2 sonuçtan 1 ile 2 arası

Konu: Osmanli’nin Peygamber Sevgisi

    Share
  1. #1
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Osmanli’nin Peygamber Sevgisi

    PEYGAMBER AŞIĞI İMAM-I MÂLİK

    Bu İmam-ı Mâlik'in hikâyesidir.
    Peygamber aşığı bir alimin...

    Her şey kendi ortamında yetişir; muhabbet gülü de sevgi ortamında. Sevenlerin, sevmesini bilenlerin meydana getirdiği muhabbet iklimi, sevgi tohumlarına can verir, muhabbet gülleri birer ikişer gülümsemeye başlar. Zamanla orada bülbüller ötmeye, sevdâlar çağıldamaya, bahçeler gülistan olmaya başlar.

    "Üzüm üzüme baka baka kararır" derler ya, bunun zıddı da doğrudur. İçinin güzelliği dışa yansıyan insanların aydınlık sîmasına ve güzel hallerine baka baka insan onlardan güzellik alır; gerçek sevgiyi tanır; kimi, nasıl seveceğini öğrenir. Derken o çevre güzel insanlarla çevrilir.

    İmâm Mâlik'in bize anlattıkları işin böyle olduğunu göstermektedir. İmâm Mâlik, Mâlikî mezhebinin şöhretli imâmı, Muvatta' adlı ünlü hadis kitabının musannifi Mâlik İbni Enes'tir.

    İmâm Mâlik hicretin 93. yılında yani Resûlullah Efendimiz'in vefatından seksen üç yıl sonra doğdu. O devirde Medine'de Peygamber aleyhisselâm'ın ve ashâbının hatıraları bütün canlılığı ve güzelliğiyle ortadaydı. İmâm Mâlik de Medine'nin bu güzel havasını koklayarak büyüdü, Medineli âlimlerden okudu. Zaten babası, dedesi, büyük dedesi Resûlullah'ın hadisleriyle meşgul olan âlimlerdi. Hadis sevgisini ve Resûlullah muhabbetini önce onlardan öğrendi.

    Gün geldi Resûlullah muhabbeti İmâm Mâlik'in gönlüne hâkim oldu; yanında Allah'ın Resûlü'nden söz açılınca yüzünün rengi değişir, o uzun boylu erkek güzelinin beli iki kat olurdu. Onun bu haline acıyan bazı arkadaşları "Artık bu kadarı da fazla" dediler. İmâm Mâlik o iri güzel gözleriyle onların yüzlerine birer birer baktıktan sonra "Benim gördüğüm insanları siz de görseydiniz bu halimi yadırgamazdınız" dedi. Sonra da onlara beş hocasından söz etti.

    Bu beş âlimin beşi de ashâb-ı kirâmdan hadis rivayet etmiş, onlardan Resûlullah Efendimiz'i dinleyerek tıpkı İmâm Mâlik gibi Medine'de büyümüşlerdi.

    Önce Efendimiz'in vefatından yirmi sene sonra doğan ve Hz. Âişe, Ebû Hüreyre, Abdullah İbni Ömer gibi büyük sahâbîlerden hadis öğrenen ünlü kırâat âlimi Muhammed İbni Münkedir'den bahsetti. "Hocam İbnü'l-Münkedir'e bir hadis sorduğumuzda ağlamaya başlardı. O kadar çok ağlardı ki, kendisine acırdık" dedi. Böylece onun Resûlullah'a duyduğu derin hürmet ve muhabbeti, hadis rivayet ederken onun söylemediği bir sözü ona nisbet etmemek için gösterilmesi gereken dikkati dile getirdi.

    Ardından Hz. Hüseyin'in torunlarından Cafer İbni Muhammed'den bahsetti. O, şakadan hoşlanan, yüzünden tebessüm eksik olmayan biriydi; ama yanında Resûlullah'tan söz edildiği zaman, o şakacı adam gider, o mütebessim çehre tamamen değişir, Peygamber aleyhisselâm'a duyduğu sevgi, hürmet ve hasretten dolayı güzel yüzü sararıp solardı. İmâm Mâlik şöyle dedi: "Hocamın yanına gittiğim zaman onu ya namaz kılarken veya Kur'an okurken bulurdum. Çok oruç tutardı. Ben onun abdestsiz hadis rivayet ettiğini hiç görmedim" dedi.

