Kutsal kitapta yazılanlar, bilimsel gözlemlerle bağdaşıyor mu?.
Bağdaşmadığı hiçbir nokta yok. Nerede var diyorsanız, gelin beraber konuşalım, karşılıklı konuşalım. Daha ilmin bilemediği bir çok şeyleri kutsal kitaplardan, insanlar adım adım öğrenecekler gelecekte.
Evren, Allah'ın yarattıkları ise Allah nerede ? Yoklukta mı?,
Evreni nasıl yoktan var etti?.
Allah evreni yoktan nasıl var etmişti? Allahû Tealâ Enbiya süresinin 30. Âyet-i Kerimesindebu soruya cevap veriyor.
21/ENBİYA-30: E ve lem yerellezîne keferû ennes semâvâti vel arda kânetâ retkan fe fetaknâhumâ, ve cealnâ minel mâi kulle şey'in hayy(hayyin), e fe lâ yu'minûn(yu'minûne).
"O inkâr edenler (kâfirler) görmüyorlar mı ki; (başlangıçta) muhakkak ki göklerle yer birbiriyle bitişik iken, bir iken (bir tek noktayı oluştururken) Biz, onları fetkettik (mekânlarından kopardık ve dağıttık). Ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?"
"Bu sorunun yanıtını kesin olarak bilmiyordu" diyorlar. Allahû Tealâ, bütün bunları yaratıyor ama cevabı bilmiyor. Sevgili ziyaretçiler bu insanlara sormaz mıyız;
"Siz, bir mikrobu bile yaratabilir misiniz?"
O bütün kâinatı yaratacak da, bilmeyecek bunu. Nasıl yarattığının farkına varmayacak. Yani bu düşüncesizliğin, mantıksızlığın farkında değiller mi? Kendilerine hiç acımıyorlar mı?
Allah kendi kendini yaratmış olabilir mi?
"Eğer kendini yarattı ise kendi dışında var olmalıydı." (Bu durumda, yani kendini yarattı ise kendinin dışında başka bir varlık olmalıydı, anlamında kullanıyorlar.) "Bu durumda kendi varlığına, kendisinin gereksinim duymuş olması gerekmez miydi? Yani kendisi olmadan kendini yaratamazdı" deniyor.
Öyleyse?!
Öyleyse kendisi olmadan, kendisini yaratamazsa; "Allah" yoktur demeye getiriyor.
Ve Allah yok ama, işe bakın! Allah'ın büyük patlama ile vücuda getirdiği evren var. Ama onları yaratan Allah yok.
"Demek ki; kendisi kendi varlığından dolayı vardı. Tanrının bir koşula bağlı olması da ne demekti? Tanrı bazen koşullara bağlı olur muydu hiç? Öyleyse "O," yoktu." diyorlar.
Gördünüz mü?
Hallettiler bile işi. Allem edip, kallem edip; "Allah yok" demek noktasına ulaştılar.
Ya bir gün sizden birisi aramıza karışır da; Bihakkun Takvaya ulaşıp da Allah'ı görürse, o zaman bundan utanç duymaz mısınız?
Hani biz gördük de!
Gördüğünüz zaman, onun insan olmadığını siz de görürsünüz. İnşallah bir gün Allahû Tealâ, tasavvufa girmenizi nasip kılar.
Güzellikleri yaşayıp, bir gün daimî zikir ulaştığınızda, onunla müşerref olduğunuzda, dünyadaki en mutlu insanlardan biri olmayacağınızı mı zannediyorsunuz? İşte, o merak ettiğiniz kâinatı, o zaman size gösterecektir. Oradan bakmanız lâzım. 7.âlem bittikten sonra, yokluktan bakmanız lâzım. Gösterecek olan "O" dur. Bütün bilmecelerin, bir bir çözüldüğünü göreceksiniz. Ve bu saçmalıklarla bundan sonra hiç uğraşmayacaksınız.
Ateistler mutluluğu yok olmakta mı, yoksa hiçbir şey düşünmemekte mi arıyorlar?
Hayır! Mutluluğa hiçbir zaman ulaşamayacaklarını biliyorlar. Ateist olarak ve hiçbir şeyi düşünmemek yerine, çok şey düşünüyorlar. Bütün düşünceleri, şeytanın onları sevk ettiği; "ALLAH'IN YOKLUĞUNU HERKESE İSPAT ETMEK." İyi de böyle bir şey mümkün olabilir mi? Hiçbir zaman mümkün olmayacak. Çünkü var.
Ne kadar isterdim, şu hayatta iken, Allahû Tealâ onlara gösterse varlığını. Öldükleri zaman hepsi Allah'ı görecekler. O zaman hepsi, aynı şeyleri söyleyecekler; "bizi dünyaya tekrar geri gönder, sana ne kadar itaatkâr bir kul olduğumuzu sana gösterelim." Ama sevgili ziyaretçiler, o zaman hiçbir şey olmayacak.
Ateistlerin çelişkileri:
Bir web sayfasındaki yazıda şöyle denilmekte;
Tanrıya inanmadığını söyleyen insanlar, zihinlerindeki kavrama, "Tanrı" ismini vermek istememektedirler. Ateistlerin büyük bir çoğunluğu, Tanrı'nın var olmadığını söylemekle birlikte, kesinlikle evrende bir kaos bulunduğunu ya da kâinatın, düzensiz bir kütle yığını olduğunu iddia etmemişlerdir. Dolaysıyla onlar da evrende hakim olan ya da görünmez düzenin arkasında yer alan gizli bir gücün, sebebin, enerjinin kozmik bilincin bulunduğunu belirtmektedirler.
Adına her şey diyebilirler. Ama o dedikleri şey, "ALLAH'tır.
Sonuçta Tanrı'yı kabul etmeseler dahi, görünenin mevcut durum ve düzen karşısında, Tanrılık işlevi gören bir ilkenin, gücün veya açıklamanın arayışı içinde bulunmuşlardır. Özellikle metaryelist olan ateistler, teorik olarak aşkın bir "Tanrı" fikrini reddetmekle birlikte, içkin bir "Tanrı" fikrini benimsemişlerdir. Yani onlar, bir anlamda doğanın, kâinatın kendini, "Tanrı" olarak görmüşlerdir. Doğaya sonsuzluk, sınırlılık, yaratıcılık özellikler nitelikler atfetmekle, bir şekilde onu kutsallaştırmışlardır. Bu da onların dinden farklı da olsa bir "Tanrı" kavramına sahip olduklarını ortaya koymaktadır.
" Üç dîn de aynı Tanrıya inanır ama nedense; aynı Tanrı, üç farklı dîn göndermiştir." diyorlar.
Yanlış! "Bu üç dîn de aynı Tanrı'ya inanır ama nedense Tanrı, üç farklı dîn göndermiştir."deniyor.
Hayır! Üç farklı dîn göndermemiştir. Aynı Tanrı, aynı Allah, tek bir dîn göndermiştir. Tevrat'ta da, İncil'de de, Kur'ân-ı Kerim'de de, o tek dînin, Hazreti Âdem'in başlangıç noktasını teşkil ettiği, Hazreti İbrahim'in hanîf dîni olduğunu söylüyor, Allahû Tealâ.
Şura sûresinin, 13. Âyet-i kerimesi'nde buyuruyor ki;
42/ŞURA-13: "Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrekû fîh(fîhi), kebure alel muşrikîne mâ ted'ûhum ileyh(ileyhi), allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu)."
