TİCÂRETDE İHSÂN
(Kimyâ-i se’âdet) kitâbı, üçüncü asl, dördüncü bâbda buyuruyor ki: Allahü teâlâ, adâlet yapmak emr etdiği gibi, ihsân etmeği de emr ediyor. Bundan evvelki bâbda, adâlet yapmağı bildirdik. Bunları öğrenen, zulm yapmakdan kurtulur. Şimdi ihsân nasıl yapılacağını anlatacağız: A’râf sûresi, ellibeşinci âyetinde meâlen, (İhsân edenlere, elbette rahmetim çok yakındır) buyuruldu. Yalnız adâlet yapanlar, dinde sermâyelerini kurtarmış olur. Amma kâr, ihsân edenleredir. Aklı olan, âhıret kârını hiç kaçırır mı? İhsân, emr edilmiyen iyiliği yapmakdır.
[(Eşbâh) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, üçüncü kâ’ide (Îsâr)dır. Îsâr, muhtâc olduğu birşeyi almayıp, muhtâc olan din kardeşine bırakmakdır. İnsana lâzım olan şeylerde îsâr yapılır. Kurbet ve ibâdetlerde îsâr yapılmaz. Meselâ, tahâretlenecek kadar suyu, setr-i avret edecek kadar örtüsü olan, bunları kendi kullanır. Bunları muhtâc olana vermez. Birinci safdaki yerini başkasına vermez. Nemâz vakti gelince abdestsiz kimsenin abdest suyunu başkasına îsâr etmesi câiz değildir].
Ticâretde ihsân, altı dürlü elde edilir:
1 — Müşterî, fazla ihtiyâcı olduğu için, çok para vermeğe râzı olsa bile, çok kâr istememelidir. Sırrî Sekâtînin “kuddise sirruh” dükkânı vardı. Yüzde beşden ziyâde kâr istemezdi. Bir kerre, altmış altınlık bâdem içi almışdı. Bâdem fiyâtı ânsızın yükseldi. Dellâl, bâdem satmak için geldi. Altmışüç altına sat dedi. Dellâl, bugün, bu kadar bâdemi, doksan altına alıyorlar deyince, ben yüzde beşden fazla kâr almamağa karâr verdim. Karârımı değişdirmem buyurdu. Dellâl da, ben de senin malını aşağı fiyâtla satamam dedi ve satmadı. O da, yüksek fiyâtla satmağa râzı olmadı. Bâdemler satılamadı. İşte ihsân böyle olur. Muhammed bin Münkedir, din büyüklerindendi. Mağazası vardı. Çeşidli kumaş satıyordu. Kimisinin zrâ’ı [bir zrâ’ 0,48 metredir] beş altın, kimisinin, on altın idi. Birgün, kendisi yok iken, çırağı, bir köylüye, beş altınlık kumaşı, on altına satdı. Kendi gelip, haber alınca, akşama kadar köylüyü aratdı. Köylüyü görünce, bu kumaş beş altından ziyâde etmez dedi. Köylü, ben bunu, seve seve aldım deyince, ben kendime uygun görmediğimi din kardeşime de uygun görmem. Yâ satışdan vaz geç, beş altını geri al, yâhud da gel, on altınlık kumaşdan vereyim buyurdu. Köylü beş altını geri aldı. Sonra, birisine, bu merd kimdir diye sordu. Muhammed bin Münkedir dediler. Bu ismi duyunca (Sübhânallah! Bu, öyle kimsedir ki, çölde susuz kalınca yağmur düâsına çıkıp, onun adını söylediğimiz zemân rahmet yağıyor) dedi. Büyüklerimiz az kârla, çok iş yapar, bunu dahâ bereketli bulurlardı. Halîfe Alî “radıyallahü anh”, Kûfe şehri çarşısında dolaşarak, (Az kârı red etmeyiniz! Çok kârdan mahrûm kalırsınız!) buyururdu. Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” büyüklerinden Abdürrahmân bin Avf’a, o büyük serveti nasıl kazandın? dediler. Çok az kâra da râzı oldum. Hiçbir müşterîyi boş çevirmedim. Hattâ bir gün, bin deveyi sermâyesine satmışdım. Yalnız dizlerindeki ipleri kâr kalmışdı. Her ip, bir dirhem gümüş değerinde idi. O gün develerin yem parasını ben vermişdim. Kazancım ise, bin dirhem olmuşdu, buyurdu.