    Sonra Zübeyr İbni Avvâm'ın torunu, Medine'nin ünlü âbidlerinden Âmir İbni Abdullah'ı anlattı. "Yanında Resûl-i Ekrem'den bahsedildiği zaman ağlamaya başlar, gözlerinde bir damla yaş kalmayıncaya kadar ağlardı" dedi.

    Daha sonra hadîs-i şerîfleri ilk defa toplayıp bir araya getirme gayretiyle ünlü İbni Şihâb ez-Zührî'den bahsetti. "Onun yanında Hz. Peygamber'den söz açıldığı zaman o kadar değişirdi ki, artık ne sen onu tanırdın ne de o seni" dedi.

    Son olarak fakih ve muhaddis Safvân İbni Süleym'i anlattı. Onun, yarın kıyamet kopacak dense, daha fazla ibadet edemeyecek derecede ibadete düşkün olduğunu söyledi. Bu âlimin yanında Resûlullah'ın adı anıldığında ağlamaya başladığını, herkes oradan kalkıp gidene kadar gözyaşlarının akmaya devam ettiğini belirtti ve sözünü. "İşte ben Resûlullah muhabbetini ve ona saygıyı bu insanlardan öğrendim" diye bağladı.

    İmâm Mâlik, Resûlullah'ın bu yanık âşıklarını kendine örnek aldı. Peygamberler Sultanı'na olan derin saygısından dolayı Medine'de hep yaya dolaşır, hayvana binmezdi. "Niye binmiyorsun?" diyenlere de "Resûlullah'ın kabrinin bulunduğu bir toprağı hayvan ayağıyla çiğnemek mi! Ben Allah'tan utanırım" derdi.

    Resûlullah'ın mübarek vücuduyla şereflendirdiği Medine'yi çok severdi. Abbâsî halifesi Mehdî, hilâfetin başşehri Bağdat'tan kalkıp Medine'ye geldiği zaman İmâm Mâlik'le görüşmüş, ilmine hayran kalmıştı. Ona iki veya üç bin dinar gönderdikten sonra kendisine bir dileğini iletmiş, Bağdat'a dönerken kendisine refakat etmesini istemişti. İmâm Mâlik halifenin bu isteğini "Medineliler bilmiş olsalar, Medine kendileri için daha hayırlıdır" (Müslim, Hac 459) hadisini okuyarak reddetmişti.

    İmâm Mâlik Mescid-i Nebevî'de, Resûlullah'ın civarında bulunan kimselerin ona saygıda kusur etmemeleri gerektiğini hatırlatırdı; "Peygamber aleyhisselâm hayattayken ona nasıl davranmak gerekiyorsa, vefatından sonra da aynı şekilde saygılı davranmak gerekir" derdi ve Allah Teâlâ'nın mü'minlere, "Sesinizi Peygamberin sesinden daha fazla yükseltmeyin, birbirinize bağırdığınız gibi onunla da yüksek sesle konuşmayın" (Hucurât 49/2) diye emrettiğini söylerdi. Bu âyetin sadece ashâb-ı kirâma değil, kıyamete kadar gelecek bütün mü'minlere yönelik olduğunu ifade ederdi. Mescid-i Nebevî'de yüksek sesle konuşan ikinci Abbâsî halifesi Mansûr'a bu âyet ile benzeri âyetleri hatırlatmış ve onu uyarmıştı.

    İmâm Mâlik Resûlullah'ın hadislerine çok büyük değer verirdi. Yanındakilerle sohbet ederken onların arasında âdeta kaybolup giden o mütevazı adam, hadîs-i şerîflerden söz açılınca değişiverir, tanınmayan biri olup çıkardı.