"Dîni ikame edin ve fırkalara ayrılmayın." diye dîn olarak Nuh'a vasiyet ettiğimizi, sana vahyettiğimizi, İbrâhîm'e, Musa'ya ve İsa'ya vasiyet ettiğimizi, sizin için de (Allah) şeriat kıldı. Müşriklere, kendilerini davet ettiğin şey (Allah'a davet ve tek Allah'a inanmak) ağır geldi. Allah, kimi dilerse onu Kendisine seçer ve Kendisine yöneleni, O'na (Kendisine) ulaştırır."
Birden fazla dîn olmamıştır, sadece insanlara bu ateistin arkadaşı olan iblis, şeytan; insanlara asırlar boyunca, gene insanlara yazdırdığı kitaplarla, hep Allah'ın yolundan ayırmış ve insanların % 90'nından fazlası, bugün Hristiyanlık'ta da, Yahudilik'te de, İslâm'da da, Allah'ın dîni, yegâne dînini, yaşamıyorlar. %10 dan daha küçük bir parça, daha küçük bir kesim, o Allah'ın dînini, aynen yaşamaktalar. Hepsi aynı şeyi söylüyor.
O yahudilerin içinde de, hristiyanların içinde de, şu anda bizim gibi namaz kılanlar, bizim gibi oruç tutan ve kendi mürşitlerine tâbî olarak, yaşamakta olan insanlar var. Hamdolsun ki; onlardan tanıdıklarımız da var. Öyleyse, ne demek istiyorum? Üç dîn de asli unsurlarını kaybetmiştir. Üç dînin de mensuplarının, % 90'dan fazlası, dînlerini yaşamıyorlar. Allah'ın söylediklerini, iblis hep yok etmiş, insanlara yazdırdığı kitaplarla. Öyleyse; Allah üç tane, beş tane, on tane dîn indirmemiştir. "Tek bir dîn indirdim" diyor. "Onların şeriatının aynısı sana da şeriat kılındı" diyor.
Şimdi, kimse bu ateist, bu zavallı kişi, Kur'ân-ı Kerim'i açsın; Şura sûresinin 13.âyet-i kerimesini bir okusun. Bakalım Allahû Tealâ, üç tane mi dîn indirmiş, yoksa bir tane mi dîn indirmiş?
Allahû Tealâ diyor ki; "sana da hanîf olmayı vahyettik" diyor. "Senin dîninin adı" diyor, "bu kitabı Arapça indirdik, İslâm'dır, hanîf dîni de Allah'a teslim olmaktır." diyor. "Biz bütün insanları, sadece o tek dîni yaşayabilecek olan, hanîf fıtratıyla yarattık" diyor.
Rum sûresi 30 ve 31. Âyetler, acaba bu ateist kimse, şu âyetlere bir göz atmak lütfunda bulunur mu?
Ne diyorsunuz sevgili ziyaretçiler?
Bütün dinler aynı coğrafi bölgeden çıkmıştır. "Sanki dünyanın diğer bölgelerinde yaşayan insanların malum Tanrıya inanan bir dîne ihtiyaçları yokmuş gibi"
Aslında üç dîn de aynı yere indirilmiş değil, bir tek dîn indirilmiş. Dünyanın diğer taraflarına da oradan bu dîn, otomatik olarak yayılmış. Acaba nasıl yayılmış, hiç biliyor mu bu kardeşimiz?
Bütün dünya, bugün dînden haberdar. Dünyanın bir bölgesinde çıkmış dîn, tek bir dîn. Ama bütün dünya biliyor. Bu ateist kardeşimiz, acaba kâinatta, birden başka da dünyalar olduğunu, o dünyalarda da bu dînlerin mevcut olduğunu, aslında tek bir dîne dayalı bir Allah açıklaması olduğunu biliyor mu?
Sevgili ziyaretçiler; bu zavallı insanlar, Kur'ân-ı Kerim'i bilmezler. Hep palavra atarlar ama Allahû Tealâ diyor ki Kur'ân-ı kerim'de; Müminun sûresi 44. Âyet-i kerime'de;
23/MU'MİNUN-44: "Summe erselnâ rusulenâ tetrâ, kullemâ câe ummeten resûluhâ kezzebûhu fe etba'nâ ba'dahum ba'dan ve cealnâhum ehâdîs(ehâdîse), fe bu'den li kavmin lâ yu'minûn(yu'minûne)."
"Sonra Biz, resûllerimizi ardarda (arası kesilmeden, peşpeşe) gönderdik. Hangi kavme resûlü gelse, hepsi onu tekzip ettiler (yalanladılar, reddettiler). O zaman Biz, birbiri ardından onları yok ettik ve onları efsane kıldık. Mü'min olmayan kavim artık uzak olsun."
"Hiçbir devirde, hiçbir kavmi resûlsüz bırakmadık" diyor. Yani sadece, bir tek bölgeye indirmemiş. Ama diyor ki; " hangi kavme resûl gönderirsek, bütün kavmin mensupları resûllerini yalanladılar," diyor .
Şimdi ne olmuş?
Sadece peygamberler yok, peygamberler, kâinat içindir, bir tek kişidir. Her peygamber, yaşadığı devirde, bütün kavimlerde, Allah'ın resûlleri de vardır. Bütün resûllere, Allah'ın indirdiği, hep aynı dîndir. Kâinat'ın tek dîni; Hazreti İbrahim'in hanîf dîni. Arapça adıyla, İslâm dîni.
Acaba anlaşıldı mı?
Ne yapıyor iblis?
Göndermiş farklı dînleri; farklı dînlere inanan, farklı fikirlere sahip, farklı insanların birbiriyle didişmesini, hatta savaşmasını seyrediyor. Zavallı insanlar, ne durumlara düşmüşler.
Allahû Tealâ, dînlerini elbette, bunun için indirmemiş. Allahû Tealâ, bir tek dîn indirmiş. Ve bütün insanların tek dînde, sadece dost olmasını istiyor; "sadece dost." Bütün dünya insanlarının, aynı dîni yaşayan, birbirine yardım eden, birbirini seven dostlar olmasını istiyor, Allahû Tealâ.
Tanrı demiyor ki; "yeni bir peygamber göndereyim, hem o peygamber, eskilerinden daha bilgili, daha kültürlü olsun. Üniversite bitirmiş olsun. Dünyanın çeşitli dillerini konuşuyor olsun. Bir de yeni kitap göndereyim ama öyle bir kitap olsun ki, tercüme hataları ve farklı anlamlara yol açmamak için, dünyanın tüm dînlerine yazdığım bir kitap olsun. İnsanlar da okusunlar, aynı şeyi anlasınlar. Hepsi de iyi insan olsunlar, cennetlik olsunlar.Bu arada, şu kötü melek, şeytanı da yok edeyim. Kullarımı azdırmasın, kötü yola düşürmesin."deniyor.
Şeytan, bir melek değildir, cindir. Şeytan, bir imtihan vesilesidir. Nasıl, üniversitelerden diploma alıyorsanız, bu diplomayı almak için, imtihanlar veriyorsanız, iblisin, insanları avlamak için yaptığı herşeyde, netice itibariyle bir imtihandır. Ve böyle bir imtihanı aşabilmelisiniz. Onun için, imtihana tâbî tutuluyorsunuz ki; imtihanları aştıkça, Allah'a ruhunuzu, vechinizi, nefsinizi, iradenizi ulaştırmanız mümkün olsun.