[Hamza efendinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Bey’ ve şirâ risâlesi şerhı), yirmibeşinci sahîfesinde diyor ki: (Yedincisi: Yüksek fiyâtla satıp, bir kimseyi aldatmakdan sakınmalıdır. Zîrâ piyasada on liraya satılmakda olan bir malı, onbir liradan yukarıya satın almak gaben-i fâhiş ile aldanmakdır. Ya’nî çok aldanmakdır. Yalan söylemekle çok aldatılan bir müşterî, satışdan vaz geçebilir)].
2 — Fakîrlerin malını fazla para ile almalı, onları sevindirmelidir. Meselâ, dul kadınların iğirdiği ipliğine, çocukların satdığı meyvelere çok para vermelidir. Bu sûretle çalışanlara yardım etmek, sadaka vermekden dahâ sevâbdır. Böyle yapanlar, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” düâsına kavuşur. Çünki, (Alışverişde kolaylık gösterenlere, Allahü teâlâ merhamet eylesin!) diye düâ buyurmuşdur. Fekat, zenginden mal alırken aldanmak sevâb değildir ve iyi değildir. Malı zâyı’ etmekdir. Belki pazarlık edip, ucuz almak lâzımdır. İmâm-ı Hasen ve Hüseyn “radıyallahü anhümâ”, her aldıklarında pazarlık eder, ucuz almağa uğraşırlardı. Kendilerine: Bir günde binlerle dirhem sadaka veriyorsunuz da, birşey satın alırken niçin uzun pazarlık ederek yoruluyorsunuz? dediklerinde, (Verdiklerimizi Allah rızâsı için veriyoruz. Ne kadar çok versek yine azdır. Fekat, alışverişde aldanmak, aklın ve malın noksân olmasıdır) buyururlardı.
3 — Müşterîden para almakda üç dürlü ihsân olur: Fiyâtda ikrâm etmelidir. Eski, kirli paraları kabûl etmelidir. Peşin verdiği fiyâtla, veresiye vermelidir. [Veresiye vermek için, fiyâtı artdırmak şart edilirse, bey’ fâsid olur. Harâm olur.] Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Alışverişde kolaylık gösterenlere, Allahü teâlâ, her işinde kolaylık gösterir). İhsânın en büyüğü, en kıymetlisi, fakîrlere veresiye vermekdir. Parası, malı olmıyanın borcunu uzatmak, zâten vâcibdir. İhsân değil, adl ve vazîfedir. Fekat, malı olup da, ziyân ile satmadıkca veyâ muhtâc olduğu birşeyi satmadıkca, ödiyemiyecek bir hâlde olanların ödemesine zemân vermek ihsândır ve büyük sadakadır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Kıyâmetde bir kimseyi hesâba çekerler ki, çok günâh işlemiş, hiç iyilik yapmamış. Sen dünyâda hiç iyilik yapmadın mı? derler. Hayır, yalnız çırağıma derdim ki, (Fakîr olan borcluları sıkışdırma! Ne zemân ellerine geçerse, o zemân vermelerini söyle. İstediklerini yine ver. Boş çevirme!) Allahü teâlâ buyuracak ki, (Ey kulum! Bugün sen fakîr, muhtâcsın! Sen dünyâda benim kullarıma acıdığın gibi, bugün biz de sana acırız). Onu afv eder.) Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: (Bir müslimâna, Allah rızâsı için ödünc veren kimseye, hergün için sadaka sevâbı verilir. Fakîrden, alacağını çabuk istemiyene, hergün için malın hepsini sadaka vermiş gibi sevâb verilir). Büyüklerimizden öyle kimseler vardı ki, borcun getirilmesini arzû etmezdi. Hergün, o malı sadaka vermiş gibi sevâb kazanmağı tercîh ederlerdi. Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Sadaka verilen her dirhem için on sevâb, ödünc verilen her dirhem için ise, onsekiz sevâb vardır. Çünki, borc, ihtiyâcı olana verilir. Sadaka belki, ihtiyâcı olmayanın eline düşebilir). [Üçüncü kısmda, onikinci maddenin sonunu okuyunuz!].
4 — Borc ödemekde ihsân, istemeğe vakt bırakmadan önce vermekdir ve paranın en iyisini vermek ve kendi eli ile ve ayağına gidip vermekdir. Onu, birisini göndermeğe mecbûr bırakmamakdır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (En iyiniz, borcunu iyi ödiyeninizdir). Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Ödünc alan bir kimse, iyice ödemeği niyyet ederse, borcunu ödemesi için, melekler ona düâ eder). Bir kimse, malı olduğu hâlde, borcunu ödemeği bir sâat gecikdirirse, zâlim ve âsî olur. Nemâz kılarken de, oruc tutarken de, uykuda da, ya’nî her ân, la’net altında bulunur. Borc ödememek öyle bir günâhdır ki, uykuda bile durmadan yazılır. Malı olmak, parası çok olmak demek değildir. Belki satılık birşeyi olup da, satmazsa, günâh işlemiş olur. Değeri düşük olan para veyâ işe yaramıyan mal vererek öder ve bunu hak sâhibi beğenmiyerek alırsa, yine günâh olur. Onu râzı etmedikce, ya’nî gönlünü almadıkca, günâhdan kurtulamaz. Çok kimseler bunu düşünmez, ammâ büyük günâhlardandır.
5 — Alışveriş etdiği kimse pişmân olursa (İkâle etmek), ya’nî yapılan satışı geri çevirmekdir. [Birinin (vazgeçdim) demesi, ötekinin de (kabûl etdim) veyâ (ben de vazgeçdim) demesi ile ikâle yapılır. İkâlede, semenin artdırılması veyâ azaltılması şart edilirse, bu şart bâtıl olur. Ya’nî bu şart yerine getirilmez. Semenin helâk olması, ikâleye mâni’ olmaz. Mebî’in helâk olması mâni’ olur. Fâsid ve mekrûh olan satışlarda ve (Gaben-i fâhiş) ile aldatılan müşterînin istediği zemânda ikâle yapmak vâcib olur. Sahîh satışda, biri istediği zemân, ötekinin de yapması müstehabdır.] Çünki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Bir kimse [karşısındaki pişmân olunca] bey’i fesh eder, geri alırsa, Allahü teâlâ, onun günâhlarını afv eder). Yapılan satışı geri çevirmek vâcib değildir. Fekat, çok sevâbdır ve ihsân etmekdir.
6 — Fakîrlere veresiye verip, parası olmıyandan, istememeği niyyet etmekdir. Borclusu ölünce halâl etmekdir. Büyüklerimizden ba’zısının dükkânında iki defter vardı. Birisine bilinmiyen ismler yazardı ki, hepsi fakîr idi. Ba’zı borclar karşısında ism de yazılı değildi. Böylece kendisi ölürse, kimse fakîrlerden birşey istiyemezdi. Fekat böyle tüccârlar da, en iyi sayılmazdı. En iyi olanlar, fakîrler için, hiç defter tutmıyanlardı. Bunlar, fakîr birşey getirirse alır, getirmiyenlerden birşey istemezlerdi. İşte, din büyükleri, böyle ticâret yapardı. Şübheli bir kuruşu kabûl eden, dinde merdlerden sayılmazdı.

17 — TİCÂRETDE DÎNİNİ KAYIRMAK

(Kimyâ-i se’âdet) kitâbında, beşinci bâbda buyuruyor ki: Bir kimsenin dünyâ ticâreti, âhıret ticâretine mâni’ olursa, bu kimse bedbahtdır, zevallıdır. Bir çömlek almak için, altın kupa verene ne denir? Dünyâ, saksı parçası gibidir. Hem kıymetsizdir, hem de çabuk kırılır. Âhıret ise, altından kupa gibidir ki, hem çok kıymetlidir, hem de dayanıklıdır, kırılmaz. Hattâ hiç tükenmez. Dünyâ ticâretinin âhırete yaraması için ve Cehenneme sürüklememesi için, çok uğraşmak lâzımdır. İnsanın sermâyesi, dîni ve âhıretidir. Bu sermâyeyi kapdırmamak için, çok uyanık olmak lâzımdır. Dînini kayırmak istiyenler yedi şeye dikkat etmelidir:
<A name=r6261>1 — Her sabâh şöyle niyyet etmelidir ki, kendisinin ve evlâd ve âilesinin rızkını kazanmak, onları kimseye muhtâc bırakmamak, Allahü teâlâya râhat ve temiz ibâdet edebilmek, âhıret yolunda yürüyebilmek için, vazîfeme gidiyorum demelidir. O gün müslimânlara iyilik, yardım ve nasîhat, emr-i ma’rûf, nehy-i münker yapmağı, kalbinden geçirmelidir. Nemâzda kusûr edenlere, günâh işliyenlere, emr-i ma’rûf yapmalı, onlara göz yummamalıdır. Böyle niyyet eden bir tüccâr, bir me’mûr, bir muallim ve bir hâkim ve bir subay, vazîfesini yapdığı kadar, hep sevâb kazanır. Onun her işi, ibâdet olur. Dünyâda kazandığı şeyler de, caba olur.