    Kendisinden ayaktayken, yürürken hadis soranlara cevap vermez, hadislerin Peygamber-i Zîşân'ın sözleri olduğunu hatırlatır, onları öğrenirken ve öğretirken saygılı davranmayı tavsiye ederdi. Hadis öğrenmek için gittiği hocalarının meclisinde oturacak yer bulamayınca, hadisleri ayakta dinlemeyi uygun görmez, geri dönüp giderdi.

    İmâm Mâlik'i güzel insan yapan bir özelliği de, hayatında bir kere olsun, ahlâksız ve edepsiz biriyle aynı mecliste oturmamasıydı. Hanbelî mezhebinin ünlü imamı Ahmed b. Hanbel İmâm Mâlik'in bu faziletini takdirle anar, "kötü insanlarla arkadaşlık etmenin ilim nurunu kararttığını" söylerdi. Zaten Resûlullah Efendimiz de "Herkes kiminle oturup kalktığına dikkat etsin" (Ebû Dâvûd, Edeb 19) buyururken bu gerçeğe işaret etmiş, "Karanın yanına varma kara bulaşır" demek istemişti.

    O halde iyi insan olabilmek için iyilerle bir arada yaşamak gerektiği gibi, gerçek sevgiyi bulmak, Resûlullah muhabbetiyle dolmak için de iyilerin arasında bulunmak ve onları kendimize örnek almak şarttır.


    Seni çok Özledim Annem

  2. #2
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: Osmanli’nin Peygamber Sevgisi

    İlâ-yı kelimetullah için cihadı şiar edinmiş Osmanoğulları, onyedinci yüzyıl tarihlerinden “Sahaifü’l-Ahbar” da “Doğu’nun ve Batı’nın, karaların ve denizlerin efendisi, Mekke ve Medine’nin hamisi” olarak anılmaktalar. Ama onlar büyük bir edeple hamilik (koruyucusu) sıfatı yerine bu beldelerin hadimi (hizmetçisi) olduklarını belirtmişlerdi. Öyle ki Hz. Peygamber (A.S.)’ın şehrini bir valinin adı altına sokmamışlar, oraya gönderdikleri idareciye vali yerine “Medine Muhafızı” ünvanı vermişlerdi. Bir Cihan Devleti kurmalarına rağmen, Mekke ve Medine’ye Osmanlı sancağı asmayı da edebe aykırı bulmuşlardı.

    Mekke’nin ve Medine’nin hamisi olarak görülen Osmanoğulları, bu mübarek beldelere neler yapmış ve bu sıfatı haketmek için nasıl bir gayret içinde olmuşlardı? Onlardaki hangi özellikler böyle şerefli bir mertebeye yükselmelerine sebep olmuştu?

    Kosova Ovası’nda şehadet mertebesine ulaşan Sultan Birinci Murad’ın, şehitlik için yaptığı duanın makbul olmasının sırrı neydi? İkinci Murad’ın “Muhammediye” müellifi Yazıcızade Mehmed Efendi’ye ve “Envaru’l Aşıkîn” müellifi Ahmed Bican’a iltifatlarda bulunmasının altında hangi hisler yatıyordu? Ya Akşemseddin’in manevi tasarrufunda yetişen Fatih;

    “İmtisal-i cahid-u fillah olubdur niyyetim / Din-i İslâm’ın mücerred gayretidür gayretim.

    Ey Muhammed mu’cizat-ı Ahmed-i Muhtar ile / Umarım galib ola a’dayı dine devletim.”

    derken hangi duygular içerisindeydi?

    Muhyiddin-i İskilibî (K.S.)nin tasarruf, himmet ve dualarını alan II. Bayezid’e veli sıfatı verilerek “Bayezid-i Veli” olarak anılmasının hikmeti ne olabilir? Fatih-’in, Hace Abdülhadi (K.S.) ile ünsiyetinin boyutları ne kadardı? Bayezid’den geri kalmayan kardeşi Cem Sultan’ın hac ibadetini ifa ettikten sonra yazdığı şu beyitler;

    “Kâbetullah’a varıp bir kez tavaf eylediğin / Bin Karaman, bin Acem, bin Memleket-i Osman’dır.”

    hangi duyguların ifadesi idi?