Tabiî bu kardeşlerimizin, bütün söyledikleri safsata. Ve Allahû Tealâ, başka bir dîni, hiç indirmemiştir ki; bir yenisini göndersin de ona farklı bir dizayn versin. Son peygamberin, Peygamber Efendimiz (S.A.V) olduğunu söylüyor, Kur'ân-ı Kerim'de ve Kur'ân-ı Kerim'de birden fazla dînin mevcut olmadığını, defaatle tekrar ediyor. Tevrat'ta da tekrar ediyor, İncil'de de tekrar ediyor.
Sadece bir tek dîn, sevgili ziyaretçiler ve sevgili ateist kardeşlerim! Bir gün aklınız başınıza gelecek mi? diye hep merak ediyorum. Hem Allah'a dua ediyorum. Çünkü, öldüğünüz zaman, beklemediğiniz bir süprizle karşılaşacaksınız. Hani, şu kendinizi akıllı zannediyorsunuz ya! Bu akıllılığınızla, Allah'a akıl öğretmeye kalkışıyorsunuz ya! O gün perdeler açıldıktan sonra, Allah'ı gördüğünüz zaman, o zaman, işte o zamanınıza acıyorum.
Siz de Allah'a firavun gibi, aynı şeyi söyleyeceksiniz; "Yarabbi! beni dünyaya geri gönder ki, nasıl itaat eden bir kul olduğumu ispat edeyim, gönderdiğin resûl'e tâbî olayım, itaat edeyim," diyeceksiniz.
Ve ey ateist kardeşlerim!
Size sanırım bir şey sormak istiyorum. Aranızda hiç ölüm tehlikesi geçiren oldu mu?
"Evet oldu" diyorsunuz, tamam.
İşte sizler, o ölüm tehlikesini geçirirken ne dediniz Allah'a?
Bana itiraf eder misiniz?
O'na yalvardınız. Hepinizi teker teker biliyorum. O'na yalvardınız. Sizi kurtarmasını istediniz. Nasıl yalvardığınızı ben değil, siz çok daha iyi biliyorsunuz.
Hani Allah yoktu?
O ölüm tehlikesi geçirmeyenlerin de, ölüm tehlikesi geçirmelerini mi dileyelim, Allah'ın varlığını kabul etmeleri için?
"Tanrı, bunları demiyor. Son peygamber olduğu iddia edilen, bu Muhammed; (biz, "Hazreti Muhammed" diyoruz. O, "bu Muhammed" diyor.) Bununla, bu zavallı insanlar, kendilerine bir paye veriyorlar. Peygambere, "bu" dedikleri için. Bu zavallılık değil midir, sevgili ziyaretçiler?
Nefslerinin afetlerine, ne kadar tâbî olduklarının bir işareti değil mi?
"O da, o peygamberi gönderdiyse eğer," diyor. "Yani o da peygamber değildir. O kitabı, oturmuş, kendi başına yazmıştır" diyor.
Ne yazık ki; bizimkinin okuma yazması yok, Peygamber Efendimiz, (S.A.V) okuma yazma bilmiyor. Harika değil mi?
"üzerine bir tembellik çökmüş" diyor. Allahû Tealâ çalışmıyor, farklı dînleri gönderip, eğer onları gönderdiyse, eğer insanları birbirine düşman olmasına neden olması yetmiyormuş gibi önlemi de almıyor, bu hatasını tamir etmiyor.
Allah'ı hata yapmakla suçluyorlar, vay be! Tanrı'yı diyor, Allah demiyor. Varsa eğer ha! Parantez içinde, her "Tanrı" dedikten sonra, "Allah" kelimesini de yazmış, lütuf buyurmuş. Fena değil durum yani. "Varsa eğer," diyor "göreve davet ediyorum Allah'ı" diyor.
Sevgili ziyaretçiler, aslında acaba bu insanlara cevap vermekle, vaktimizi boşuna mı harcıyoruz diye düşünüyorum ben. Ama bir çok insanı, bu saçmalıkları ile yoldan çıkardıkları için, daha doğrusu, Allah'ın yoluna ulaşmalarına mâni oldukları için, mücadele etmek lâzım diye düşünüyorum.
Sevgili ziyaretçiler, görüyoruz ki; söylediklerinde hiçbir tutarlılık yok bu insanların. Ne Turan Dursun, ne diğer ateistlerin, görüyorsunuz ki, birer tutar tarafları yok. Bu zavallı insanlara sadece acınır. Allah taksiratlarını affetsin. Sevgili ziyaretçiler, böyle bir af da geçerli değil. Allahû Tealâ, buna Kur'ân-ı Kerim'de geçit vermiyor.
Fatiha suresini okuyan her okur yazarın kolaylıkla anlayabileceği üzere, bu sözler Allah'a hitaben söylenmiştir. Bir dua şeklinde Allah'a söylenmektedir. Bunlar, duacı olan Muhammed'in, Allah'a söylediği ve doğru yolu bulmak için, Allah'tan yardım istediği sözlerdir. Kur'ân, böylece Allah'ın değil, fakat Muhammed'in sözleri ile başlamaktadır
Fatiha Suresi; bizim Allah'a yakarışımız için, Allah'ın bize emridir. Herkesin ezberlemesi ve günde en az 40 defa Fatiha'nın söylenmesini sağlamak üzere Allahû Tealâ, Fatiha'yı farzlara ve sünnetlere koymuş. Bilirsiniz ki; bütün namaz rekatları, mutlaka Fatiha ile başlar. Her seferinde Fatiha'yı okuyacaksınız. Yani bizim Allah'a yakarışımız. Bunu gerçekleştirmemiz için, Allahû Tealâ, Kur'ân-ı Fatiha ile açıyor.
Şimdi bizim bu saflar da, Fatiha bizim Allah'a sözlerimiz ya, Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve arkadaşlarından bahsediyorlar. Ne arkadaşı bir defa. Yanlış! Ama düşünce yapısına bakın adamların. Yani madem ki bu, bizim tarafımızdan Allah'a söylenmesi lâzım gelen bir konu; öyleyse bunu Allah indirmiş olamaz. Neden olamaz? Mantıklı bir izahını bulabilirler mi acaba bana? Neden olamaz? Allahû Teala, ya; bizim Allah'a nasıl yalvarmamız, yakarmamız lâzım geldiğini bize bildiriyorsa?
Kur'ân-ı Kerim, baştan aşağı bir mükemmelliktir.
Ne diyor?
"Bismillâhirrahmânirrahîm. "
"Rahîm ve Rahman olan Allah'ın adı ile başlarım" diyor.
Acaba bu zavallı adamlar, Rahîm ne demek, Rahman ne demek biliyorlar mı? Allah'ın 99 esmasından iki tanesinin; rahîm ve rahman esmasının mânâları ne acaba, biliyorlar mı? Adamlar ateist zaten. Umurlarında mı Kur'ân-ı Kerim?
1/FATİHA-1: "Bismillâhirrahmânirrahîm"
"Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla başlarım"
1/FATİHA-2: Elhamdu lillâhi rabbil âlemîn(âlemîne).
