Assalamu aleikum

Müslümanların zihinlerini en çok bulanıklaştıran, onları hareketsiz kılan, miskinliğe iten şüphesiz yanlış Kaza ve Kader anlayışıdır. Bu nedenle bu önemli sorunun kesin olarak çözüme kavuşturulması gereklidir.

Aslında Kaza ve Kader meselesi toplumda anlaşıldığı gibi İslam’ın getirdiği ve iman edilmesi gereken bir mesele değildir. İslam’ın iman edilmesini istediği Kader anlayışı; yerde ve gökte mevcut olan her şeyin ALLAH (swt)’ın takdiriyle var olduğu ve O’nun katında tescil edildiğidir. Bu varlık aleminde hiçbir şey yoktur ki ona ALLAH (swt)’ın takdiri ve tescili tahakkuk etmesin. ALLAH (swt)’ın takdir ve tescillinin tahakkuk ettiği her şey muhakkak vuku bulur. Her şeyin var olabilmesi için ALLAH (swt)’ın onu takdir ve tescil etmesi gerekir.

Emevi Devleti’nin sonunda ve Abbasi Devleti’nin başlarında Yunan felsefesi ve mantığı Suryanice’ye oradan da Arapça’ya tercüme edilince ortaya çıkan Kaza ve Kader ise; insanın fiillerini ve onlardan doğan özellikleri ALLAH (swt) mı yaratıyor, yoksa insan mı yaratıyor? Bu fiilleri insan hür ve serbest olarak mı, yoksa o fiilleri mecburi olarak mı yapar.

Kaza ve Kader konusu Müslümanların gündemine İslam alimlerinin felsefe ile uğraşırken Yunan felsefesinden getirdikleri meselelerden birisidir. Müslüman filozoflar Yunan felsefesinden çeşitli meselelerden İslam’ın görüşünün ne olduğunu ortaya çıkarmak için araştırmalarda bulunuyorlardı. Bu meselede araştırma konularından birini oluşturmaktadır. Zamanla bu meseleyi, İslami bir mesele haline getirdiler.

Bu meseleye bir çok İslam alimi değinerek kendi görüşlerini açıklamışlarsa da bu fikirler üç ekol altında birleşmiştir. Bunlar; İnsan kendi iradesinde hürdür. İnsan, fiillerini ve o fiillerinden doğan özellikleri kendisi yaratır diyen Mutezile ekolünün görüşü. İnsan, kendisine ait fiilleri yapmaya mecburdur. Fiillerini yapıp yapmamada herhangi bir iradesi yoktur. Eşyanın ve fiillerin özellikleri de böyledir. Diyen Cebriye ekolünün görüşü. Ve iki görüşün orta yolunu bulmaya çalışarak; İnsan serbest olarak bir fiili yapmayı ister ALLAH’ta o fiili yaratır. Diyerek tartışmaya ortak olan ehli sünnet ekolü.

Halbuki "Kaza ve Kader" meselesinin üzerine oturtulması gereken asıl konu, fiile uygulanacak sevap ve ceza konusudur. Yani kul hayır veya şer olan bir fiili yapmaya mecbur mudur yoksa bu konuda serbest midir? Fiili yapıp yapmama serbestiyeti var mıdır yoksa böyle bir serbestiyete sahip değil midir?

Kulların fiillerini inceleyen kimse insanın iki daire içerisinde yaşadığını görür. Bunlardan birincisi insanın hakim olduğu dairedir. Bu daire, insanın tasarrufu altında bulunan ve serbest seçimi ile insanın fiillerini dilediği gibi yapabildiği bir alandır. İkinci daire ise; insana hakim olan dairedir. İnsan bu daire içerisinde bulunur ve fiillerini bu daire çerçevesinde yapar. Bu dairede insandan çıkan veya insan üzerine uygulanan fiillerde insanın hiçbir rolü yoktur.

İnsana hakim olan dairedeki fiillerde ve bunların meydana gelmesinde insanın hiçbir rolü yoktur. Bu dairedeki fiiller iki kısımdır.

1- Doğrudan doğruya varlık nizamının (Tabiat kanunlarının) gerektirdiği fiiller.