    Kendisine Hakimu’l Haremeyn diye hitap eden hatibe itiraz ederek; “hayır biz ancak Hadimu’l Haremeyniz” diyen Yavuz Sultan Selim’in;

    “Ey keremkân-ı Rasul-i Kibriya Kemterindir bu Selim-i pürhata.

    Dergâhından iltica eyler atâ El meded, ey maden-i nur-i Huda.”

    mısralarında görülen Allah Rasulü’ne muhabbet ve hürmet, alimlerin ve ariflerin onlara gösterdiği ilginin sebebini yeterince açıklıyor olmalıdır.

    Bir başka beytinde;

    “Padişah-ı alem olmak bir kuru kavga imiş; / Bir veliye bende olmak cümleden alâ imiş!...”

    diyen Yavuz, Şam’da Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nin kabrini yaptırıp asırlar öncesinden söylenen kerameti gerçekleştirirken, Şam’ın büyük velilerinden Muhammed Bedahşî Hazretleri’ni de ziyaret ederek sohbetinde hiç konuşmadan oturmuş ve huzurdan öylece ayrılmıştı. Bunun hikmeti sorulduğunda da;

    “Evliyaullahın meclisinde onlar konuşurlarken başkalarının konuşması, cihan padişahı da olsa uygun düşmez. Biz sultan isek de, böyle maneviyat sultanlarının himmetlerine her zaman muhtacız. Şayet huzurunda konuşmam gerekseydi, bunu belli eder ve söz etmemi temin ederlerdi.” diyerek zamanlarının maneviyat yıldızları tarafından niçin sevildiklerinin ipuçlarını vermişti.

    Döneminin Mürşid-i Kâmilleri İbrahim Gülşeni, Sünbül Efendi, Merkez Efendi (K.S.)’nin teveccühlerini kazanan Kanunî’nin rehberleri kimdi dersiniz? İşte cevabı:

    “Allah Allah diyelim sancağ-ı şahı çekelim / Yürüyüp her yandan şarka sipahi çekelim.

    Umarım rehber ola bize Ebu Bekr u Ömer / Ey Muhibbî yürüyüp şarka sipahi çekelim...”

    Cihan Sultanı Kanunî, gördüğü bir rüyada Hz. Peygamber (A.S.)’ın kendisine, “Belgrad, Rodos ve Bağdat kalelerini feth edesin, sonra da benim şehrimi imar edesin.” Mekke ve peygamber şehri Medine’yi imar etmişti. Hatta vasiyetinde, şahsi servetiyle kurulacak bir vakıfla hacılar için su getirilmesini istemişti.

    Yıldırım Bayezid döneminden itibaren bütün Osmanlı padişahları Hicaz’a ayrı bir değer vermişler, her yıl o topraklara “Surre Alayları” göndermişlerdi.

    Başlıbaşına bir araştırma konusu olan bu surre alayları, Osmanlı Padişahları tarafından her hac mevsiminde Mekke ve Medine ahalisine gönderilen para ve hediyeler için tertip edilen kervanların adıydı.

    Osmanlı Devletinin büyüyüp gelişmesi ile Hicaz topraklarına olan ilgi de artmış, Fatih döneminde Mekke’ye ganimet malından dokuzbin altın ve bir name-i hümayun (padişah mektubu) gönderilmiş ve Mekke şerifi bu name-i hümayunu Kâbe’nin önünde okutmuştu. Sonra da İstanbul’a zem-zem ve Kabe güvercinlerinden göndermişti. Yavuz döneminde Haremeyn hizmetleri için gönderilen miktar ikiyüzbin altına çıkarılmıştı.

    Surre-i Hümayun, Surre Emini başkanlığında kurban bayramında Mekke ve Medine’de olacak şekilde dinî ve askerî törenle İstanbul’dan yola çıkarılır, bu esnada İstanbul’un bütün selâtin camilerinin hatip ve imamlarıyla birlikte şeyhler törene katılır, ilahiler okunur, dualar edilirdi.