"Hamd; âlemlerin Rabbi olan Allah'adır."
1/FATİHA-3:" Er rahmânir rahîm(rahîmi)."
"Rahmân'dır, Rahîm'dir.
1/FATİHA-4:" Mâliki yevmid dîn(dîn.)"
Dîn gününün MALİK'idir.
Allahû Tealâ; dîn gününün; yani mürşidinize ulaşıp da önünde diz çöküp, tövbe ettğiniz günün sahibidir. Bu adamlar ateist olduklarına göre, hiçbir zaman Allah'a ruhlarını ulaştırmak istemeyeceklerdir. Bir mürşidin yanına gidip, ona tâbî olmak da, hiçbir zaman düşünemeyecekleri bir zavallılıktır onlara göre. Zaten bütün mesele, kibirlerinden, gururlarından çıkıyor.
Diyorlar ki; "Bu insanlar, nasıl olur da gidip bir başkasının ellerini öpüyorlar?" Bilmiyorlar ki o kişi, o el öpme noktasına gelmeden evvel, Allah'a ulaşmayı dilemiştir. Allah; o kişinin üzerinde, Allah'a kapalı olan bütün kapıları açarak, verdiği on tane ihsanla, onu mürşidine ulaştırmıştır ve son ihsanı da; kişinin hacet namazı kılması halinde, mürşidini ona mutlaka göstermektir.
Kişi hacet namazını kılar, Allah'tan sorar. Allahû Tealâ ona mürşidini gösterir. O zaman ateistlerin kafasına şak eder. "Yahu, hakikaten Allah varmış demek ki; gösteriyor." Kişi der ki; "hayır, ben ona gitmek istemiyorum." Hacet namazını tekrar kılar. Allahû Tealâ da tekrar aynı kişiyi gösterir. Yüz defa kılar, yüz defa da aynı kişiyi gösterir. O kişinin, su içeceği çeşme orasıdır. Ve o zaman kişi bakar ki; onun bilmediği bir kâinat var karşısında. Hayatı boyunca, sadece reddetmekle kalmış ve insan olmanın şerefini hiç yaşayamamış.
İnsan olmak bir ayrıcalıktır. İNSAN OLMAK; mutlulukların sahibi olmaya aday olmaktır. Bu zavallı ateistler, bunların hiç birinden haberdar değiller. Ot gibi bir hayat yaşayacaklardır dünya üzerinde. Ve bir gün, ölüp gideceklerdir. Ne yazık ki; hakikati ancak, öldükleri zaman göreceklerdir. O zaman, imkânları varsa o sırada, secde haline dönüşebilirlerse, secdeyi gerçekleştirebilirlerse, o zaman secde edeceklerdir. Çünkü Allahû Tealâ, öldükleri zaman, onların perdesini açacaktır. Ne kadar büyük bir hata yaptıklarını, Rablerini görünce ancak anlayacaklardır.
Firavun da onlardan bir tanesiydi. "Allah mı diyorsunuz? Ben Allah'ım," diyordu Firavun. Ama ölüp de Allahû Tealâ onun keşfini açtığı zaman, Rabbini karşısında ilk defa gördüğünde, Firavunun ilk sözü: "Ya Rabbi! Beni dünyaya tekrar geri gönder, Sana ne kadar lâyık olduğumu ispat edeyim. Sana nasıl ibadet edeceğimi göstereyim. Hangi resûl'e tâbî olacaksam, gidip ona tâbî olayım. Allahû Tealâ diyor ki; "Hayır ey firavun bunu yapmayacağım, hiç kimseye yapmayız bunu. Ama diyor, seni şu hakikati gördükten sonraki secde halinde, gelecek bütün nesillere örnek olmak üzere, binlerce, on binlerce yıl, bu standartlarda bırakacağım." diyor. Ve firavunun cesedi, ait olduğu yerden alınıp, British Museum'a götürülüyor. Bu ateist olan, zavallı adamların, gidip o cesedi yerinde görmelerini isterim. Kaç bin yıldan beri, derisinden bir tane tüy bile dökülmemiş adamın. Sanki dün ölmüş gibi, firavun secde vaziyetinde, bu ateistlere örnek olmak üzere orada.
Öyleyse muhtevaya dikkatle bakın! Burada, muhtevada Fatiha Suresini görüyoruz ve devam ediyoruz:
1/FATİHA-5: "İyyâke na'budu ve iyyâke nestaîn(nestaînu)."
"Allah'ım! Yalnız Sana kul oluruz ve yalnız Senden İSTİANE isteriz."
Mürşidimizi bize göstermeni sadece senden isteriz .
1/FATİHA-6:" İhdinas sıratel mustakîm(mustakîme)."
"(Bu istiane'n ile) bizi, SIRATI MUSTAKÎM'e hidayet et (ulaştır)."
1/FATİHA-7: "Sırâtallezîne en'amte aleyhim gayril magdûbi aleyhim velad dâllîn(dâllîne)."
"O (SIRATI MUSTAKÎM) ki; üzerlerine ni'met verdiklerinin yoludur. Üzerlerine gadap duyulmuşların ve dalâlette kalmışların (mürşidlerine ulaşamayanların) yolu değil."
Bir Fatiha Suresinde, bizim Allah'a yalvarışımızı isteyen Allahû Tealâ'nın, dizaynına bakın ki; bir Fatiha Suresinde kaç tane kavram geçiyor. Allah'a kul olmak, ruhunuzu Allah'a teslim ettiğiniz zaman 1. kulluğa ulaşırsınız. Fizik vücudunuzu teslim ettiğiniz zaman, 2. kulluktasınız. Nefsinizi Allah'a teslim ettiğiniz zaman, 3., iradenizi Allah'a teslim ettiğiniz zaman, 4.
4 kademe, kul olmak durumundasınız Allahû Tealâ'ya. Her seferinde, mutluluğunuz süratle artar. Allahû Tealâ'nın sizi yaratmaktan muradı da zaten sizleri mutlu kılmaktır.
Öyleyse, böyle bir dizaynda, Allahû Tealâ'nın kul olmaktan başlayarak, kavramlarına dikkatle bakın! Fatiha Suresinde; Rahîm esması ve Rahman esması geçiyor, Allahû Tealâ'nın. Birisi sadece. Allah'a ulaşmayı dileyenlere, Allah'ın yardımını içerir; diğeri ateistler de dahil olmak üzere bütün insanlar içindir. Rahîm esması, sadece Allah'a ulaşmayı dileyenlerin esmasıdır. Onlara geçerlidir. Kim Allah'a ulaşmayı dilerse, onların gözlerindeki perdeyi, Allahû Tealâ kaldırır. Kulaklarındaki vakrayı alır; kalplerindeki ekinneti alır. Kalplerinin nur kapısını Allah'a çevirir; göğüslerinden kalplerine nur yolu açar. sadece Allah'a ulaşmayı dileyenler içindir. Bu insanlar Allah'a inanmıyorlar ki; Allah'a ulaşmayı dilesinler.
Allahû Tealâ, Rahman ve Rahîm esmalarından bir defa bahsediyor, Er rahmânir rahîm'de. Sonra yeni bir kavrama geliyor: Mâliki yevmid dîn. Dîn günü, bir insanın Allah'a ulaşmayı diledikten sonra, 14. basamakta, Allah'tan defaatle sorup, kesin olarak Allah'ın gösterdiği mürşidine ulaşması anında, ona tâbî olduğu gündür.
5. âyette "İyyâke na'budu ve iyyâke nestaîn." diyoruz Allahû Tealâ'ya. Yalnız Sana kul oluruz, başka hiç kimseye kul olmayız, diyoruz. Ve yalnız Senden istiane isteriz, mürşidimizin kim olduğunu bize göstermeni, sadece senden isteriz, diyoruz.
Bu mürşit meselesi, ateistlerin en büyük handikabı zannediyorum. Çünkü kibirleri ve gururları, onların bir başkasının önünde, diz çöküp de, onun elini öpmelerine hiçbir zaman müsaade etmez. Tabiî o zaman da, hep dalâlette kalmak mecburiyetindeler, sevgili ateist kardeşlerimiz.
Fatiha Suresinin 6. âyet-i kerimesi: İhdinas sıratel mustakîm. Bizi Sıratı Mustakîm'e ulaştır. Yani sana ulaşmayı dilediğimiz zaman, bize 10 tane ihsan vereceksin, sözün üzere. O ihsanlarla mürşidimize ulaşacağız, önünde tövbe edeceğiz, el öpeceğiz ve ona tâbî olacağız, o zaman Senden 10 tane de ni'met alacağız.
Bu ni'metlerden bir tanesi, devrin imamının ruhunun, bizim başımızın üzerine gelip yerleşmesidir. İşte bunun için, Allah'tan istiane istiyoruz. Niçin? Mürşidimize ulaşalım, tâbî olalım da, devrin imamının ruhu başımızın üzerine gelsin ve yerleşsin. İhdinas sıratel mustakîm. Bizi Sıratı Mustakîm'e hidayet et, ulaştır. Ne zaman ulaşırız? Ne zaman tâbiiyetimizi gerçekleştirirsek, vücudumuzdaki ruh, derhal vücudumuzdan ayrılır. Allah'a doğru yola çıkmak üzere ana dergâha ulaşır. Fatiha Suresinin 6. âyet-i kerimesi bunu anlatıyor. İhdinas sıratel mustakîm. Bizi Sıratı Mustakîm'e ulaştır. Şu dünyadan Allah'a ulaşmak için, 7 tane gök katının aşılması lâzım. Bu gök katlarına ruhumuzun ulaşabilmesi mutlaka ruhumuzun, vücudumuzdan ayrılması lâzım. Ne zaman?
Sırâtallezîne en'amte aleyhim. O yol ki; başlarının üzerinde ni'met olanların yoludur, diyor Allahû Tealâ. Üzerlerinde ni'met olanların yoludur. Devrin imamının ruhu, öyle bir nimettir ki; kişinin başının üzerinde, Allah'ın bir ni'metidir. Ve sadece; başının üzerinde o ni'met olanların ruhu, vücutlarından ayrılabilir. O, Allah'ın bir ni'metidir. Ve böylece, o kişinin ruhu, Allah'a doğru yola çıkar. Üzerlerine gadap duyulanlar; kalplerinde hep küfür kelimesi yazmakta devam edenlerdir.
Doğuşunuzdan itibaren hep kalbinizde küfür kelimesi ile doğarsınız, yaşarsınız. Herkesin kalbinde küfür yazar. Ta ki Allahû Tealâ; mürşidinize ulaştığınız zaman, kalbinizin mührünü açsın, nefsinizin kalbinin içindeki küfür kelimesini alsın ve kalbinizin içine îmân kelimesini yazsın. O zaman mü'min olursunuz . O ateistler bizi dikkatle dinlemiş olsalar, birçok kişinin aramıza katılacağından eminim. Halep ordaysa arşın burada.
Ve dalâlette olanların da yolu değildir, diyoruz Allahû Tealâ'ya. Kimdir dalâlette olanlar? Mürşitlerine ulaşıp, mürşidlerine tâbî olamayanlar.
Fatiha Suresi, Kur'ân-ı Kerim'in ruhudur. Bir sürü kavramı muhtevasına getiriyor. Her biri, saatlerce konuşmayı gerektirecek olan kavramlar. Bu konuşma da, her seferinde, çok sayıda âyet kullanılarak yapılabilir ancak. Kur'ân-ı Kerim'in ruhu, Fatiha Suresidir, açış demek.
Şimdi bizim ateist kardeşlerimiz, bakalım neler söylüyorlar:
"Bu ifadeyi okuyan her okur yazarın kolaylıkla anlayabileceği üzere, bu sözler Allah'a hitaben söylenmiştir. Bir dua şeklinde Allah'a söylenmektedir. Bunlar, duacı olan Muhammed'in, Allah'a söylediği ve doğru yolu bulmak için, Allah'tan yardım istediği sözlerdir." (Ateistler doğru yoldan bahsediyorlar, yanlış duymadınız. ) "Ve doğru yolu bulmak için, Allah'tan yardım istediği sözlerdir." (Dediklerine göre bir doğru yolun varlığından iç dünyaları haberdar. Ama onların dış dünyaları haberdar değil.) "Kur'ân, böylece Allah'ın değil, fakat Muhammed'in sözleri ile başlamaktadır." Sevsinler!
O ateistlere zaten bunun cevabını yukarıda verdik. Ama eğer siz bir gün, bir ateistle karşılaşırsanız, ona İmam-ı Âzam Ebû Hanefî Hazretleri'nin söylediklerini söyleyin. Ama eğer bunlar, yüksek tahsil yapmış çocuklarsa, adamlarsa, hanımlarsa, onlara bizim de bir çift sözümüz var. Biliyorlar mı ki; vücutlarında tam 70 trilyon hücre var. Her hücrelerinde, onları yeniden inşa edebilecek olan 23 çift kromozom var. Aynada kendilerine baktıkları zaman, bir tek kişi görüyorlar bu ateistler. Ama hücre incelemesine girdikleri zaman, o bir tek kişiyi temsil eden 4.2 katrilyon, kendilerini bulacaklar. Bu kardeşlerimizin, özellikle doktor olanların, biraz hücrelere girmesini dileriz. Yani şu hücre yapısı, kromozomlar, kısaca genetik ilmi. Bu genetik ilminin karşısında, acaba hayranlığını gizleyebilen bir doktor olabilir mi? Öyleyse her bir insanın, vücuda getirilmesi istikametinde, tam 70 trilyon hücre söz konusu. Kromozomlar açısından meselenize giriyorsanız, 4.2 katrilyon kromozom.
Bir de bu hücreleri oluşturacak olan atom yapısını düşünün! Bir merkezî çekirdeğin etrafında, bu çekirdekte bir proton var. En basit olan atomdan, hidrojen atomundan bahsediyorum. Merkezde bir proton, çevrede eliptik bir yörüngede, bir elektron dönüyor. Milyonlarca atomdan, bir tek kromozom oluşuyor. Bu kromozomlardaki sonuçlar elde edildiğinde, insanın gözleri fal taşı gibi açılıyor. Kanser hastalığının, hangi standartlarda, nasıl oluştuğu artık insanlık tarafından biliniyor. Hücre yapılarına eğilmek, genetik ilminin bugün bizleri ulaştırdığı nokta sebebi ile.
Şimdi biz onlara sormaz mıyız, bu zavallı ateist kardeşlerimize? Sadece sizin için geçerli bu kadar söylediğimiz şeyler. 4.2 katrilyon.
Muhammed'den yüzlerce yıl önce yaşamış olan, çeşitli denizci ve balıkçı toplumlar; denizleri, nehirleri ve gölleri dolaştıkça, bunların suları arasındaki farkları elbetteki gözlemlemişlerdi. Bazılarının suyunun diğerine göre daha tuzlu, daha acı, ya da tatlı olduğunu biliyorlardı. Yağ ile suyun tam karışmasının mümkün olmadığını bilenler gibi, bu farklı coğrafi bölgelerde, farklı kaynaklarda çıkan ve biriken suların, birbiriyle asla karışmadığını bilen, bu toplumlardan kaynaklanan bilgileri, Muhammed ve arkadaşları hazırladıkları Kur'ân'a koydular.
Yani Peygamber Efendimiz (S.AV)'e Allah söylemiş olmuyor;. Hazreti Muhammed (S.A.V) ve arkadaşları, bir araya geliyor ya!
Diyorlar; "hadi oturalım bir Kur'ân-ı Kerim yazalım".
Yazıyorlar Kur'ân-ı Kerim'i ve bunları bildikleri için de, Kur'ân-ı Kerim'e bunları kaydediyorlar. Bunu iddia ediyor, bu zavallı, Allah'a inanmayan kardeşlerimiz. Kendilerine ne kadar yazık ettiklerini bir bilseler, Allah'ın nurlarını bir görseler. Yani, Allah'ı görseler diyeceğim ama bu tarzdaki insanlar, öldükleri zaman ancak bu hakikatle karşılaşacaklar. O zaman, hayatlarının boşa geçmiş bir harabe olduğunu görecekler.
Sevgili ziyaretçiler; Cebeli Tarık boğazı boyunca, Avrupa sahilinden, Afrika sahiline kadar, 50 cm'den daha geniş bir su tabakası, suyun sathından denizin dibine kadar, aynı kalınlıkta aşağı iniyor. Akdeniz'in ayrı bir tuz durumu var. Atlas okyanusunun farklı bir tuz durumu var ve arada 70 cm veya 50 cm kalınlığı tam olarak hatırlamıyorum. Bu suyun tuz seviyesi ise ikisinden de farklı. Ve Allahû Tealâ, açık ve kesin bir perde koyuyor oraya. Basınç katıyla suyun başından ,suyun sathından suyun dibine kadar olan mesafede böyle bir duvarın bir uçtan bir uca bütünüyle uzandığını görünce hayret etmiş Kaptan Cuosto.
O zaman, arkadaşı Reşat Ali Bey'le karşılaştıkları zaman, bunu söyleyince, o da bu âyetten bahsetmiş; Rahman sûresi, 19. âyeti kerimesi'nden. "Aslında birbirleri ile kavuşmak üzere iki denizi salıverdi" diyor, sevgili ziyaretçiler. Rahman sûresinin 19. âyet-i kerimesi'nde, "aralarına perde koyduk" diyor, Allahû Tealâ.
Rahman sûresi 19.âyet;
"merecelbahreyni yeltegiyani"
Birbirleri ile kavuşmak üzere, iki denizi salıverdi.
20.âyet-i kerime diyor ki; "Beynehüma""ikisinin arasında" "berzahüm""berzah vardır" diyor. "layebgiyani""birbirlerini n sınırını aşmazlar."
İşte 19.âyet-i kerime ve 20. Âyet-i kerime ve birbirini tamamlaması. Bu 50 cm genişliğindeki su duvarı, taa suyun dibinden belki metrelerce, belki kilometrelerce aşağıya kadar, doğru iniyor. Akdenizin o çevresinde, okyanusla bir ilişkisi var konunun bir tarafında. Ama bir uçtan, iki kara parçasının birbirine ulaştığı yere kadar, 50cm genişliğindeki perde, suyun sathından suyun dibine kadar devam ediyor. Ondan sonra bu bilgiyi gidip de Reşat Ali Bey'den alınca, kaptan Cuosto müslüman oldu. Diyorlar ki; Kaptan Cuosto'nun Müslüman olması yalanlanmıştı ve Peygamber Efendimiz (S.A.V) Kurân-ı Kerim'i kendisi yazmıştı. Hem birincisi yalan, hem de ikincisi yalan.
Peygamber Efendimiz (S.A.V); Kur'ân-ı Kerim'i yazmadı. Okuma yazma da bilmiyordu. Ama kalbine Allahû Tealâ, Kur'ân-ı Kerim'i yazdırmıştı ve onu bütün arkadaşlarına ömrü boyunca okudu.
Bu zavallı kardeşlerimize hep acımışımdır. Ama sevgili ziyaretçiler bir gün, Ankara'da bir doktor kardeşimizle tartışıyorduk, bu tartışmadan bir süre sonra, belki bir iki saat geçtikten sonra, kardeşimiz kalktı gidiyor, ben dedim ki; nereye gidiyorsun daha sözümüz bitmedi. Bana ne dedi biliyor musunuz? "Eğer kalırsam beni ikna edebileceğin gibi bir şüpheye düştüm, ben gidiyorum" dedi, yani vazgeçmiyor ateist olmaktan.
Kur'ân-ı Kerim'in ilk orijinali küçük taşlar, deri, ağaç parçası, kemik gibi çeşitli nesnelere yazılı idi ve yakıldı. Kur'ân'ın ikinci orijinali, EbûBekir zamanında yapılan derleme, yakıldı. Kur'ân'ın üçüncü orijinali, Osmanlı döneminde oluşturuldu bunlar da dünyanın hiçbir yerinde yok. Yapılan incelemeler sonucunda görülen o ki; Muhammed'in vahiy katiplerine, yazdırdığı bildirilen Kur'ân'ın ne aynı, ne bütünü eldeki Kur'ânda.
Yani bu ateistler, Allah'a inanmayan bu kişiler diyor ki; "sizin Kur'ân dediğiniz şey var ya, o; aslında bir uyduruktur."
Sevgili ziyaretçiler; bu insanlara o kadar çok acıyorum ki. Allahû Tealâ onları, kâinattaki en üstün varlıklar, insan olarak yaratmış ve bunun şuurunda değiller. Akıllarını Allah'ın emrettiği istikamette kullansalar, bir sürü fizik ötesi güzelliğin sahibi olacaklar. Allah'a sonsuz hamd ve şükredenlerden olacaklar. Ama şeytan onları parmağında oynatıyor. Akılları var ya; Allahû Tealâ onlara akıl vermiş, Allah'a kafa tutabileceklerini zannediyorlar, sadece acınacak bir durum, sevgili ziyaretçiler
Yukarıdaki iddialarıyla ilgili olarak Halife Mervan, kendi düşüncesini şöyle açıklar demişler: "Onda yazılı olanlar, Osmanlı tarafından yazdırılan Mushaflar'ı geçmiştir. Artık ona gerek kalmamıştır. Yakılıp yok edilmeseydi, zamanla kuşkulara yol açılabilirdi. Ondan alınarak yazılan Mushaflar çevresindeki kuşkuları önlenemeyebilirdi. Bundan korktum, o nedenle yaktırdım" demiş.
Sevgili ziyaretçiler; her Kur'ân müessesesi, falanca tarafından yakılan Kur'ân... Kur'ân yakılmadan evvel, mutlak yeni bir kopyası çıkarılıyor.
Öyle bir dizaynı düşünebiliyor musunuz?
Kur'ân'ın o muhteşem uyumunu ve bu muhteşem uyumu, insanların sağlayabileceğini?
Bir takım Allah'a inanmaz insanlar, karşımıza çıkıp da "hayır öyle değildir, böyle" derse ona inanacakmıyız?
Böyle bir konu ile vaktimizi öldürmeye değmez diye düşünüyorum. Biz bu kardeşlerimize her zaman acımışızdır, ama bir arada olsak, çok şeyler söylerdik.
Sevgili ziyaretçiler, biliyorsunuz bu ateistler Allah'a inanmıyorlar. "Allah yoktur," öyle diyorlar.
Öyle diyelim. Sizlere bir kıssa anlatmak istiyorum; İmam-ı Azam Ebû Hanifî Hazretleri ile bir ateist camide münazara yapacaklar, belli bir saati kararlaştırmışlar. Saatinde ateist gelmiş; ama bizim Ebû Hanifî Hazretleri yok ortalıkta. Adam konuşmaya başlamış;
"Cesareti olsaydı gelirdi" demiş.
"Benim gibi akıllı bir insanla karşılaşamayacağını, mağlûp olacağını biliyor, kaçıyor, bakalım hangi mazeretin arkasına saklanacak."
Adam başlıyor konuşmaya iki saat, üç saat konuşmuş, iki üç saat sonra İmam-ı Azam Ebû Hanifî Hazretleri kan ter içinde gelmiş camiye ve herkes meraklı, ateist de sormuş;
"Nerde kaldın" demiş.
"Korkundan gelemedin herhalde" demiş.
"Söyle bakalım" demiş.
"Bir izahat vermek mecburiyetindesin, bu halka".
İmam-ı Azam da demiş ki;
"Bu son yağmurlardan bizim köprüyü sular götürmüş, nehrin kıyısına indiğim zaman baktım ki; köprü yok." "Ama" demiş.
"Sonra hayret verici bir olayla karşılaştım, bir de baktım karşıda ki ormandan ağaçlar kesilmeye başlandı. Görünmez eller ağaçları kesmeye başladı. Ondan sonra, o ağaçları kereste haline getirdi. O görünmez eller tarafından keresteler kesildi, biçildi. görünmez eller bir köprü inşa etti. Bu sebeple iki saat orda bekledim, o köprüden aştım, işte şimdi geldim, seninle konuşmaya hazırım," demiş.
Öteki de demiş ki;
"Yahu kardeşim, senin bu dediğine bebekler bile, çocuklar bile inanmaz. Beni bu kadar saf mı buluyorsun? Kendi kendine ağaçlar kesiliyor, kendi kendine ağaçlardan köprü yapıyorlar, bunu biz yutar mıyız?"
Ebû Hanifî Hazretleri demiş ki;
"Sevgili kardeşim, sen bir köprünün bile kendi kendine yapılamayacağını bana söylemiş olmadın mı şimdi?" "Ama" demiş, "sen şu anda bana iddia ediyorsun ki; bir ateist olarak, bütün kâinat, hiç kimse tarafından yaratılmamıştır, kendi kendine oluşmuştur."
Sevgili ziyaretçiler, acaba anlatabiliyor muyum?
Hasbel kader o söylediğim, o doktor kardeşimize de bu kıssayı anlatmıştım. Bunlarla boşuna zamanınızı tüketmeyin. Bunlar zavallı insanlar. Bunların hele aklına güvenen güzel insanlar arasında, bulunduğu mevkii itibari ile, meselâ devlet kademelerinde bir de mevkii varsa, başkalarına da bu masalları anlatıp yutturabileceklerini zannediyorlar. Ama kendilerine ne kadar yazık ettiklerini bir bilseler.
Allahû Tealâ, Kur'ân-ı Kerim'de Firavun'u anlatıyor; sevgili ziyaretçiler, diyor ki;
"Firavun'u öldürdüğümüz zaman, hadi bakalım gözlerini açtık, artık görüşün keskin, hakikati görsün."
Firavunun ilk sözü şu oluyor, sevgili ziyaretçiler;
"Yarabbi! Beni tekrar döndür, yaşamak istiyorum, sana ne kadar mûti, itaat eden bir kul olduğumu ispat etmek istiyorum."
Allahû Tealâ diyor ki;
"Ey firavun!Hiç kimseye biz onun görüşünü açtıktan sonra tekrar yeryüzüne göndermeyiz. Böyle bir şey hiçbir zaman vücut bulmadı, bundan sonra da vücut bulmayacak. Seni, senden sonra gelecek bütün nesillere örnek olmak üzere, şu anda öldüğün bu vaziyette, secde vaziyetinde. Rabbini gördüğün an, oluşturduğun, ona karşı saygını gösterdiğin, şu secde vaziyetin var ya, senin bu vaziyetini gelecek olan bütün nesillere örnek olarak muhafaza edeceğim."
Sevgili ziyaretçiler, bu ceset şu anda Londra'da ki British Museum'da ve o, "ben Allah'ım" diyen o Firavun, secde vaziyetinde aynı standartlarda, vücudundaki bütün uzuvları sanki dün ölmüş gibi sapasağlam orada duruyor, hiçbir tahrip izi yok. yani özellikle, o kişinin üzerinde yüzlerce yıl dayansın diye bir takım mumyalama olayları falan hiç olmamış, aynı vaziyetinde duruyor secde halinde ve saçları dökülmüş. Onun için bu ateist kardeşimizle uğraşmaya değmez, zamanınızı boşuna tüketiyorsunuz bu insanlarla.
Ateistler ve Said-i Nursi Hazretleri:
"Bir internet sayfasında bulunan bir takım yazılardaki ifadeler şöyledir;
Said-i Nursi şöyle demektedir,: Tevrat, İncil, Zebur'un Peygamberimiz (S.AV)'e ait âyetlerinin birkaç numunesini göstereceğim.
Zebur'da şöyle bir âyet var; "Allah'ın fetretten sonra bize sünneti yasayı ihya edecek, düzeltecek olan Zat'ı gönder." Risaliye Nur adlı ciltte.
Said-i Nursi aynı sayıda devam ediyor; Tevratın 3. Âyeti; "Musa dedi ki; Ey Rabbim! Ben Tevratta, insanlara iyiliği emredip, onları kötülükten sakındırmak için çıkarılmış, Allah'a iman eden hayırlı bir ümmetin vasıflarını gördüm, onu benim ümmetim yap."
Allah buyurdu ki; "O Mu
ed ümmetidir."
Ateistlerin iddiası; Zebur'un hiç bir yerinde böyle bir âyet yoktur.
Zebur'un bütününü gözden geçirmek lâzım ki; böyle bir âyet var mıdır yok mudur bulalım. Ama eğer insanlar, birilerini karalamak istiyorlarsa ellerinde çok imkân var.
İşte bu ateist kardeşlerimiz de, gerçekten kendilerine çok yazık ediyorlar. bunlarla geçecek zamanlarını, şu bizim kitapları şöyle bir gözden geçirerek bir neticeye ulaşsalar, o zaman göreceğiz, onları. Bakalım, Allah'a ulaşmayı dileyecekler mi dilemeyecekler mi? Bakalım Allah'a inanacaklar mı, inanmayacaklar mı?
Ve şimdi Said-i Nursi Hazretleri böyle bir şey söylemişse ve Zebur'da böyle bir âyet var demişse, bunlar da yoktur demiş. Bu bize Nasrettin hocanın; "dünyanın merkezi neresidir?" diye sorduklarında verdiği cevabı hatırlatıyor. Demiş; "benim eşeğim var ya, onun sağ arka ayağının bastığı yer, işte burası, dünyanın merkezidir" demiş. Onlar demişler ki; "ne biliyorsun? İnanmazsanız ölçün demiş, olay bitmiş."
Şimdi tıpkı bunun gibi ateist diyor ki; "hayır Zebur'da böyle bir âyet yoktur. Biz eğer dersek ki; "Zebur'da böyle bir âyet vardır, o âyeti baştan aşağı, bütün Zebur'u incelememiz lâzım.
Sevgili ziyaretçiler, ne olacak yani?
Zebur'da böyle bir âyetin var olmadığı veya olduğunu ispat etmekle, ateistler nereye varmak istiyorlar?
Allah'ın yokluğu ile peygamber Efendimiz (S.A.V)'in gelişi arasında ilişki ne?
Said-i Nursi aynı sayıda devam ediyor; Tevratın 3. Âyeti; "Musa dedi ki; Ey Rabbim! Ben Tevratta, insanlara iyiliği emredip, onları kötülükten sakındırmak için çıkarılmış, Allah'a iman eden hayırlı bir ümmetin vasıflarını gördüm, onu benim ümmetim yap."
Allah buyurdu ki; "O Mu
ed ümmetidir." Böyle veya değil. Kardeşlerim dînler yoktur, sadece bir tek dîn olmuştur. Hazreti Âdem'den, Peygamber Efendimiz(S.A.V)'e kadar gelen bütün peygamberleri, bütün nebîleri, bütün resûlleri muhtevasına alan, tek bir dîn.
Şimdi bizim sevgili ateist kardeşlerimiz, dînin bir tek dîn olduğundan haberdar değiller. Ve birbirinden ayrı dînler var zannettikleri için, dînler arasındaki farklılıkları düşünüyorlar ve bunlar kaleme alınıyor. Bunlar aslında, şu kadarcık önemi olmayan şeyler. Said-i Nursi Hazretleri, "O Muhammed ümmetidir" demiş, onlar da diyorlar ki; "Tevrat'ta bilmem kaç tane 3 numaralı âyet varmış." Saidi Nursi diyorlar, burada da kurnazlık yaparak güya kaynak belirtiyormuş gibi, Tevrat'ın 3. âyeti diyor ki; âyet arandığı zaman bulunamasın.
Ne alâkası var yani şimdi. Tevrat'ta böyle bir âyetin olmadığını düşünelim ne yazar ki. O ümmet, muhammed olmamış, başka bir peygamberin ümmeti olmuş. Her ikisi de Peygamber. Ama aynı ümmet, tek Allah'a inanıyor, Aynı ümmet Allah'a inanıyor.
Öyleyse bu sözlerle insanları karalayarak, a benim sevgili ateist kardeşlerim! Nereye varmak istiyorsunuz? Diyelim ki; Said-i Nursi bilmem kaçıncı sürede 3. âyetten bahsediyor, siz de baktınız görmediniz o âyeti, ya da gerçekten öyle bir âyetin var olmadığını düşünelim. (Buna hiç ihtimal vermediğimizi söylemek isteriz herşeyden evvel.) Ama böyle olduğunu düşünelim. Neyi ispat etmiş oluyorsunuz siz?
O ümmetin Muhammed ümmeti olmaması, Hazreti Musa'nın ümmeti olması neyi değiştirir ki ateizmde. Bunun cevabını verebilecek olan birisi var mı içinizde bana? Said-i Nursi Hazretlerini karalamaya kalkarak, bir şeyler mi elde ettiğinizi düşünüyorsunuz? Bir hedefe mi varabileceğinizi düşünüyorsunuz? Bu akıntıya kürek çekmenin ötesinde bir şey ifade etmiyor bize. Hangi üçüncü âyetmiş? Bunu söylemiyormuş. Çünkü Tevrat'ta bu ifadeleri içeren, böyle bir âyet yokmuş. Eee peki yoksa yok. Bununla Allah'ın var olmadığını ispat mı ediyorsunuz, öyle mi demek istiyorsunuz yani?
"Böyle bir âyet olmadığı gibi, Muhammed'in adının geçtiği hiçbir âyet yok. Said-i Nursi yalanlarına devam ediyor," şeklinde iddialar var. Sevgili ziyaretçiler, tabiî bu seviyesiz bir ifade. Said-i Nursi; Allahû Tealâ'nın, o yaşadığı devirdeki devrin imamıdır ve Allahû Tealâ'nın değer verdiği bir insandır. Ama bizim ateist kardeşlerimiz, ona değer vermiyorlarsa, o onların bileceği iş.
Yalnız bunları söyleyerek, insanları küçültmeye çalışarak, bu ateistlerin eline ne geçtiğini, ben doğrusu merak ediyorum. Yani nefslerin bu istikametteki dizaynına bakın! İlla küçültmek istiyorlar insanları. Sevgili ateist kardeşlerim, bizimkileri inceleyin, bizim yazdıkarımızı bir inceleyin, bizi küçültmeye çalışın, biz hayattayız, yaşıyoruz size cevap verebiliriz.
Said-i Nursi Hazretleri rahmetli olmuş, ama onun arkasından gidenlere bunları yazarsanız, onlardan çok cevap alırsınız diye düşünüyorum. Biz buna cevap vermeye lüzum görmeyiz. Bunlar sizin Allah ile aranızda mevcut olmayan bağlar sebebi ile, Allah'ın dostlarına bir şeyler söylemek ihtiyacı duymanızdan, onları küçültmeye çalışmanızdan kaynaklıyor.
Ve kendinize yazık ediyorsunuz, öldüğünüz zaman ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız!
Bir defa daha söylüyorum size, aranızda ölüm tehlikesi geçiren oldu mu?
O ölüm tehlikesi geçirenler bana gelsinler de, ispat etsinler bakalım. Ölüm anında, o tehlike anında, Allah'a yalvarmadıklarını, bana ispat etsinler. Acaba kendi vicdanlarında cevabı verebilecekler mi?
İnanmayanlardan, sizlerden bahsediyorum!
Aranızdan hanginiz ölüm tehlikesi geçirip de, Allah'a "ben ölüm tehlikesi geçirdim ama yalvarmadım" diyebilecek. Birisi varsa onunla konuşmak istiyorum ve soracağım yukarıya. Var mı böyle bir babayiğit aranızda?
Allah'ın dostlarına, basit standartlarda nefslerinizi tatmin etmek için, sataşmalar yapıyorsunuz, tamam!..
Bize sataşın!
Biz hayattayız, sizin suallerinize cevap verebiliriz. Unutmayın! Ateist olmanız, bizim size karşı kin duymamıza, nefret duymanıza sebebiyet vermez, başkalarını küçültmeye çalışmanız yanlış bir şey öyle değil mi?
Haksız mıyım?
Ne kazanıyorsunuz Said-i Nursi Hazretlerini küçültmeye çalışarak?
Ne kazandığınızı zannediyorsunuz?
İSKENDER ALİ MİHR