Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de, Mescidi Aksa'dan adıyla söz etmekte, bu mescidin ve etrafının mübarek kılındığını bildirmektedir.

Mescidi Aksa'nın fazilet ve ehemmiyeti hakkında, birçok hadisi şerif de bulunmaktadır. Resulullah (sav) bir hadisi şerifinde şöyle buyurmuştur: “Yolculuk ancak şu üç mescidden birine olur: Benim şu mescidime (Ravza-i Mutahhara), Mescidi Haram'a ve Mescidi Aksa’ya.”

Yeryüzünün en faziletli mekânları camiler, camilerin de en faziletlileri Mescidi Haram, Mescidi Nebevi ve Mescidi Aksa'dır.
Mescidi Aksa, aynı zamanda Müslümanların ilk kıblesidir. Bu özelliğinden dolayı da İslâm’da ayrı bir öneme sahiptir.
Müslümanlar, Mescidi Aksa'yı tarih boyunca itinayla korumak için büyük fedakârlıklarda bulunmuşlardır.

Kudüs, vahye dayanan bütün dinlerde kutsal sayılan bir şehirdir. Bunun başta gelen sebebi ise Yüce Allah'ın insanları doğru yola iletmeleri üzere görevlendirdiği peygamberlerin birçoğunun bu şehirde yaşamış veya en azından hayatlarının bir bölümünü bu şehirde geçirmiş olmalarıdır. Ayrıca bu peygamberlerden bazılarının mabet olarak kullandıkları mekânlar da bu şehirdedir.

Kudüs, İslâm'da özel bir yere ve kudsiyete sahiptir. Zaten adı da bu yerine ve kudsiyetine işaret eder. Müslümanların ilk kıblesi olan Mescidi Aksa'yı bağrında barındırması ve Resulullah (sav)’in isrâ ve mirac mucizesine şâhit olması, bu üstünlüğünün sebeplerinin başında gelir. Yüce Allah, Kur'anı Kerim'de şöyle buyurur: “Kulunu, kendisine birtakım ayetlerimizi göstermek için bir gece Mescidi Haram'dan çevresini mübarek kıldığımız Mescidi Aksa'ya yürütenin şanı pek yücedir.” (İsra; 1)

Konyalı Mehmed Vehbi Efendi'nin Hulasatu'l Beyan tefsirinde şöyle denmektedir: “Ayette Mescidi Aksa'dan murad, Beyti Mukaddes'tir. Mekke-i Mükerreme'ye uzak olduğundan ‘aksa’ denilmiştir. Mescidi Aksa'nın etrafı bağlar, bahçeler ve her nevi nimetlerle dolu olduğu cihetle, dünya nimetleri hususunda mübarek olduğu gibi din hususunda dahi mübarektir. Zira Beyti Mukaddes, makarrı enbiya ve mahalli, vahyi ilahi ve sulehanın (salih kimselerin) mabedidir. Ekseri enbiyanın (peygamberlerin) mucizeleri ve asarı garibe (mucizeleri) orada zuhur ettiğinden, Cenabı Hak mübarek olduğunu beyan etmiştir. Binaenaleyh maddi ve manevi, mahall-i mübarek denmeye şayandır.”

Sabuni’nin Safvetu't Tefasir adlı eserinde de ilgili ibarenin tefsirinde şöyle denmektedir: “Yani Mekke-i Mükerreme'den Kudüs'e götüren Allah'ın şanı pek yücedir. Mescidi Aksa ile Mescidi Haram'ın arasındaki mesafe uzak olduğu için Kudüs'teki mescide Mescidi Aksa denilmiştir.” Yine bu tefsirde de Mescidi Aksa'nın çevresinin maddi ve manevi yönden bereketli kılındığı ifade edilir.