    Gönderilen hediye ve paralar, Mekke ve Medine fakirlerine, hac ve su yollarının tamiri ve bakımına, bu şehirlerdeki imar faaaliyetlerine harcanırdı. Bu hediyelerin içerisinde en önemlisi hiç şüphesiz Kâbe örtüsü idi. Yenisi gidince eski Kâbe örtüsü hürmetle geri getirilerek paylaşılır, çeşitli camilere gönderilirdi. Bütün Osmanlı padişahları, hanım sultanlar ve vezirler, Mekke ve Medine’de günümüze kadar izleri süren hayır kurumları, medrese ve imaretler yaptırarak Allah’ın rızasını, Rasululah (A.S.)’ın şefaatini kazanmayı ummuşlardı. Sultan Dördüncü Murad Kâbe’yi tamir ettirmiş Beyt-i Mükerreme’nin onbirinci bânisi sıfatını almıştı.

    Osmanlı padişahları, devlet işlerinin aksamaması için bizzat hacca gidememişlerdi. Bu konuda şeyhülislâmların vermiş olduğu fetvalara uymuşlardı. Padişahlar hacca gidemeseler de, mübarek topraklara ve Peygamber’e karşı Veysel Karanî gibi bir sevgi ve bağlılık içerisinde olmuşlardı. Hacca gidenler ve dönenlere karşı hürmette bulunmuşlar. Kandil geceleri görkemli mevlid törenleri düzenlemişler, Resullulah (A.S.)’ın, Ehl-i Beytin, Ashab-ı Kiram’ın, Saadat-ı Kiram’ın kabirlerini ihya edip, hatıralarını günümüze taşımaya önayak olmuşlardı.

    Hz. Peygamber (A.S.)’a sınırsız sevgi ve saygı duyan, padişahlık kavuğunun altına Hz. Peygamber’in ayakizinin resmini yaptıran Sultan Üçüncü Ahmed bir natında;

    “Zat’ı pak-i Mustafa’ya aşıkım

    Can ile fahrü’l veraya aşıkım.

    Muksim-i feyz-i nevadır ol şerif

    Menba-i cud ü ataye aşıkım.”

    derken kendinden önceki cedlerinin duygularına da tercüman oluyordu. Sultan Abdülaziz, Medine-i Münevvere’den gelen bir dilekçe kendisine uzatıldığında hasta yatağından ayağa fırlamış ve: “Haremeynden, Allah Rasulü’nün komşularından gelen talepler yatarak, edebe aykırı halde dinlenmez!” diyerek, Hz. Peygamber’e olan muhabbetinin ve hürmetinin büyüklüğünü göstermişti.

    Abdülhamid Han, Haremeyn’e karşı gönülden duyduğu bağlılığı, demir yollarıyla maddeten de gerçekleştirip, İstanbul-Hicaz demiryolunu yaptırdığında, raylar Medine’ye yaklaşınca: “Mümkün olan bütün aletlerin üzerine keçeler sarınız ki, fazla gürültü olmasın ve Ehl-i Beyt’in ve burada yatanların ruhları rahatsız olmasın.” diye emir vermişti. Bu emir üzerine raylara keçeler döşenmiş, Ravza-i Tahire’nin azametine gölge düşmesin diye trenler şehre çok düşük bir hızla giriş yapmışlardı.

    Son padişah Sultan Vahidüddin Han tarafından “Devlet-i Aliyye-i Muhammediyye” olarak da zikredilen Osmanlı Cihan Devleti, Hz. Peygamber (A.S.)’ın dua ve övgüsüne; Hak dostlarının, Semerkand ve Buhara ehlullahlarının teveccühüne işte bu aşk, vecd ve manevi terbiye sayesinde ulaştı.

    Ne dersiniz, onu dünya tarihinde çok özel bir yere ulaştıran da bu ruh değil miydi?


    Seni çok Özledim Annem

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •