehennemi gösterdi. Cehennemde ümmetimin azap gören hanımlarını gördüm. O hanımların azaplarını şu anda hatırladım. Gözyaşı döktüren ümmetimin o hanımlarının azaplarıdır."
Fatıma Validemiz, Efendimizi (a.s.m.) ağlatan bu olayı merak eder. Der ki: "Babacığım, acaba seni şu anda bile ağlatan azaplar neydi? O hanımlar nasıl bir azap görüyorlardı?" Efendimiz (a.s.m.) o zaman şöyle der:
"Kızım Fatıma, bir hanım gördüm, saçlarından asılıydı. Bir hanım gördüm, o da dilinden asılıydı. Bir hanım gördüm, o da göğsünden asılıydı. Bir hanım gördüm, o da ayaklarından asılıydı. Bir hanım gördüm, onun da gövdesi kadın, fakat başı hınzır başı gibiydi. Bir hanım gördüm, onun da ağzından nefes çıkarken, hava yerine ateş çıkarıyordu. Sanki karnı ateş dolmuş da dışarıya ateş kusuyordu."
Efendimizin (a.s.m.) böyle haber vermesi üzerine Fatıma Validemiz de etkilenir, o da gözyaşı döküp ağlamaya başlar ve der ki: "Babacığım, bu saydığınız hanımların günahları neymiş ki, böyle azap çekiyorlardı?