2- Her ne kadar her şey varlık nizamının dışına çıkmasa da doğrudan doğruya varlık nizamının gerektirmediği fiiller bu nizamlara boyun eğerek mecburi olarak bu kanunlara göre gerçekleşir. Çünkü insan, kâinat ve hayatla birlikte konulmuş olan özel kanuna uygun olarak yürür. Kanuna aykırı davranamaz. Bu nedenle insana egemen olan dairede meydana gelen filler insanın iradesi dışında meydana gelir. İnsan bu daire içinde zorunlu olarak hareket eder. Bu dünyaya iradesi olmadan geldiği gibi yine iradesi olmadan gidecektir. Yalnızca cismiyle/fiziki yapısıyla, havada uçamaz, su üzerinde yürüyemez. Gözlerinin rengini, kafasının şeklini, vücudunun büyüklüğünü yaratamaz. Bunların tamamında, yaratılmış olan kulun her hangi bir tesiri ve ilgisi bulunmaksızın bunları yaratan yalnızca ALLAHu Teâla'dır. Çünkü varlık kanunlarını yaratan ve bu kanunları varlık dünyası için bir düzenleyici haline getiren ALLAHu Teâla'dır. Varlık alemi bu kanunlara göre yürümeye mecburdur, onlara muhalefet etme hakkına sahip değildir.


Varlık kanunlarının gerektirmediği, insanın da defetme ve kendinde uzaklaştırma gücüne sahip olmadığı ikinci kısım fiillere gelince: Bu fiiller ya doğrudan insandan çıkar ya da kendi isteği dışında insan üzerinde gerçekleşir. İnsan kesinlikle bunları kendinden uzaklaştırma imkânına sahip değildir. Duvarın üzerinde bulunan bir şahsın düşerek bir başka kişiyi öldürmesi, kuşa ateş açan kimsenin açtığı ateşin varlığından haberdar olmadığı bir insana isabet ettirip onu öldürmesi, telafisi mümkün olmayan bir arızadan dolayı bir uçağın düşmesi, bir otomobilin veya trenin devrilmesi ve bu nedenle de yolcuların ölmesi ve buna benzer bir çok olay bu kapsama giren olaylardandır. İşte insanın üzerinde gerçekleşen veya insandan çıkan bu tür fiillerin olmasını her ne kadar varlık kanunları gerektirmese de, bunların hepsi insanın iradesi olmadan, ya insandan çıkmıştır ya da insanın üzerinde gerçekleşmiştir. Bu tür fiiller insanın gücü altında olan fiillerden değildir. Bunlar insana egemen olan dairede gerçekleşen fiillerdendir. İşte insana egemen olan bu dairede gerçekleşen fiiller KAZA diye isimlendirilir. Çünkü fiile hükmeden ALLAH (swt)'tır. Fiilin meydana gelmesinde kulun iradesi hür değildir. Kulun herhangi bir serbestiyeti de yoktur. Bu nedenle bu fiillerin sonucunda insanın değerlendirmesine göre sevgi veya hoşnutsuzluk, fayda veya zarar olsa da, ortaya çıkan sonuçlardan ALLAHu Teâla kulu sorgulamaz, cezalandırmaz. Yani insan her ne kadar hayır ve şer olarak değerlendirse de bu fiillerdeki hayrı ve şerri bilen yalnızca ALLAHu Teâla'dır. Çünkü bu türden fiillerin oluşumunda insanın etkisi yoktur.

İnsan bu tür fiillerin niteliği ve fiil hakkında bir şey bilemeyeceği gibi fiili kendinden uzaklaştırma veya kendine doğru çekme imkânına da sahip değildir. Bu nedenle de bu tür bir fiilden dolayı ne sevap kazanır ne de cezalandırılır. İşte "KAZA" budur. Bu durumdaki bir fiilden dolayı da "Kaza" oldu denilir. Sonuç olarak da insanın kazanın ALLAH Sübhanehu ve Teâla'dan olduğuna inanması, iman etmesi lazımdır.

İnsanın hakim olduğu dairedeki fiillere gelince: Bu daire, insanın serbestçe seçtiği nizama göre, yani ALLAH (swt)'ın şeriatına veya bir başka nizama göre yaşayabildiği dairedir. Bu daire insanın kendisinden kaynaklanan veya kendi iradesiyle insan üzerinde vuku bulan amellerin görüldüğü dairedir. İnsan dilediği gibi yer, içer, yürür, istediği zaman yolculuk yapar. Dilediği zamanda da bunları yapmaz. İnsan ateşle yakar, dilediği gibi bıçakla keser, dilediği gibi cinsi ihtiyacını veya mülk edinme ihtiyacını veya midevi açlığını doyurabilir. Bir fiili serbestçe yapabildiği gibi yine serbestçe de ondan vazgeçer. Bu nedenle de insan bu daire içerisinde yaptığı fiillerden sorumludur. Sevabı hak edecek bir fiili yaptığı zaman sevapla, cezalandırılmayı gerektiren bir fiili yaptığında da azap ile cezalandırılır. Bu tür fiillerin "Kaza" ile ilgisi olmadığı gibi "Kaza"nın da bu tür fiillerle ilgisi yoktur. Çünkü insan, serbest iradesi ile fiili yapmaktadır. Bu nedenle de ihtiyari/serbest irade ile yapılan fiiller "Kaza" kapsamına girmez.

Kadere gelince: İster insana egemen olan dairede meydana gelen olaylar olsun ister insanın egemen olduğu dairede meydana gelen olaylar olsun, eşyadan, insan hayat ve kâinat maddesinden oluşan ve eşya üzerinde meydana gelen fiillerdir. Bu fiiller bir sonuç olarak ortaya çıkar. Yani bu tür fiilin varlığından bir işin ortaya çıkması gerekir. İşte burada şöyle bir soru gündeme gelmektedir: İnsanın eşyalarda ortaya çıkardığı özellikleri insanın kendisi mi yaratıyor yoksa eşyaları yarattığı gibi eşyalardaki özellikleri de ALLAH Subhanehu ve Teâla mı yaratıyor?

İnsanın eşyada ortaya çıkardığı özellikleri dikkatlice inceleyen kimse bunların insanın fiili olmayıp eşyanın özelliklerinden olduğunu fark eder. Eşyanın kendisine ait özelliklerinden bir özellik olmadıkça insanın bir özelliği yaratamaması, eşyalardaki özellikleri insanın yaratmadığının delilidir. Eşyaların kendisine ait olmayan veya kendisinde bulunmayan bir özelliğin insanın isteği ile ortaya çıkması mümkün değildir. Bu nedenle bu işler insanın fiilleri olmayıp eşyanın özellikleridir. Hem eşyaları hem de eşyalardaki özellikleri, takdir ettiği bu özelliklerin dışına çıkamayacağı şekilde yaratan ALLAHu Teâla'dır. Hurma çekirdeğinde elma değil, hurma bitme özelliği vardır. İnsan menisinde hayvan değil insanın meydana gelmesi özelliği vardır. ALLAH (swt) eşyalarda da belirli özellikler yarattı. Ateşte yakma, odunda yanma, bıçakta kesme özelliğini yaratan ve her şey için aksi yönde hareket edemeyeceği, varlık nizamına göre hareket etmesini sağlayan kanunları koyan ALLAHu Teâla'dır. ALLAH (swt)'ın eşyalar için taktir etmiş olduğu bu özelliklere ters düşen olayların eşyalarda görülmesi harikulade/olağanüstü bir olay sayılır. Böyle bir olay da ancak peygamberlerde görülür ki bu da onlara verilmiş mucizelerdir. ALLAH (swt), eşyalarda belirli özellikleri yarattığı gibi insanda da içgüdüleri ve uzvi/organik ihtiyaçları yaratmış, eşyalarda bulunan özellikler gibi içgüdü ve uzvi ihtiyaçlara da muayyen özellikler vermiştir. Nevi/Türel içgüdüde hemcinsine meyletme özelliğini, beka içgüdüsünde mülk edinme özelliğini, uzvi ihtiyaçlarda örneğin açlık özelliğini yaratmış ve bu özellikleri varlık kanununa göre insan için gerekli kılmıştır. İşte ALLAH Subhanehu ve Teâla'nın hem eşyalarda yaratmış olduğu belirli özellikler hem de insanda yarattığı içgüdülere ve uzvi ihtiyaçlara "KADER" ismi verilir. Çünkü eşyaları, içgüdüleri ve uzvi ihtiyaçları yaratan ve onlara belirli özellikler veren ALLAHu Teâla'dır. İnsandaki şehvet duygularının kabarması, gözünü açtığında görmesi, yukarıya atıldığında taşın yukarıya doğru gitmesi, aşağıya doğru atıldığında inmesi gibi fiillerin tamamı insanın fiili değildir. Bunların hepsi ancak ALLAHu Teâla'nın eşyaları bu halde yaratmasının yani eşyayı ve eşyalardaki muayyen özellikleri yaratmasının bir sonucudur. Bu nedenle özellikler insandan değil ALLAHu Teâla'dandır. Bunların meydana gelmesinde kulun kesinlikle herhangi bir rolü yoktur. İşte "Kader" budur. Bu açıklamalara göre "Kaza ve Kader" konusunda "Kader" diye, insanın eşyalarda ortaya çıkardığı özelliklere denir. Bu nedenle insanın, eşyalarda takdir edilen özellikleri ALLAH Subhanehu ve Teâla'nın yarattığına, iman etmesi gerekir.

Buna göre "Kaza ve kader", insana egemen, olan dairede meydana gelen kulun fiilleri ve eşyalarda insanın ortaya çıkardıkları özelliklerdir. "Kaza ve Kader"in hayrının ve şerrinin ALLAHu Teâla'dan olduğuna inanmak demek, insanda zorla meydana gelen ve def edemediği fiillerin ve insanın eşyalarda ortaya çıkardığı özelliklerin ALLAHu Teâla'dan olduğuna, bunların meydana gelmelerinde kulun hiçbir rolünün olmadığına inanmak demektir. Bu nedenle ihtiyari fiiller yani insanın serbest iradesi ile yapabildiği fiiller "Kaza ve Kader" konusunun dışında kalmaktadır. Çünkü insanın serbest iradesi ile yapabildiği bu fiiller ya insandan kaynaklanır veya serbest iradesi ile insan üzerinde cereyan eder. ALLAHu Teâla insanı, insandaki içgüdüleri ve uzvi ihtiyaçları, eşyalardaki özellikleri yarattığında insanda temyiz kabiliyetine sahip aklı da yaratarak insana, bir fiili yapma veya yapmama serbestîsini vermiştir. İnsanı bir fiili yapmaya veya yapmamaya mecbur bırakmamıştır. Eşyadaki özellikleri, içgüdüleri ve uzvi ihtiyaçları da bir fiili yapmaya veya yapmamaya mecbur kılmamıştır. Böylece insan, ALLAH (swt)'ın kendisine vermiş olduğu mümeyyiz akıl/iyiyi kötüden ayırt edebilen akıl ile bir fiili yapıp yapmama konusunda serbest bırakılmıştır. ALLAH (swt), aklı, şer'i tekliflerin/sorumlulukların temeli kılmıştır. Bu nedenle insan, hayır bir fiili yaptığı zaman ona sevap vardır. Çünkü aklı, ALLAH (swt)'ın emirlerini yerine getirmeyi ve yasaklarından da sakınmayı seçmiştir. Şer/kötü bir fiili yaptığında ise insana ceza vardır. Çünkü insan aklı ile ALLAH (swt)'ın emirlerine muhalefet ederek yapılmasını yasakladığı bir işi yapmıştır. Bu fiillerden dolayı da onun cezası haktır ve adildir. Çünkü o, herhangi bir zorlama olmadan bir fiili yapmada tamamen serbesttir. "Kaza ve kader"in bununla asla alakası yoktur. Buradaki mesele kulun kendi fiilini serbestçe yapmasıdır. Bu nedenle de insan yaptıklarından sorumludur.



TEVEKKÜL



ALLAH (swt)'a tevekkül meselesine gelince, ilk Müslümanlar bu ifadeyi hakkıyla anlamışlardı ve ALLAH (swt)'a tüm hakkıyla tevekkül etmişlerdi. Bundan dolayı da büyük işlere kaim oldular. Ve o işleri yerine getirebildiler. O şiddetli zor durumlara atıldılar ve başardılar. Daha sonraki Müslümanlar ise böyle değildiler. Özellikle madde hastalığı ve sapıklığı, nefisler üzerine hâkimiyet kurup onların bakış ve anlayışlarında birtakım zaaf ve kusurlar meydana getirince tevekkülün hakikatini anlamaktan uzaklaştılar. Tevekkül, bundan sonra onların hayatlarında ve zihinlerinde vakıası bulunmayan boş kelimelerden ibaret ifadeler haline geldi. İlim ehlinin, tevekkülün tefsirinde onu "sebepleri almak"olarak düşünmeleri de, tevekkülün bu şekilde anlaşılmasına katkıda bulunmuştur. Öyle bir noktaya gelindi ki, tevekkül kelimesi söylendiği zaman hemen ardından "Deveyi bağla ve tevekkül et"hadis-i şerifi akla gelir hale geldi. Öyle ki, bu hadis, tevekkül hakkında doğan sebepleri terk etme vehmini defetmek için değil de nefislerde tevekkülün manasını zayıflatmak için kullanılır hale geldi. Böylece sebeplere tevessül tevekkülün bir cüzü olarak telakki edildi. Bunun neticesinde gayretlerin sönmeye, Müslümanlardaki azim ve kararlılığın zayıflamaya, hayata bakış açısı ve ufkunun daralmaya yüz tuttuğu görüldü. Böylece Müslümanlar, kendilerini aciz hissetmeye, güçlerinin mahdut olduğuna, kendilerinin çok az şeye güç yetirebileceklerine itikat etmeye başladılar. Bundan dolayı Müslümanlar; hayatta istenilen yücelere ve zirvelere çıkmalarını gerçekleştirip geçmişteki şerefin ve üstünlüğün zirvelerine ulaşabilmelerine ancak ALLAH (swt)'a tevekkülü hakiki anlamıyla anlamaları ve ALLAH (swt)'a hakkıyla tevekkül etmeleriyle muvaffak olabilirler. Nitekim büyük işlerin başarılabilmesi, güçlerini sadece insanî gücün sınırları içerisinde mütalaa eden kimselerin eliyle mümkün olmaz. Zira bir insan sadece bu insani güce bakarsa onun görüş sınırları içerisindeki insan gücü kadar çalışır. Böylece onun elleri ve kulaçları kısalır. O kişi büyük işleri başarmak bir yana, basit işleri bile gerçekleştirmekten aciz duruma düşer. Fakat, arzularını gerçekleştirmek için insan gücünün ötesinde kendisine yardım eden bir kuvvetin varlığına inanan insanlar, bu kuvvete dayanarak kendi kuvvetlerinden çok daha büyük işleri gerçekleştirirler. Sadece insanî kuvvetine bakıldığı zaman onun sınırlı olduğu görülür. Bu açıdan meseleye bakan kimse, kendi işlerini sınırlandırır. Onlara bir sınır çizer. Fakat ona daha geniş bir açıdan baktığı zaman insan kuvvetinin sınırsızlığını anlar ve bundan dolayı insan kendi gücünden kat kat büyük işleri gerçekleştirerek tasavvur bile edilmeyen birçok imkânsız gibi görünen işleri gerçekleştirmeye gücü yeter. Yeter ki, kendi kuvvetinin ötesinde kendisine yardım eden başka bir gücün var olduğuna itikat etsin. O zaman insanın kudreti için sınır olmaz. Hatta ALLAH (swt)'a iman etmeyen ve ona tevekkülde bulunmayan bazı kimseler bile kendi güçlerinin ötesinde tabiat veya başka bir isimle ifade ettikleri başka bir gücün varlığını kabul eden insanlar büyük işlere atılırlar.

O halde, katî delilden neşet eden bir iman ile ALLAH (swt)'a iman eden ve yine delilden neşet eden ve vakıaya uygun olarak kesin tasdikle ALLAH (swt)'ı tasdik eden Müslüman nasıl olur? Kuşkusuz ki o, ALLAH (swt)'a olan tevekkülünden dolayı bir gayrimüslimin gerçekleştirdiklerinden kat kat fazlasını gerçekleştirebilir. Onun için ALLAH (swt)'a tevekkül etmek, İslâm Ümmeti'ni diri ve hayatta tutan prensiplerden bir olduğu gibi İslâm fikirlerinin de en ehemmiyetlilerindendir.

ALLAH (swt)'a tevekkül, Kur-an'ın kesin nasslarıyla sabittir. ALLAHu Teâla şöyle buyuruyor:

"Eğer ALLAH size yardım ederse, size galip gelen olmaz. Eğer sizden yardımını keserse ondan başka kim size yardım edebilir. Müminler ALLAH'a tevekkül etsinler."1"Azmettiğin zaman, ALLAH'a tevekkül et. Şüphesiz ALLAH, tevekkül edenleri sever."2"De ki, ALLAH'ın bizim için yazdığından başkası isabet etmez. O, bizim Mevla'mızdır. Müminler ancak ALLAH'a tevekkül etsinler."3"ALLAH kendisinden başka hiçbir ilahın bulunmadığıdır. Müminler ancak ALLAH'a tevekkül etsinler."4Eğer yüz çevirirlerse de ki, ALLAH bana kafidir. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. O'na tevekkül ettim. O, büyük arşın Rabbidir."5"De ki, ALLAH bana kafidir. Tevekkül edenler, ancak O'na tevekkül ederler."6"Kim ALLAH'a tevekkül ederse bilsin ki ALLAH, Aziz, Hakimdir."7Ancak mü’minler şunlardır ki, ALLAH anıldığı zaman kalpleri ürperir. Onlara, ALLAH'ın ayetleri okunduğu zaman imanları artar (ziyadelenir) ve onlar, ancak Rablerine tevekkül ederler."8

"Göklerin ve yerin gaybı ALLAH'a aittir. Bütün işler O'na döner. Sen O'na ibadet et ve O'na tevekkülde bulun. Rabbin yaptıklarınızdan gafil değildir."9

"Ölmeyen ve her zaman diri olan ALLAH'a tevekkül et ve O'nu hamd ile tesbih et."10"Sana tabi olan müminlere karşı mütevazi ol. Eğer sana karşı gelirlerse de ki, ben sizin yaptıklarınızdan beriyim. Aziz ve Rahim olan ALLAH'a tevekkül et."11

İşte bu ayetler, ALLAH (swt)'a tevekkül etmenin farz olduğuna kesin olarak delalet ederler. Çünkü bunlar, ALLAH (swt)'a tevekkül ile ilgili sarih emirler ihtiva ediyorlar. Ayrıca ayetlerde geçen tevekkül emri "ALLAH, tevekkül edenleri sever" gibi karinelerle birlikte zikredilerek methedildiği için, daha da bir kesinlik kazanıyor.

ALLAH (swt)'a tevekkül işine sarih olarak delalet eden birçok hadisler de vardır. Nitekim Buhari'nin İbni Abbas'tan rivayet ettiği bir hadis şöyledir;

"Ümmetimden yetmiş bin kişi, hesapsız olarak Cennete girecektir. Bunlar okuyarak ve üfleyerek tedavi olmayan, fala bakmayan, ümitsizliğe kapılmayan, tedavi için dağlanmayan ve ancak Rablerine tevekkül edenlerdir."

Ahmed ve Tirmizi'nin rivayet ettikleri bir hadis ise şöyledir;
"Siz hakkıyla ALLAH'a tevekkül etmiş olsaydınız, aç olarak yuvasından çıkan, tok olarak yuvalarına dönen kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de ALLAH rızıklandırırdı."

Bu deliller, tevekkül konusunda Müslüman'ın bir an tereddüt etmesine yer bırakmıyor. Çünkü, bu deliller, sarih ve açıktırlar. Özellikle, Kur-an ayetleri katî delil oldukları için bunları inkar eden kafir olur. Bu ayetler, ALLAH (swt)'a tevekkül etmenin en önemli farzlardan bir farz olduğuna delalet eder. Bu delillerin hepsinde ALLAH (swt)'a tevekkül emri herhangi bir şarta bağlı olarak geçmiş değildir. Bu deliller, mutlak olarak geçtikleri için ALLAH (swt)'a tevekkül etmek de mutlak olarak farz olur. Bu tevekkülün bütün işlerde ALLAH (swt)'a yapılması farzdır. Deliller, bizim herhangi bir işe ve amele azmettiğimiz zaman, ALLAH (swt)'a tevekkül etmemizin farz olduğuna delalet eder. Mevcut deliller, bundan başkasına delalet etmiyor. Başka bir kaydı ifade eden herhangi bir delile rastlamak mümkün değildir. Böylece ALLAH (swt)'a tevekkül, her Müslüman üzerine kayıtsız, şartsız mutlak şekilde farzdır.

"Deveni bağla ve tevekkül et"hadisi, bu ayet ve hadisleri sınırlandırmak için değildir. Hatta onlar için bir sınırlandırmayı beyan da değildir. Çünkü, bu ayet ve hadisler, mücmel değiller ki beyana muhtaç olsunlar. Hadis, başka bir mevzuyu ilgilendiriyor ki o da,"Sebep ve müsebbipleri alma" konusudur. Zira bu hadis, tevekkülü sebep ve müsebbipleri terk etmek olarak anlayan bir bedeviye, sebep ve müsebbiplere sarılmanın ehemmiyetini belirtmektedir. Rasulullah (saws), o bedeviye tevekkülün sebep ve müsebbibi (sebebe götüren vesileleri) terk etmek anlamına gelmediğini bildirmek için bu hadisi söylemiştir. Tevekkül ile birlikte müsebbibe sarılmayı da emrediyor. Hadis şöyledir;

Bir adam Rasul (saws)'e gelir, devesini başıboş olarak salmak ister ve "Ben devemi salacağım ve ALLAH'a tevekkül edeceğim"der. Rasul (saws) "Onu bağla ve tevekkül et" diye buyurur.

Bu hadis, bedeviye devesini bağlamasını, yani sebep ve müsebbibe sarılması için bir talimdir. Ayrıca tevekkülün sebep ve müsebbibe sarılmayı terk etmek manasında olmadığını da anlatmış bulunuyor. Böylece Rasulullah (saws), bedeviye sebep ve müsebbipler ile birlikte tevekkülü emretmiş oluyor. Bundan dolayı bu hadis, tevekküle dair delillerin hiçbirini, hiçbir şekilde sınırlandırmış olmaz. Bundan dolayı sebep ve müsebbibi nazarı itibara almadan ALLAH (swt)'a tevekkül farzdır. Yukarıdaki hadis, bu hususu kayıtlamadığı gibi tevekkülün hükmü için de bir beyan olmaz. Çünkü, tevekkül ile ilgili deliller mutlak olarak geçmişlerdir. Bu deliller, hiçbir nass ile kayıtlı kılınmış değiller. Çünkü bu deliller mücmel değiller ki beyana muhtaç olsunlar.

Sebep ve müsebbibe bağlanmak meselesi, tevekkül meselesinden ayrı bir meseledir. İkinci bir meseledir. Bu meselenin delilleri tevekkülün delillerinde başkadır. Bu delillerin tevekkül delilleriyle karıştırılması ve onları tevekkül için kayıt kılınması doğru olmaz. ALLAH (swt)'a tevekkül etmeleri Müslümanlar üzerine farz olduğu gibi sebep ve müsebbiplere sarılmaları da şerî delillerle farz kılınmış bulunuyor. Bu iki meseleye ait deliller birbirini kayıtlı kılmayacakları gibi birbirine şart da değillerdir. Bunun için Müslümanların mutlak olarak ALLAH (swt)'a tevekkülde bulunmaları farzdır. ALLAH (swt)'a tevekkül etmeyen kimse günahkar olur. ALLAH (swt)'a tevekkülü inkar eden kimse ise kafir olur. Çünkü, ALLAH (swt)'a tevekkül, sübutu ve delaleti katî olan delillerle sabittir. Bunun için her ne kadar tevekkülün manasını tam olarak anlamayan Müslümanlar mevcut olsalar bile, Müslümanlar arasında tevekkülü inkar eden, İslâm'a inanmış hiçbir kimse bulunamaz.

Fakat "Çalış ve tevekkül et" anlayışı hakikatte yanlıştır. Doğru olan "Tevekkül et ve çalış" anlayışıdır. Bu iki anlayış arasında büyük bir fark vardır. "Çalış ve tevekkül et" düşüncesi, tevekkülü şekli bir duruma getirir. Bundan dolayı böyle bir tevekkülle çalışanın nefsinde tevekkülün herhangi bir tesiri olmaz, her ne kadar o tevekkül ettiğini iddia etse de. Fakat "Tevekkül et ve çalış" anlayışı, tevekkülü esas hale getirdiği için nefislerde bunun büyük tesiri görülür. İşte bu tesir, onda anormal bir kuvvet meydana getirir ki büyük ve fevkalade işleri yerine getirme gücüne sahip olur.


Dipnotlar :

1- Al-i İmran 160

2- Al-i İmran 159
3- Tevbe 51
4- Teğabün 13
5- Tevbe 129
6- Zümer 38
7- Enfal 49
8- Enfal 2
9- Hud 123
10- Furkan 58
11- Şuara 217 konu Mahmud Oğuz ´a aittir