2 — En az, binlerle insan çalışmayacak olursa, kendisinin birgün bile yaşıyamıyacağını düşünmelidir. Meselâ, çiftçi, fırıncı, dokumacı, demirci, iplikci ve dahâ nice san’atkârlar, hep onun için çalışıyor. O hepsine muhtâcdır. Herkes onun için çalışıp, ona hâzırlayıp da, onun boş oturması, kimseye fâideli olmaması doğru olur mu? Bu dünyâda herkes yolcudur. Geldik gidiyoruz. Yolcuların birbirlerine yardım etmesi, el ele vermeleri, kardeş gibi olmaları lâzımdır. Her müslimân böyle düşünmelidir. Vazîfesine başlarken, müslimân kardeşlerime yardım etmek, onları râhat etdirmek için çalışacağım. Din kardeşlerim benim işimi gördükleri gibi, ben de, onlara hizmet edeceğim demelidir. Her müslimân iyi bilsin ki, bütün san’atler, farz-ı kifâyedir. Bunu düşünerek, bir san’ate yapışmak, ibâdet etmek olur. İster kitâblı kâfirler keşf etsin, ister kitâbsız kâfirler bulsun, her san’ati öğrenmek ve hele, harb vâsıtalarını en modern, en ileri şeklde yapmağa çalışmak farzdır. Bu vâsıtaları yapabilmek için, gerekli ilmleri, dersleri mekteblerde, bu niyyet ile okutmak ve okumak hep ibâdet olur. Nemâz kılan insanın bu niyyet ile, her işi ibâdet olur. Nemâz kılmıyanların her hareketi de günâh olur. O hâlde, her müslimân, nemâzını kılmalı, sonra farz olduğunu düşünerek, vazîfesini yapmalıdır. İş görürken niyyetin doğru olmasına alâmet, insanlara fâideli olan bir meslek, bir san’at seçmekdir. Ya’nî, öyle bir iş görmeli ki, eğer o iş olmasa, müslimânlar sıkıntı çekerdi. O hâlde, keyf, oyun ve benzerlerine, san’at dense de ve harâm işleyenlere san’atkâr ismi verilse de, bunları yapmak ibâdet olmaz. Hattâ, harâm olmıyan, mubâh olan, fekat insanlara lüzûmlu olmıyan san’atleri seçmemelidir. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (En iyi ticâret, bezzâzlıkdır, kumaş satmakdır. En iyi san’at, terzilikdir).
3 — Dünyâ işleri, âhıret için çalışmağa mâni’ olmamalıdır. Âhıret için ticâret yeri câmi’lerdir. Münâfıkûn sûresi, dokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Mallarınız ve çocuklarınız, Allahü teâlâyı, hâtırlamanıza mâni’ olmasın!) buyuruldu. Halîfe Ömer “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Ey tüccârlar! Önce âhıret rızkını kazanın! Sonra dünyâ rızkına çalışın!). Ticâretle meşgûl olan büyüklerimiz, sabâh ve akşamları âhıret için çalışır, Kur’ân-ı kerîm okur, ders dinler, tevbe ve düâ eder, ilm öğrenir ve gençlere öğretirlerdi. Kelle kebâbı, sabâh çorbası gibi şeyleri çocuklar ve zimmîler satardı. Çünki, müslimânlar, sabâh, akşam câmi’lerde bulunurdu. İnsanların amellerini yazan ikişer melek, her sabâh ve akşam değişmekdedir. Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Melekler insanların amel defterlerini götürdükleri zemân, başında ve sonunda iyi iş yazılı ise, gün ortasında yapılanları ona bağışlarlar). Yine buyurdu ki, (Gündüz ve gece melekleri, sabâh ve akşam, gidip gelirken birbirleri ile karşılaşırlar. Hak teâlâ, [giden meleklere], kullarımı nasıl bırakdınız? buyurur. Yâ Rabbî! Nemâzda bulduk ve nemâz kılarken bırakdık, derler. Allahü teâlâ da, şâhid olun, onları afv etdim buyurur). Müslimân tüccârlar, san’at sâhibleri, gündüzleri de, ezân sesini duyunca, işini hemen bırakıp, câmi’e koşmalıdır. [Dînini seven ve kayıran bir imâm bulursa, ona uymalı, dînini dünyâya değişen, ibâdete harâm, bid’at karışdıran, müslimânlıkdan haberi olmıyan imâm ve hâfızların yanına, sesine, sözüne yanaşmamalıdır.] Büyüklerimiz, (Ticâretleri, satışları, Allahü teâlâyı unutmalarına sebeb olmaz) âyet-i kerîmesine ma’nâ verirken diyor ki, demirciler vardı. Demir döğerken, ezân okununca, çekici kaldırmış iken, demire vurmaz, bırakıp nemâza koşarlardı. Ve terziler vardı. İğneyi sokunca, ezân okunsaydı, o hâlde bırakıp, cemâ’ate koşarlardı.
4 — Çarşıda, işde Allahü teâlâyı zikr, tesbîh etmeli, her ân Onu hâtırlamalıdır. Dili ve kalbi boş kalmamalıdır. İyi bilmelidir ki, o ânda kaçırdığını, bütün dünyâyı verse, bir dahâ eline geçiremez. Gâfiller arasındaki hâtırlamanın sevâbı çok olur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Gâfiller arasında Allahü teâlâyı zikr eden kimse, kurumuş ağaclar arasında bulunan yeşil fidân gibidir ve ölüler arasındaki cânlı gibidir ve harbde kaçanlar arasında, arslan gibi döğüşenler gibidir). Bir kerre buyurdu ki, (Çarşıya giderken, lâ ilâhe illallah, vahde hü lâ şerîke leh, le hül mülkü ve le hül hamdü, yuhyî ve yümît, ve hüve hayyün lâ yemût, bi yedi-hil-hayr, ve hüve alâ külli şey’in kadîr diyen kimseye, iki milyon sevâb yazılır). [Bu hadîs-i şerîfde olduğu gibi, sevâb veyâ günâh mikdârını, göklerin büyüklüğünü, uzaklıklarını ve âhıretdeki zemânları ve dünyânın yaradılışını ve mahlûkların sayısını bildiren hadîs-i şerîflerdeki çeşidli rakamlar, mikdâr sayısını göstermek için değil, mikdârın çokluğunu anlatmak içindir. Meselâ bir kimseye, birkaç def’a, zahmet çekerek gidip bulamıyarak cânı sıkılan biri, o kimseyi görünce, seni on def’a aradım, bulamadım, demesi gibidir.] Cüneyd-i Bağdâdî “kuddise sirruh” buyurdu ki, (Pazarda çok kimse vardır ki, sôfîler halkasında oturanlardan dahâ kıymetlidir). Bir kerre de buyurdu ki: (Öyle kimse tanıyorum ki, pazarda hergün üçyüz rek’at nemâz kılmakda ve otuz bin tesbîh okumakdadır). Ba’zısı demişdir ki, bu kimse, kendisidir. Hulâsa, dîne, ibâdetine yardım niyyeti ile dünyâya çalışanlara, hep böyle sevâb vardır. Yalnız para kazanıp, dünyâ malı toplamak için çalışanlar, sevâbdan mahrûm kalır. Hattâ bunlar, câmi’de, nemâzda iken de, kalbleri dükkânın hesâbındadır. Fikrleri dağınıkdır.
5 — Dünyâ işlerine çok düşkün olmamalıdır. Meselâ, çarşıya herkesden önce gidip, herkesden sonra çıkmamalı. Tehlükeli ve uzun yollara gitmemelidir. Mal kazanmak için, deniz [ve hava] yolculuklarına dalmamalıdır. Mu’âz bin Cebel “radıyallahü anh” buyuruyor ki, (Şeytân, pazarda, yalan, hîle, hıyânet ve yemîn etdirerek müslimânları günâha sokmağa çalışır. Önce gidip, geç çıkanlara dahâ çok asılır). Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Tüccârın, esnâfın en kötüsü, erken gidip, geç dönenlerdir). Sabâh nemâzı kılmadan ve kitâb okuyup birkaç şey öğrenmeden işe gitmemeği âdet edinmelidir. İhtiyâcı kadar dünyâlık kazanınca, âhıreti kazanmakla meşgûl olmalıdır. Çünki, âhıret hayâtı sonsuzdur ve ona ihtiyâc dahâ çokdur ve âhıret ticâretinde iflâs etmek üzeredir. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin hocası Hammâd “rahmetullahi teâlâ aleyh”, ticâret yapardı. Baş örtüsü satardı. Hergün, iki habbe kazanınca eşyâyı toplar pazardan çıkardı. Büyüklerden ba’zısı dükkâna, haftada iki gün giderdi. Bir kısmı da, Cum’adan başka hergün gider, öğle nemâzında geri dönerdi. Bir kısmı nihâyet ikindiye kadar alışveriş ederdi. Hepsi ihtiyâcı kadar kazanınca câmi’e gider, ibâdetle, ilm öğrenmekle akşamı yapardı.
6 — Şübheli şeylerden kaçınmalıdır. Harâma yaklaşan zâten âsî, fâsık olur. [Şübhe etdiği şeyleri, Ehl-i sünnet kitâblarından öğrenmelidir. Câhil hâfızlara, hocalara ve her kitâba güvenmemelidir.] Kalbine sıkıntı getiren şübheliyi almamalıdır. Zâlimlerle, hîle, hıyânet edenlerle, yemîn ile satanlarla, dükkânında harâm şey satanlarla alışveriş etmemelidir. Zâlimlere, fâsıklara veresiye satmamalıdır. Çünki, öldükleri zemân üzülür. Hâlbuki, zâlimler [ya’nî müslimânlara ve islâmiyyete eli ile, dili ile, kalemi ile zarar yapanlar] ölünce üzülmek günâhdır. Onlara yardım etmek câiz değildir. Meselâ, din ile alay edenlere, yalan yanlış kitâblar yazarak dîni yıkmağa uğraşanlara kâğıd satmak günâhdır. Velhâsıl, herkesle mu’âmele etmemelidir. Doğru insan aramalıdır. Bir zemân vardır ki, bir tâcir, her istediği ile mu’âmele edebilirdi. Çünki, herkes, alışveriş ilmini biliyor ve bildiğine göre hareket ediyordu. Sonraları öyle zemânlar geldi ki, birkaç kişi ile mu’âmele edilemezdi. Dahâ sonraları ise, ancak birkaç kimse ile mu’âmele edilebilir oldu. Bir zemân gelmek korkusu vardır ki, alışveriş edecek kimse bulunamıyacakdır. Bunu çok zemân önce, söylemişlerdir. Bizler, belki de, büyüklerimizin korkduğu o zemâna kaldık. Kim ile olursa olsun, alışveriş edilmekdedir. Câhil hâfızlar, yangına körükle gidip, (Bugün dünyânın her tarafı böyle oldu. Her yerdeki mala harâm karışdı. Harâmdan kurtulmak imkânsız oldu) diyorlar. Bu söz, çok yanlışdır. Hiç de dedikleri gibi değildir. Bunu, bundan sonraki faslda anlatacağız.
7 — Alışveriş yapdığı kimse ile olan sözlerini, hareketlerini, aldığını, verdiğini iyi ve doğru hesâb etmelidir. Kıyâmetde, bunların hepsinden hesâb vereceğini bilmelidir. Büyüklerden biri, bir bakkalı rü’yâda görüp, Allahü teâlâ sana ne yapdı dedi. Önüme ellibin sahîfe koydular. Yâ Rabbî! Bu sahîfeler kimlerindir dedim. Ellibin kişi ile alışveriş yapmışsın. Her sahîfe, bunların birisi ile olan mu’âmeleni göstermekdedir dediler. Bakdım, her sahîfede bir kimse ile olan mu’âmelemin inceden inceye yazılmış olduğunu gördüm, dedi. Bir guruş hîle yapan, bir guruş hak yiyen, cezâsını çekecekdir ve hiçbirşeyin yardımı olmıyacakdır.