Mescidi Aksa’nın fazilet ve ehemmiyeti hakkında ayrıca birçok hadisi şerif bulunmaktadır. Resulullah (sav) bir hadisi şerifinde şöyle buyurmuştur: “Yolculuk ancak şu üç mescitten birine olur: Benim şu mescidime, Mescidi Haram'a ve Mescidi Aksa'ya.” (Müslim, Kitâbu'l-Hacc, 15/415, 511, 512)

Burada kastedilen yolculuk, ibadet kastıyla olan özel yolculuktur. Bu hadisi şerif dolayısıyla, Mescidi Aksa, harem mescitlerin üçüncüsü sayılmıştır.

Ahmed İbn Hanbel, Nesâi ve Hakim'in Abdullah İbn Ömer (ra)'dan rivayet etmiş oldukları bir hadisi şerife göre de Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Süleymân (as) Mescidi Aksa'yı yaptığında, Rabbinden üç şey istedi. Rabbi ona ikisini verdi. Ben üçüncüsünü de vermiş olmasını ümit ediyorum: Kendisine, kendi hükmüne denk gelecek hüküm vermesini istedi, (Rabbi) bu istediğini verdi. Kendisinden sonra hiç kimsenin ulaşamayacağı bir saltanat vermesini istedi, bu istediğini de verdi. Bir de her kim, bu Mescit'te (yani Mescidi Aksa'da) namaz kılmak amacıyla evinden çıkarsa, anasından doğmuş gibi günahlarından sıyrılsın istedi. Biz, Allah'ın bu istediğini de ona vermiş olmasını ümit ediyoruz.”

Bilindiği üzere, Mescidi Aksa aynı zamanda Müslümanların ilk kıblesidir. Bu özelliğinden dolayı da İslâm'da ayrı bir öneme sahiptir. Buhari ve Müslim'in rivayet ettiklerine göre Bera ibn Azib (ra) şöyle söylemiştir: “Resulullah (sav) Beyti Makdis (Mescidi Aksa) tarafına on altı ya da on yedi ay namaz kıldı. Resulullah (sav) Ka'be tarafına namaz kılmayı arzuluyordu. Yüce Allah da şu ayeti kerimeyi indirdi: ‘Yüzünü göğe doğru çevirip durmanı görüyoruz. Seni hoşnut kalacağın kıbleye doğru yönelteceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Ve her nerede olursanız olun, yüzünüzü onun tarafına çevirin.” (Bakara; 144)

Filistin diyarının mübarek kılındığına dair de ayrıca hadisler bulunmaktadır. Bunlardan birinde şöyle buyurulur: “Allah, Ariş ile Fırat arasını mübarek (bereketli) kılmış ve özellikle Filistin'i mukaddes kılmıştır.” (Müslim, İman, 282; Münavi, et-Teysir, I/248)









Kısa,Filistin Tarihi


Filistin topraklarının peygamberler diyarı olması, bu toprakların vahye dayanan bütün dinlerde kutsal sayılmasını ve kendisine özel bir değer verilmesini sağlamıştır.

Kudüs'ün ve Filistin topraklarının İslâm açısından taşıdığı değer ve kudsiyet dolayısıyla, Medine'de kurulan İslâm devletinin kuzeye doğru sınırlarının genişlemesiyle birlikte, Müslümanlar Filistin topraklarına yöneldiler. Hz. Ebu Bekir (ra) Filistin üzerine M. 633'te iki küçük birlik gönderdi. Bu birlikler önemli başarılar gösterdiler. Daha sonra, 634'te İslâm ordusunun Remle yakınlarında Bizans ordusuna karşı kazandığı zaferle, Kudüs dışındaki bütün Filistin toprakları fethedildi.

Kudüs'ün fethi ise 638'de ikinci halife Hz. Ömer (ra) döneminde gerçekleşti. Bu fetihten sonra, Kudüs ve çevresi 1097'ye kadar sürekli Müslümanların hâkimiyetinde kaldı. 1097'de haçlı ordularının kırk gün süren şiddetli kuşatmaları sonunda, bu kutsal belde Hıristiyanların eline geçti. Haçlılar, Kudüs'ü işgal ettikten sonra, bir hafta süreyle şehirde katliam gerçekleştirdiler.

Haçlı işgali yaklaşık doksan yıl sürdü. Bu işgale 1186 yılında Selahaddin Eyyubi son verdi. Yavuz Sultan Selim'in 1516'da gerçekleştirdiği Mısır seferi sonrasında, Kudüs ve Filistin Osmanlı devletine bağlandı. 1918 İngiliz işgaline kadar da Osmanlı yönetiminde kaldı.

İngilizlerin 1918'de Filistin topraklarını işgal etmeleri zamanın Mekke şerifi ve bugünkü Ürdün krallığının kurucusu Şerif Hüseyin'in yardımıyla oldu. İngiliz dışişleri bakanı Arthur Balfour tarafından, 1917'de Filistin toprakları üzerinde bir Yahudi devleti kurdurulacağı yolunda bir deklarasyon yayınlandı. Çok geçmeden, İngilizler Filistin topraklarını işgal ettiler.

İngiliz işgali, 24 Temmuz 1922 tarihinde, bugünkü Birleşmiş Milletler konumunda olan Milletler Cemiyeti tarafından onaylandı ve Filistin toprakları resmen İngilizlerin vesayetine verildi. İngiliz işgalinden sonra Yahudilerin Filistin topraklarına göçü de hızlandı. İşgal yönetimi, Yahudilerin bu topraklara yerleşebilmeleri için her türlü imkânı hazırlıyordu.

Bunun yanı sıra işgalle birlikte katliamlar, sürgünler ve haksızlıklar da başladı. İngiliz işgalciler bir yandan Müslümanları öldürerek mülklerini ellerinden alırken, diğer yandan Yahudilerin bu topraklardan mülk edinmelerini ve yerleşmelerini kolaylaştırıyorlardı. Filistinli Müslümanlar, işgal yönetimine ve Yahudi göçüne karşı mücadele ettiler. Bu doğrultuda zaman zaman ayaklanmalar gerçekleştirildi. Filistinliler mücadelelerini organize için örgütler de kurdular.

İngilizler yerlerine Yahudileri bırakarak, 1947'de Filistin'den çekilmeye başladılar. Bunun hemen arkasından, kendi devletlerini kurabilmek için bir iç çatışma başlattılar. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1947'de Filistin topraklarının Araplarla Uahudiler arasında paylaştırılmasına dair bir karar aldı. 181 sayılı bu karar, Filistin topraklarının % 55'ini ve verimli kısımlarını Yahudilere, genellikle verimsiz ve çölden ibaret % 45'ini de Araplara veriyordu.

Yahudilerin çıkardıkları tedhiş olayları ve iç savaş sebebiyle İngilizler, 1948'de Filistin topraklarından tamamen çekildiler. Bunun ardından Yahudiler, BM'in kendilerine verdiği toprakların üçte biri oranında daha toprak işgal ederek 14 Mayıs 1948'de İsrail devletinin kuruluş deklarasyonunu yayınladılar. İsrail'in kuruluşu ve bu kuruluşun 181 sayılı BM Genel Kurulu kararına dayandırılmasıyla 960 bin Filistinli Arap evsiz, mülteci durumuna sokuldu.

Filistinlilere yapılan zulüm ve işkencelerin yanı sıra, İsrail'in henüz elli yılı doldurmamış olan ömründe, altı büyük savaş vardır:

1- 1948'de İsrail'in kuruluşuyla birlikte patlak veren savaş,
2- 1956'da bu ülkenin Fransa ve İngiltere'nin desteğiyle Mısır'a karşı açtığı savaş,
3- 1967'de ABD desteğinde Mısır, Suriye ve Ürdün'e karşı gerçekleştirilen savaş,
4- 1968'de Ürdün'e saldırı,
5- 1973'te İsrail tarafından başlatılan Arap - İsrail savaşı,
6- 1982 Lübnan işgalidir.

GÜLİSTAN ARAŞTIRMA SERVİSİ